Harun Yahya


Bilim Ve Teknik Dergisindeki Yanılgılar

Ümit Sayın'ın "Dünyada Yaşamın Başlangıcı"
Yazısında Yer Alan Yanılgılar



Bilim ve Teknik dergisinin Mayıs 2000 tarihli sayısında yer alan ve Ümit Sayın imzasını taşıyan "Dünya'da Yaşamın Başlangıcı" başlıklı yazıda, bilimsel çevreler tarafından çoktan rafa kaldırılmış bazı iddialar tekrar gündeme getirilmiş ve bunlar bilimsel birer gerçek gibi lanse edilmişlerdir. Konuyla ilgili gerçekleri açıklamakta yarar vardır.


Bilim Adamları Dışında Hiç Kimse
Evrim Teorisini Anlayamaz İddiası



Ümit Sayın, insanların evrim teorisini anlayabilmeleri için "yoğun bir bilim eğitimine ve detaylı anlaşılmış bazı kavramlara" gereksinim duyduklarını söyleyerek, daha yazının başında yazdıklarının anlaşılmasının mümkün olmadığı mesajını vermiştir. (Hatta Ümit Sayın yazısında halkın "milyonlarca yıllık süreçler olan evrim" gibi basit bir tamlamayı bile anlayamayacağını iddia etmiştir.) Bu gerçek dışı mesaja göre evrim doğrudur, ancak bunu anlatmak da anlamak da çok zordur ve teorinin büyük halk kitleleleri tarafından anlaşılamamasının tek nedeni budur. Oysa bilimsel gelişmeler, evrim teorisinin geçersizliğini, bu geçersizliği anlamanın da anlatmanın da çok kolay olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya'nın Evrim Aldatmacası, Darwinizm'in Sonu ve Hayatın Gerçek Kökeni isimli kitapları)


Klasik Evrimci Göz Boyama Yöntemleri



Yazar önceki yazılarında olduğu gibi bu yazısında da, -evrim teorisini halkın gözünde kurtarma amacıyla- geçersizliği ortaya konmuş bazı köhne deneylere sarılmış ve bu yolla insanları yanıltmaya çalışmıştır. Konunun içeriğiyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta "Yaratılış Gerçeği"ni ortaya koyan resimlerle yazısını süslemiş, bilimsel bir hava vermek için de yazının sonuna 22 tane yabancı kaynak adı iliştirmiştir. Oysa yazıda söz konusu kaynakların hiçbirinden bir alıntı bulunmamakta, klasik evrimci açıklamalardan farklı bilgi yer almamaktadır.

Ümit Sayın, elinde hiçbir belge ve kanıt olmadığı için yazı içinde sık sık "evrim teorisi doğrudur", "evrim teorisi gerçektir", "evrim teorisinin doğruluğu konusunda son nokta koyulmuştur" gibi beylik ifadeler kullanarak okuyucuları etki altında bırakma yoluna gitmiştir. Ümit Sayın evrim konulu tüm yazılarında olduğu gibi bu yazısında da kendince çok pürüzsüz bir senaryo çizmektedir. Bilimin her alanda evrim teorisine sözde kanıt sağladığını ve bu konuda herhangi bir çelişki bulunmadığını iddia etmektedir. Oysa artık dünyaca tanınan evrim savunucuları bile bu derece pürüzsüz bir senaryoyla ortaya çıkamamaktadır. Ümit Sayın'ın kaleme aldığı hayatın kökeni senaryosunun her cümlesi, gerçekte evrimciler arasında yıllardır birer ihtilaf konusudur. Bu durum, Batılı evrim literatürünü düzenli izleyen kimselerin yakından bildikleri bir gerçektir.

Gerçekte Ümit Sayın, bu yazıyı okuyan bilimsel gerçeklerden uzak kişiler üzerinde, evrimin adeta her aşamasında aydınlığa kavuşmuş bilimsel bir süreç olduğu izlenimi oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de yazıda yer alan bilimsel yanılgıları açıklamakta fayda vardır.


Ümit Sayın'ın Yaşamın Başlangıcı  ile İlgili Yanılgıları





Stanley Miller


Ümit Sayın yazısında Harold Urey ve Stanley Miller tarafından 1953 yılında yapılan, Miller deneyinin, aminoasitlerin ilkel atmosfer şartlarında kendi kendine oluşabileceklerini, dolayısıyla canlılığın yeryüzünde tesadüfler sonucu ortaya çıkabileceğini ispatladığını iddia etmiştir. Üstelik "En büyük problem ilk canlılığın nasıl oluştuğu konusuydu" cümlesiyle canlılığın nasıl oluştuğu sorununu "-di'li" geçmiş zamanda anlatarak, artık bu problemin çok eskilerde kaldığı imajını oluşturmaya çalışmıştır.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz: İlkel dünyadaki tüm göllerin ve denizlerin aminoasitlerle dolu olduğunu farzetsek bile bu aminoasitlerin uygun sayı, çeşit ve sıralamada dizilerek tek bir faydalı protein molekülü oluşturabilmelerinin mümkün olmadığı, olasılık hesaplarıyla, fizik ve kimya kanunlarıyla ortaya konmuştur. Dolayısıyla, ilkel dünyada aminoasitlerin bulunduğu var sayılsa bile, bunun canlılığın oluşabilmesi açısından hiçbir anlamı ve etkisi yoktur. Çünkü, aminoasitlerin proteinleri oluşturması, proteinlerin hücrenin organellerini meydana getirmesi, organellerin hücre sıvısı içinde biraraya gelip son derece kompleks bir zarla çevrilerek canlı bir hücre oluşturmaları, moleküllerin kendi kendilerine yapabilecekleri rastgele kimyasal reaksiyonların sınırlarının çok ötesinde, akıl almaz komplekslikteki olaylardır. Bizzat evrimci bilim adamları bile evrimin daha işin başındaki bu büyük açmazını dile getirmişlerdir. Rus evrimcisi A. I. Oparin göz ardı edilemeyen bu gerçeği şöyle ifade eder:

"Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir."1



Evrimci bilim dergisi Earth


Kaldı ki ilkel dünyada aminoasitlerin oluşabilmeleri de mümkün değildir. Miller, aminoasitlerin kendi kendilerine ilkel dünya şartlarında tesadüflerle oluşabileceğini kanıtlayabilmek amacıyla yaptığı deneyiyle, gerçekte böyle bir olayın kesinlikle mümkün olamayacağını bizzat kendi elleriyle ortaya koymuştur. 1998'in Şubat ayında yayınlanan evrimci bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" isimli makalede şu ifadeler yer alır:

Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların şu an ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul ediyor olmalarıdır. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyi) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farz ettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, aminoasitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi? Miller'ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini hızla ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç çekmekte... "Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil"..."2

Görüldüğü gibi, Miller'in kendisi dahi bugün deneyinin, hayatın başlangıcını izah etme açısından hiçbir sonuca götürmeyeceğini kabullenmiş durumdadır. Böyle bir durumda, yerli evrimcilerin bu deneye dört elle sarılmaları bu kişilerin çaresizliğinin açık bir göstergesidir. National Geographic dergisinin Mart 1998 sayısında yer alan "The Rise of Life on Earth"(Yaşamın Başlangıcı) makalesi de Miller deneyini Batılı evrimcilerin çoktan terk ettiklerinin bir ifadesidir. Söz konusu dergide şu ifadeler yer alır:

Pek çok bilim adamının bugün, ilkel atmosferin Miller'in öne sürdüğünden farklı olduğuna dair kuşkuları var. İlkel atmosferin hidrojen, metan ve amonyak yerine karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber. Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı yoğunlukta. Bilim adamları bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.3








Evrimcilerin en büyük yanılgılarından bir tanesi de yanda temsili resmi görülen ve ilkel dünya olarak nitelendirdikleri ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir. Miller deneyi gibi çalışmalarla bu iddialarını kendilerince kanıtlamaya çalışmışlardır. Ancak bilimsel bulgular karşısında yine yenilgiye uğramışlardır. Çünkü 1970'li yıllarda elde edilen sonuçlar, ilkel dünya olarak nitelendirilen dönemdeki atmosferin yaşamın oluşması için hiçbir şekilde uygun olmadığını kanıtlamıştır.







Görüldüğü gibi bugün pek çok önemli bilim adamı dünyanın oluşumu sırasındaki atmosferin metan, amonyak karışımından oluştuğu konusundaki fikirlerini terk etmişlerdir. Bu kişilerden birisi de bizzat Stanley Miller'dir. Miller 8-12 Eylül 1985 tarihleri arasında İsveç'in Stockholm şehrinde, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından düzenlenen "Molecular Evolution of Life" isimli sempozyumda sunduğu bildiride şu ifadeleri kullanmıştır:

"Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir."4

Stanley Miller'in bu bildirisi, Molecular Evolution of Life isimli kitapta tam metin olarak yayınlanmıştır. Şüphesiz ki, Stanley Miller'in "İlk atmosferdeki amonyak miktarı yok denecek kadar azdı." şeklindeki açıklaması Miller'in metan-amonyak modelinden vazgeçtiğini göstermektedir. Çünkü Miller deneyi çok yüksek miktarda amonyakla gerçekleştirilmiş olan bir deneydir. Amonyak olmadan yapılan deneylerde hiçbir aminoasit elde edilemediğine göre, ortada Miller Deneyi diye bir şey kalmamaktadır.5

Fakat nedense Ümit Sayın bu önemli ayrıntıyı görmezden gelmekte, Miller Deneyi'ni hala büyük bir bilimsel kanıt gibi tekrarlamaya devam etmektedir.


Uzaydan Gelen Aminoasitlerin Hayat Oluşturabileceği Yanılgısı





George Gamov


Ümit Sayın ilkel dünya şartlarında tesadüfen aminoasit oluşamayacağı gerçeği karşısında yeni açıklama arayışlarına da yönelmiştir. Bu akıl dışı iddiaya göre uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur. Ancak uzayda mevcut olan ortam, canlıların yaşamını imkansız hale getirmektedir. George Gamow, bu konuda şunları söylemiştir:

Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi güneşten mühim miktarda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini muhafaza edebilecek koruyucu mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi "uzaydan gelme" hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. "Gemini-9" uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi.6



Son derece kompleks bir düzene sahip olan proteinler kendilerinden daha küçük moleküller olan aminoasitlerin birleşmesiyle oluşur. Ancak bu birleşme rastgele değildir. Aminoasitlerin bir proteini oluşturabilmeleri için mutlaka belli bir düzen içinde sıralanmaları gerekir. Aksi takdirde oluşan protein hiçbir işe yaramaz. Bu durum tek bir proteinin bile tesadüfen oluşamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.


Bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkan gerçek, uzaydan canlı mikroorganizmaların yeryüzüne ulaşmasının imkansız olduğudur. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, ilk dünya koşullarında, uzaydan çok bol miktarda aminoasit gelseydi ve hatta yeryüzü tamamen aminoasitlerle kaplı bile olsaydı; bu, canlıların kökenini açıklayan bir durum olmazdı. Çünkü aminoasitlerin tesadüfen ve rastgele biraraya gelerek son derece kompleks, üç boyutlu bir proteini ve proteinlerin de hücrenin organellerini, ardından da bu organellerin tüm mucizevi yapısıyla bir canlı hücreyi meydana getirmesi mümkün olmazdı.

Bu asılsız iddia ile Ümit Sayın, moleküler biyoloji, biyokimya, kimya, matematik kurallarını tamamen gözardı ettiğini ortaya koymuştur. Çünkü yeryüzündeki en kompleks moleküllerden biri olan proteinlerin kökenini Miller gibi evrimciler dahi çözümsüz bir problem olarak görürken, Ümit Sayın bir çırpıda "Uzaydan gelen maddeler reaksiyona girdi ve canlılık oluştu." diyebilmektedir. Oysa biraz biyoloji bilgisi olan bir kimse;


Proteinlerin en küçüklerinin dahi yüzlerce aminoasitin belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelerinden meydana geldiğini,

 


Tek bir aminoasitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olmasının o proteini işlevsiz hale getireceğini,

Bir proteinde bulunan aminoasitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerektiğini, tek bir sağ-elli aminoasitin araya karışmasının bile o proteini işe yaramaz hale getireceğini,

Aminoasitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerektiğini, diğer kimyasal bağların proteinin yapısını bozacağını,

Proteine işlevini kazandıran unsurun onun üç boyutlu yapısı olduğunu, bu üç boyutlu yapının çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleştiğini, bu yapının birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamayacağını bilir.


Lise düzeyinde matematik ve kimya bilgisine sahip olan bir kimse, yukarıda saydığımız koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine, tesadüfler sonucu gerçekleşmesine olasılık hesaplarının izin vermediğini bilir. Kaldı ki tüm bu koşulların aynı anda ve birlikte gerçekleşmesi ihtimali aklın kavrama sınırlarının çok ötesinde astronomik rakamlara ulaşmaktadır. Kontrollü bir deneme-yanılma mekanizmasının -yani aminoasitleri bir şekilde biraraya getirip rastgele birleştiren, bu dizilim işe yaramadığında hatalı zinciri bozup yeni bir rastgele ihtimali deneyen bilinçli bir mekanizmanın- bulunduğunu var saydığımız bir ortamda, 500 aminoasitlik ortalama bir protein molekülünün doğru dizilimi yakalama ihtimali, 10950'de bir olarak hesaplanmıştır. Bu, teorik şartlar için hesaplanmış ihtimaldir. Gerçek şartlarda ise bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali "0"dır.








Miller'in, deneyini yaparken ortaya attığı varsayımlar ve gerçek koşullar karşılaştırıldığında deneyin neden geçersiz olduğu açıkça görülmektedir. Aslında Miller, deneyi ile evrimci varsayımları çürütmüştür.







Miller Deneyi'ni Geçersiz Kılan Noktalar



Miller'in 50 yıl önce gerçekleştirdiği deney, önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından hiç de o kadar umutlandırıcı olmadığı görülür. Çünkü aminoasitlerin ilkel dünya koşullarında kendi kendilerine oluşabilecekleri tezinden yola çıkan bu deney, birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Ümit Sayın'ın da yazısında üzerinde durduğu bu noktalardan bazıları şu şekildedir:

1- Ümit Sayın söz konusu yazısında öncelikle Miller deneyini geçersiz kılan "soğuk tuzak" (cold trap) isimli mekanizmadan bahsetmektedir. Bu mekanizma aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmektedir. Çünkü aksi takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri, oluşmalarından hemen sonra imha ederdi. Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı, vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin var olduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır. Kimyager Richard Bliss bu çelişkiyi şöyle izah ediyor:

Miller'in aletlerinin can alıcı kısmı olan "soğuk tuzak", kimyasal tepkimelerden biçimlenmiş ürünleri toplama ödevi görüyordu. Gerçekten bu soğuk tuzak olmadan, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı.7

Evrim hakkındaki eleştirel çalışmalarıyla tanınan Henry Morris de, durumu şöyle açıklıyor:

Miller, aygıtlarına, aminoasitleri oluştuğu anda yakalayacak bir ilave yaparak onları üretildikleri ortamdan ayırmıştır. Eğer böyle yapmasaydı, aynı atmosferik şartlarda o aminoasitler hemen parçalanacaklardı. Halbuki Miller'ın bu koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde yoktu.8

Nitekim Miller, aynı malzemeleri kullandığı halde soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir aminoasit bile elde edememişti.

Miller'ın amacı aminoasit elde etmekti ve kullandığı yöntem ve düzenekler, bu aminoasitleri elde edebilmek için özel olarak ayarlanmıştı. Ancak, ilkel atmosferde bu tür metod, düzen ve ayarları sağlayacak bir zekanın varlığını kabul etmek ise, herşeyden önce evrimin kendi mantığıyla çelişmektedir.

Ümit Sayın'ın örnek olarak verdiği sıcak su kaynaklarının birden soğuyarak soğuk tuzak oluşturdukları tezi de aynı tesadüfler zincirinin bir devamından başka bir şey değildir. Ümit Sayın yine yazısının temelini varsayımlardan ve spekülasyonlardan öteye gitmeyen bir hezeyan üzerine kurmuş, içinde bulunduğu bilimsel tutarsızlığı ise "Doğada bugün tahmin edilemeyen pek çok yapı, bunu meydana getirebilir." gibi yuvarlak ifadelerle dile getirmiştir.

2- Miller'ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Bu gerçeği, 1980'li yılların ortalarına doğru konuyla ilgilenen bazı jeologlar ortaya çıkardılar. Buna göre, Miller yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksiti göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.

Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir aminoasitin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor:

Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırararak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler.9

Ünlü jeolog Philip Abelson da metan/amonyak modelinin geçersiz olduğunu şöyle vurgular:

Metan ve amonyak gazlarını içeren bir ilkel atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar bir başka alternatif görüş benimsediler. Atmosfer ve okyanuslar, volkanlardan çıkan gazlardan oluşmuşlardı.10

Sonuç olarak, ilkel dünya atmosferinin Miller'ın tahmin ettiğinden çok daha farklı gazlardan meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Peki bu gazlar kullanılarak yapılacak deneylerde aminoasit elde edebilmek mümkün müdür? Amerikalı bilim adamları J. P. Ferris ve C. T. Chen'in araştırmaları bu soruya gerekli yanıtı verdi. Ferris ve Chen karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer ortamında Stanley Miller'ın deneyini tekrarladılar. Ve bu gaz karışımıyla bir tek molekül aminoasit bile elde edemediler.11

Miller'ın deneyine duyulan güven oldukça sarsılmıştı. Buna rağmen bilim çevreleri ve ilgili medya kuruluşları, Ferris ve Chen deneyini halka duyurmamaya özen gösterdiler. Miller deneyi gündemde tutulmaya devam edildi. Ancak deneyden tam 33 yıl sonra, 1986 yılında Stanley Miller, amonyağın yüksek miktarlarda kullanıldığı ilkel atmosfer deneylerinin gerçekçi olarak nitelendirilemeyeceğini bizzat kendisi açıklayarak şöyle dedi:

Metan (CH4), Azot (N2), çok az miktarlardaki amonyak (NH3) ve su buharından oluşmuş bir atmosfer, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Çünkü amonyak gazı okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı.12

Fakat nedense yukarıda da bahsettiğimiz gibi deneyin bizzat sahibi dahi kendi deneyinin geçersizliğini ilan ederken, bazı evrimciler bu köhne deneyle evrim safsatasını ayakta tutmaya çalışmaya devam ediyorlar.


Evrimcilerin "Görmediğine İnanmama" Saplantısı



Bu yazıda dikkat çeken başka bir nokta ise Ümit Sayın'ın evrimin çelişkilerini "4 milyar yıl öncesine gidip gözlem yapamayız!" yöntemiyle örtbas etme girişimidir. Ümit Sayın, "Kimse 4 milyar yıl önceye gitmemiştir; o günden bugüne de tek iz kalmamıştır; bilimsel yaratılışçılar ne söylerlerse söylesinler, 4 milyar yıl önceye ait kesin kanıtlarla evrimcilerin karşısına gelmeden evrimcilerin hiçbir söylediğini çürütmüş sayılamazlar…" gibi garip mantıklarla, "Yaratılış Gerçeği"ni savunanları kendince zor duruma soktuğunu sanmaktadır.

Oysa dikkat edilirse, bu cümlelerde, evrimci zihniyet açısından çok büyük bir "geri adım" söz konusudur. Evrimciler yakın zaman kadar, "hayatın kökenini açıkladık, türlerin kökenini izah ettik, evrim somut ve tartışılmaz bir gerçektir" üslubunda cümleler kullanıyorlardı. Şimdi ise "Evet biz iddialarımızı delillendiremiyoruz, ama 4 milyar yıl öncesi tam bilinemeyeceği için teorilerimizi çürütemezsiniz." demeye başlamışlardır. "Çürütemezsiniz" dedikleri iddialar da, yukarıda değindiğimiz ve "belki de ilkel dünyada soğuk tuzaklar vardı, ne biliyorsunuz" şeklindeki bilim dışı avuntulardır. Bu avuntular, evrim teorisinin bilimin dışına çıktığının, adeta bir "ufo masalı"na dönüştüğünün açık bir göstergesidir. Kaldı ki bu avuntuları dahi çürütmek çok kolaydır.

Elbette hiç kimse 4 milyar yıl önceki ortamı gözüyle görmemiştir. Ancak bilimsel alanda yapılan çalışmalar, ilk dünya atmosferinin özellikleri ile ilgili önemli bilgiler elde etmiştir. İlkel atmosferin metan-amonyak yoğunluklu olmadığını, yani yaşama elverişsiz olduğunu yukarıda belirttik. Bir başka önemli konu, evrimcilerin uzun zaman reddetmeye çalıştıkları oksijen sorunudur. İlkel dünya atmosferinde Ümit Sayın'ın iddia ettiği gibi hayatın oluşabilmesi için ozon tabakasının koruyuculuğu şarttır. Ozon tabakası var olmadığı sürece dünya üzerindeki canlıların uzaydan gelen kozmik, radyoaktif ışınlara, ultraviyole ışınlarına dayanması mümkün değildir. Ama aynı zamanda biliyoruz ki, ozon tabakasını oluşturacak miktarda oksijenin bulunduğu bir ortamda, tesadüfen meydana gelmiş de olsa, uzaydan yeryüzüne inmiş de olsa aminoasitlerin parçalanması kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani her ne durumda olursa olsun ilk dünya koşullarında tesadüfen canlıların oluşması mümkün değildir. Bunlar bugün bilimin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Biz o ortama şahit olsak da olmasak da bu kanunların işlediğini biliriz.

Bunlar önyargısız her insanın kavrayabileceği gerçeklerdir. Ancak hayatlarını evrim yalanını doğrulama çabası içinde geçiren kişiler, bir yanda bilimsellik imajına sığınıp diğer yanda bilimin ortaya koyduğu bu gerçekleri göz ardı edebilmektedirler.


Sonuç



Sayın yazara ve onunla aynı anlayışta olan evrimcilere bakacak olursak, atmosferdeki azot, karbondioksit, hidrojen ve su molekülleri zaman içinde tesadüfen değişerek; kusursuz biçimde renkli ve üç boyutlu görebilen, ses, tat, koku, sıcaklık algılayabilen, örneğin yediği yemeğin tadını, kokusunu, kıvamını anlayabilen, hatıraları olan ve bunları hatırlayıp sevinen ve üzülen, müzik eserleri besteleyebilen, dinlediği müzikle dans eden sanatçıları, bilim adamlarını, mühendisleri, profesörleri oluşturmuştur! Yani, akıl ve bilim dışı evrimci anlayışa göre, bilinçsiz atom bileşikleri düşünebilmekte, görebilmekte, algılayabilmekte, sanat eserleri üretebilmekte, kendilerini oluşturan atomların yapısını, molar ağırlıklarını inceleyebilmektedirler! Evrimciler tüm bu mantık dışı iddiaların mümkün olduğuna inanmaktadırlar.

Aklını ve vicdanını kullanan insan ise, bunların saçmalığını kolaylıkla görür. Çünkü o bilir ki kainattaki canlı cansız tüm varlıkları Yüce Allahçok büyük bir ilim ve sanatla yaratmıştır.


"Uygarlığın Doğduğu Dönem, Neolitik Çağ"
İsimli Yazıdaki Evrimci Telkin



Darwinizm'in bağlıları, teorilerini ayakta tutabilmek için çeşitli yollara başvururlar. Bunlar aslında güçlü bir telkin ve göz boyama içeren birtakım propaganda yöntemlerinden başka bir şey değildir. Evrim teorisinin, bilimsel hiçbir geçerliliği olmamasına rağmen nasıl bu kadar yaygın olarak benimsendiği sorusunun cevabı da işte bu propaganda yöntemlerinde yatmaktadır.

Günümüzde bu propagandayı hayatın her alanında görmek mümkündür. Bu propaganda insanların karşısına kimi zaman sabah okudukları bir gazetede, yoldaki bir reklam panosunda, okuldaki bir ders kitabında, bir sinema filminde ya da televizyon programında, kimi zaman da bilimsellik iddiası içeren bir dergide çıkabilmektedir.

Bilim ve Teknik dergisinin Mayıs 2000 tarihli sayısında yer alan ve "Uygarlığın Doğduğu Dönem, Neolitik Çağ" başlıklı yazı da aynı evrimci propagandanın bir ürünüdür. Bu yazı da bu gibi dergilerde yayınlanan diğer yazılarda olduğu gibi bilimsel bir bilgi vermek değil, insanlara evrimci bir telkin vermek hedeflenmiştir. Bu nedenle de beş sayfadan oluşan ve on beş hayali resimle süslenen bu yazıda, masalımsı bir anlatım tercih edilmiş, çok fazla hayali ayrıntı verilerek, anlatılan senaryoya sözde gerçekçilik katılmaya çalışılmıştır.

Gökhan Tok imzasını taşıyan söz konusu yazıda en çok dikkati çeken husus, yazılanların sözde doğruluğu ispatlanmış, bilimsel bulgularla desteklenmiş bir gerçekmiş gibi sunulmasıdır. Bu yolla, bu yazıyı okuyan ve evrim teorisinin açmazlarından habersiz olan kişilerin söz konusu yazıdaki akıl dışı anlatımlara inanması hedeflenmiştir. Oysa bilimsel gerçekler bu yazıda anlatılan tüm mantıkları ve bilim adına ortaya atılan iddiaları reddetmektedir. Çünkü günümüzde bilimsel gelişmeler, evrimcilerin iddia ettiği insanın evrimi senaryosunu reddetmekte, tüm evreni, evrendeki tüm canlıları ve elbette insanı Allah'ın yarattığı gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Bu senaryonun geçersizliğinin ilk delili, fosil kayıtlarındaki açıklardır. Bugüne kadar ne insanların maymun benzeri canlılardan, ne de herhangi bir türün başka bir türden evrimleştiğini gösteren tek bir ara geçiş fosili dahi bulunamamıştır. Milyonlarcasının bulunması gereken ara formların hala bulunamaması, öte yandan moleküler biyoloji ve genetik alanında yaşanan gelişmeler yeryüzünde evrimsel bir sürecin yaşanmadığının en büyük delillerindendir.



Evrimcilerin medya yoluyla yürüttükleri propagandanın en önemli unsuru, kahramanların hayal ürünü maymunsu canlılar olarak tasvir edilmeleridir. Hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan bu hayali tasvirlerin amacı halkı yanlış bilgilendirmek ve sözde evrimin olduğuna inandırmaktır.


Ancak özellikle insanın atalarının maymunsu canlılar olduğu yönündeki evrimci telkin o derece yoğun bir propaganda ile yürütülmektedir ki, birçok insan hiç düşünmeden bilinçaltında bu safsataya inanabilmektedir. Peki tüm bilimsel gerçekler aksini gösterdiği halde, insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiği, yarı insan yarı maymun ilkel insanların var olduğu iddialarının sözde dayanağı nedir?

Bu sözde dayanak, evrimcilerin üzerinde hayali yorumlar yapabilecekleri fosillerin çokluğudur. Tarih boyunca 6000'den fazla maymun türü yaşamıştır. Bunların çok büyük bir bölümü, nesli tükenerek ortadan kaybolmuştur. Bugün yalnızca 120 kadar maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte, bu 6000 civarındaki nesli tükenmiş maymun türünün fosilleri evrimciler için çok zengin bir malzeme kaynağı oluşturur. Evrimciler, yok olmuş maymun türlerinden işlerine gelen bir bölümünün kafataslarını ve kemiklerini küçükten büyüğe doğru dizmiş, bu seriye nesli tükenmiş bazı insan ırklarına ait kafataslarını da ekleyerek insanın sözde evrimi senaryosunu yazmışlardır. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu hikayeye göre: "İnsanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu varlıklar zamanla evrimleşerek bir kısmı günümüz maymunlarını meydana getirmiş, evrimin diğer bir kolunu izleyen bir başka grup da günümüz insanlarını oluşturmuştur".

Oysa, paleontolojik ve biyolojik bulgular bize, evrim savunucularının bu iddialarının da diğerleri gibi geçersiz olduğunu göstermektedir. İnsanla maymun arasında herhangi bir akrabalık olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Evrimcilerin başvurdukları sahtekarlıklar, çarpıtmalar, göz boyamalar, aldatıcı çizim ve hayali yorumlar dışında... (Detaylı bilgi için bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya)



Evrimciler iddialarını inandırıcı kılmak için hayali çizimler yapmış, yeryüzünde hiçbir zaman var olmamış ilkel insan resimleri çizerek halkı yanıltmaya çalışmışlardır. Yanda evrimciler tarafından ilkel olarak gösterilmeye çalışılan Neandertal ırkından bir yetişkinin rekonstrüksiyonu.


Fosil kayıtları bizlere, tarih boyunca insanların insan, maymunların da maymun olarak kaldıklarını göstermektedir. Evrimcilerin insanın atası olarak gösterdikleri fosillerin bir bölümü, aslında günümüze çok yakın tarihlere -örneğin 10.000 sene öncesine- kadar yaşamış ve kaybolmuş eski insan ırklarına aittir. Dahası, günümüzde halen yaşamakta olan birçok insan topluluğu, evrimcilerin insanın ataları gibi göstermeye çalıştıkları bu soyu tükenmiş insan ırklarıyla aynı fiziksel görünüm ve özellikleri taşımaktadır.

Bilim ve Teknik dergisindeki yazıda ise bu bilimsel gerçeklerden ve insanın evrimi masalının çoktan tarihin derinliklerine gömüldüğünden hiçbir şekilde bahsedilmemiş, tam tersine bu safsata üzerine çok kapsamlı bir senaryo kurgulanmıştır. Bu senaryo, tamamen yazarının hayalgücüne dayalıdır. Amaç insanların gözlerinde asla var olmamış hayali bir ortam canlandırmaya çalışmak, bunun için de pek çok hayli ayrıntıyla hikayeyi süslemektedir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, insanın tarihi konusunda bize en önemli bilgiyi geçmiş dönemlere ait bulunan eşya ve fosiller vermektedir. Bundan 100 bin yıl önce Avrupa'da ortaya çıkmış ve sonra sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlar olan Neandertal ırkından kalan eşyalar buna çok önemli bir örnektir. Neandertaller bir insan ırkıdır. Bugün bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Neandertal döneminden kalan yirmialtı bin yıllık bir dikiş iğnesi, bir flüt, çok sayıda alet bize bu ırkın sahip olduğu estetik ve sanat anlayışı hakkında bilgi vermektedir.








Yukarıdaki resimlerde 70.000-80.000 yıllık Neandertal flütü görülmektedir. Müzikal açıdan son derece ustaca ölçülerle tasarlanmış (altta) bu flüt Neandertal ırkının müzik kültürü olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Altta solda ise 26 bin yıllık Neandertal dikiş iğnesi fosili görülüyor. Müzik ve giyim kuşam kültürüne sahip olan canlıları ilkel olarak nitelendirmenin anlamsız olacağı açıktır.







Ayrıca New Scientist dergisinin Mayıs 1998 sayısında yayınlanan bir haberle, bundan 700.000 yıl önce insanların gemicilik yaptığı ile ilgili haber tüm dünyada yankı uyandırmıştır. "Ancient Mariners" (Antik Denizciler) başlığı ile verilen haber, evrimcilerin yalnızca maymunların var olduğunu iddia ettikleri bir ortamda, gemi yapabilecek bilgi, teknoloji ve kültüre sahip insanların varlığını ortaya koymuştur.








Yukarıdaki haber New Scientist dergisinde yayınlanan 14 Mart 1998 tarihli bir haberdir. "ANTİKDENİZCİLER: İlk insanlar sandığımızdan çok daha akıllıydı..." başlıklı bu habere göre; bundan 700 bin yıl önce, evrimcilerin Homo erectus olarak tanımladıkları insanlar gemi yolculuğu yapıyorlardı. Gemi yapacak bilgi ve teknolojiye sahip olan bu insanları "ilkel" olarak tanımlamak elbette son derece saçmadır.












Resimlerde 3.5 milyon yıl önce yaşamış olan insanlara ait fosilleşmiş ayak izleri görülüyor. Mary Leakey 1977 yılında Tanzanya'nın Laetoli bölgesinde bulduğu bu insan ayak izleri üzerinde çalışıyor. (Sağda) Konuyla ilgili incelemeler yapan bilim adamlarının ortak kanısı bunların günümüz insanının ayak izlerinden tamamen farksız olduğudur.


Yine insanın evrimi senaryosunu kökünden yıkan bir başka haber ise Discover dergisinin Aralık 1997 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Yazıda İspanya'da bulunan Atapuerca fosilinin 800.000 yıl önce yaşamış bir insana ait olduğu açıklanmıştır.

Tüm bunların yanısıra insanların varlığının evrimci iddiaların aksine çok daha eski dönemlere uzandığını gösteren delillerden biri Laetoli'de bulunan 3.6 milyon yıllık insana ait ayak izleri ve 1.7 milyon yıllık taştan yapılmış kulübelerdir. Bu konudaki bilgileri çok daha fazla detaylandırmak mümkündür. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya Evrim Aldatmacası ve Hayatın Gerçek Kökeni )

Görüldüğü gibi insanlığın tarihi ile ilgili evrimcilerin ortaya attıkları senaryolar hayali bir mantık yürütmeden öteye gitmeyen, hiçbir bilimsel bulgu ve kanıtla desteklenmeyen, aksine pek çok bulgu ile yalanlanan bir iddiadan başka bir şey değildir. Amaç sadece Allah'ın varlığını inkar etmek ve bunun için de eldeki her türlü bulguyu doğru yanlış, mantıklı mantıksız ayrımı yapmadan kullanmaktır. Bu yolla insanların bilinçaltına ulaşan bir telkinle, kendini hiç kimseye karşı sorumlu hissetmeyen,Allah'a karşı büyüklenen inkarcı toplumlar oluşturmaktır.

Ancak bu yöntemlerin amacına ulaşması mümkün değildir. Çünkü yaratılış gerçeği her geçen gün çok daha fazla insana ulaşmakta ve bu gerçek, tüm canlıları Allah'ın yoktan yarattığını, Yüce Allah'ın insanı daen güzel surette var ettiğini ve insanın tekrar Allah'a dönerek dünyadaki yaşamından hesaba çekileceğini hatırlatmaktadır.


"Biyomoleküller Ve Nanoteknoloji" Adlı
Makaledeki Darwinist Yanılgılar



Bilim ve Teknik dergisinin Ağustos 2000 tarihli sayısında yayınlanmış, Selçuk Alsan'ın çevirisini yaptığı "Biyomoleküller ve Nanoteknoloji" isimli makale, evrimci düşüncenin tutarsızlığını, açmazlarını, ön yargılı ve dogmatik zihniyetini, yanıltma ve gerçekleri çarpıtma metodlarını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Baştan sona canlı hücrelerindeki biyolojik makinelerin kompleks tasarımlarını ve hayret verici fonksiyonlarını konu alan yazı, içerdiği somut bilgiler, gözlemler ve araştırmalar açısından ise gerçekte tam bir yaratılış mucizesini gözler önüne sermektedir. Allah'ın yaratmasındaki muhteşem sanata ve üstün ilme farklı bir boyutta, "moleküler düzeyde" bir kez daha şahit olunması açısından bu makalenin okunmasını tavsiye ederiz.

Ancak makalenin içine serpiştirilmiş evrimci yorumların değerlendirmelerini burada yapmanın önemli olduğu kanaatindeyiz.

Yazıda paragraf aralarına sıkıştırılmış evrimci sloganlar, hiçbir bilimsel niteliği olmayan evrimci kalıplar ve ara başlıklara katılmaya özen gösterilmiş "evrim" sözcükleriyle güya ortada evrimi destekleyen bir konu varmış imajı verilmeye çalışılmıştır.

Bugüne kadar, sözde evrim sürecinin hiçbir mekanizmasını bilimsel olarak ortaya koyamamış evrimcilerin başvurdukları en klasik yöntem laf oyunlarıdır. Evrimci yazılar dikkatli olarak incelendiğinde görülür ki, hiçbir biyolojik olayın ve yapının evrim teorisine uygun bir açıklaması bilimsel bir metodla anlatılmaz. Bunun yerine içinde bir sürü 'evrim' sözcüğü geçen hikayeler anlatılır, kendinden emin gözükmeye çalışan bir üslupla da bu hikayeler desteklenir ve konu sözde, 'bilimsel olarak açıklanmış, kanıtlanmış' izlenimi verilir. Bir kısım okuyucunun evrim hakkındaki önyargılı kabulü, teknik bilgi ve muhakeme eksikliği de bu yanıltma yönteminin etkisini artıran faktörlerdir. Söz konusu yazıda da bu tür yanıltma yöntemlerinin pek çok örneği yer almaktadır. Bunlardan belli başlı birkaçını inceleyelim:

Yanılgı 1: "Evrimin ilk basamaklarındaki hücreler bile, belli bir plana göre atom üstüne atom koyarak proteinleri ve diğer molekülleri oluşturuyorlardı."
Bu tip cümleler evrimci yazılarda sık rastlanan göz boyayıcı anlatım üslubunun klasik örneklerinden birisidir. Cümle içinde geçen 'evrim' kelimesinin hiçbir açıklayıcı yönünün olmaması, okuyucunun klasik bir evrim propagandasıyla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Amaç evrimin sözde bilimsel geçerliliği olan ve ispatlanmış bir süreç gibi gösterilmesidir. Bu nedenle de, aslında hiç yaşanmamış bir sürecin sözde basamakları gerçek gibi anlatılmaktadır. Bu basamaklarda ne olduğuna bakıldığında, orada da hiçbir bilimsel değeri olmayan ifadelerle karşılaşılır: "Hücreler belli bir plana göre atom üstüne atom koyarak proteinleri ve diğer molekülleri oluşturuyorlar." Bunlar bilimsel olarak hiçbir açıklayıcılığı olmadığı gibi, pek çok soruyu ve çelişkiyi de beraberinde getiren ifadelerdir.



Protein sentezi, hiçbir laboratuvarda hücredeki kadar başarılı şekilde gerçekleştirilemeyen bir işlemdir. Yukarıda şematik anlatımı görülen bu işlemi evrimciler, kendiliğinden gerçekleşebilecek gibi göstermeye çalışırlar. Oysa burada olağanüstü bir olay gerçekleşmekte, birtakım moleküller başka molekülleri tanımakta, onların şifrelerini çözmekte ve bu şifrelerle yeni üretimler yapmaktadırlar. Üstelik bu, bir canlının varlığını sürdürebilmesi için vazgeçilmez bir üretimdir. Cansız moleküllerin bu hayati fonksiyonları gerçekleştirmesi elbette tesadüflerin eseri değildir. Hücrede, Allah'ın yaratmış olduğu kusursuz bir sistem işlemektedir.


"Belli bir plan"ı kim yapmıştır? Böyle bir planın, rastlantılarla yürüdüğü kabul edilen evrim gibi hayali bir güç tarafından yapılmış olması mümkün müdür? Elbette biraz bile akıl ve muhakeme yeteneği olan bir kimse bu soruların cevabının açık bir "hayır" olduğunu ve canlılığın henüz en temel aşamalarından itibaren ilim, akıl, bilinç, irade ve güç sahibi bir Yaratıcı'nın yani Yüce Allah'ın varlığının açıkça anlaşıldığını kavrayacaktır. Yukarıdaki cümleyi biraz daha inceleyelim. İfadede geçen, "hücrede atom üstüne atom koyarak protein üreten mekanizma", kusursuz plana sahip, son derece kompleks sistemler içerir: Bir proteinin kromozomlardaki DNA zincirinde kodlanmış olan bilgisi, milyonlarca şifre arasından özelleşmiş enzimler sayesinde bulunur. DNA zincirinin bu bölümü yine başka özel enzimler tarafından bir fermuar gibi ikiye ayrılarak üzerinde mesajcı-RNA'nın rahatça kopyalanabileceği üç boyutlu şekle getirilir. Diğer farklı enzimlerin yardımıyla DNA'nın bu bölümü kopyalanır. Kopyalanmanın başlaması, kopyalama süreci, kopyalanmanın gereken yerde bitmesi, bu esnada DNA sarmalında herhangi bir karışıklık meydana gelmemesi, sarmalın diğer kısımlarının kopyalamayı engellemeyecek biçimde tutulması, kopyalanmada oluşabilecek muhtemel hataların kontrolü, düzeltilmesi, kopyalama bittiğinde RNA'nın ayrılması, DNA zincirinin eski haline getirilmesi ve bunlara benzer pek çok alt işlem sırasında birçok farklı enzim görev yapar ve her biri son derece muhteşem bir uyum içinde çalışır. Çekirdekten hücre sıvısına geçen RNA, taşıdığı şifrenin okunacağı ve bu şifrede yazılı proteinin üretileceği ribozoma bağlanır.

İşte hücredeki protein oluşumunda yer alan süreçlerin yalnızca bir kesitini kabaca böyle özetleyebiliriz. Daha sonra da sayısız ara işlemlerin ve çok çeşitli enzimlerin rol oynadığı bir süreçle canlı vücudunda kullanılacak spesifik bir protein molekülü oluşturulur. Proteini oluşturan yüzlerce amino asitin hepsinin yerli yerinde, gereken sayı ve çeşitte olmaları zorunludur. Aksi takdirde proteinin işlev görmesi mümkün değildir.

Proteinin kendisi bir plan üzerine üretildiği gibi, bütün üretim sisteminin kendisi de kompleks bir plan ve düzen içerir. Protein üretiminde görev yapan bütün sistemler ve yapılar bu kusursuz düzen sayesinde birbirleriyle uyum ve işbirliği içinde görev yaparlar. Böyle kompleks ve üstün bir düzenin evrimin iddia ettiği gibi rastlantılarla oluşması, evrimci bilim adamı Hoyle'un da itiraf ettiği gibi bir hurdalıkta çıkan kasırga sonucunda bir Boeing 747'nin oluşmasından daha zordur.

Sonuçta, evrimcilerin hücredeki protein üretimini, "atom üstüne atom koymak" gibi ifadelerle tarif etmeye çalışmaları, bütün bu kompleks sistemleri göz ardı ettirmeye, geçiştirmeye yönelik kasıtlı bir yöntemdir. Bu şekilde, protein oluşumunu adeta tuğla üstüne tuğla koymak gibi basit bir sürece benzeterek, bunun da sözde evrimle rahatlıkla olabileceği imajını vermek istemektedirler.

Yanılgı 2: "Evrim sırasında trilyonlarca canlı kuşağının yaratmış olduğu çok sayıda moleküler makine, yapı ve süreç bulunuyor."

Bu tür ifadelerle canlıların oluşumunu evrimsel olarak açıkladıklarını düşünen evrimciler, gerçekte kendi tutarsızlıklarını ortaya koymaktan başka bir şey yapmazlar. İfadedeki, 'canlıların moleküler makineler, yapılar yarattıkları' iddiası da buna bir örnektir. Canlının kendi içinde makine üretmesi için ürettiği makineden çok daha kompleks ve gelişmiş bir üretim sistemine ihtiyacı vardır. Peki bu sistemi meydana getiren kimdir? Eğer canlının kendisi dersek zaten bu sistemler yokken canlı diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Evrimcilerin bu tür iddiaları, "zaman içinde arabalar kendi içlerinde motorları ve transmisyon sistemlerini yaratarak hareket etmeye başladılar" şeklinde bir iddia öne sürmekten daha farklı değildir. Herkes bilir ki bir otomobilin ortaya çıkması için, gerek o otomobilin kaportasından gerekse içindeki motordan ve diğer aksamlardan çok daha gelişmiş ve kompleks tasarıma sahip fabrikalar gereklidir. Ve yine herkes bilir ki bu fabrikalar da akıl, zeka, bilinç ve irade sahibi kimseler tarafından dizayn edilir ve inşa edilirler. Bir otomobilin doğa şartlarıyla kasasının oluştuğu, sonra da zaman içinde bu kasanın kendi içinde motorları, aküleri, radyatörleri ve diğer sistemleri ürettiğini iddia etmenin ne anlama geleceği bellidir.

Üstteki ifadede bulunan bir diğer mantıksızlık da, canlılığın trilyonlarca sene söz konusu moleküler makineler ve yapılar olmadan varlığını sürdürdüğü yanılgısıdır. Zaten bu makineler ve yapılar canlı hücresinde bulunmadan hücrenin yaşamsal fonksiyonlarını, görevlerini yerine getirmesi, neslini sürdürmesi mümkün değildir. Bu durumda, nasıl olsun da bir canlı türü trilyonlarca kuşak süresince kendi içindeki hayati makineleri ve yapıları meydana getirmekle uğraşsın? Canlı hücresi, daha kendi varlığını sürdürecek sistemleri, yapıları yokken, bu makineleri "üretecek" mekanizmaları nereden bulsun? Hangi akıl, şuur ve iradeyle bu makineleri planlayarak üretsin, bunların yapım planlarını da genetik şifreye kodlayıp eklesin?








Bir otomobilin ortaya çıkması için, kaportasından içindeki motora ve diğer aksamlarına kadar çok detaylı bir plan gereklidir. Bu plan akıl, bilinç sahibi insanlar tarafından yapılır. Bu planın üretime geçirildiği fabrikalar da yine insanlar tarafından inşa edilir. Aşağıda bazı parçaları görülen otomobilin doğa şartlarıyla kasasının oluştuğu, parçalarının da zaman içinde biraraya geldiği gibi bir iddia ne kadar anlamsızsa evrimcilerin canlılığın oluşumu ile ilgili iddiaları da o kadar anlamsızdır.







İçiçe geçmiş, her parçası birbiriyle bağlantılı parça ve sistemlerden oluşan canlı hücresinin tek bir organelinin bile eksikliği o hücrenin ölerek yok olması anlamına gelir. Hücrenin bu eksikliği zaman içinde telafi edecek, "evrim"le tamamlayacak bir bekleme süresi yoktur. Yani milyonlarca sene rastlantıların küçük küçük parçaları bir araya getirmesiyle bir canlı hücre oluşması mümkün değildir. Hücre, her parçasının ayrı ayrı deneme-yanılma süreçleriyle oluşmasını bekleyemez. Hücrenin, varlığını ve neslini sürdürmesi için daha en başında bütün parçalarıyla eksiksiz, uyumlu ve kusursuz bir bütün halinde olması zorunludur.

Her ne kadar evrim propagandası içeriyorsa da Selçuk Alsan'ın çevirisini yaptığı "Biyomoleküller ve Nanoteknoloji" isimli makalenin bazı yerlerinde ister istemez bu kaçınılmaz gerçek itiraf edilmek zorunda kalınmıştır:

Bir hücre yaşayabilecek bir kuşak oluşturamazsa, o zamana kadar elde etmiş olduğu tüm kalıtsal kazanımları kaybolup gider...

... Canlı hücrelerinse böyle bir yap-boz özgürlüğü bulunmuyor. Hücre kumar oynar ve içindeki hayati makinelerden birisini değiştirirse, bu değişme derhal olumlu bir sonuç vermelidir; aksi halde sonuç bir felaket olabilir.13

Görüldüğü gibi bu itiraflar evrim tezinin kendi iç çelişkilerini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi hücrede herşeyin daha ilk anda yerli yerinde, eksiksiz ve en mükemmel şekliyle bulunması zorunludur. En küçük bir eksiklik ya da değişiklik hücrenin yok oluşu anlamına gelecektir. Değil milyarlarca, isterse trilyonlarca kere trilyonlar sene sürsün evrimin iddia ettiği türden bir deneme yanılma sürecinin canlı bir hücre meydana getirmesi mümkün değildir. Evrimin mekanizması olan bilinçsiz tesadüflerin, rastlantıların, doğa olaylarının tek bir seferde hücredeki indirgenemez komplekslikteki yapıları ve sistemleri ortaya çıkarmış olmasının ihtimal dışı olduğu da açıktır.

Kaldı ki cansız doğa koşulları canlı varlıkları sürekli düzensizliğe, bozulmaya, tahrip olmaya, parçalanmaya götüren sayısız süreçle doludur. Canlılık ise, tüm doğal şartlara direnç gösteren, varlığını ve neslini sürdürme yönünde düzenli, planlı yapı ve sistemlere sahiptir. Bu da canlıları Yüce Allah'ın yarattığının apaçık bir delillerinden biridir.

Yanılgı 3: "Biyolojik evrimin temel olayları, mutasyonlar ve bir bireyde iki farklı kişinin (anne ve babanın) genlerinin biraraya gelmesidir; buna "genetik rekombinasyon" denilir."



Yukarıda Çernobil'de meydana gelen nükleer reaktör kazası sonucunda oluşan manzara görülmektedir. Nükleer kazalar sonrasında ortaya çıkan radyasyon mutasyonlara neden olur. Mutasyonların insanlar üzerinde yarattığı tahribat ise yanda görüldüğü gibidir.


Mutasyonlar; canlıların genetik şifrelerinde, radyasyon, kimyasal etkiler gibi birtakım dış etkenler nedeniyle meydana gelen bozulma ve değişmelerdir. Sağlıklı bir canlının genetik yapısı kusursuz bir düzen ve dizilime sahiptir. Mutasyonlar ise bilim dünyasının ortak kabulüyle DNA üzerinde %99 zararlı ve tahrip edici, %1 ise etkisiz role sahiptir. Mutasyonlar canlıdaki genetik bilginin kayıtlı olduğu DNA dizilimlerini parçalar, yok eder veya yerlerini değiştirirler. Mevcut bilgiyi ortadan kaldırırlar. Radyasyonun sebep olduğu mutasyonların genler üzerindeki zararlı etkisinin güncel örneklerinden birkaçı Hiroşima, Nagasaki ve Çernobil vakalarıdır. Bu felaketlere maruz kalanlarda meydana gelen genetik mutasyonlar sonucunda, sayısız insan ve canlı hayatını kaybetmiş, pek çoğu sakat kalmış, daha sonra gelen jenerasyonlarda dahi özürlü bireyler dünyaya gelmiştir.

Dolayısıyla mutasyonlarla bir canlının genetik bilgisinin artması, canlının yeni özellikler kazanarak gelişmesi biyoloji kurallarına aykırıdır. Fakat evrimciler doğada evrime sebep olabilecek hiçbir mekanizma bulamadıkları için, çaresizce genetik şifre üzerinde tek etken unsur olan mutasyonlara sarılmak zorunda kalmışlardır. Bu etkenin hiçbir evrimleştirici, geliştirici faydası olmadığını, tam aksine genetik şifre için en zararlı etken olduğunu bilmelerine ve bunu açıkça gözlemlemelerine rağmen.



%99'u olumsuz etkiye sahip olan mutasyonlar, canlılara hiçbir faydalı yeni özellik ekleyemezler. Aksine yandaki resimde de görüldüğü gibi canlılardaki kusursuz yapıyı bozarak onlarda garip yapıların oluşmasına neden olurlar. Resimdeki kaplumbağa hücrelerinde meydana gelen mutasyon nedeniyle iki başa sahiptir.


Yukarıdaki ifadede yer alan bir başka yanıltıcı nokta da anne baba genlerinin çocuklarda biraraya gelmesi olan "genetik rekombinasyon"un evrimin temeli olduğu safsatasıdır. Bu iddia bütünüyle bir mantık çöküntüsünün ve çaresizliğin ürünüdür. Genetik rekombinasyon, bir türün fertlerinde bulunan farklı genetik özelliklerin çapraz döllenmeler sonucunda yeni jenerasyonlarda biraraya gelmesi, bu suretle yeni gen kombinasyonlarının ortaya çıkmasıdır. Örnek verecek olursak, kısa boylu çekik gözlü Çinliler ile uzun boylu renkli gözlü Batılı ırkların birleşmeleri sonucunda uzun boylu-çekik gözlü veya kısa boylu-renkli gözlü ya da her iki taraftaki fiziksel özelliklerin muhtelif kombinasyonlarına sahip bireyler ortaya çıkacaktır. Fakat bu temel biyolojik kuralın evrimleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur.

Burada söz konusu olan olay yalnızca farklı bireylerdeki daha önce de mevcut olan farklı genetik özelliklerin sonraki nesillerde biraraya gelmesi, çaprazlanmasıdır. Ortaya yeni bir tür, yeni bir özellik, yeni bir genetik bilginin çıkması gibi bir durum yoktur. Evrim, bilindiği gibi, doğa olaylarının rastlantılarla canlılara yeni özellikler katarak onları evrimleştirdiği, türlerin zamanla başka türlere dönüştüğü gibi bir hikayeyi savunur ki, genetik rekombinasyonu buna sözdeolarak göstermek mümkün değildir.

Her canlı türünün bütün bireylerinin taşıdıkları farklı genetik özelliklerin tümünün toplamına o türün "gen havuzu" denir. Her türün gen havuzu sabittir. Bu havuz içindeki genler karşılıklı çaprazlanmalar sonucunda ortaya çıkan yeni nesillerde farklı kombinasyonlarda biraraya gelirler. Fakat tür hep aynı türdür. Sadece çeşitlenmeler artmıştır. Bu çeşitlenmenin de her tür içinde belli bir limiti vardır ve bu limitin ötesinde bir çeşitlenme mümkün değildir. Örneğin çaprazlama sonucu beş metrelik ya da saatte 150 kilometrelik hızla koşan veya bir tonluk bir ağırlık kaldırabilen bir insanın ortaya çıkması söz konusu değildir.

Yani farklı insan ırkları, aralarında ne kadar fazla sayıda çaprazlanırsa çaprazlansınlar, farklı genetik özelliklere sahip bireylerin biraraya gelmesiyle ne kadar melez nesiller üretirlerse üretsinler, bu çaprazlanmalar sonucunda kanatlı ya da yüzgeçli bir insan ortaya çıkmaz.

Burada yapılmak istenen, bütünüyle farklı bir mantığa ve mekanizmaya sahip bir biyolojik olayın, göz boyamayla çarpıtılarak evrime adapte edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Bu yöntem de evrimcilerin en sık başvurdukları hilelerden birisidir.

Unutulmamalıdır ki evrim, evrimcilerin yansıtmaya çalıştıkları gibi, bir biyoloji kanunu değildir. Çünkü biyoloji deney ve gözlemler üzerine kurulmuş pozitif bir bilim dalıdır. Evrim ise hiçbir deney ve gözlemle kanıtlanamamış, -buraya kadar olan örneklerde gördüğümüz gibi- yalnızca birtakım dayanaksız ve spekülatif teoriler, varsayımlar, kabuller ve önyargılar üzerine kurulu bir iddiadır. Materyalist felsefenin, canlıların kökeni konusundaki ideolojik ön yargısına ve beklentisine verdiği isimdir. Somut bir gerçekliği yoktur.

Herhangi bir bilim adamının evrimci olması evrimin bilimsel bir teori olduğu anlamına gelmez. Sadece o bilim adamının materyalist dünya görüşüne sahip olduğunu ve olayları evrimci bakış açısıyla yorumlamaya çalıştığını gösterir. Herhangi bir evrimci bilim adamının bilimsel bir yazısında evrimi savunması da evrimin kanıtlandığını göstermez. Yazıda deneylerle, gözlemlerle kanıtlanmış çeşitli bilgi yer alabilir, ancak bu tür yazılarda birtakım bilimsel gerçekler, buluşlar arasında "evrim" sözcüğünün geçirilmesiyle evrim düşüncesine bilimsel bir gerçeklik kazandırılamaz. İncelediğimiz bu makalede olduğu gibi okuyucuya hiçbir bilimsel açıklama ya da kanıt sunulmadığı halde, göz boyamalar, laf oyunları, yanıltma tekniklerine dayalı birtakım yöntemlerle evrimciler sadece kendilerini avutmaktadırlar.

Yanılgı 4: "Hayatın tek bir ata hücreden evrimleşmesi sonucu, bütün canlıların moleküler planları aynıdır."

Dergide yer alan bu cümle de, hiçbir bilimsel ölçü ve değer taşımamaktadır. 'Hayatın tek bir ata hücreden evrimleştiği' tamamen soyut bir iddiadır. Hiçbir somut bulguya, bilimsel bir veriye ya da kanıta dayanmamaktadır. Bütün canlılarının moleküler planlarının aynı oluşu ise evrim gibi hayali bir iddiaya delil oluşturmaz. Hücredeki kompleks yapıların, organellerin ve sistemlerin içindeki milyonlarca proteinden en basitinin bile rastlantılarla oluşması matematiksel olarak sıfır ihtimal olduğuna göre, tek doğru açıklama hücrenin bütün parçaları ve yapı taşlarıyla birlikte yaratılmış olduğudur. Dolayısıyla hayat tek bir ata hücrenin evrimleşmesi sonucu değil, Allah'ın tüm canlı türlerini ayrı ayrı yaratmasıyla ortaya çıkmıştır.

Bütün canlıların moleküler planlarının aynı olması ise, bu dünya koşullarında canlılığın var olması ve sürmesi için hepsinde aynı ideal temel yapı ve sistemlerin bulunması gerektiğindendir. Yalnızca bu bile canlılıkta son derece mükemmel ve kusursuz bir ortak düzen olduğunun kanıtlarından biridir. Ortada böyle üstün ve ortak bir düzen olması da gösterir ki elbette onu düzenleyip var eden tek bir Yaratıcı vardır. O da tüm canlıları yoktan var eden Yüce Allah'tır.
Ancak makalede kullanılan üsluba dikkat edilirse, sanki hayatın tek bir ata hücreden evrimleştiği hikayesi kesin ve kanıtlanmış bir gerçekmiş de, bu gerçeğin ışığında birtakım biyolojik olaylar yorumlanıyor gibi bir imaj oluşturulmak istenmiştir. Bunun sebebi ise, evrimcilerin elinde teorilerini kanıtlayabilecek hiçbir bilimsel ölçü bulunmamasıdır. Bu yüzden konunun bilimsel detaylarına ve kökenine inmeden birtakım kelime oyunlarıyla okuyucuya sözde güvenilir bir izlenim verme çabası evrimci yazıların ortak bir özelliğidir. Bu şekilde sanki konunun detayları yalnızca uzmanların anlayabileceği çok karmaşık bilimsel metodlarla çözülmüş, ama okuyucuya, emin bir dille, varılan sonuç aktarılıyor görüntüsü verilmeye çalışılır. Yeterince bilgi sahibi olmayan bazı okuyucular da bu taktiklere aldanarak evrimi bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek sanır.

Ortada bilimsel bir gerçek olsa -ki böyle birşey söz konusu değildir-bunun nasıl kanıtlandığını anlamak o konunun uzmanları dışındakiler için bazen gerçekten zor olabilir. Fakat, ortada mantıksızlığı ve gereçekleşmesinin ihtimal dışı olduğu apaçık olan bir iddia varsa, bunun safsata olduğunu anlamak için lise düzeyinde bir biyoloji ve matematik bilgisi dahi rahatlıkla yeterli olur. Evrim için de durum bu şekildedir. Örneğin, bir ihtimal hesabıyla, değil hücrenin, hücrede bulunması zorunlu olan 500 amino asitlik orta büyüklükteki bir proteinin doğru diziliminin, tesadüfler sonucu ilkel dünya şartlarında kendiliğinden oluşmasının 10-950 (10 üzeri 950'de bir) ihtimal olduğunu bilen bir kimse artık evrim hakkında ne kadar dil dökülürse dökülsün, bunların hepsinin maksatlı, çarpıtılmış ve bilim dışı iddialar olduğunu rahatlıkla görür.

Biraz da dikkatliyse ve muhakemesi çalışıyorsa, incelediğimiz makalede geçen, "Bütün canlılar 4 ana yapı taşından oluşurlar: protein, nükleik asit, polissakarid ve lipidler... Evrimin ilk anlarındaki hücreler bu 4 maddeyi, diğer maddeler arasından seçerek aldılar..." şeklindeki ifadelerin ne derece çelişkili olduğuna, evrimcilerin ne kadar büyük bir mantık çöküntüsü içinde bulunduğuna bizzat şahit olur. Öncelikle bu 4 ana molekül zaten hücrenin temelini, daha doğru bir deyimle bizzat kendisini oluşturur. Bunlar olmadan hücre diye bir şeyden de bahsedilemez. O halde, olmayan bir hücre nasıl oldu da kendini daha sonra oluşturacak bu molekülleri diğerleri arasından seçti? Bu hayalet hücre kendisini oluşturacak molekülleri, yapıtaşlarını, daha kendisi ortada yokken hangi akıl, şuur, irade ile kararlaştırdı ve seçerek kendi kendisini meydana getirdi? İşte evrimcilerin iddiaları her seferinde böyle sayısız çelişki ve tutarsızlığı da beraberinde getirmektedir.

İçinde gerçekten hücredeki moleküllerin hayret verici fonksiyonları, yapıları, özellikleri hakkında son derece faydalı ve ilginç bilgiler ve gözlemler yer alan bu makalede konu bir şekilde zorla evrime bağlanmaya çalışıldığında ortaya son derece çelişkili, bilimle, mantıkla, bilim adamı olmakla bağdaşmayacak, herhangi bir kimsenin dahi içine düşmeyeceği tutarsızlıklar çıkabilmektedir.

Buraya kadar, söz konusu makalede geçen evrimci iddiaları ana hatlarıyla inceledik ve değerlendirdik. Aynı zihniyette kaleme alınmış, aynı çarpık mantık örgülerinin yer aldığı, benzer yanıltma ve çarpıtmaların yapılmaya çalışıldığı diğer bazı ilginç ifadeleri de, örnekleri çoğaltma ve ibret kastıyla fazla açıklamaya gerek duymadan bu madde altında aktarmakta yarar görüyoruz. Bu ifadeleri de daha önceki maddelerde yaptığımız açıklamalar ışığında kolaylıkla değerlendirmek mümkündür.

İşte felsefi bir üslupla süslenerek makalenin cümle aralarına serpiştirilmiş ve okuyucuyu farklı açıdan yanıltmaya yönelik ifadelerden birkaçı:


"Evrim sırasında karşıt görev gereksinimlerinin etkileşimi, bu estetik açıdan şaşırtıcı sonucu doğurmuştur."

"En önemli evrimsel güç, büyük proteinlere gereksinim olmasıdır."


Bu cümlelerin, dikkatli bir göz ve açık bir şuurla okunduğunda içerik olarak hiçbir anlam, bilgi ya da mantık içermedikleri hemen görülür. Büyük proteinlere ihtiyaç duyup bu ihtiyacı giderme kararı alan kimdir? Henüz meydana gelmemiş bir hücre nasıl proteine ihtiyaç duyar ve meydana gelmeden bu ihtiyacını karşılar?


"Evrim beklenmedik bir sonuç yarattı: Protein moleküllerinin simetrik oluşu."

"Bir kere proteinler arası ara yüzler çok özel ve çok yön göstericidir; bu nedenle evrim çoğu olguda alt birimler arasında tek bir tip birleşmeyi seçer ve onu iyileştirir."


Bu noktada şöyle bir deneme yaparak, bazı gerçekleri inceleyelim. Yukarıdaki ifadelerde yer alan "evrim" sözcüğü yerine herhangi bir Roma veya Yunan sahte ilahlarının ya da Eski Arap Yarımadasındaki putlardan birinin adını koyalım. Bu cümleler bu şekilde okunduğunda ise,yukarıda ifade edilen anlamlarından hiçbir şey kaybetmeyecektir. Bu yöntemle, Allah'ı bırakarak başka ilahlar edinmiş olan ve ilahlarına Allah'ın vasıflarını vermeye çalışan eski putperest toplumların zihniyetinin ve olaylara yaklaşımının bugünkü evrimcilerden hiç de farklı olmadığını göreceksiniz. Tek farkla, sahte ilaha takılan isim değişmiştir.

Yanılgı 6: "Evrim, orta derecede etkin bir proteini bir heykeltraş gibi yavaş yavaş yontarak, yapısını görevine tam anlamıyla uyan bir molekül yaratır. Bu süreç evrim açısından kolay, fakat biyoteknoloji açısından çok zordur."

20. hatta artık 21. yy'ın teknolojisiyle donanmış akıllı, zeki, bilinçli insanlar böyle bir süreci laboratuvarlarında gerçekleştiremezken, evrim gibi kör, şuursuz, tesadüf ve rastlantılarla işlediği öne sürülen hayali bir mekanizmanın, bu süreci kontrolsüz doğa koşullarında kolaylıkla gerçekleştirdiği iddia edilmektedir. Böyle bir iddianın ne derece sağlıksız bir yargının ürünü olduğunu okuyucu rahatlıkla takdir edebilir.








Bu resimler antik kavimlerin taptıkları sahte ilahlardan bazılarına aittir. Evrimcilerin sözlerinin arasına bu sahte ilahların isimleri konularak yapılacak bir karşılaştırma şaşırtıcı olacaktır. Evrimcilerin "doğa ana"ları ile geçmiş kavimlerin hurafeleri arasında hiçbir fark olmadığı görülecektir.







Söz konusu makale, tüm canlıların kökenini "Doğa Ana" kavramına bağlayarak ve bu ne olduğu belirsiz "Doğa Ana"yı yücelterek sona ermektedir. Taş, toprak, su, hava, gökyüzü vs.nin toplu adı olan "Doğa Ana" herşeyin sözde yaratıcısı ve adeta kutsal bir varlık olarak anılmaktadır. Kısacası, evrimciler, tarihteki diğer putperestler gibi, cansız, bilinçsiz maddeleri kendilerinin ve tüm canlılığın yaratıcısı sanmakta ve saymakta, bu nedenle de büyük bir hataya düşmektedirler. Tüm evreni ve evrendeki bütün canlıları yoktan var eden, üstün güç ve kudret sahibi, eşi ve benzeri olmayan Yüce Allah'tır. Evrimciler, önyargıları ve ideolojik kaygıları nedeniyle, her ne kadar bu gerçeği göz ardı etmeye ve ettirmeye de çalışsalar, bu çabaları boşunadır.

Sonuç olarak, Selçuk Alsan tarafından çevrilen ve "Bilim ve Teknik" dergisinin Ağustos 2000 tarihli sayısında yayınlanan "Biyomoleküller ve Nanoteknoloji" isimli makale, asıl olarak Darwinizm'in tam bir "cansız maddeye tapınma" inancı, yani bir tür putperestlik olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır.


Bilim Çocuk Dergisinin
Çocuklara Verdiği Yanıltıcı Bilgiler



TÜBİTAK tarafından yayınlanan aylık Bilim Çocuk dergisinin Ekim 2000 sayısında, Faruk Aydıncılar imzalı, "Doğadaki Yarış" isimli bir yazı yayınlandı. Söz konusu yazıda çocuklara verilen yanıltıcı bilgiler nedeniyle, bazı önemli noktalara dikkat çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

"Doğadaki Yarış" başlıklı yazıda, doğada canlılar arasında var olan mücadele ve doğal seçilim konusu yeralmaktadır. Yazar, konuyu çocukların anlayabilecekleri örneklerle anlattıktan sonra, çok önemli bir hata yaparak, doğal seçilimin canlıları evrimleştirdiğini iddia etmektedir. Ne var ki, günümüzde doğal seçilim mekanizmasının evrimleştirici bir etkisi bulunmadığı ve dolayısıyla canlıların kökenini açıklamaktan son derece uzak kaldığı artık bilinen ve kabul edilen bir gerçektir.

Aslında, yazarın doğal seçilimin ne olduğunu örnekleriyle açık açık anlattıktan sonra, bu mekanizmayı evrimle kendisinin de bir türlü bağdaştıramadığı üslubundan açıkça belli olmaktadır.

Doğal seleksiyon, bilindiği gibi, doğada bulunduğu koşullara en fazla uyum sağlayabilen, sahip olduğu fiziksel özelliklerden dolayı bulunduğu ortamda en fazla avantaja sahip olan canlıların yaşama ve çoğalma oranlarının diğerlerine göre daha yüksek olmasıdır. Ancak bu avantaj hiçbir zaman bir canlının evrimleşmesi ile sonuçlanmaz. Örneğin, dergide verilen örneklerde de yer aldığı gibi, renklerinden dolayı beyaz farelere göre daha az avlanan siyah fareler, bu avantajlarından dolayı hiçbir zaman bir başka canlı türüne dönüşmezler veya daha önce sahip olmadıkları yeni organ ya da özellik kazanmazlar. Doğal seçilim, sadece onların daha çok üremelerine, sayılarının beyaz farelere göre daha çok olmasına ve belki avlanma korkusu yaşamadıkları için daha iyi beslenip güçlü olmalarına sebep olabilir.

Bu yazıdan çok açık olarak anlaşıldığı gibi, evrimciler, son yıllarda evrim teorisinin iddialarının geçersizliği çok açık olarak gözler önüne serildikten sonra, eskisi gibi iddialarını sürdürememektedirler. Eskiden "sürüngenler doğal seleksiyon sayesinde kuş oldu"gibi masalları rahat rahat anlatanlar, bugün daha çekingen üsluplar kullanmaktadırlar. Ama yine de son bir çırpınışla, satır aralarında "bu da evrimin temel kanunu" diyerek telkinlerine devam etmeye çalışanlar bulunmaktadır. Ancak, TÜBİTAK gibi son derece seçkin ve saygın bir kuruluşun bünyesinde bulunmasına rağmen, bilimsel gelişmelerin dışında kalmak, 19. yüzyıl hurafelerini bilimsel gerçeklermiş gibi anlatmak doğru ve sağduyulu bir davranış değildir. Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin doğru ve ispatlı bilgilerle eğitilmeleri son derece önemlidir. Bilim Çocuk dergisinin de bu konuda duyarlı davranacağını umuyoruz.


DİPNOTLAR



1- A. I. Oparin, Origin of Life, s. 196

2- Earth, "Life's Crucible", Şubat 1998, s.34

3- National Geographic," The Rise of Life on Earth", Mart 1998, s.68

4- Stanley Miller, Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, Molecular Evolution of Life, s. 7, 1986

5- J. P. Ferris –C. Chen, Journal of American Chemical Society, 97:11, s. 2966

6- Biyoloji 3, Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Sürat Yayınları, Ağustos 1999, s.254

7- Richard B. Bliss and Gray A. Parker, Origin of Life, California, 1979, s. 14

8- S. L. Miller, "Production of Amino Acids Under Possible Primitive Earth Conditions", Science 1953, Sayı 117, s. 258

9- Kevin McKean, Bilim ve Teknik, Sayı, 189, 7

10- Philip H. Abelson, "Chemical Events o the Primitive Earth, National Academy of Science Proceedings", Sayı 55, 1965, s. 1365

11- J. P. Ferris anda C. T. Chen, "Photochemistry of Methane, Nitrogen and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth", Journal of American Chemical Society, cilt 97, sayı 11, 1975, s. 2964

12- Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Current Status of the Prebiotic Synthetis of Small Molecules, 1986, s. 7

13- Bilim ve Teknik dergisi, Ağustos 2000, s.61

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü