Harun Yahya


P



Paleontoloji



Arkeobiyolojinin bir dalı olan paleontoloji, çeşitli jeolojik devirlerde yaşamış olan insan, hayvan ve bitki türlerine ait fosiller üzerinde araştırmalar yapar ve jeolojik devirlerde yaşayan canlılar hakkında bilgi sahibi olunmasına yardımcı olur.162Paleontoloji, fosil bilim ya da taşıl bilim olarak da bilinir. Bir başka tanımlamayla, soyu tükenmiş organizmaların fosillerini ve biyolojisini inceleyen bilim dalıdır. İlk paleontoloji araştırmaları 19. yüzyılda yapılmaya başlanmıştır.

Paelontolojide günümüzdeki büyük kaya parçalarının içerdiği bitki ve hayvan fosilleri incelenir, bu yolla jeolojik geçmişte egemen olan yaşam biçimleri belirlenir. Bu bilim dalı eski canlı türlerini bütün yönleriyle (biçimleri, yapıları, günümüzdeki canlı türleriyle taksonomik ilişkileri, coğrafi dağılımları ve çevreyle ilişkileri) inceler. Yer katmanlarının jeolojik tarihinin açığa çıkartılmasında da paleontoloji çalışmalarından elde edilen verilerden yararlanılır.

Evrim teorisi günümüzde en çok paleontoloji alanındaki çalışmalarla gündeme gelir. Çünkü fosil bulguları evrimciler açısından çarpıtmaya, taraflı yorumlara ve sahtekarlıklara son derece uygun bir alan oluşturmuştur. Nitekim bilim tarihi evrim teorisine sözde delil bulma arayışlarıyla yapılmış çok sayıda sahtekarlık örneğiyle doludur. (bkz. Piltdown Adamı sahtekarlığı, Nebraska Adamı sahtekarlığı, Neandertal Adamı sahtekarlığı)

fosil yatakları

Canlılığın kökenine ışık tutan en önemli bilim dallarından biri paleontoloji, yani fosil bilimidir. İki yüzyıldır büyük bir çabayla incelenen fosil yatakları, Darwin'in teorisinin tam aksi bir tablo ortaya koymaktadır. Türler, evrimleşerek ortaya çıkmamışlar, bir anda ve farklı yapılarıyla yeryüzünde belirmişlerdir.


Paleontolojinin evrim teorisini desteklediği yönündeki yanlış imaj, Science dergisindeki bir makalede şöyle açıklanır:

Evrimsel biyoloji ve paleontoloji alanlarının dışında kalan çok sayıda iyi eğitimli bilim adamı, ne yazık ki, fosil kayıtlarının Darwinizm'e çok uygun olduğu gibi bir yanlış fikre kapılmıştır. Bu büyük olasılıkla ikincil kaynaklardaki olağanüstü basitleştirmeden kaynaklanmaktadır; alt seviye ders kitapları, yarı-popüler makaleler vs... Öte yandan büyük olasılıkla biraz taraflı düşünce de devreye girmektedir. Darwin'den sonraki yıllarda, onun taraftarları bu yönde (fosiller alanında) gelişmeler elde etmeyi ummuşlardır. Bu gelişmeler elde edilememiş, ama yine de iyimser bir bekleyiş devam etmiş ve bir kısım hayal ürünü fanteziler de ders kitaplarına kadar girmiştir.163

Önde gelen evrimcilerden, N. Eldredge ve I. Tattersall ise bu konuda şu önemli yorumu yaparlar:

Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.164

Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep bu şekilde kaldıkları yönündeki gözlem, "kral çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.

Amerikalı paleontolog S. M. Stanley, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu gerçeğin bilim dünyasına hakim olan Darwinist dogma tarafından nasıl göz ardı edildiğini ve ettirildiğini şöyle anlatır:

Bilinen fosil kayıtları kademeli evrimle uyumlu değildir ve hiçbir zaman da uyumlu olmamıştır. İlgi çekici olan, bir takım tarihsel koşullar aracılığıyla, bu konudaki muhalefetin gizlenmiş oluşudur... Çoğu paleontolog, ellerindeki kanıtların Darwin'in küçük, yavaş ve kademeli değişikliklerin yeni tür oluşumunu sağladığı yönündeki vurgusuyla çeliştiğini hissetmiştir... ama onların bu düşüncesi susturulmuştur.165


Paleoantropoloji



Paleoantropoloji, insanın kökenini ve gelişim sürecini inceleyen bilim dalıdır. Bu alandaki çalışmalarda birçok bilim dalından destek alınmakla birlikte en çok fosillerden elde edilen bilgi birikiminden yararlanılır.

Ancak pek çok bilim dalında olduğu gibi paleoantropoloji alanında da fosiller evrim teorisinin varsayımları doğrultusunda yorumlanır. Evrim teorisinin iddialarına göre yaşamış olması gereken insanın sözde atalarının, fiziksel ve zeka gelişimini göstermek amacıyla arkeoloji ve etnoloji alanlarından elde edilen bulgular da taraflı olarak yorumlanır. Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark bir evrimci olamasına rağmen bu gerçeği 1997'deki bir yazısında şöyle itiraf etmiştir:

Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil.166

ABD'nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, ise paleoantolojik bulgular hakkında şu yorumu yapmışlardır:

Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.167

Konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savunduğu teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahiptir. Örneğin ünlü Nature dergisinin en önemli bilim yazarı Henry Gee, "insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:

Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır -eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir-, ama bilimsel değildir.168

Peki evrime hiçbir şekilde bilimsel bir kanıt sağlamayan bu bilim dalının evrimciler tarafından bu kadar önemli olmasının ve bulunan her fosil bulgunun abartılı, taraflı bir şekilde yorumlanmasının nedeni nedir? Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir:

Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız".169

Yukarıdaki itiraflardan da anlaşıldığı gibi paleoantropolojinin evrime delil sunacak hiçbir bilimsel bulgusu yoktur. Ellerindeki yalnızca üstün bir Yaratıcı olan Allah'ın varlığını inkar etmek için taraflı yorumlanmış fosillerden ibarettir.


Pandanın Parmağı Yanılgısı



Klasik evrimci argümanlardan biri, Stephen Jay Gould tarafından ünlendirilen "Panda'nın baş parmağı" konusudur. Pandanın beş parmağı dışında, bileğinden çıkan "radyal susamsı kemik" (radial sesamoid bone) olarak isimlendirilen bir kemik çıkıntısı daha bulunmaktadır.

Bu yapının evrimciler açısından önemine gelince; evrimcilere göre ayı, köpek gibi hayvanların dahil olduğu etçiller sınıfından olan panda daha sonra bambu ile beslenmeye başlamıştır ve evrimci senaryoya göre, altıncı parmak bambu yemeye uyum sağlaması için sonradan çıkmıştır. Evrimcilerin bir başka iddiası ise, bu altıncı parmağın mükemmel olmadığı, doğal seleksiyon vasıtasıyla ancak bu kadarının oluşabildiği yönündedir. Oysa bunlar, hiçbir delili ve geçerli açıklaması bulunmayan, tamamen evrimci önyargılar ile ileri sürülen iddialardır. Sırasıyla incelersek:

panda parmağı yanılgısı

Bu resimde görüldüğü gibi pandanın bileğinden çıkan kemik, aslında bir parmak değildir, ancak parmakların bambunun gövdesini kavramasını kolaylaştıran bir destektir.


-Pandaların Etçil Atalardan Türedikleri Yanılgısı:

Evrimcilerin pandaları etçil sınıfına dahil etmelerinin nedeni, geniş çeneleri, dişleri ve güçlü pençeleridir. Evrimciler pandaların sözde atalarının bu özelliklerini diğer hayvanlara karşı kullandıklarını iddia ederler. Oysa pandaların tek düşmanı insanlardır, hayvanlar arasında düşmanları yoktur. Güçlü dişlerinin ve çenelerinin nedeni ise bambu saplarını kolayca koparıp çiğneyebilmeleridir. Güçlü pençeleri ise bambuların gövdelerine tırmanmaları içindir. Dolayısıyla, çoğunlukla bambu ile, zaman zaman ise meyve ve bitkilerle beslenen pandaların hayali etçil atalardan türediklerine dair bir delil yoktur ve evrimciler de pandanın hangi hayvandan türediğine dair fikir birliği sağlayamamışlardır. Öyle ki bazı evrimciler pandaları ayılarla aynı kategoriye koyarken, bazıları da rakunlarla aynı sınıflama içine dahil etmektedir. Çünkü bu canlıların bir başka canlı sınıflamasından evrimleştiğine dair hiçbir bulgu yoktur. Evrimciler sadece benzerliklerden yola çıkarak tahminler yapmakta, bu tahminler tamamen hayali olduğu için de birbirleri ile ihtilafa düşmektedirler...

-Pandaların altıncı parmaklarının mükemmel olmadığı, tesadüf ürünü olduğu yanılgısı:

Pandanın ünlü başparmağı meselesindeki asıl nokta budur. Evrimciler bu parmağın mükemmel olmadığını ama işe yaradığını söylerler.

Gerçekte, söz konusu altıncı parmak "radyal susamsı kemik" olarak adlandırılan bir kemik türündendir ve bu kemik genellikle eklem yerlerinde bulunarak hareketi kolaylaştırır ve tendonların yırtılmasını engeller. Pandanın bileğinden çıkan bu kemik ise aslında bir parmak değildir, ancak parmakların bambunun gövdesini kavramasını kolaylaştıran bir destektir.170

Evrimciler bu kemiğin, parmak yerine geliştiğini, ancak parmak görevi göremediğini, örneğin filizleri ayıklayamadığını söylerler. Ancak kavrama işi için yeterince iyi olduğunu da belirtirler. Zaten bu altıncı kemiğin görevi budur ve pandanın diğer işlemleri kusursuzca yapmaya yetecek kadar parmağı bulunmaktadır.171 Bu yapının en ideal şeklinin gerçekte tam bir "parmak" olması gerektiği, evrimcilerin önyargı ile öne sürdükleri dayanaksız bir iddiadır. Söz konusu kemik, mevcut haliyle canlı için son derece uygundur.

panda

Evrimciler doğada uyumsuzluk veya kusur ararlar. Bunun tek nedeni, Allah'ın kusursuz yaratışını inkar etmek için kendilerine delil bulma çabalarıdır. Ancak bu çabaları, pandanın parmakları konusunda da olduğu gibi her zaman sonuçsuz kalmıştır.


1999 yılında Nature dergisinde yayınlanan bir inceleme, pandanın başparmağının hayvanın doğal ortamı açısından son derece verimli olduğunu göstermektedir. Dört Japon araştırmacının ortak yürüttükleri çalışma, "kompüterize tomografi" ve "manyetik rezonans resimlendirmesi" teknikleri ile yürütülmüş ve sonuçta pandanın başparmağının "memeliler arasında bulunan en olağanüstü yönlendirme tekniklerinden biri" olduğu sonucuna varılmıştır.172

Evrimcilerin doğada uyumsuzluk veya kusur aramalarının tek nedeni, Allah'ın kusursuz yaratışını inkar etmek için kendilerine delil bulma çabalarıdır. Ancak bu çabaları her zaman sonuçsuz kalmıştır. Pandanın parmakları konusu bu konudaki örneklerden yalnızca bir tanesidir.


Pangenesis Teorisi



Antikçağ'ın ünlü Yunan filozofu Aristo, vücuttaki tüm hücrelerin bir parçasının yumurta ve spermi oluşturmak üzere biraraya geldiğini öne sürmüştü. Ayrıca bir canlının hayatı süresince vücudunun çeşitli bölgelerinde oluşan değişimlerin de bir sonraki nesle aktarılabileceğini savunmaktaydı.

Bu fikir 19. yüzyılda Lamarck ve Darwin tarafından da kabul edilmişti. Fakat bu teorinin yanlışlığı zaman içerisinde anlaşıldı. Çünkü üreme hücreleri vücut hücrelerinin bir toplamı değildir ve onlardaki değişimler yumurta ve sperm hücrelerini etkilemez.173 (bkz. Lamarck'ın evrim senaryosu)


Panspermia Görüşünün Mantıksızlığı



Evrimci çevreler ilkel dünya şartlarında tesadüfen canlılığı oluşturabilecek amino asit oluşamayacağı gerçeği karşısında yeni açıklama arayışlarına yönelmiştir. Ortaya atılan yeni iddialardan birine göre, uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur.

Bu görüşe göre, ilk canlı dünya dışında, başka gezegenlerde oluşmuştur. Daha sonra bu canlıların spor ya da tohumları göktaşları ile Dünya'ya taşınmış ve canlılık başlamıştır. Ancak bugünkü bilgilere göre spor ve tohumların uzayda, Dünya'ya gelişleri sırasında sıcaklık, basınç, zararlı ışınlar vb. koşullara dayanması mümkün görülmemektedir.174

meteor

Dünya'ya düşen meteorların, atmosfere girdikleri anda başlayan yüksek ısı ve çarpma anındaki şiddet nedeniyle Dünya'ya canlı bir organizma taşımaları mümkün değildir. Üstte Arizona'daki büyük meteor çukuru görülmekte. Öte yandan, Dünya dışında canlı varlıklar olduğu varsayılsa bile bunların kökenine de yaratılış dışında bir açıklama getirmek imkansızdır.


Uzayda mevcut olan ortam, canlıların yaşamını imkansız hale getirmektedir. Ünlü Rus bilim adamı George Gamow, bu konuda şunları söyler:

Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi Güneş'ten önemli miktarda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsaade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini muhafaza edebilecek koruyucu mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi "uzaydan gelme" hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. "Gemini-9" uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi.175

Yukarıdaki ifadeler son derece açıktır. Bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkan gerçek, uzaydan canlı mikroorganizmaların yeryüzüne ulaşmasının imkansız olduğudur. Ancak ilk Dünya koşullarında, uzaydan çok bol miktarda amino asit gelseydi ve hatta yeryüzü tamamen amino asitlerle kaplı olsaydı; bu, canlıların kökenini açıklayan bir durum olmazdı. Çünkü amino asitlerin tesadüfen ve rastgele biraraya gelerek son derece kompleks, üç boyutlu bir proteini ve proteinlerin hücrenin organellerini, ardından bu organellerin de tüm mucizevi yapısıyla bir canlı hücreyi meydana getirmesi mümkün olmazdı.


Paralel Evrim Çıkmazı



Evrimcileri en çok çıkmaza sokan konulardan biri de canlılardaki son derece kompleks yapıya sahip organların kökenidir. Evrimciler ortak kompleks organlara sahip fakat sözde ortak atalara sahip olmayan canlıların birbirinden bağlantısız olarak evrim geçirdiğini iddia ederler.

Evrimcilere göre bu canlılar aynı evrim süreçlerinden birbirlerine paralel olarak geçmişlerdir ve nasıl bir tesadüf gerçekleşmişse birebir benzer organlara sahip olmuşlardır. Bu konuda bir örnek verecek olursak böceklerde, mürekkep balıklarında ve omurgalılarda ki göz yapısı birbirleriyle tıpatıp benzer ancak bu canlılar arasında hiçbir şekilde evrimsel bağ kurulmaya çalışılmaz. Bu durumda evrimciler de bu organların kökenini açıklamak için paralel evrimin olduğunu iddia etmek zorunda kalırlar. Ancak bu evrimciler için oldukça sıkıntılı bir durumdur çünkü bu tip gelişmiş organların bir defada ortaya çıktıklarını izah etmek yeteri kadar problem teşkil ederken, ayrı ayrı nasıl meydana geldiklerini açıklamaları imkansızdır.

Kısacası paralel evrimin diğer evrim çeşitlerinden tek farkı, gerçekleşmesi için daha çok tesadüfe ihtiyaç duyulmasıdır. Bu da bize, evrimin canlılardaki kusursuz yapılar ortaya çıktıkça, bilimsellikten uzaklaştığını göstermektedir.


Pasteur, Louis



Ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur (1822-1895) yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda şöyle bir sonuca varmıştı: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.";176

Pasteur "biyogenez" olarak bilinen "hayat ancak hayattan gelir" görüşü ile, Darwin'in evrime temel oluşturan "spontane jenerasyon" inancını da kesin olarak çürütmüş oldu. (bkz. Abiyogenez; Biyogenez)

Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim canlı hücresinin kompleks yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiası giderek daha büyük bir çıkmaz içine girdi.

Louis Pasteur

Louis Pasteur'ün bulguları, cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiasını kesin olarak tarihe gömmüştür.


Pekin Adamı Sahtekarlığı



1921'de Dr. Davidson Black, Çin'in Pekin şehrine bağlı Choukoutien Köyü yakınındaki bir çukurda iki azı dişi buldu. Black, bu iki azı dişini Sinanthropus Pekinensis olarak isimlendirdi ve bir hominid (insansı) olduğunu ileri sürdü. Dr. W. C. Pei 1927 yılında üçüncü azı dişini, 1928'de de bazı kafatası parçaları ve iki adet çene kemiği buldu. Black, bunların da Sinanthropus Pekinensis'e ait olduğunu ileri sürerek kafatası hacmini 900 cc olarak ilan etti. Yaşı da 500 bin yıl olarak tahmin edildi. 1936'da Amerikalı Prof. Franz Weidenreich ve Pei tarafından aynı yerde üç kafatası daha bulundu. Bu kafataslarının da Sinanthropus Pekinensis'e ait olduğunu ve beyin hacminin 1200 cc olarak değiştirildiğini açıkladılar. Delil olarak bulunan tüm materyaller iki azı dişi hariç 1941-1945'de kaybolmuştur. Şu an elde sadece Weindenrich'in yaptığı alçı modeller mevcuttur.

Pekin Adamı fosili

Pekin Adamı fosili


Evrim teorisinin geçersizliği konusundaki uzun yıllar süren çalışmaları ile tanınmış Prof. Duane Gish, konu ile ilgili olarak şunları bildirmektedir:


Evrime delil olarak ileri sürülen bu materyaller, iki diş hariç, 1941-1945 yılları arasında kaybolmuştur. Bugüne kadar da hiçbirisi bulunamamıştır. Bunların kayboluşu ile ilgili çok şey söylenmiştir. Bunların içinde en yaygın olanı, İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonlar tarafından kaybedildiğidir. Halbuki o sırada Pekin'de görevli bulunan ve kendisi de bir evrimci olan O'Connel ise, Japonlar'ın buraya gelmediğini, bu fosilleri evrimcilerin kendilerinin imha ettiğini belirtir. Ona göre, eldeki fosiller insanla maymun arası bir geçiş formu değildir. Kafatası o devirde avcıların avladıkları orangutan maymununa aittir. Bu gerçek sebebiyle fosiller imha edilerek ortadan kaldırılmıştır.

Hayatta olan hiç kimse bu materyallerin ne olduğunu bilmemektedir.

Sonuç olarak birkaç araştırmacı tarafından bu materyallerin bırakılmış olan tarif ve modellerinden başka ortada hiçbir delil yoktur. Bu araştırmacıların tamamı evrimcidir ve hepsi de insanın hayvan neslinden evrimleşerek meydana geldiğini iddia etmektedir. Bir bilim adamının tamamen namuslu ve şerefli olduğunu kabul etsek bile eldeki mevcut eksik ve karışık materyallere dayanarak yapacağı model veya modellerin, gerçeği ne dereceye kadar aksettireceği şüphelidir. Bundan başka Choukoutien'de keşfedilen materyallerde objektifliği ciddi şekilde etkileyecek noksanlıklar bulunmaktadır.

Eldeki modellerin hepsi Weidenreich tarafından yapılmıştır. Bu modellere nasıl güvenebiliriz. Bunlar, orjinal bir varlığın özelliklerini mi, yoksa Weidenreich'in düşüncelerini mi yansıtmaktadır?"177


Ünlü bilim adamı H. M. Wollais, Sinanthropus Pekinensis'i en ince teferruatına kadar incelemiş ve kafataslarının bir maymuna ait olduğu kanısına varmıştır:

Weidenrich'in, kafatasları orangutan ve şempanzeye benzemektedir.178

M. Boule de Pekin Adamı ile ilgili olarak, "Sinanthropus Pekinensis'in dişlerinin ve alt çenenin tüm özellikleri ileri yapılı maymunlara benzemektedir"179 demektedir.

Bir başka araştırmacı M. D. Leakley ise Olduvai George adlı eserinde; Olduvai George'nin ikinci nehir yatağında Pithecanthropus Erectus ve Sinanthropus Pekinensis'e benzer varlıkların aynı devirde yaşamış olduğuna dair deliller bulduğunu açıklamıştır.180 Ancak bu da çok çelişkili bir durumdur çünkü birbirinin atası durumunda olan iki varlığın aynı devirde yaşaması mümkün değildir. Ayrıca Pekin Adamı'na ait bu fosillerdeki köpek dişleri, komşusu kesici ön dişlerden bazı goril ve şempanzelerde olduğu gibi uzakta bulunmaktadır. Üst köpek dişleri de diğer dişlerden oldukça uzundur. Bütün bunlar bize bu kafataslarının ancak insanlar tarafından öldürülmüş büyük babon ve makilere ait olabileceğini kanıtlamaktadır.


Pentadactyl Homolojisi (Beşparmaklılık Benzerliği)



(bkz. Beş parmaklılık homolojisi)


Peptid Bağı



Bir proteinin meydana gelebilmesi için gerekli olan amino asit çeşitlerinin, uygun sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda dizilmeleri yetmez. Bunun için aynı zamanda, birden fazla kola sahip amino asit moleküllerinin yalnızca belirli kollarıyla birbirlerine bağlanmaları gerekmektedir. Bu şekilde yapılan bir bağa, "peptid bağı" adı verilir. Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler; ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca "peptid" bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden meydana gelirler.

Bunu bir benzetmeyle gözünüzde canlandırabilirsiniz: Örneğin bir arabanın bütün parçalarının eksiksiz ve yerli yerinde olduğunu düşünün. Fakat tekerleklerden birisi, oturması gereken yere, vidalarla değil de, bir tel parçasıyla ve dairesel yüzü yere bakacak bir biçimde tutturulsun. Böyle bir arabanın motoru ne kadar güçlü olursa olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun bir metre bile gitmesi imkansızdır. Görünüşte herşey yerli yerindedir, ancak tekerleklerden birisinin, yerine olması gerekenden farklı bir biçimde bağlanması, bütün arabayı kullanılmaz hale getirir. İşte aynı şekilde, bir protein molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka bir bağla bağlanmış olması, bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.

araba

Tekerleklerinden birisi, oturması gereken yere farklı bir biçimde tutturulan bir arabanın, motoru ne kadar güçlü olursa olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun bir metre bile gitmesi imkansızdır. İşte aynı şekilde, bir protein molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka bir bağla bağlanmış olması bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.


Yapılan araştırmalar, amino asitlerin kendi aralarındaki rastgele birleşmelerinin en fazla %50'sinin peptid bağı ile olduğunu, geri kalanının ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla bağlandıklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bir proteinin tesadüfen oluşabilmesi ihtimalini hesaplarken, (sol-ellilik zorunluluğunun yanı sıra) her amino asitin kendinden önceki ve sonraki ile yalnızca ve yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması zorunluluğunu da hesaba katmak gerekmektedir. (bkz. Sol-elli amino asitler)

Bu ihtimal de, proteindeki her amino asitin sol-elli olması ihtimali ile hemen hemen aynıdır. Yani, 400 amino asitlik bir proteini ele alacak olursak, bütün amino asitlerin kendi aralarında yalnızca peptid bağıyla birleşmeleri ihtimali 2399'da 1 ihtimaldir. Bu rakamlar ise çok açık bir şekilde tesadüfi etkilerle oluşumu imkansız kılar.

peptid bağı

Amino asitler birbirlerine peptid bağı ile bağlanırlar. Peptid bağı, diğer bağlardan ayıran en önemli özellik kolay çözülmemesidir. Bu sayede proteinler sağlam ve dayanıklıdırlar.


Piltdown Adamı Sahtekarlığı




Piltdown Adamı Sahtekarlığı

 

 

İNSAN KAFATASINA ORANGUTAN ÇENESİ:
Bilim dünyasını 40 yılı aşkın bir süre aldatan Piltdown Adamı fosili, gerçekte evrimcilerin iki ayrı parçayı biraraya getirerek yaptıkları bir bilim sahtekarlığıydı.


 

 


Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown Adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500'ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.181

Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935'te British Museum'u ziyaretinde, "doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş" diyordu.182

Piltdown Adamı Sahtekarlığı

Sahte fosile dayanılarak çizilen Piltdown Adamı


1949'da ise British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan "flor testi" metodunu, bazı eski fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı.

Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların da çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.183

Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark, "dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?" diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.184

Tüm bunların üzerine "Piltdown Adamı", 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum'dan alelacele çıkarıldı.


Pithecanthropus Erectus



(bkz. Nebraska Adamı sahtekarlığı)


Plasmid Transferi



Bakteriler, ana DNA parçalarına (kromozomlara) ek olarak plasmid denilen küçük bir DNA molekülünü de içerirler. Plasmid, mikrobiyolojide birçok bakteri türünde bulunan ve kromozomların dışında yer alan genetik maddedir. Ayrıca plasmid, bakteri için temel önemi olmayan (evrimcilere göre seçici yarar sağlayan) yuvarlak bir DNA molekülüdür. Plasmid DNA'nın bu yuvarlak biçimi, bakteriden içeri veya dışarı oldukça kolay girip çıkabilmesini sağlar. Plasmidlerin bu özelliği DNA birleştirme araştırmalarına yol açmıştır.

Plasmid transferi de bilim adamlarının DNA birleştirmek amacıyla bulduğu tekniklerden biridir. Yeniden birleştirilen (rekombinant) DNA'lar araştırması, üzerinde çalışma yapılabilecek büyük miktarlarda gen elde etmek amacıyla, değişik organizmaların DNA'larının birleştirilmesi ile yapılır. Bu tekniği kullanan bilim adamının amacı, çalışmak için belirli genlerden bol miktarda elde etmektir. Birçok biyolog bu yönteme biyoloji araştırmaları için bulunmuş en değerli araçlardan biri gözüyle bakar.185

Bu konu ile ilgili olarak verilen örneklerden biri, bakterilerin antibiyotik direnci özelliğidir. Geçmiş jenerasyonlardaki dirençli bakterilerin genleri, diğer bakterilere "plasmid"ler aracılığıyla taşınır. Direnç genleri çoğunlukla küçük DNA halkacıkları olan plasmidlerde kodlu bulunur. Dirençsiz bir bakteri bu şekilde edindiği bir direnç genini kolaylıkla kendi DNA molekülleri arasına dahil edebilir. Bu sayede tek bir dirençli bakteriden bile çok kısa bir süre içinde dirençli bir bakteri kolonisi ortaya çıkabilir. Ancak bu mekanizmanın evrime delil olabilecek hiçbir yönü yoktur, çünkü bakterilere direnç sağlayan genler, mutasyonlar sonucunda sonradan oluşmamaktadır. Sadece, zaten var olan genlerin bakteriler arasında aktarılması söz konusudur. (bkz. Antibiyotik direnci)


Platypus



Avustralya'da yaşayan, delikliler sınıfından Platypus isimli hayvan, evrimci iddiaların geçersiz olduğunu göstermesi bakımından iyi bir örnektir. Platypus, bir memeli olmasına rağmen yumurtlayarak çoğalır. Kıllı olması ve süt bezlerine sahip olması ise, bu canlının bir memeli olduğuna inanmak için yeterlidir. Daha ilginci, bu canlının kuş gagasına benzer bir ağzı vardır.

Bu canlı, hem memeli hem de sürüngen karakterine sahip olduğundan, evrimciler tarafından ilkel bir yaratık ve bir ara geçiş formu olarak sunulabilecek özelliklere sahiptir. Ancak gerçek hiç de böyle değildir. Monash Üniversitesi fizyologlarından Uwe Proske, bu canlı için "hayvanlar aleminin en harika yaratığı olmaya kesin aday bir hayvan" olduğu sonucuna varmıştır. Proske şöyle der:

"İlkel bir memeli olmanın çok ötesinde, Platypus kesinlikle çok yüksek düzeyde ilerlemiş durumdadır."186

Platypus, o denli gelişmiş bir canlıdır ki, kelimenin tam anlamıyla bir altıncı hisse sahiptir. Çamurlu sularda yaşadığından, elektrik sinyalleriyle hareket edebilecek bir mekanizmayla donatılmıştır. Bu açıdan Platypus'un diğer canlıların beş duyusuna ek olarak altıncı bir duyusu olduğunu söylemek mümkündür. Platypus'un bu elektroreseptör sistemi, bazı balıklarda bulunan sistemlere de hiç benzememektedir. Bu, çok daha karmaşıktır. Platypus, kendine özgü hareketleriyle ırmaklarda elektrik alanı oluşturur ve bunu kullanarak ırmağın yüzeyinin biçimini belirler.

Platypus bir "mozaik canlı"dır. Ancak eğer bugün Platypus'un soyu tükenmiş olsa ve fosil kayıtlarında kalıntılarına rastlanmış olsaydı, evrimciler hiç tereddüt etmeden bu hayvanın, sürüngenlerden memelilere bir ara geçiş formu olduğunu ileri süreceklerdi. Günümüzde sözü edilen tüm sözde ara geçiş formları, işte bu tür çarpıtmaların birer sonucudurlar.


Pleiotropik Etki



Mutasyonların canlılara sadece hasar verdiklerinin kanıtlarından biri, genetik şifrenin kodlanış biçimidir. Gelişmiş canlılardaki bilinen hemen hemen tüm genler, canlıyla ilgili birden fazla bilgiyi içerirler. Örneğin bir gen, hem boy uzunluğunu hem de canlının göz rengini kontrol ediyor olabilir. Moleküler biyolog Michael Denton, genlerin "pleiotropik etki" denen bu özelliğini şöyle açıklar:

Genlerin gelişim üzerindeki etkileri şaşılacak derecede farklıdır. Ev faresinde tüy rengiyle ilgili hemen her gen, boy uzunluğuyla da ilgilidir. Meyve sineği Drosophila Melanogaster'in göz rengi mutasyonları için kullanılan 17 adet X ışını deneyinden 14'ünde göz rengiyle oldukça ilgisiz olan dişinin cinsel organlarının yapısı etki görmüştür. Yüksek organizmalarda incelenen hemen her gen, bir organdan fazla etkiye sahiptir. Pleiotropik etki ismi verilen bu olay hakkında (Ernst) Mayr "yüksek organizmalarda pleiotropik olmayan herhangi bir genin bulunuşu şüphelidir" der.187


Pleiotropik Etki

 

 

 

 

1- Kanatlar çıkmıyor
2- Ayaklar normal boyda, ancak uçları tam gelişmiyor
3- Yumuşak tüy dokusu yok
4,5- Solunum kanalı olmasına rağmen akciğer yok
6,7- İdrar yolu büyümüyor ve böbreğin gelişimine yol açmıyor.


 

 

 

 

Sol tarafta, evcil bir tavuktaki normal gelişim, sağda ise pleiotropik bir genin mutasyona uğramasının doğurduğu zararlı etkiler görülüyor. Dikkat edilirse, tek bir gende meydana gelen bir mutasyon, birbirinden çok farklı organlara zarar verebilmektedir. Eğer bir mutasyonun yararlı bir etki oluşturacağı varsayılsa bile, söz konusu "pleiotropik etki", daha pek çok organa zarar vererek bu yararı da ortadan kaldıracaktır.


Canlıların genetik yapılarındaki bu özellik nedeniyle, tesadüfi bir mutasyon sonucu DNA'daki herhangi bir gende meydana gelen bozukluk, birden fazla organa etki edecektir. Böylece mutasyon sadece belirli bir bölge içinde kalmayacak, çok daha fazla yıkıcı etkilere sahip olacaktır. Eğer bu etkilerin birinin çok nadir rastlanacak bir tesadüf sonucunda yararlı olabileceği varsayılsa bile, diğer etkilerin kaçınılmaz zararı bu yararı da yok edecektir. (bkz. Mutasyon: Hayali bir mekanizma)

Dolayısıyla canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur.


Popülasyon



Popülasyonlar çok fazla genetik çeşitlilik gösteren fertlerden oluşan topluluklardır. Bir popülasyonun genetik yapısını, popülasyonu oluşturan bireyler belirler. Bir başka tanımlamayla popülasyon aynı türe ait, fakat kalıtsal bileşimleri farklı olan bireylerin oluşturduğu topluluklardır. Ekolojik açıdan ise popülasyon, belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe bağlı bireylerin oluşturduğu topluluk olarak tanımlanır.188

Kalıtsal özelliklerin bireylerden çok popülasyonlar üzerinde etkili olduğunun, bireylerin ise popülasyondaki genleri taşıyan aracılardan başka bir şey olmadığının anlaşılması ile popülasyon genetiği ön plana çıkmıştır.


Protein



Proteinler, "amino asit" adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan "dev" moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır.

Önemli olan nokta şudur: Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi, o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit tam gereken yerde, tam gereken sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim teorisi ise, bu düzenlilik karşısında çaresizdir. Çünkü söz konusu düzenlilik, asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar olağanüstüdür. Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla dahi rahatlıkla görülebilir.


miyoglobin proteini

 

 

 

Resimde miyoglobin proteininin üç boyutlu yapısı ve atomları arasındaki peptid grupları görülmektedir. Kuşkusuz böyle kusursuz bir yapının tesadüflerle oluşması imkansızdır.

 

 

 


Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino asitler 10300 farklı biçimde dizilebilir. (Bu, 1 rakamının sağına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir sayıdır.) Ancak bu dizilimlerden yalnızca bir tanesi söz konusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek anlamsız amino asit zincirleridir.

Dolayısıyla yukarıda örnek verdiğimiz protein moleküllerinden yalnızca bir tanesinin tesadüfen meydana gelme ihtimali "10300'de 1" ihtimaldir. Bu ihtimalin pratikte gerçekleşmesi ise imkansızdır. (Matematikte 1050'de 1'den küçük ihtimaller "sıfır ihtimal" kabul edilirler.)

Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan binlerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise, "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz.

Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, tek başına bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan Mycoplasma Hominis H 39'un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.

Bir proteinin üç boyutlu yapısı

Bir proteinin üç boyutlu yapısı


Hiçbir evrimci de bu rakamlara bir itirazda bulunamaz. Tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin "bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele basarak hiç hata yapmadan insanlık tarihini yazması" kadar imkansız olduğunu onlar da kabul etmektedirler.189 Ama doğru olan açıklamayı, yani yaratılışı kabul etmektense, bu imkansızı savunmaktadırlar.

Pek çok evrimci bu gerçeği itiraf eder. Örneğin Harold Blum adlı evrimci bilim adamı, "bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir" demektedir.190

Evrimciler, moleküler evrimin çok uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkansız olanı mümkün hale getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse verilsin, amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları imkansızdır. Amerikalı jeolog William Stokes, Essentials of Earth History (Yeryüzü Tarihinin Esasları) adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken "eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı" diye yazar.191

Tüm bunların ne anlama geldiğini kimya profesörü Perry Reeves şöyle açıklamaktadır:

Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur.192


Prokaryot Hücre



(bkz. Bakterinin kökeni)


Protoavis



Evrimciler, Archæopteryx'i bir ara geçiş formu olarak sunarken, onun dünyada yaşamış en eski kuş-benzeri canlı olduğu kabulünden yola çıkmışlardı. Oysa kendisinden çok daha eski tarihli bazı kuş fosillerinin bulunması, Archæopteryx'i kuşların atası konumundan kesin olarak uzaklaştırdı. Hem de bu kuşlar, Archæopteryx'e atfedilen sözde sürüngen özelliklerinin hiçbirine sahip olmayan kusursuz birer kuştu.

Protoavis fosili

Yaşı 225 milyon yıl olarak hesaplanan Protoavis fosili, kendisinden 75 milyon yıl daha yaşlı olan Archæopteryx'in kuşların atası olduğu tezini çürüttü.


Söz konusu fosillerin en önemlisi, yaşı 225 milyon yıl olarak hesaplanan Protoavis'ti. İlk olarak Nature dergisinin Ağustos 1986 tarihli sayısında, "Fosil Kuş Evrimsel Hipotezleri Sarsıyor" başlıklı makalede varlığı duyurulan Protoavis fosili, kendisinden 75 milyon yıl daha yaşlı olduğu Archæopteryx'in kuşların atası olduğu iddiasını çürüttü. Vücut yapısı, diğer tüm kuşlardaki gibi içi boş kemiklere sahip iskeleti, uzun kanatları ve kanatlarındaki tüy izleri Protoavis'in mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu.

Smithsonian Enstitüsü'nden N. Hotton, Protoavis fosilini şöyle tarif eder:

Protoavis gelişmiş bir lades kemiğine, (kuşlarda uçmaya yardımcı olan) göğüs kemiğine, içi boş (böylece hafif) kemiklere ve uzun kanat kemiklerine sahiptir... Kulakları bu kuşların ses çıkararak haberleştiklerini göstermiştir. Çoğu dinozor ise sessizdir.193

Alman biyologlar Reinhard Junker ve Siefried Scherer, Protoavis'in evrimci tezlere indirdiği darbeyi şöyle açıklarlar:

Archæopteryx'in Protoavis'ten 75 milyon yıl daha genç olması nedeniyle bunun evrimin kör bir dalı olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yaratılışı savunanların ileri sürdükleri gerçek geçiş formlarının olmadığı, sadece mozaik formların bulunduğu düşüncesi güçlenmiş bulunmaktadır. Protoavis'in günümüz kuşlarına pek çok yönden benzemesi, kuş ve sürüngen boşluğunu daha da belirgin duruma getirmiş bulunuyor.194

Ayrıca Protoavis'in evrimciler tarafından hesaplanan yaşı o kadar eskidir ki bu kuş, yine evrimci kaynakların verdiği tarihlere göre, yeryüzünde ilk dinozorlardan bile daha yaşlıdır. Bu ise, kuşların dinozorlardan evrimleştikleri teorisinin kesin olarak çökmesi anlamına gelir.

 


DİPNOTLAR



162. Prof. Dr. Eşref Deniz, Tıbbi Biyoloji, 4. baskı, Ankara, 1992, s. 354.

163. Science, July 17, 1981, s. 289.

164. N. Eldredge, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, ss. 45-46.

165. S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes, and the Origin of Species, Basic Books, Inc., Publishers, NewYork, 1981, s. 71.

166. G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76.

167. Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, ss. 126-127.

168. Henry Gee, In Search of Deep Time, The Free Press, New York, 1999, ss. 116-117.

169. Paul S. Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35.

170. http://www.athro.com/evo/pthumb.html; Paul J. Morris, and Susan F. Morris "The Panda's Thumb", Jan 2000.

171. http://www.users.bigpond.com/rdoolan/panda.html; "The Panda's Thumb... No Evidence For Evolution".

172. Endo, H., Yamagiwa, D., Hayashi, Y. H., Koie, H., Yamaya, Y., and Kimura, J., Nature, vol. 397, 1999, ss. 309-310.

173. http://www.cithep.caltech.edu/~metzler/talks/Imprinting/early.html; "Early Theories of Inheritance".

174. Özer Bulut, Davut Sağdıç, Selim Korkmaz, Biyoloji Lise 3, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s.182.

175. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 3, Sürat Yayınları, Ağustos 1999, s. 254.

176. Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, W.H. Freeman and Company, San Francisco, 1972, s. 4.

177. Gish, D. T., Evolution: The Fossils Say "No", Creation-Life Publishers, San Diego, 1979.

178. M. Boule and H. M. Wollais, Fossil Men, The Dreyden Press, New York, 1957, ss. 118-123.

179. M. Boule, L'anthropologie, 1937, s. 21.

180. M. D. Leakey, Olduvai Gerge, vol. 3, Cambridge University Press, Cambridge, 1971, ss. 24, 272.

181. Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids, Eerdmans, 1980, s. 59.

182. Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, April 5, 1979, s. 44.

183. Kenneth Oakley, William Le Gros Clark & J. S, "Piltdown", Meydan Larousse, cilt 10, s. 133.

184. Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, April 5, 1979, s. 44.

185. Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, Tübitak, Ankara, 1998, ss.78-79.

186. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books Ltd., London, 1985, ss. 109-110.

187. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books Ltd., London, 1985, s. 145.

188. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, cilt-I, kısım-I, Ankara, 1993, s. 530.

189. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1995, s. 61.

190. W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Thomas Nelson Co., Nashville, 1991, s. 304.

191. W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., Nashville, 1991, s. 305.

192. J. D. Thomas, Evolution and Faith, Abilene, TX, ACU Press, 1988, ss. 81-82.

193. "Paleontology: Fossil Revisionism", Science, October 1986, s. 85; Scientific American, September 1986, s. 70.

194. Reinhard Junker, Siefried Scherer, Enstehung und Geschichte der Lebewesen, Wegel Biologie, Brühlsche Universitatsdruckerei, Giessen, 1986, s.175.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü