Harun Yahya


T



Tabiat Ana Kavramının Akıldışılığı



Darwin'i etkisi altına alan ve onu karşılaştığı canlılara yaratılmışlık temelinden farklı bir açıklamaya zorlayan düşünce akımı, 19. yüzyılın din-dışı atmosferinin en önemli ürünlerinden biri olan natüralizmdi. Natüralizm, doğadan ve duygularla algılanan dünyadan başka bir gerçeklik tanımayan düşünce akımıydı. Bu sapkın görüşe göre doğa, kendi kendisinin yaratıcısı ve hakimiydi. "Tabiat ana" gibi kavramlar ya da "doğa insana şu yeteneği vermiş, doğa bu canlıyı böyle yaratmış" gibi klişeleşmiş sözler, natüralizm akımının toplum zihnine yerleştirdiği önkabullerin birer sonucudurlar.

Evrimciler tüm canlılara sahip oldukları özellikleri verenin "tabiat ana" olduğunu söylerler. "Tabiat ana" ise bildiğimiz taş, toprak, su, ağaç, bitki, vs.den oluşur.Tabiatın bu parçalarının canlılara bilinçli ve akıl yüklü eylemler yaptırması ya da canlıları programlamak için gerekli akla ve yeteneğe sahip olmasıysa mümkün değildir. Çünkü doğada gördüğümüz herşey yaratılmıştır ve dolayısıyla bunlar yaratıcı olamaz. Canlılar sahip oldukları üstün özellikleri kendi akılları ile bulup yapmadıklarına ve bu özellikleri ile doğduklarına göre, bu özellikleri onlara veren, onları bu tavırları gösterecek şekilde yaratan üstün akıl ve ilim sahibi bir Yaratıcı vardır. Yüce Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız'dır.


Taksonomi



Canlılar biyologlar tarafından belirli sınıflandırmalara ayrılırlar. "Taksonomi" ya da "sistematik" olarak da bilinen bu sınıflandırma, 18. yüzyıl bilim adamı Carolus Linnaeus'a kadar uzanır. Linnaeus'un kurduğu sınıflandırma sistemi günümüze kadar geliştirilerek devam etmiştir.

Bu sınıflama içinde hiyerarşik kategoriler vardır. Canlılar ilk önce "alem"lere ayrılırlar; bitkiler ya da hayvanlar alemi gibi. Sonra bu alemler kendi içinde filumlara (şubelere) bölünür. Filumlar da daha alt gruplara ayrılır. Sınıflama yukarıdan aşağı şu şekildedir:226


Alem (Kingdom)

Filum (Phylum, çoğulu Phyla)

Sınıf (Class)

Takım (Order)

Aile (Family)

Cins (Genus, çoğulu Genera)

Species (Tür)


Bugün biyologların çoğunluğu, beş ayrı alem olduğunu kabul eder. Bitkiler ve hayvanların yanında, mantarlar, monera (bakteriler gibi hücre çekirdeği olmayan tek hücreliler) ve protista (algler gibi çekirdeği olan hücreler) ayrı birer alem sayılır. Bunların en önemlisi, kuşkusuz hayvanlar alemidir. Hayvanlar aleminin kendi içindeki en büyük bölünme, farklı filumlardır. Bu filumlar belirlenirken her birinin tamamen farklı vücut planlarına sahip oldukları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin arthropodlar (eklem bacaklılar) kendilerine has bir filumdur ve filuma dahil edilen tüm canlılar temelde benzer bir vücut planına sahiptir. Chordata olarak adlandırılan filum ise, merkezi bir sinir ağına sahip olan canlıları barındırır. Bizim için tanıdık olan balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler gibi hayvanların tümü, Chordata'nın bir alt sınıfı olan omurgalılar kategorisine dahildir.


Taung Çocuğu fosili



Bütün Australopithecus fosilleri Afrika kıtasının güney kısmında bulunmuştur. Bu türe "Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus isminin takılmasının nedeni, bu hayvanların günümüzde yaşayan maymunlarla çok benzer özelliklere sahip olmalarıdır.

Bu türe ait olduğu iddia edilen ilk fosiller 1924 yılında Güney Afrika'nın Taung bölgesindeki bir kömür madeninde bulundu. Australopithecus olarak tanımlanan ilk fosil, genç bir maymunun yüz ve alt çene kemikleri ile 410 cc hacimli kafatasından oluşmaktaydı. Fosili bulan kişiler bunu Witwater Üniversitesi'nde anatomi profesörü olan Dr. Raymond Dart'a götürdüler.

Taung Çocuğu fosili

Taung Çocuğu fosili


Dr. Raymond Dart bu fosilin kafatasının ince yapısına dayanarak ve dişlerinin insan dişine benzediğini düşünerek bunun bir hominid fosil olduğunu öne sürdü. Kısa bir süre sonra da Nature dergisinde "Australopithecus: Güney Afrika'daki Maymun Adam" isimli bir makale yayınladı. Fosilin aslında bir şempanzeye ait olduğunu söyleyen dönemin bilim adamları Dart'ı pek ciddiye almamışlardı. Ancak bunun bir hominid olduğu fikrinde ısrar eden Dart, ünlü bir fizikçi olan Dr. Robert Broom'u da ikna ederek hayatının geri kalanını yeni bulduğu tür için destek aramaya adadı. Hatta o zamanlar bulduğu fosile bilim çevrelerinde alaycı bir şekilde "Dart Bebeği" ismi takılmıştı. Daha sonraları evrimciler bu fosile sahip çıkarak Australopithecines ismini verdikleri yeni bir tür uydurdular. İlk bulunan fosile de Australopithecus africanus ismini taktılar.

Genç bir bireye ait olduğu düşünüldüğünden "Taung Çocuğu" ismi takılan bu fosilin bulunmasından sonra başta Leakey ailesi olmak üzere diğer paleoantropologlar da araştırmalarını hızlandırdılar. 1950'li yıllarda National Geographic dergisinin finansmanıyla yapılan kazılarda Güney Afrika Kromdraii, Swartkrans ve Makapansgat'ta da Australopithecus olduğu kabul edilen başka fosiller bulundu. Bu maymun fosillerinin bir kısmı daha kaba yapılı, bir kısmı da daha narin, ufak tefek ve ince yapılıydı. Kaba yapılı olan, diğerinden çok daha cüsseli ve ağırdı, daha büyük alt çeneye ve en belirgin özellik olarak kafasının üzerinde kemiksi bir çıkıntıya sahipti. Bütün bunlar bugünkü dişi ve erkek maymunlar arasında da mevcut olan cinsiyet farklılaşmasının tipik birer örneği olmasına rağmen, bilim adamları bunları ısrarla ayrı türler olarak yorumladılar.

Dart, Australopithecus africanus ismi takılan fosili öne sürdükten sonra zamanın bilim adamlarından önemli tepkiler almıştı. Dart'ın bulduğu fosil üzerine yorum yapan zamanın belli başlı anatomistlerinden Arthur Keith şöyle diyordu:

(Dart'ın) iddiası çok saçmadır, Africanus kafatası genç bir antropoid... Ve bugün yaşamakta olan iki antropoid grubu olan goril ve şempanzelere o kadar benziyor ki, bu fosili bu gruba dahil etmek için düşünmeye bile gerek yoktur.227

Evrimci paleoantropologlara göre Australopithecuslar'ın insanlarla paylaştıkları ortak özellik, ağaçları terk ederek iki ayaklılığa uyum sağlamış olmalarıydı. Dart, bulduğu "Taung Çocuğu" fosilinin iki ayağı üzerinde durabildiği sonucuna ise şuradan varmıştı: Kafatasında, "magnum" adı verilen omuriliğin geçtiği kısım, Dart'a göre insandakinden geride, ancak maymununkinden ilerideydi. Bu noktadan yola çıkarak hayvanın iki ayağı üzerinde durabildiğini iddia etmekteydi. O dönemde bilim adamları tarafından kabul görmeyen bu teori, 1950'li yıllarda tekrar benimsendi. Ancak elde tam olarak iki ayaklılık tahmini yapmaya imkan verebilecek, bir iskelet parçası yoktu. Elde olan örnekler, kafatası ve oldukça dağınık haldeki birkaç uyluk, kalça ve ayak kemiğinden ibaretti. Ancak yine de evrimciler iki ayaklılık konusundaki ısrarlarını sürdürdüler.

Lord Zuckerman (Dr. Solly Zuckerman) dünya üzerinde Australopithecines ailesini belki de en ayrıntılı olarak incelemiş kişiydi. Bir evrimci olmasına karşın Zuckerman Australopithecuslar'ın maymundan başka bir şey olmadıklarını düşünüyordu. Beraberindeki dört kişilik araştırma ekibiyle zamanın en gelişmiş anatomik inceleme metotlarını kullanan Zuckerman, 1954'te başlayan ve birkaç yıl süren araştırma ve incelemelerden sonra bu yaratıkların iki ayakları üzerinde durmadıklarını ve insanla maymun arası bir forma sahip olmadıklarını açıkladı. Lord Zuckerman ve ekibinin sonuç raporu şöyleydi:

Bu yaratıklar bugün yaşayan hiçbir primat türüyle aynı olmamalarına rağmen, insan türüyle de ilişkili oldukları söylenemez. Bu yaratıkların dik durdukları ve yürüdükleri hakkındaki anatomik temel, bunların insan dışı primatların bir varyantı şeklinde yürüdükleri teorisinden çok daha çürüktür. Bu sebeple bu teori kabul edilemez.228

1950'lerin ortalarında Zuckerman tarafından ortaya konulan bu yargılar, sonraki araştırmacılar tarafından da doğrulandı. Bir beyin uzmanı olan Dean Falk, 1975'te yayınladığı makalesinde Taung kafatasının ait olduğu türün, yavru bir maymun olduğunu açıkladı. "Dart, Taung'un beyninin insana benzediğini söylemişti. Ancak bunun yanlış olduğu anlaşılmış bulunuyor... Taung'un hominid özellikleri abartılıdır" diyen Falk şöyle devam ediyordu:

İnsanlar gibi maymunlar da büyürken birtakım evrelerden geçmektedirler. Bu fosillerin analizinde Dart, bu evreleri ve kalın kaş çıkıntısı, kalın boyun, kafadaki kemiksi çıkıntı gibi özelliklerin genç maymunlarda bulunmayışını dikkate almamıştır. Henüz ergenliğe ulaşamamış maymunlarda bu tip oluşumlara rastlanmaması çok doğaldır... Dart yuvarlak kafatası ve omuriliğin pozisyonu gibi oluşumları açıklarken de taraflı bir şekilde bunun genç bir maymuna değil bir hominide ait olması gerektiğini düşünmüştür.229

Bu arada, Australopithecus africanus'un hominid olarak tanımlanan en önemli özelliği, yani kaş çıkıntılarının olmayışı, bugün yaşamakta olan genç gorillerde de görülen bir durumdur. Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, evrimciler tarafından Australopithecus africanus olarak adlandırılan kafatası, insanın bir atasına değil, geçmişte ince yapılı, muhtemelen de genç bir maymuna aittir.


Tek Hücrelilikten Çok Hücreliliğe Geçiş Yalanı



Evrim senaryosuna göre tesadüf eseri ortaya çıkan tek hücreli canlılar tüm canlılığın ilkel atalarını oluşturmuşlardır. Oluşan bu tek hücreli canlı ise zaman içerisinde çoğalarak diğer çok hücreli organizmaları meydana getirmiştir. Evrimci bir kaynakta bu hayali gelişim süreci şöyle açıklanmaktadır:

Tek hücreli organizma, nedenleri tümüyle anlaşılmayan bir karmaşıklaşma eğilimi taşıyordu. Bu eğilimin nedeni, belki de büyüme ya da daha etkili bir yapı edinme ihtiyacıydı. Hücrenin büyümesi, hücredeki çekirdek sayısında bir artışa yol açtı. Söz gelimi, bazı amiplerin 50 çekirdekleri vardı. Öte yandan hücrelerin koloniler halinde gruplaşması, görev bölümüne ve etkililiğin artmasına yol açtı. Böyle kolonilerde hücreler eşitti ama, değişik işlevler için farklılaşmaya başlamışlardı.

Evrimcilere göre bu farklılaşma, tek hücreden çok hücreye geçişin ilk adımıydı. Gelişmenin bu aşamasında tam anlamıyla çok hücreli olmayan organizmalar, kolonilerdeki hücreler arasındaki iş bölümünün artmasıyla gerçekten çok hücreli oldular. Hücreler, bağımsız olarak yaşama yeteneklerini yitirdiler ve bir anlamda çok hücreli organizmalar oluşturdular…

Bu senaryonun devamı şöyledir: Besin bulma ve bağımsız hareket etme ihtiyacı arttıkça ya da toplu halde yaşamanın canlı kalma yönünden avantajları ortaya çıktıkça, hücreler arasındaki farklar da belirginleşti. Nedeni ne olursa olsun, hücreler farklılaşmayı ve iş bölümünü artırmayı sürdürdüler. Evrim sürecinin bu aşamasında hücreler, çok hücreli organizmaları oluşturdular...230

Bu masalsı görüşün temelinde tek hücreli canlıların ilkel, basit organizmalar olarak kabul edilmesi bulunmaktadır. Ancak ne tek hücreli organizmalar evrimcilerin öne sürdükleri gibi basit canlılardır, ne de yukarıda ifade edilen kararları alacak, görevleri edinecek bir bilince sahiplerdir. Tek hücreli canlılar çok hücreli canlılara kıyasla daha basit bir yapıya sahip olabilirler ancak bu, tek hücreli organizmaların ilkelliğine hiçbir zaman delil olarak öne sürülemez. Nitekim bir bakteri tek hücreli bir canlı olmasına karşın, inceleyenleri hayrete düşürecek bir kompleksliğe sahiptir.

bakteriler

Bakteriler çok küçük olmalarına rağmen, gerek yapıları gerekse de işlevleri bakımından son derece kompleks özelliklere sahiptirler.


Darwinistlerin "basit" olarak tanımladıkları bakteriler için ünlü İngiliz Zoolog Sir James Gray şunları söylemektedir:

Bir bakteri insanın bildiği herhangi bir cansız sistemden çok daha komplekstir. Dünyada, en küçük canlı organizmanın biyokimyasal faaliyetiyle rekabet edecek bir laboratuvar yoktur.231

Bütün bunlar bakterilerin son derece detaylı özelliklere sahip olduklarını göstermektedir. Evrimci James A. Shapiro, bakterinin sahip olduğu bu özellikler nedeni ile kompleks bir canlı olduğunu ise şu şekilde itiraf etmektedir:

Bakteriler çok küçük olmalarına rağmen, bilimsel tanımlamanın çok ötesine giden biyokimyasal, yapısal ve davranışsal komplekslikler gösterirler. Günümüzdeki mikroelektronik devrimine uygun olarak, bakterilerin büyüklüğünü basitlikten ziyade komplekslikle eşit saymak daha mantıklı olabilir... Bakteriler olmaksızın yeryüzünde hayat şu anki haliyle var olamazdı.232


Teori



Çok sayıda gözlem ve deneylerle desteklenebilen bir hipoteze "teori" (kuram) denir. (bkz. Hipotez) Bir başka deyişle teori kökleşmiş bir hipotezdir. Ancak teori deneylerle ispatlanmış olmasına rağmen, bunun aksinin ispatlanması da mümkündür. Örneğin Dalton'un atom teorisi olarak bilinen "atom, maddenin bilinmeyen en küçük parçasıdır" iddiası günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.233 Gelişen bilim ve teknoloji atomdan çok daha küçük parçaların -örneğin kuarkların- varlığını ortaya koymuştur.

Bilimsel bir teori, doğadaki gözlemlenebilen bazı gerçekleri deneyler yoluyla açıklama girişimidir. Sık sık tek bir doğal olay aynı zamanda bir teori, bir gerçek ve bir kanuna ilişkin olarak anlatılabilir. Örneğin yerçekimi bir gerçektir. Çekim kuvvetinin kendisini göremesek de, bu gücün etkisini yere bir şey düşürdüğümüzde görürüz. Bu çekimin nasıl gerçekleştiği sorusunu anlatan bir de yerçekimi teorisi vardır. Yerçekiminin nasıl işlediğini gerçekte bilemesek de bunu açıklamaya çalışan teoriler vardır. Isaac Newton tarafından formüle edilmiş olan yerçekimi kanunu bunlardan biridir. Özetle bilimsel bir gerçek gözlemlenebilen doğal bir olaydır, bilimsel bir teori bu doğal olayın nasıl işlediğinin ve bilimsel bir kanun da bu doğal olayın matematiksel tarifidir.

Ampirik (deneysel) bilimin en önemli gerekliliği, incelemek istediğimiz bir nesnenin ya da olayın gözlemlenebilir olmasıdır. İkinci koşul ise bu nesne veya olay tekrar edilebilmelidir. Sonuç olarak gözlemlenebilir ve tekrar edilebilir bir olay hakkında yapacağımız herhangi bir açıklama test edilebilmelidir. Böylece bir deneyin teoriyi çürütüp çürütmediğini tespit etmemiz mümkün olur. Eğer bir kimsenin bir olay hakkında getirdiği açıklama hiç kimsenin test edemeyeceği veya çürütemeyeceği şekilde ise, bu bir teori olmayacak bir inanç olacaktır. 234

Evrimciler de ana evrimsel değişimlerin çok yavaş ya da insanların hayat sürelerinde gözlemleyemeyecekleri şekilde çok nadir olduğunu söylerler. Evrimci Theodosius Dobzhansky'e göre evrimsel değişimler meydana geldiğinde bile, doğa tarafından "nadir, tekrarı olmayan ve aksi yönde değiştirilemeyen" şeylerdir. Tanınmış evrimcilerden Paul Ehrlich ise evrim teorisinin hiçbir gözlemle çürütülemez olduğunu, dolayısıyla ampirik bilimin dışında kabul edilmesi gerektiğini savunur.235

Diğer taraftan da evrimciler evrimin iki şekilde gerçekleştiğini öne sürerek -gözlemlenebilir mikro evrim ve gözlemlenemeyen makro evrim-, bu hayali süreci bilimsel bir gerçek olarak yansıtmaya çalışırlar. (bkz. Mikro evrimin geçersizliği; Makro evrim masalı) Makro evrim evrimcilere göre sürüngenlerin kuşlara, maymunların insanlara değişimi için gerekli olan sınırsız varyasyon sürecidir. Ancak kimse bunun gerçekleştiğine şahit olmamıştır.236 Mikro evrim ise evrimcilere göre gözlemleyebileceğimiz, çeşit üreten belirli bir türün sınırlı varyasyon sürecidir. Ancak mikro evrim olarak öne sürülen değişimler yeni bir tür, yeni bir özellik ortaya çıkarmamaktadır. Dolayısıyla iddia edildiği gibi evrimleştirici mekanizmalar değildir. Ayrıca mikro evrim kelimesi makro evrim oluşturan varyasyon çeşidinin olduğunu ima etmek amacıyla söylenir. (bkz. Varyasyon) Böylece hiçbir kanıtı olmayan gözlemlenemeyen bir olay tahmin edilmiş olur.

Bu sebeplerden ötürü evrim gözlemlenemez, tekrar edilemez ve onun için bilimsel bir gerçek ya da teori değildir. Ayrıca evrim teorisi bir kısım çevrelerin sandıkları ya da göstermeye çalıştıkları gibi "açık bir bilimsel gerçek" de değildir.237 Aksine, evrim teorisi ile bilimsel bulgular karşılaştırıldığında ortaya çok büyük bir çelişki çıkmaktadır. Evrim teorisi hayatın kökeni, popülasyon genetiği, karşılaştırmalı anatomi, paleontoloji ve biyokimyasal sistemler gibi pek çok farklı alanda, ünlü bir biyokimyacı olan Prof. Michael Denton'ın ifadesiyle "kriz" içindedir.238


Termodinamiğin İkinci Kanunu (Entropi Kanunu)



Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Aynı gerçek "Entropi Kanunu" olarak da ifade edilir. Entropi, fizikte, bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir.

Bu gerçek hepimizin yaşamları sırasında da yakından gözlemlediği bir durumdur. Örneğin bir arabayı çöle götürüp bırakır ve aylar sonra durumunu kontrol ederseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş, daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine lastiklerinin patlamış, camlarının kırılmış, kaportasının paslanmış, motorunun çürümüş olduğunu görürsünüz. Ya da evinizi "kendi haline" bırakırsanız, her geçen gün daha düzensizleştiğini, dağıldığını, tozlandığını görürsünüz. Ancak bilinçli bir müdahale ile (yani evi temizleyip düzenleyerek) bu süreci geriye çevirebilirsiniz.

Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur. Öyle ki yüzyılımızın en büyük bilimadamı kabul edilen Albert Einstein, bu kanunu "bütün bilimlerin birinci kanunu" olarak tanımlamıştır. Amerikalı bilimadamı Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü) adlı kitabında şöyle der:

Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir. Albert Einstein, bu kanunun bütün bilimlerin birinci kanunu olduğunu söylemiştir; Sir Arthur Eddington ondan, bütün evrenin en üstün metafizik kanunu olarak bahseder.239

Entropi Kanunu, evrenin her türlü doğaüstü müdahaleye kapalı bir madde yığını olduğunu iddia eden materyalizmi kesin biçimde geçersiz kılar. Çünkü evrende çok belirgin bir düzen vardır, ama evrenin kendi kanunları bu düzeni bozmaya yöneliktir. Bundan iki sonuç çıkmaktadır:


1) Evren materyalistlerin iddia ettiği gibi sonsuzdan beri var olamaz. Çünkü eğer böyle olsa, Termodinamiğin İkinci Kanunu, şimdiye kadar çoktan evrendeki entropiyi maksimum düzeye çıkarmış olurdu ve evren, hiçbir düzene sahip olmayan tekdüze (homojen) bir madde yığını haline gelirdi.

2) Big Bang'in ardından evrenin hiçbir doğaüstü müdahale ve kontrol olmadan şekillendiği iddiası da geçersizdir. Çünkü Big Bang'in ardından ortaya çıkan evren, sadece düzensizliğin hüküm sürdüğü bir evrendir. Ama bu evrende giderek düzenlilik artmış ve evren bugünkü düzenli yapısına kavuşmuştur. Bu, doğa kanunlarına (entropi yasasına) aykırı bir biçimde gerçekleştiğine göre, demek ki evren doğaüstü bir yaratılışla düzenlenmiştir.


Evrende hüküm süren düzen de, bizlere evrene hakim olan üstün bir Aklın varlığını gösterir. Nobel ödüllü ünlü Alman fizikçi Max Planck, evrendeki bu düzeni şöyle açıklar:

Özetlemek gerekirse, pozitif bilimler tarafından doğanın dev yapısı hakkında bize öğretilen herşey, kesin bir düzenin hüküm sürdüğünü göstermektedir; bu, insan zihninden bağımsız bir düzendir. Algılarımızla tanımlayabildiğimiz kadarıyla, bu düzen ancak amaçlı bir düzenleme sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla evrenin bilinçli bir düzene sahip olduğuna dair açık kanıt vardır.240

eski araba

Bir arabayı doğal şartlara bırakırsanız, mutlaka yıpranır, paslanır ve çürür. Aynı şekilde, bilinçli bir düzenleme olmadığı sürece, evrendeki tüm sistemler bozulmaya doğru gider. Bu, kaçınılmaz bir doğa yasasıdır.


Evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve hiçbir biçimde düzenlenmediğini savunan materyalizm, evrendeki büyük denge ve düzen karşısında büyük bir açmazdadır. Ünlü İngiliz fizikçi Paul Davies, bunu şöyle ifade eder:


Evrende nereye bakarsak bakalım, en uzaktaki galaksilerden atomun derinliklerine kadar, bir düzenle karşılaşırız... Bu düzenli, özel evrenin merkezinde "bilgi" kavramı yatmaktadır. Yüksek derecede özelleşmiş olan ve organize edilmiş bir düzenleme sergileyen bir sistem, tarif edilebilmek için çok yoğun bir bilgi gerektirir. Ya da bir başka deyişle bu sistem yoğun bir "bilgi" içermektedir...

Bu durumda çok merak uyandırıcı bir soru ile karşı karşıya geliriz. Eğer bilgi ve düzen, sürekli olarak yok olmaya yönelik doğal bir eğilime sahiplerse, Dünya'yı çok özel bir yer kılan bütün o bilgi ilk başta nereden gelmiştir? Evren, zembereği yavaş yavaş boşalan bir saate benzemektedir. Öyleyse ilk başta nasıl kurulmuştur?241


Einstein ise, evrendeki söz konusu düzenin "beklenmedik" bir şey olduğunu ve aslında bir "mucize" sayılması gerektiğini şöyle açıklamıştır:

Açıkçası, a priori (önkabul) olarak, Dünya'nın, ancak bizim onu düzenleyici aklımızla düzenlediğimiz takdirde kanunlu (düzenli) hale gelebileceğini beklememiz gerekir. Bu, bir lisandaki kelimelerin alfabetik dizilimi gibi bir düzen olacaktır... Ama maddesel Dünya'da, a priori olarak beklemememiz gereken çok yüksek seviyede bir düzen vardır. Bu bir "mucize"dir ve bilgimizin gelişmesine paralel olarak daha da güçlenmektedir.242

Evrende var olan ve büyük bir "bilgi" içeren düzen, tüm evrene hakim olan üstün bir Yaratıcı tarafından oluşturulmuştur. Daha açık bir ifadeyle, tüm evreni Allah yaratmış ve düzenlemiştir.


Açık sistem



Açık sistem, dışarıdan enerji ve madde giriş-çıkışı olan bir termodinamik sistemi ifade eder. Evrimciler, evrim teorisinin Termodinamiğin İkinci Kanunu (Entropi Kanunu) ile açıkça çelişmesinden dolayı bu kanunun yalnızca "kapalı sistemler" için geçerli olduğunu savunurlar. "Açık sistemler"inse bu kanunun dışında olduğunu öne sürerek bir çarpıtmaya başvururlar. Dünyanın bir açık sistem olduğunu, Güneş'ten sürekli bir enerji akışına maruz kaldığını, dolayısıyla Entropi Kanunu'nun dünya için geçersiz olduğunu, düzensiz, basit, cansız yapılardan düzenli, kompleks canlıların oluşabileceğini öne sürerler.

Oysa burada açık bir çarpıtma vardır. Çünkü bir sisteme dışarıdan enerji girmesi, o sistemi düzenli hale getirmek için yeterli değildir. Bu enerjiyi kullanılabilir hale getirecek özel mekanizmalar gerekir. Örneğin bir arabanın benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Böyle bir enerji dönüştürücü sistem olmasa, arabanın benzindeki enerjiyi kullanabilmesi mümkün olmayacaktır.

araba

Arabanın benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Çünkü bir sisteme dışarıdan enerji girmesi, o sistemi düzenli hale getirmek için yeterli değildir.


Aynı durum canlılık için de geçerlidir. Canlılık da enerjisini Güneş'ten almaktadır. Fakat güneş enerjisi, ancak canlılardaki olağanüstü komplekslikteki enerji dönüşüm sistemleri (örneğin bitkilerdeki fotosentez, insan ve hayvanlardaki sindirim sistemleri) sayesinde kimyasal enerjiye çevrilebilmektedir. Bu enerji dönüşüm sistemleri olmasa hiçbir canlı, varlığını devam ettiremez. Güneş'in, enerji dönüşüm sistemi olmayan bir canlı için yakıcı, bozucu ve parçalayıcı bir enerji kaynağı olmaktan başka bir anlamı yoktur.

Dolayısıyla herhangi bir enerji dönüştürücü mekanizması olmayan bir sistem, açık da olsa kapalı da olsa, evrim için bir avantaj teşkil etmemektedir. İlkel dünya şartlarında doğada böyle kompleks ve bilinçli mekanizmaların bulunduğunu ise hiç kimse iddia etmemektedir. Zaten evrimciler açısından bu noktadaki problem, bitkilerdeki fotosentez mekanizması gibi modern teknoloji tarafından bile taklit edilemeyen kompleks enerji dönüşüm mekanizmalarının nasıl ortaya çıktığını açıklayamamalarından kaynaklanmaktadır.

ağaç ve araba

Ağaçların arasında bulduğunuz son model bir arabanın ormandaki çeşitli elementlerin milyonlarca yıl içinde tesadüfen biraraya gelerek böyle bir ürün ortaya çıkardığını düşünmezsiniz. Çünkü kompleks bir yapının aniden, bir anda, bir bütün olarak ortaya çıkması, onun bilinçli bir irade tarafından var edildiğini gösterir.


İlkel dünyaya dışarıdan giren güneş enerjisinin de bu yüzden düzenlilik meydana getirecek etkisi yoktur. Örneğin, sıcaklık ne kadar artarsa artsın canlılığın yapı taşı olan amino asitler düzenli dizilimlerde bağ yapmaya karşı direnç gösterirler. Amino asitlerin çok daha karmaşık moleküller olan proteinleri ve proteinlerin de kendilerinden daha kompleks ve planlı yapılar olan hücre organellerini oluşturmaları için de sadece enerji yeterli değildir. Bu ancak üstün ilim sahibi Rabbimiz'in yaratışı ile mümkün olabilir.

Nitekim pek çok bilim adamı evrimcilerin açık sistem iddiasının geçersiz olduğunu, termodinamikle bağdaşmadığını açıkça belirtmektedir. Harvard Üniversitesi'nden Prof. John Ross, evrimci görüşü savunmasına rağmen, Chemical and Engineering News adlı dergide yer alan ifadelerinde bu gerçek dışı iddianın önemli bir bilimsel hata olduğunu şöyle belirtir:

... Termodinamiğin ikinci kuralının bilinen hiçbir ihlali yoktur. Normalde ikinci kural izole sistemler için kullanılır, ancak ikinci kural açık sistemlere de aynı derecede iyi bir şekilde uygulanabilir... Buna rağmen termodinamiğin ikinci kuralının dengeden uzak sistemler için geçerli olmadığı görüşü hakimdir. Bu hatanın kendisini sonsuza kadar sürdürmeyeceğinden emin olmak çok önemlidir.243


Tesadüf Putu



20. yüzyıl biliminin çökerttiği bir evrimci iddia, "tesadüf" iddiasıdır. 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü yaratılışa "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insanın yaşamasını mümkün kılacak özel bir yaratılışa sahiptir. (bkz. İnsani ilke)

Kompleks bir yapının bir anda oluşması ise kesinlikle tesadüflerle açıklanamayacak bir durumdur. Örneğin ağaçların arasında bulduğunuz son model bir arabanın ormandaki çeşitli elementlerin milyonlarca yıl içinde tesadüfen biraraya gelerek böyle bir ürün ortaya çıkardığını düşünmezsiniz. Arabayı oluşturan tüm hammadde; demir, plastik, kauçuk vs. topraktan ya da onun ürünlerinden elde edilmektedir. Ama bu durum size, bu malzemelerin "tesadüfen" sentezlenip sonra da biraraya gelerek sonuçta ortaya böyle bir araba çıkardıklarını düşündürmez.

Elbette ki, akıl ve mantıkla düşünen her insan, arabanın bilinçli insanlar tarafından tasarlandığını, bir fabrikanın ürünü olduğunu düşünecek ve bunun ormanda ne aradığını merak edecektir. Çünkü kompleks bir yapının aniden, bir anda bir bütün olarak ortaya çıkması, onun bilinçli bir irade tarafından var edildiğini gösterir. Hücre gibi kompleks bir sistem de elbette üstün bir ilmin ve iradenin ürünüdür. Yani Yüce Rabbimiz Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur.

Evrimciler ise, tesadüflerin ortaya son derece kusursuz yapılar çıkarabileceklerine inanmakla, gerçekte aklın ve bilimin dışına çıkmış olurlar. Bu konudaki açık sözlü otoritelerden biri, Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé'dir. Grassé bir materyalisttir, ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını savunmakta ve Darwinizm'in temelini oluşturan "tesadüf" mantığı hakkında şunları söylemektedir:

... Mutasyonların hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir hayvan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, son derece düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.244

Grassé, "tesadüf" kavramının evrimciler için ifade ettiği anlamı da şöyle özetler:

... Tesadüf, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir.245


Tetrapodların parmak yapısı



(bkz. Beş parmaklılık homolojisi)


Theropod Dinozorlar



Evrim teorisi, kuşların küçük yapılı ve etobur theropod dinozorlar adı verilen bir sürüngen türünden türediği iddiasındadır. Oysa kuşlar ile sürüngenler arasında yapılacak bir karşılaştırma, bu canlı sınıflarının birbirlerinden çok farklı olduklarını ve aralarında bir evrim gerçekleşmiş olamayacağını gösterir. (bkz. Kuşların kökeni)

Theropod dinozorlar ile kuşların fosil kayıtları ve anatomileri incelenirse, gerçekte ortada hiçbir "evrim" olmadığı görülür. Amerikalı biyolog Richard L. Deem "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory" ("Kuşlar Dinozordur" Teorisinin Sonu) başlıklı makalesinde şöyle yazar:

Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (önkol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler... İkinci bir çalışma göstermektedir ki, theropod dinozorlar, kuşlarınkine evrimleşebilecek bir iskelet ya da akciğer yapısına sahip değildir. (Theropod dinozorlar diyaframlı solunum yapar, kuşların ise diyaframı yoktur.) Theropod bir dinozorun kuşlara evrimleşmesi, diyaframında ciddi bir handikap oluşmasını gerektirecektir, ama bu durum canlının nefes alma yeteneğini çok kritik bir biçimde sınırlayacaktır. Dr. Ruben'in belirttiği gibi, buna neden olabilecek bir mutasyonun seçici bir avantaj sağlaması imkansız gözükmektedir.246

theropod dinozor

Kuşların theropod dinozorlardan evrimleşmeleri imkansızdır, çünkü böyle bir evrimi meydana getirecek ve iki canlı grubu arasındaki büyük farklılıkları ortadan kaldırabilecek bir mekanizma yoktur.


"Kuşlar dinozordur" teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların önayakları Archæopteryx'e kıyasla, vücutlarına göre çok küçüktür. (bkz. Archæopteryx) Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür "ön-kanat" (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archæopteryx'te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, theropodların çok büyük kısmının Archæopteryx'ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.247

theropod dinozor

Kuşların theropod dinozorlardan evrimleşmiş olmaları imkansızdır, bu hayali iddiayı destekleyecek hiçbir mekanizma yoktur.


Öte yandan theropod dinozorları kuşlardan ayıran bir diğer önemli fark ise, bu dinozorların kalça kemiklerinin yapısıdır. Dinozorlar, kalça kemiklerinin yapısına göre iki temel gruba ayrılırlar: Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) ve Ornithischian (kuş-benzeri kalça kemerliler) grupları. Ornithischian grubundaki dinozorların kalça kemikleri kuşlara gerçekten çok benzerdir ve bu nedenle bu ismi almışlardır. Ancak diğer yönlerden kuşlara hiçbir benzerlik göstermezler. Bu yüzden evrimciler, theropodların dahil oldukları Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) dinozorlarını "kuşların atası" saymak zorunda kalırlar. Oysa, tanımdan da anlaşılacağı gibi, bu dinozorların kalça kemiği yapısı kuşlara benzerlik göstermemektedir.248

Kısacası, kuşların theropod dinozorlardan evrimleşmiş olmaları imkansızdır, çünkü böyle bir evrimi meydana getirecek ve iki canlı grubu arasındaki büyük farklılıkları ortadan kaldırabilecek bir mekanizma yoktur.


Transdüksiyon



Transdüksiyon, virüsler aracılığıyla bazı genlerin bir bakteriden diğerine aktarılmasıdır.249 Virüs, çoğu zaman girdiği hücreye kendi kalıtsal materyalini bağlayarak hücrenin sentezlenme programını bozar ve virüsü oluşturacak moleküllerin sentezinin yapılmasını sağlar. Meydana gelen yeni virüsler diğer hücrelere girerek çoğalmalarına devam ederler.

Amerikalı biyolog Joshua Lederberg, 1952 yılında gerçekleştirdiği bir çalışmadan dolayı Nobel ödülü aldı. Çalışmanın özeti şuydu: Virüsler bir hücreden diğer hücreye geçerken, bulunduğu ve çoğaldığı hücrenin kalıtsal materyalinden (DNA parçalarından) bir kısmını da yanında götürebiliyordu.250

G. Anderson da, 1970 yılında bu çalışmalara dayanarak dünyadaki canlı türleri arasında, kalıtsal deneyimlerin(!) virüsler aracılığıyla birbirlerine nakledebilmelerinin, evrimde etkili bir mekanizma olduğunu ileri sürmüştü. Bunun anlamı ona göre şuydu: Canlılardan birinde meydana gelecek bir kalıtsal değişiklik bu yolla başka canlılar tarafından kopya edilebilecekti. Çünkü evrimcilere göre, bir virüs tarafından saldırıya uğrayan hücre, virüsün getirdiği DNA parçasının kendi yararına olup olmadığını deneme fırsatına sahipti(!). Ve kalıtsal olarak meydana gelen bu değişiklik, her nasılsa diğer tüm canlıların emrine sunulabiliyordu. Ancak evrime delil zannedilen bu açıklamanın gerçekte hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Her şeyden önce, her canlı kendi fizyolojik yapısına uygun bir genetik yapıya sahiptir. Herhangi bir canlının genetik materyali başka türe ait bir bireye aktarıldığında onu geliştirmez veya ona avantaj sağlamaz. Tam tersine, uyumsuzluk ve problem ortaya çıkarır. Evrimin transdüksiyon ile ilgili olarak öne sürdüğü iddianın, insana kuştaki kanat geni aktarıldığında insanın da uçabileceği gibi mantıksız ve bilim dışı bir iddiadan farkı yoktur. Ya da bir köpeğe solungaç geni aktarıldığında onun artık suyun içinde de nefes alabileceğini iddia etmekle aynı gülünçlükte bir iddiadır. Evrimcilerin öne sürdükleri bu tarz kaba ve ilkel izahlar genelde uydurma teorilerinin cevap bulamadığı sorunlara göstermelik de olsa bir açıklamaları olduğu izlenimi vermeyi amaçlar. İlk bakışta konuyla fazla ilgili olmayanları yanıltabilecek bu tür izahların bilimsel ve akılcı bir yaklaşımla çok az detayına girildiğinde ne derece boş, bilimsel ve mantıksal dayanaktan yoksun oldukları görülür.


Transformasyon



Transformasyon, bakterinin bulunduğu ortamdaki DNA parçalarını kendi DNA'sına entegre etmesi anlamına gelir.251 Bir bakterinin ortama verdiği DNA, diğeri tarafından bir çeşit yutma yöntemiyle alınarak kromozom zincirine eklenebilir. Bu alınma çoğunlukla fagositozla (yabancı bir hücrenin vücudun savunma hücresi tarafından içine alınarak yok edilmesi) veya benzer şekillerde olur. Bu yolla eklenen DNA, bireye yeni özellikler kazandırır.252

Bakterilerdeki bu kalıtsal madde alışverişi şu şekilde olmaktadır: Yoğun bir tuz çözeltisinde bekletilen bakteriler (örneğin bağırsaklarımızda yaşayan E. coli bakterisi) rekombinant DNA içeren çözeltiyle karşılaştırılır ve 420C'de 10 dakika ısıtılıp ani bir soğuk şoku uygulanır. Böylece tuz çözeltisi DNA'yı yoğunlaştırıp hücreler üzerine çöktürülür. Sıcak-soğuk şokuyla hücre zarındaki delikler genişler ve rekombinant DNA içeri girer. Tek hücreden çoğaltılan çok sayıda hücreye klon denildiğinden, kullanılan bu teknik de çoğunlukla DNA klonlama diye bilinir.253 (bkz. Klonlama)

Ancak klonlama zaten var olan bir üreme mekanizmasına, zaten var olan bir genetik bilginin eklenmesinden ibarettir. Biyolojik bir işlem olan klonlamanın evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Bu işlemde ne yeni bir mekanizma, ne de yeni bir genetik bilgi üretilmiş değildir.


Trilobit



Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan farklı canlı gruplarının en ilginçlerinden biri, sonradan soyları tükenmiş olan trilobitlerdir. Arthropodlar filumuna dahil olan trilobitler, sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılardır. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer almaktadır. Bu göz yapısı tam bir tasarım harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir yapıya sahipti" demektedir.254

Sadece trilobitlerin bu olağanüstü kompleks yapısı bile Darwinizm'i tek başına geçersiz kılmaktadır. Çünkü daha önceki jeolojik devirlerde bu canlılara benzer hiçbir kompleks canlı yaşamamıştır ve bu da göstermektedir ki trilobitler arkalarında hiçbir evrim süreci olmadan ortaya çıkmışlardır.

trilobit fosili

Kambriyen devrine ait trilobit fosilleri


 

trilobit fosili

Kambriyen devrindeki bu olağanüstü durum, Charles Darwin Türlerin Kökeni'ni kaleme alınırken de az çok biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde canlılığın birdenbire ortaya çıktığı gözlemlenmiş, trilobitlerin ve diğer bazı omurgasızların aniden belirdikleri tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen devri, "Siluryen devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen devri hakkında şöyle yazmıştı:

Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu hayvandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok... Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinden bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.255

Kambriyen devrine ait kayıtlar, hem trilobitler gibi kompleks canlı vücutlarıyla, hem de çok farklı canlı vücutlarının aynı anda ortaya çıkmasıyla, Darwinizm'i yıkmaktadır. Darwin, kitabında "eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu" diye yazmıştır.256 Kambriyen devrinde ise, 60'ı aşkın farklı hayvan şubesi yaşama bir anda ve birlikte başlamıştır. Bu, tam olarak Darwin'in "öldürücü darbe" olarak tarif ettiği tabloyu ispatlamaktadır. Bu yüzden İsveçli paleontolog Stefan Bengston, Kambriyen devrinden söz ederken "Darwin'i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır" der.257

trilobit fosili

500 milyon yıl önce Kambriyen devirde aniden ortaya çıkan kompleks omurgasız canlılardan biri de yukarıda fosilleri görülen "trilobit"lerdir. Trilobitin evrimcileri çıkmaza sokan en önemli özelliği ise sahip olduğu petek göz yapısıdır. Trilobitin son derece gelişmiş kompleks gözleri, çoklu mercek sistemine sahiptir. Bu sistem günümüzdeki örümcek, arı, sinek gibi pek çok canlıda bulunan örneklerinden farksızdır. Böyle kompleks bir göz yapısının bundan 500 milyon yıl önce yaşamış bir canlıda birdenbire ortaya çıkması, evrimcilerin tesadüfe dayalı teorilerini çöpe atmak için yeterlidir.


Turkana Çocuğu Fosili



Afrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan "Narikotome homo erectus" ya da "Turkana Çocuğu" fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 m. boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanınınkinden farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, "ortalama bir patolojistin bu fosilin iskeletiyle bir insan iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu" söyler.258 Çünkü Homo erectus günümüz insanının bir ırkıdır.

turkana çocuğu

"Turkana Çocuğu"na ait kafatası fosili


Nitekim evrimci Richard Leakey bile Homo erectus'un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:

Herhangi bir kişi farklılıkları fark edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.259


Türlerin Kökeni (The Origin of Species-Charles Darwin)



Charles Darwin 1859'da The Origin of Species, By Means of Natural Selection or The Preservation of Favored Races in The Struggle for Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli bir kitap yayınlamıştır. Darwin bu kitabında, Lamarck'ın teorisindeki açık mantık hatalarını elemiş ve canlıların evrimini kalıtsal olarak açıklamak yerine "doğal seleksiyon" tezini ortaya atmıştır. (bkz. Doğal seleksiyon, Lamarkizm) Darwin "uzun bir argüman" olarak tanımladığı kitabında, yeryüzünde yaşayan tüm canlıların kökeninin ortak olduğunu ve canlıların doğal seleksiyon yoluyla birbirinden türediklerini savunmuştur.

Ayrıca Darwin, sadece ortama en iyi şekilde uyum sağlayanların özelliklerini gelecek nesillere aktardığını söylüyordu. Böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. İnsan ise,sözde doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Darwin, "türlerin kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü.

Darwin'in en büyük zorluğu ise, teorisinin sorunlarına çözüm getirmesini umduğu bilimin gerçekte bu sorunları dev boyutlara taşıması olacaktı.

Darwin bu sorunların en azından bir kısmının farkındaydı. Kitabına eklediği "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümde bunları kabul etmişti. Ancak bu sorunlara getirdiği cevapların bilimsel açıdan bir geçerliliği yoktu. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in bu "zorlukları" hakkında şu yorumu yapar:

Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in, genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.260

Darwin bilimsel araştırmalar ilerledikçe, "Teorinin Zorlukları"nın ortadan kalkacağını umuyordu. Ama aksine, bilimsel bulgular bu zorlukları daha da büyüttü.


Türleşme (Speciation)



(Bkz. Coğrafik izolasyon görüşü (Allopatrik İzolasyon))


Tüylü dinozorlar hilesi



Evrimciler her yeni fosil bulgusunda, dinozor-kuş bağlantısı hakkında spekülasyonlar öne sürerler. Ancak detaylı analizler sonucunda bu fosillerin evrime delil olduğu ile ilgili spekülasyonlar daima yalanlanmaktadır.

Nitekim 1996 yılında National Geographic dergisinde yer alan "Çin'de bulunan son tüylü dinozor" haberinin evrime muhteşem bir delil olduğu düşünülmüştür. Fakat bu noktada bir yanılgı ve bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Tüylü dinozorlar evrimin gerçekleştiğine dair delil olamayacağı gibi, söz konusu tüylü dinozor haberlerinin bir senaryo olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır.

Söz konusu yazıda Çin'de bulunan üç theropod dinozoru fosiline yer verilmiş, bu fosiller bir medya propagandası ile evrimin önemli bir delili olarak gösterilmek istenmiş, hatta Türkiye'de dahi bazı medya kuruluşları bu hayali iddialara yer vermişlerdir.

National Geographic'te adı geçen üç fosil şunlardır:


1. Archæoraptor

2. Sinornithosaurus

3. Beipiaosaurus


National Geographic'in verdiği bilgilere göre her üç fosil de yaklaşık 120 milyon yaşındaydı. Her üçü de theropod dinozorlar sınıfına dahildi. (Theropod dinozorlar, Tyrannosaurus rex ve Velociraptor gibi etobur dinozor türlerinin geneline verilen isimdir.) Ancak National Geographic bu dinozorların bazı "kuş-benzeri" özellikler taşıdıklarını öne sürüyordu. Bu özelliklerin en önemlisi ise, iddiaya göre, bu fosil dinozorların kuşlara benzer tüylere sahip olmasıydı.

Sinosauropteryx, tüylü dinozor

Sağ: Evrimci paleontologlar tarafından "tüylü dinozor" olarak ilan edilen, ancak böyle bir özelliği bulunmadığı sonradan ortaya çıkan Sinosauropteryx fosili.

Sol: Sinornithosaurus


Ancak ilerleyen aylarda Sinosauropteryx isimli fosil üzerinde yapılan detaylı analizler, evrimci araştırmacıların heyecanla "kuş tüyü" olarak tanıttıkları yapıların tüylerle ilgisi bulunmadığını göstermiştir. Science dergisinde yayınlanan "Plucking the Feathered Dinosaur" (Tüylü Dinozorun Tüylerini Yolmak) başlıklı bir makalede, evrimci paleontologlar tarafından "tüy" olarak algılanan yapıların gerçekte tüylerle ilgisiz olduğu belirtiliyordu:

Bir yıl kadar önce, paleontologlar "tüylü dinozor"a ait fotoğrafların ortaya çıkmasıyla heyecan yaşamışlardı. Çin'in Yixian bölgesinde bulunan Sinosauropteryx adlı fosil, New York Times'ın ön sayfasında yayınlanmış ve kuşların kökeninin dinozorlar olduğuna dair etkili bir delil olarak sunulmuştu. Ama geçtiğimiz ay Chicago'daki omurgalılar paleontolojisi toplantısında verilen hüküm daha farklı oldu: Fosil örneklerini inceleyen yarım düzine Batılı paleontolog, bu yapıların modern tüyler olmadığını söylediler... Kansas Üniversitesi paleontoloğu Larry Martin, bu yapıların yıpranmış kollagan fiberleri olduğunu ve kuşlarla hiçbir ilişkisi olmadığını belirtti.261

Evrimciler, Sinosauropteryx hakkındaki spekülasyonlarının boşa çıkmasının ardından Archæoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adı verilen yeni fosil bulguları üzerinde spekülasyona girişmişlerdir. (bkz. Archæoraptor) Evrimi dogmatik bir yaklaşımla ve üzerinde düşünmeden, bir önkabulle kabullenmek bu tür yanılgıların ve hatalı yorumların oluşmasına neden olmaktadır. Çünkü söz konusu fosiller kuşlarla dinozorlar arasında bir bağlantı kurmamakla birlikte, birçok tutarsızlığı da birlikte getirmektedir. Bu tutarsızlıklardan bazılarını kısaca özetlemek gerekirse;

Çin'de bulunan Archæoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adlı fosil dinozorlar yarı kuş-yarı dinozor olarak gösterilmektedir. Fosilleri yorumlayan evrimci paleontolog Chris Sloan, bu canlıların uçamadıklarını, ancak kanatlarını dengeli koşmak için kullandıklarını öne sürmektedir. Yani bu iddialara göre, bu fosilin, henüz uçamayan "kuş ataları" olarak kabul edilmesi gerekir.

İşte bu noktada çok büyük bir çelişki vardır. Çünkü bu fosiller sadece 120 milyon yıl kadar eskidir. Ancak bilinen en eski uçabilen kuş Archæopteryx, 150 milyon yıl yaşındadır. Archæopteryx günümüz kuşlarıyla aynı uçuş yeteneğine sahip olan uçucu bir kuştur. Uçuş için gerekli olan geniş kanatlara, asimetrik ve kompleks tüy yapısına, sternum (göğüs) kemiğine sahiptir. Evrimciler uzun zamandır Archæopteryx'i "kuşların ilkel atası" olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ama karşılaştıkları en büyük sorun, bu canlının zaten tüm kuş özelliklerine sahip ve kusursuz bir biçimde uçabilen bir canlı olmasıdır.

Kısacası Archæopteryx, eski kuşların bundan 150 milyon yıl önce gökyüzünde uçmakta olduklarının bir kanıtıdır. Bu durumda elbette 120 milyon yıl yaşındaki bazı dinozor fosillerinin, "kuşların henüz uçamayan ilkel ataları" olarak gösterilmesi imkansızdır. Bu durum, Archæoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adlı fosil dinozorlar hakkındaki evrimci iddiaların açık bir çelişki içinde olduğunu göstermektedir.

 


DİPNOTLAR



226. Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, İstanbul, 1998, s. 130.

227. Johanson, David, James Shreeve, Lucy's Child, William Morrow and Company, New York, 1989, s. 56.

228. Solly Zuckerman, J. Huxley, A. C. Hardy, E. B. Ford, "Correlation of Change in the Evolution of Higher Primates", Evolution as a Process, London: Allen and Unwin, 1954, s.300

229. Dean Falk, Braindance, Henry Holt and Company, New York, 1992, s. 12.

230 Bilim ve Yaşam Ansiklopedisi, cilt 2, Gelişim Yayınları, s. 43.

231. http://www.pathlights.com/ce_encyclopedia/08dna05.htm; Sir James Gray, "The Science of Life", chapter in Science Today, 1961, s. 21.

232. James A. Shapiro, "Bacteria as Multicellular Organisms", Scientific American, vol. 258, no. 6, June 1998.

233. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, İstanbul, 1998, s. 7.

234.http://emporium.turnpike.net/C/cs/theory.htm; Prof. Dr. Michael Denton, Is Evolution a Theory, A Fact or A Law?, 1993.

235.http://emporium.turnpike.net/C/cs/theory.htm; Prof. Dr. Michael Denton, Is Evolution a Theory, A Fact or A Law?, 1993.

236.http://emporium.turnpike.net/C/cs/theory.htm; Prof. Dr. Michael Denton, Is Evolution a Theory, A Fact or A Law?, 1993.

237.http://emporium.turnpike.net/C/cs/theory.htm; Prof. Dr. Michael Denton, Is Evolution a Theory, A Fact or A Law?, 1993.

238. Prof. Dr. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, 1985.

239. Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View, Viking Press, New York, 1980, s. 6.

240. Max Planck'ın Mayıs 937 tarihli tebliğinden; A. Barth, The Creation, 1968, s. 144.

241. Paul Davies, "Chance or Choice: Is the Universe an Accident?", New Scientist, vol. 80, 1978, s. 506.

242. Albert Einstein, Lettres á Maurice Solovine, 1956, ss. 114-115.

243. John Ross, Chemical and Engineering News, 27 July 1980, s. 40.

244. Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 103.

245. Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 107.

246.http://www.yfiles.com/dinobird2.html; Richard L. Deem, "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory".

247.http://www.yfiles.com/dinobird2.html; Richard L. Deem, "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory".

248. Duane T. Gish, Dinosaurs by Design, Master Books, AR, 1996, ss. 64-65.

249. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, 1998, İstanbul, s.138.

250. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1995, s. 182.

251. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, 1998, İstanbul, s.138.

252 Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1995, s. 604.

253. Özer Bulut, Davut Sağdıç, Selim Korkmaz, Biyoloji Lise 3, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s. 165.

254. David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, vol. 50, January 1979, s. 24.

255. Stefan Bengston, Nature, vol. 345, 1990, s. 765.

256. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 302.

257. Stefan Bengston, Nature, vol. 345, 1990, s. 765.

258. Boyce Rensberger, The Washington Post, November 19, 1984.

259. Richard Leakey, The Making of Mankind, Sphere Books, London, 1981, s. 62.

260. H.S. Lipson, "A Physicist's View of Darwin's Theory", Evolution Trends in Plants, vol. 2, no.1, 1988, s. 6.

261. Ann Gibbons, "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, vol. 278, no. 5341, 14 Nov 1997, ss. 1229-1230.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü