Harun Yahya


Prof. Berna Alpagut'un Yanılgıları




Berna Alpagut


1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan arkeolog Prof. Berna Alpagut ise, insanın evrimi senaryosunu savunmuş ve bu yönde iddialar öne sürmüştür. Ancak Sayın Alpagut'un evrimci tezleri de birer yanılgıdan ibarettir.

Aşağıda, Sayın Alpagut'un programda ileri sürdüğü tezler temel başlıklar içinde ele alınmakta ve cevaplandırılmaktadır.


Doğal Seçilim ve Mutasyonların Evrim Meydana Getirdiği Yanılgısı



Prof. Berna Alpagut programda öne sürdüğü iddialarını, evrimin klasik mutasyon ve doğal seleksiyon (seçilim) izahlarına dayandırmaya çalışmıştır. "Evrim bu zincir içerisinde gelişmiştir diyorum ve mutasyonlar da bu değişimle ister yavaş ister sıçramalı doğal seçilimle evrim olayını açıklayamıyorsak neyle açıklayacağız" şeklindeki ifadesiyle de evrimcilerin teorilerine delil olarak başka bir sözde delil getirememe çaresizliğini ister istemez vurgulamak zorunda kalmıştır.

Gerçekten de evrim teorisi, kendi öne sürdüğü iddialarını açıklamakta çaresizdir. Çünkü bugüne kadar evrimi meydana getirdiği öne sürülen iki mekanizma olan mutasyon ve doğal seleksiyonun hiçbir evrimleştirici özelliği olmadığı defalarca bilimsel olarak ortaya konmuştur.

Şimdi konu hakkında diğer yerli evrimciler gibi yüzeysel bilgilere ve hatalı ön kabullere sahip olan Alpagut'un bu yanılgısının bilimsel cevabını verelim:

Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız neo-Darwinist model, canlıların iki temel mekanizma sayesinde evrimleştiklerini öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiası şöyledir: "Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar evrimleşirler."

Çok makul bir teori gibi anlatılan bu hikayeyi biraz incelediğimizde, aslında ortada hiçbir evrim mekanizmasının olmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.


Doğal Seleksiyon



Doğal seleksiyon, Darwin'den önceki biyologlar tarafından da bilinen, ancak "türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma" olarak tanımlanan bir doğal süreçtir. İlk kez Darwin bu sürecin evrimleştirici bir gücü olduğu iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de bu iddiaya dayandırmıştır. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in teorisinin temeli olduğunu gösterir: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...

Oysa Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:


Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.12


Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdüreceklerini, uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Geyikler hep geyik olarak kalırlar.

Nitekim evrimcilerin "doğal seleksiyonun gözlemlenmiş örneği" olarak gösterdikleri nadir birkaç olaya baktığımızda, bunların basit birer göz boyama olduklarını kolaylıkla görebiliriz. Kısaca, doğal seleksiyon evrimcilerin verdikleri imajın aksine, canlıya herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir.


doğal seleksiyon

Yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir sürü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilenler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, sürünün fertlerini başka canlı türlerine dönüştürmez.


Doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleştirip geliştirmez. Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez; yani denizyıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha, timsahları da kuşa dönüştüremez. Sıçramalı evrimin en büyük savunucusu olan Stephen Jay Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:


Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.13


Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinçli bir tasarımcı gibi göstermeye çalışmalarıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon karmaşık yapıya sahip sistemleri ve organları asla açıklayamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.

Bu tür bir sistemi meydana getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade sahibi bir mekanizma olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır.14

Doğal seleksiyon sadece bir canlı türü içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar yaratamaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir.15 Bu nedenle neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları koymak zorunda kalmıştır. Oysa mutasyonlar, sadece ve sadece "zararlı değişiklik sebebi"dirler.


Mutasyonlar



Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler ve sakatlar...

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:


Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.16



deprem


Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:


Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki—yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi—pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?17


O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon oluşturma" çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Evrimciler, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:


Bu çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.18


Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:


Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.19


İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği" olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat ya da hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması" olamaz.


mutasyonun etkileri

Mutasyon etkileri


Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceğini üç ana maddede özetlemek mümkündür:

Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon rastgele meydana geldiği için hemen her zaman mutasyon geçiren canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve karmaşık olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.

Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.

Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için, mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir.


Kısacası, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim fosil kayıtlarına baktığımızda da, bu imkansız senaryonun zaten yaşanmadığını görürüz.

 


Prof. Alpagut'un Fosiller ile İlgili Yanılgısı



Sayın Prof. Alpagut, genel olarak fosil bilimi üzerinde konuşurken, "fosiller yok olan türlerin bugün yaşayan türlerle farkını morfolojik olarak gösteriyor" demiştir. Yani, geçmişteki türler ile günümüzdekiler arasında morfolojik (şekilsel) farklar bulunduğunu ve bunun evrim teorisi adına bir delil oluşturduğunu ileri sürmüştür.

Oysa gerçekler çok daha farklıdır. Fosil kayıtları, bundan yüz milyonlarca yıl önce yaşamış olan türlerle, bugünkü canlı örnekleri arasında hiçbir fark bulunmadığına dair sayısız örnek ortaya çıkarmıştır. Bugün paleontoloji göstermektedir ki, farklı canlı grupları fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmış ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim geçirmeden "durağan" bir biçimde kalmıştır. Harvard Üniversitesi paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, fosil kayıtlarının temel karakterini iki kavramla özetlerler:


1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.

2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve "tamamen şekillenmiş" olarak belirir.20


Yani farklı türler fosil kayıtlarında "aniden", arkalarında hiçbir sözde evrimsel ata olmadan ortaya çıkmakta ve sonra da yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeden kalmaktadırlar. Bu olgunun bilinen örnekleri çok fazladır. Örneğin 400 milyon yıllık köpekbalığı fosilleri ile günümüzde yaşayan köpekbalıkları arasında hiçbir fark yoktur. Sadece köpekbalıkları değil, yüz milyonlarca yıl önce ortaya çıkmış ve fosil izleri bırakmış olan balıklar, kurbağalar, karıncalar, yılanlar, kaplumbağalar, böcekler, yusufçuklar, denizyıldızları, ammonitler, bakteriler gibi daha pek çok canlı, günümüzdeki örnekleriyle aynı yapıdadır. (bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul 2000, s. 44-45)


mene_maculata_fosilyengeç_fosilkaplan

Milyonlarca yıl önce yaşamış canlıların fosil kayıtları bu canlıların günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farklılıkları olmadığını, dolayısıyla hiçbir evrim geçirmediklerini göstermektedir.


Bu ise evrim teorisinin öngörülerine tamamen aykırı bir tablodur. Evrim teorisi, doğadaki türlerin daimi bir değişim halinde olduklarını iddia etmekte, fosil kayıtları ise tam aksine "durağanlık" göstermektedir.

Dolayısıyla Sayın Berna Alpagut, "fosil kayıtları evrim teorisini destekliyor" derken, bir gerçeği değil, 150 yıldır Darwinist paleontologlar tarafından tekrar edilen bir "temenni"yi ifade etmiştir. Evrim teorisine inanan, ama bu teoriyle bilim arasındaki çelişkileri de dürüstçe kabul eden iki ünlü paleontolog, Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapar:

Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde blulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.

Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, "kral çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.22

Anlaşılan Sayın Alpagut ya konu hakkındaki literatüre vakıf değildir ya da evrim teorisinin aleyhindeki delilleri gören, "ama görmezlikten gelmeyi tercih eden" paleontologlar arasında yer almayı tercih etmektedir.


Prof. Berna Alpagut'un İnsanın Kökeni Hakkındaki Yanılgısı



Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan Prof. Alpagut, en çok insanın evrim tezi üzerinde durmuştur. İddialarını kısaca belirtmek gerekirse;


İnsanın ve günümüzdeki kuyruksuz maymunların ortak bir atadan evrimleştiği,

Bu evrimin 5 milyon yıl kadar önce Afrika'da başladığı,

Homo habilis adı verilen canlıların, "ilk insan" olarak tanımlanabileceği,


şeklindeki klasik evrimci tezleri ileri sürmüştür.

Oysa bu tezler, Sayın Alpagut'un iddia ettiği gibi bilimsel kanıtlara dayanan gerçekler değil, kanıtlardan tamamen yoksun evrimci varsayımlardır.

Konuyu açıklamak için, öncelikle insanın evrimi hikayesinin geçersizliğini kısaca özetleyelim.

İnsanın kökeni konusundaki Darwinist iddia, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:


insanın evrimi yanılgısı

Soyu tükenmiş binlerce maymun türüne ve kaybolmuş insan ırklarına ait kafataslarını ve iskelet kalıntılarını büyükten küçüğe sıralayan evrimciler bu yöntemle pek çok hayali ve uydurma soy ağaçları üretmişlerdir.



Australopithecus

Homo habilis

Homo erectus

Homo sapiens


Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. Bu araştırmacıların incelemeleri, Australopithecus'un dik yürüyen bir canlı olduğu konusundaki evrimci iddiayı da çürütmüştür.23

İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.24

Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.25

Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.26

Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:


Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.27

İnsanın evrimi senaryosunun kanıttan yoksun olduğu, pek çok evrimci tarafından itiraf edilir. Evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve Davis, "biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz" diyerek, insanın yeryüzünde aniden, yani hiçbir evrimsel atası olmadan ortaya çıktığını kabul etmektedirler.28

Yine evrimci olan Collard ve Wood ise 2000 yılında kaleme aldıkları bir makalede "insan evrimi hakkındaki mevcut filogenetik (evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil" demek zorunda kalmaktadırlar.29


Prof. Berna Alpagut'un Homo habilis Yanılgısı



Prof. Berna Alpagut'un "ilk insan" olarak tanımladığı Homo habilis ise, gerçekte evrim teorisinin gereklerine göre üretilmiş zoraki ve hayali bir sınıflamadır. 1980'lerden bu yana pek çok uzman, Homo habilis'in gerçekte bir Australopithecus türü olduğunu savunmaktadır.

Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu göstermiştir. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle der:


Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.30

Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınınkilerle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.31


Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:


Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.

Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.

Homo erectus ve daha sonraki Homo sapiens archaic, Homo sapiens neanderthalensis gibi sınıflamalar ise, dik yürüyen, iskelet yapısı olarak bizden farksız, sadece bazı özgün ırk karakterleri taşıyan insan gruplarıdır.


Başta da belirttiğimiz gibi, Homo habilis sınıflaması, evrimci paleontologların, tartışmasız bir maymun türü Australopithecus ile bilinen ilk insan ırkı olan Homo erectus arasında bir geçiş aşaması bulma çabası sonucunda ortaya atılmış zoraki bir sınıflamadır. Kanıtlar, Homo habilis kategorisine dahil edilen fosillerin de aslında Australopithecus'a ait olduğunu ve insanların yeryüzünde aniden ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.


İnsanın Afrika Kıtasında Evrimleşip Dünyaya Yayıldığı Yanılgısı



Evrimcilerin insanın sözde evrimi konusunda öne sürdükleri diğer bir iddia da, insanın Afrika kıtasında evrimle meydana gelip oradan dünyaya yayıldığı şeklindedir. Prof. Berna Alpagut'un "En eski insan 5 milyon yıl önce Afrika'daydı" ifadesi de bu hipoteze dayanmaktadır. Ancak bilimsel veriler evrimcilerin "Afrika kökenli insan" tezini çürütmüş bulunmaktadır. Bununla beraber bu tezi doğrulama amacıyla bugüne kadar yaptıkları her çalışma, önyargıların doğurduğu yanlışlarla doludur.

Afrika kökeni tezine temel sağlayan bu araştırmanın geçersizliği, tarafsız bir bilimsel gözle incelendiğinde hemen ortaya çıkar; çünkü insan mitokondriyel-DNA'sının şempanze mitokondriyel-DNA'sından evrimleştiğine kanıt arandığı bir çalışmada, insanın atası olarak şempanze başlangıç noktası olarak alınmıştır. Daha çalışmanın başında evrim gerçekleşmiş varsayımı ile hareket edilmiş, sonra da elde edilen sonuç "evrim kanıtı" gibi gösterilmiştir. Bu yüzden çalışma bilimsel yönteme tamamen ters olup, "kendi iddiasını, aynı iddiaya delil gösterme" örneğidir.

İlk olarak 1987 yılında ortaya atılan bu tez, daha sonra 1992 yılında da doğrulanmaya çalışıldı. Bu teoriyi ilk olarak ileri süren Berkeley'li biyokimyacılar Wilson, Rebecca Cann ve Mark Stoneking, üç temel önyargıdan yola çıktılar:


Şempanze mitokondriyel-DNA'sı, milyonlarca yıl içinde yavaş yavaş değişmişti ve günümüz insanının mitokondriyel-DNA'sı olarak varlığını sürdürmeliydi.

Düzenli aralıklarla oluşan mutasyonlar sonucu mitokondriyel-DNA da değişmeli ve günümüz insanındaki haline dönüşmeliydi.

Bu mutasyonlar sabit bir hızda ve devamlı olarak meydana gelmeliydi.


Bu şartları kabul eden araştırmacıların tek amacı insanın kökeninin Afrika'da yaşayan bir hominid (maymunsu) olduğunu kendilerince ispatlamaktan başka bir şey değildi.

Evrimci araştırmacılar bu konuyla ilgili, önyargılarını kamufle edeceğini umdukları bir bilgisayar programı geliştirdiler. Oysa program, milyonlarca istenmeyen ihtimale rağmen, evrimin en direkt ve verimli yolu takip ettiği yargısını doğrulayacak şekilde ayarlanmıştı. Nitekim bu araştırmanın bilimsel yönteme ters düştüğü, evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı tarafından dahi kabul edildi. Nature dergisinin editör kurulundan Henry Gee, "Afrika Cenneti Üzerindeki İstatistiksel Bulut" başlıklı yazısında mitokondriyel-DNA çalışması sonuçlarını "süprüntü" olarak değerlendirdi.32 Çünkü Gee, yapılan göz boyamayı fark etmişti. Araştırmayı istatistiki açıdan değerlendiren Gee, incelenen 136 mitokondriyel DNA serisi ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının sayısının 1 milyarı geçmesi gerektiğini bildiriyordu. Ancak 1 milyar tesadüfi soy ağacı yok sayılmış ve şempanze-insan arasında evrim olduğu varsayımına uygun olan tek soy ağacı seçilmişti.

Aynı günlerde, Washington Üniversitesi'nden ünlü genetikçi Alan Templeton da DNA serilerinden yola çıkarak günümüz insanının kökeni için bir tarih belirlemenin teknik olarak mümkün olamayacağını yazdı. Science dergisinde yayınlanan makalesinde DNA'ların insan toplulukları arasında bile oldukça fazla harmanlanmış olduğunu belirterek, soy ağacında tek bir insana ait mitokondriyel DNA'yı matematiksel olarak ayırt etmenin imkansız olduğunu ortaya koydu. 33

Bu referansların arasında en önemlisi ise, tezin sahiplerinden gelmiştir. 1992 yılında çalışmayı tekrarlayan Mark Stoneking (Pennsylvania Eyalet Üniversitesi) Science dergisine yazdığı bir mektupta "mitokondriyel Havva" iddiasının geçersiz olduğunu kabul etti.34 Çünkü çalışmanın, her yönü ile istenen sonuca yönelik ayarlandığı inkar edilemeyecek derecede açıktı.

Son günlere ait, tezin doğruluğunu tartışan diğer bir makalede de, farklı görüşe sahip evrimcilerin tartışmalarına yer verilmiştir. Çok bölgeden insanın dünyaya yayıldığı fikrini savunanlar, Y kromozomu üzerinde yaptıkları genetik araştırmalar sonucu insanın atasının Afrika'dan çıkmadığını ortaya koydular.35 California Üniversitesi, Berkeley'den Prof. Vince Sarich de, Nisan 2001'de düzenlenen yıllık Antropoloji Kongresinde yaptığı konuşmasında, "Ben artık değiştim, günümüz insanının Y kromozomunda geçmişe ait bir soy bulunmamakta. Mitokondriyel-DNA'ya ait eski bir ata da bulunmamaktadır. Herşey tamamen değişti." dedi. 36

Ünlü evrimci Vince Sarich'in de fikrini değiştiren genetik çalışmalar, insanın atasını, ne mitokondriyel-DNA ne de Y-kromozomu incelemeleriyle tespit etmenin imkansızlığını ortaya koymuştur.

Kısacası Prof. Berna Alpagut'un sözünü ettiği "Afrika kökeni" iddiası, dayanağı kalmamış eski bir hipotezdir. Genetik incelemeler ışığında, savunanlarının bir bir terk etmek zorunda kaldığı bu iddia, diğer pek çok evrimci spekülasyonun başına geldiği gibi bilim alanında dayanaksız kalmıştır.

Evrimci Paleoantropologlardan İtiraflar:    


"İnsanın Evrimi Bir Efsane"



İnsanın evrimi iddiasının hayali olduğunun ilginç bir göstergesi, bulunan yeni fosillerin iddiayı desteklemek yerine çelişkili hale getirmesidir. ABD'nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapmışlardır:


Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.37


Konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savunduğu teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahiptir. Örneğin ünlü Nature dergisinin en önemli bilim yazarı Henry Gee, "insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:


"Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır—eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.38


Aslında "insanın evrimi" masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini bu dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği'nin (British Association for the Advancement of Science) 1980'lerdeki bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır: "Acaba, aynen "ilkel" efsaneler gibi, insan evrimi teorileri de kendilerini yaratanların değer sistemlerini, onların kendileri ve toplumları hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak, güçlendiriyor olabilir mi?"39 Durant daha sonraki bir yazısında ise şöyle demektedir:


İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır.40


Kısacası, insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark'tır. Clark, 1997'deki bir yazısında şöyle der:


Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil.41


Görüldüğü gibi, Batı dünyasında önde gelen pek çok paleoantropolog, "insanın evrimi" teorisinin bilimsel dayanaklardan yoksun bir "mit" (efsane) olduğunu kabul etmektedir. Gerçekler böyle iken Sayın Prof. Berna Alpagut'un bu efsaneyi kanıtlanmış bir gerçek gibi sunması kuşkusuz inandırıcı değildir.

Sayın Alpagut kendisinin de dahil olduğu bir kaç kazıda ortaya çıkan fosil kalıntılarından etkilenerek belki gerçekten de kendisini bu efsaneye inandırmış olabilir. Nitekim evrimciler arasında bu yönde bir eğilim olduğu bilinen bir gerçektir. Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir:


"Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız".42


Sayın Prof. Berna Alpagut'a tavsiyemiz, şimdiye kadar belki de hiç sorgulamadan inanmış olduğu evrim efsanesini yeniden düşünmesi, nasıl var olduğu sorusunu bir kez daha, ama bu kez sırf akıl ve vicdan süzgecinden geçirerek yeniden değerlendirmesidir. O zaman kendisinin -ve tüm insanların- cansız maddenin tesadüfen canlanmasıyla oluşmadığını, Allah tarafından yaratıldığını belki kavrayacaktır.


Dipnotlar



      12   Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC.
13   Stephan Jay Gould, "The Return of Hopeful Monsters", Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28.
14   Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189.
15   Charles Darwin, The Origin of Species, s. 177.
16   B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
17   Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, Cilt 123, 29 Haziran, 1956, s. 1159.
18   Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.
19   Michael Pitman, Adam and Evolution, London: River Publishing, 1984, s. 70.
20   S.J. Gould,"Evolution's Erratic Pace", Natural History, c. 86, Mayıs 1977.
21   N. Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46.
22   N. Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46.
23   Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389.
24   J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992.
25   Alan Walker, Science, cilt. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272.
26   Time, Kasım 1996.
27   S. J. Gould, Natural History, cilt. 85, 1976, s. 30.
28   Villee, Solomon, and Davis, Biology, Saunders College Publishing,1985, s. 1053.
29   "Hominoid Evolution and Climatic Change in Europe", cilt 2, Edited by Louis de Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press 2001, 6. bölüm
30   Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325.
31   Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
32   Henry Gee, "Statistical Cloud over African Eden," Nature, 355 (13 Şubat 1992): 583.
33   Marcia Barinaga, "'African Eve' Backers Beat a Retreat," Science, 255 (7 Şubat 1992): 687.
34 S.Blair Hedges, Sudhir Kumar, Koichiro Tamura, and Mark Stoneking, "Human Origins and Analysis of Mitochondrial DNA Sequences", Science, 255 (7 Şubat 1992):687
35   Science Magazine, 12 Ocak 2001, s. 293.
36   Ann Gibbons, Modern Men Trace Ancestry to African Migrants, Science Magazine, cilt. 292, no. 5519, 11 Mayıs 2001, s. 1051-1052.
37   Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, s. 126-127.
38   Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117.
39   Roger Lewin, Bones of Contention, s. 312.
40   John R. Durant, "The Myth of Human Evolution", New Universities Quarterly 35 (1981), s. 425-438.
41   G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76.
42   Paul S. Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü