Harun Yahya

Bölüm 11: Evrimci İddiaların Geçersizliği



Önceki bölümlerde, evrim teorisinin geçersizliğini fosil biliminin ve moleküler biyolojinin ortaya koyduğu delillerle inceledik. Bu bölümde ise, evrimcilerin teorilerine delil olarak göstermeye çalıştıkları bazı biyolojik olay ya da kavramları ele alacağız. Bu konular, hem evrimi destekleyen hiçbir bilimsel bulgu olmadığını göstermeleri, hem de evrimcilerin ne denli büyük çarpıtma ve göz boyamalara başvurduklarını gözler önüne sermeleri açısından önemlidirler.

Varyasyonlar ve Türler Arasındaki Aşılmaz Sınırlar



Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.

Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları evrim teorisine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir. Varyasyon, gen içinde meydana gelen değişimdir ve sınırlıdır; dolayısıyla genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.

Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde gerçekleşir. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı ırklar ortaya çıkabilir Çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon, hiçbir zaman canlıya genetik bilgisinde var olmayan yeni bir bilgiyi kazandırmaz. Yani sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.








Darwin ve türlerin evrimleştiği safsatasını yaygınlaştırdığı Türlerin Kökeni adlı kitabı





Varyasyon kavramı "yeni bir genetik bilgi olmaksızın, aynı canlıdaki mevcut genlerin yalnızca belirli bölümlerinin değişik kombinasyonları" olarak tanımlanır. Genetik özellikler (genotip) temelde aynı kalır; ancak canlının dış özellikleri (fenotipi) değişebilir. Yani, eğer aynı türe ait canlılar birbirlerinden bir sebeple izole olurlarsa o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde belli özellikler ön plana çıkmaya başlar ve iki grup birbirinden farklılaşır. Ancak farklılaşan iki grup bir şekilde bir araya gelirse tekrar çiftleşebilirler; yani yine aynı türdürler.

Darwin, teorisini ortaya attığında bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu. 1844'te yazdığı bir yazısında, "çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum" demişti.176

Türlerin Kökeni adlı kitabında da çeşitli varyasyon örneklerini teorisinin en büyük delili gibi göstermişti.

Örneğin Darwin'e göre; daha bol süt veren inek cinsleri yetiştirmek için farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri başka bir canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin'in, bu "sınırsız değişim" iddiasındaki garipliği en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni adlı kitabında yazdığı şu cümleydi:

Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum.177





Türlerdeki Varyasyonlar Evrim Değildir







1. KEDİ


2. JAGUAR


3. ASLAN


4. LEOPAR




Darwin, Türlerin Kökeni kitabında, iki kavramı birbirine karıştırmıştı: Bir tür içindeki varyasyonlar ve yeni bir türün oluşumu. Darwin, örneğin, köpek türünün içindeki çeşitliliği gözlemledi ve bu varyasyonlarla köpeklerin bir gün başka bir türe dönüşecekleri gibi bir yanılgıya kapıldı. Bugün bile evrimciler bir tür içindeki varyasyonları evrim olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak tür içindeki varyasyonların evrim olmadığı bilimsel bir gerçektir. Doğada kaç köpek türü olduğu hiç önemli değildir, çünkü bunların hepsi daima köpek olarak kalacaklardır. Bir türden diğer bir türe geçiş kesinlikle meydana gelmeyecektir.





Darwin'in bu denli iddialı örnekler vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik değişmezlik" (genetik homoestasis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. 21. yüzyıl bilimi, bu aşılmaz sınırların kesin ve değişmez olduklarını gösterdi. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri Darwin'in iddia ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle mümkün değildi.

Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılandı) adlı kitabıyla Darwinizm'in geçersizliğini ortaya koyan Norman Macbeth bu konuda şöyle yazar:

Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz.178

Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.179 Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen ise bu konuda şöyle der:

Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar 'sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.180

Darwin'in Galapagos adalarında gördüğü farklı ispinozlar da aynı şekilde evrime delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. Darwin'den sonra yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin'in teorisinin öngördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. İspinozlar, çevresel etkilere göre, tıpkı insanlarda görülen kısa boyluluk-uzun boyluluk gibi, görünümlerinde küçük değişiklikler göstermiş –gaga uzunlukları vs. farklılaşmış–; fakat başka bir canlıya dönüşmemişlerdir. Darwin'in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan "ispinoz gagaları" örneğinin, gerçekte bir "varyasyon" örneği olduğunu, yani evrim teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. Galapagos Adaları'na "Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak" için giden ve adalardaki ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant'in ünlü çalışmaları, adada bir "evrim" yaşanmadığını belgelemekten başka bir sonuç vermemiştir.181





Balinaların Ayılardan Evrimleştiği Senaryosu







Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında, balinaların yüzmek için çabalayan ayılardan evrimleştiğini iddia etmişti! Bunun nedeni, Darwin'in bir canlı türü içindeki değişimleri sınırsız ve çok yönlü sanmasıydı. 21. yüzyılın bilimi, hayal gücüne dayalı bu evrimci senaryoları geçersiz kıldı.





Üreme Bariyeri Evrime Meydan Okumaktadır



"Üreme bariyeri", tanımı gereği, iki canlının çiftleşmesine engel olan mekanizma, durum ya da sebep anlamına gelir ve zigot öncesi ve zigot sonrası olarak ikiye ayrılır. Evrimciler, üreme açısından birbirinden ayrılmış iki popülasyonun, farklı genetik değişmeler geçirdiğini, bir noktada birbiriyle çiftleşemez duruma geldiğini ve böylelikle yeni bir tür oluştuğunu ileri sürerler. Oysa, üreme izolasyonu, diğer adıyla "gen bariyeri", evrimcilerin iddia ettiği şekilde yeni bir tür oluşumunu imkansız kılmaktadır. Üreme bariyeri, sadece aynı türün çeşitli varyasyonlarının ortaya çıkmasına vesile olur.

Örneğin, daha önce değindiğimiz gibi, farklı genetik özelliklere sahip insan ırkları bu şekilde ortaya çıkmıştır. Birbirlerinden çeşitli sebeplerle izole olmuş bu insan gruplarından bir bölümünde siyah derililik baskın çıkmış, bunlar aynı bölgede yaşadıkları ve çoğaldıkları için siyah derili bir ırk meydana gelmiştir.

Bu şekilde bir popülasyonda farklı özellikler (renk, boy, kas gücü v.s) baskın iken, diğer gruptakilerde daha başka özellikler baskın hale gelir ve böylece iki ayrı ırk oluşur. Bu, evrim veya türleşme değildir; sadece aynı tür içerisinde bir çeşitlenme (varyasyon) dir.

Bu konudaki bir diğer problem de; evrimciler tarafından öne sürülen "aynı canlının farklı türlerinin birbirleriyle çiftleşemediği" iddiasıdır. Oysa dünyanın farklı kıtalarında milyonlarca yıldır birbirinden ayrı yaşamalarına rağmen, aynı tür özelliklerini gösteren ve bir araya getirildiğinde çiftleşebilen bir çok canlı türü bulunur. Güney Amerika'dan Avustralya'ya kadar olan bölgedeki tatlı ve tuzlu suda yaşayan timsahlar, bu açıdan iyi bir örnektir. Zamanında tek bir kara parçası olan kıtaların birbirlerinden ayrılması yaklaşık 175 milyon yıl önce gerçekleşmiştir. 175 milyon yıl gibi çok uzun bir süre boyunca türünün sahip olduğu tüm özellikleri devam ettiren timsahlar, coğrafi engellerin türleştirici bir faktör olduğu iddiasını da tek başına yalanlamaktadır.

Genetik biliminde, genlerin karıştırılması mekanizması (gene shuffling) ve gen değişikliklerini inceleyen mekanizmalar (epigenetik) vardır. Bu mekanizmalar, varyasyonları tetiklerler. Ancak, varyasyonların da bir sınırı vardır. İşte bu sınır, "gen bariyeri" ile belirlenir.

Farklı canlıların genetikleri birbirlerinden apayrıdır. Genlerindeki bu farklılıklar nedeniyle de; başka tür canlıların birbirleriyle çiftleşerek yeni bir tür meydana getirebilmeleri imkansızdır. Üstelik, doğada yeni bir genetik bilgi oluşturabilecek, genlere yeni bir bilgi ekleyebilecek herhangi bir mekanizma zaten yoktur. Bir canlıya yeni bir gen eklemek mümkün olmadığı gibi yeni bir tür de ortaya çıkamaz.








Genetiği ile oynanmış hibrit meyve ve sebzelere örnekler





Bir kısım evrimciler iki farklı canlının çiftleşmesinden oluşan hibrit canlıları, türleşmeye örnek olarak göstermeye çalışırlar. Oysa bu bir aldatmacadır. Günümüzde suni olarak gen çalışmaları yapılabilmekte ve özellikle genleri ile oynanmış (hibrit) meyve ve sebzeler sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Fakat yapay olarak döllenme sonrasında bir kısım izolasyon mekanizmaları ile karşılaşılmaktadır.182 Bunlar:

◉ Gamet uyumsuzlukları. Sperm transfer edilir fakat yumurtayı döllemez.

◉ Zigot gelişmez. Yumurta döllenir fakat zigot gelişim göstermez.

◉ Hibrit yaşamaz. Hibrit embriyo gelişimi başlangıçta olur, fakat sonra durur.

◉ Hibrit kısırlığı. Hibrit dünyaya gelir fakat kısırdır (Örn: Katır).

◉ Hibrit bozumu. İlk jenerasyon hayattadır fakat ikinci jenerasyon yaşamaz ya da kısır olur.

Örneğin, at ve eşek iki farklı türdür; fakat buna rağmen çiftleşebilirler. Bu iki canlının çocukları olan katır, bir hibrit canlıdır. Hibrit canlının en önemli özelliği ise neslinin devamı olmamasıdır; yani bu canlı kısırdır. Dolayısıyla yeni bir tür değildir.

Aynı durum hibrit tohumlar ve bitkiler için de geçerlidir.

"GDO" yani "genetiği değiştirilmiş organizma" tanımı yapay olarak genler ile oynanmasından ileri gelmektedir. Günümüzde birçok bitkinin orijinal türü yerine, genetiğiyle oynanmış türler piyasadadır. Aslında ticari kaygılarla yapılan genetik manipülasyonlar ürünün ticari değerini artırmakta fakat çeşitli genetik sorunlar sonucunda verimli bir nesil elde edilememektedir.

Görüldüğü üzere, doğada farklı türlerin eşleşmesi ve yeni türler meydana getirmesi mümkün olmamaktadır. Bunun imkansızlığını sırf genetik bilimi değil, aynı zamanda paleontoloji de göstermiştir. Fosil kayıtlarında, böyle bir ara tür hiçbir şekilde yoktur. Canlılar milyonlarca yıldır aynıdırlar.

Evrimcilerin "üreme izolasyonunun türleşmeye sebep olduğu" iddiası yakın zamanda Berkeley ve Chicago Üniversitelerinden biyologların ortak bir çalışmasıyla da yeniden sorgulanmış ve bu şekilde yeni türler oluşmasının mümkün olmadığı bir itiraf olarak yayınlanmıştır.183

Science Daily'de Michigan Üniversitesinden biyologların ortak görüşü olarak da yayınlanan başka bir makalede ise, "üreme izolasyonu olarak da bilinen genetik üreme engellerinin, türleşmenin ardındaki itici güç olduğuna dair devam ettirilen varsayımın, aslında geçerli olmadığı" belirtilmiştir.184

Chicago Üniversitesinden Daniel Rabosky, bugüne dek üreme bariyerlerinin, türleşmenin önemli bir nedeni olduğunu zannetmelerinin nasıl bir yanılgı olduğuna dair şu itirafta bulunmuştur:

Bu sonuçlar... "türlerin oluşumu" ile ilgili fikirlerimizin son derece eksik olduğunu gösterir, çünkü bu hatalı varsayımdan ötürü, yani "tür oluşumunun başlıca nedeninin genetik bariyer olması" fikrinden dolayı uzun süre yanlış şeyler incelemiş olduk.185

Gen Teknolojisi Evrimleşme Değildir



Genetik mühendisliği, bir canlıdan alınan genleri izole etme, bu genleri yönlendirme ve başka bir canlıya aktarma çalışmalarının yapıldığı alandır. Bilim adamları bu sayede endüstriyel atıkları sindiren bakteriler üretebilmekte, canlıları klonlayabilmekte, hastalıklara ve böceklere karşı dirençli yapılar ve bitkiler geliştirebilmektedir. Gen teknolojisi, bilim adına oldukça güzel bir gelişmedir. Ancak ne bu biyoteknolojik çalışmalar ne de onların dayandığı genetik araştırmalar, evrim teorisini desteklemez. Bu konudaki belli başlı yanılgıları şöyle sıralayabiliriz:

1 Biyoteknolojik çalışmalar, canlıların bilinçsiz, tesadüfi süreçler sonucu değil, bilinçli olarak yaratıldıklarının bir kanıtıdır:

Söz konusu genetik çalışmaların hepsinde, genler üzerinde çok büyük bir dikkat ve özenle çalışılmakta, yani "bilinçli müdahale" yapılmaktadır. Bilim adamları, genleri belli bir amaç doğrultusunda yönlendiren, "bilinçli bir düzenleyici" konumundadır. Bu insanlar, hücrenin işleyişi hakkında yıllarca eğitim alarak bilgi sahibi olmuşlardır. Çalışmalarının tüm aşamalarını özenle gerçekleştirmekte, kontrollü müdahalelerde bulunmaktadırlar. Dahası bu tür çalışmalar, gelişmiş laboratuvarlar, teknolojik aletler kullanılarak, tamamen özel olarak "düzenlenmiş" ortamlarda yürütülmektedir. Biyoloji profesörü William D. Stansfield, kendisi bir evrimci olmasına karşın, bu gibi çalışmaların evrim kanıtı olamayacağını -laboratuvarda hücre sentezleme çalışmalarından verdiği örnekle- şöyle kabul etmiştir:

Yaratılışı savunanlar, bilimin basit kimyasallardan gerçekten canlı meydana getirebileceği günü iple çekmişlerdir. İddia etmektedirler ve bunda haklıdırlar ki, böyle insan yapımı bir yaşam-formu üretilebilse bile bu, doğal yaşam formlarının benzer kimyasal evrimsel süreçlerle geliştiğini kanıtlayamayacaktır. Evrimci bilim adamları bunu anlamış durumdadırlar ve bu nedenle teorilerini test etmeyi ağırdan almaktadırlar.186

2 Genetik çeşitlenme evrim teorisine bir destek sağlamaz:

Evrimci yayınlarda iddia edildiği gibi, genetik çeşitlenme ile sonuçlanan deneyler de, evrim teorisinin bir delili değildir. Çünkü evrim teorisi, doğada canlıları daha kompleks hale getiren mekanizmalar bulunduğunu ve bu yolla bir canlı türünün bir başka canlı türüne dönüştüğünü iddia eder. Oysa, genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanında yapılan deneylerde, genetik çeşitlenmelerin tür değişikliğine yol açmasının imkansız olduğu görülmüştür. Ancak bir kısım evrimciler bu gerçeği görmezden gelmekte ve bazı kelime oyunları ile evrim teorisinin laboratuvarda ispatlandığı gibi gerçek dışı iddialar öne sürmektedirler.

3 Genetiği değiştirilen organizmalar ve çeşitli genetik çalışmalar evrim teorisinin delili değildir:

Diğer bir yanılgı ise, organizmaların genetik mühendislik yoluyla geliştirilebilir olmasının, evrim teorisini doğruladığı iddiasıdır. Günümüzde biyoteknoloji ve genetik mühendisliği alanında, özellikle ilaç veya insülin gibi proteinlerin üretiminde veya bazı enzimlerin reaksiyon hızlarını değiştirme gibi konularda kullanılan yöntemler, evrimciler tarafından evrim teorisinin bir delili gibi gösterilmektedir. Oysa bu çalışmaların evrim teorisi lehinde bir delil olması mümkün değildir.

Genetik mühendisliği çalışmaları, "Rekombinant DNA" teknolojisinin gelişimi ile yürür. "Rekombinant" kelimesi ile, önceden ortamda var olan yapıların (genlerin) yeniden birleştirilmesi kastedilmektedir. Yani bu mühendislik çalışması ile yoktan bir gen üretilmemekte, zaten var olan genler üzerinde çalışma yapılmaktadır. Bu durumda, evrimcilerin öncelikle, genetik mühendisliğinin hammaddesi olan genlerin kökenini açıklayabilmeleri gerekmektedir.

Genlerin farklı organizmalar arasında aktarılabilir olması ya da aynı ortamdaki genlerin yeniden birleştirilmesi, evrimsel bir sürecin varlığına delil gösterilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte ise bu çalışmaların malzemesi olan genler, -önceki bölümlerde açıkladığımız gibi- son derece kompleks yapılarıyla böyle tesadüfi bir sürecin yaşanmadığının, en kuvvetli kanıtlarından biridir.









4 Genler, canlıların ortak ataya değil, ortak kökene sahip olduklarının göstergesidir:

Evrimcilerin bu alandaki çalışmalarla ilgili propagandalarındaki yanılgılardan bir diğeri, organizmalar arasında aktarılabilir olan ortak genlerin, canlıların ortak bir atadan türediği iddiasını kanıtladığı yanılgısıdır. Darwinist laboratuvar araştırmacıları, canlılar arasında genleri nasıl aktarabildiklerini açıkladıktan sonra, "Bunu yapabiliyoruz, çünkü kullandığımız canlılar ortak bir atadan evrimleşmişlerdir" şeklinde iddialarda bulunmaktadırlar. Böylece kendi varsayımları doğrultusunda yaptıkları yorumu, bir kanıt gibi anlatarak, konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi olan kimseleri yanıltmaktadırlar. Gerçekte ise ortak köken, ortak ata varsayımına ispat oluşturmamaktadır. Aynı şekilde, genlerin farklı organizmalar arasında aktarılabilir olması da, biyolojik yapıların tesadüflerle ve amaçsız doğa olaylarıyla evrimleştiğini kanıtlamamaktadır. Farklı organizmalar arasındaki ortak genler, objektif olarak ancak "ortak köken" göstergesi olarak kabul edilebilir. Ortak köken yorumu da, açıkça yaratılış gerçeğini destekler.

5 Gen mühendisliği, ateizm propogandasına hiçbir destek sağlamaz:

Gen mühendisliği ile ilgili yorumlarda rastlanan bir diğer yanlış ise, gen mühendisliğinin "yaratma" olduğu yanılgısıdır. Allah'ın varlığını inkar eden materyalistler, genetik mühendisliği çalışmalarını ateizm propagandası için kullanmakta ve yapılan çalışmaları "yaratma" olarak yorumlamaktadırlar. (Allah'ı tenzih ederiz.) Dikkat edilirse, bu yönde basında çıkan haberlerin büyük bölümü de, bu algıyı oluşturma amacıyla verilmektedir.

"Yaratmak", "yoktan var etmek" anlamına gelir. Yaratmak, yani yoktan var etmek ise, yalnızca Allah'a mahsustur. Gen mühendisliği çalışmalarında bilim adamları, Allah'ın yaratmış olduğu genler üzerinde değişiklikler yapmakta veya bunları Allah'ın yarattığı canlılar arasında aktarmaktadırlar. Bu çalışmalarda canlıları geliştirmek için kullanılan genetik bilgi, canlılar aleminde zaten mevcut olan bilgiden alınmaktadır.

Örneğin bilim adamları, deniz anasının genini bir zebra balığının DNA'sına yerleştirerek, bu balığın ışık saçmasını ya da keçinin DNA'sına örümcek geni yerleştirerek, keçi sütünde örümcek ipliği üretilmesini sağlayabilmektedirler. Ancak ortaya çıkan canlılar görünürde, yeni birtakım özelliklere sahip olsalar da, burada kesinlikle yeni genetik bilgi var olmamış, sadece zaten mevcut bulunan bilgi, canlılar arasında ortam değiştirmiştir.

Bilim adamları gelecekte bir gün, bir canlıyı köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı başarsalar dahi, bu durum değişmeyecektir. Moleküler biyolog Michael Denton, bu gerçeği şöyle ifade eder:

Gelecekte eğer gen mühendisleri, canlı sistemleri, proteinden bütün organizmaya kadar, köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı başarabilirse, bu sadece, temel alt-sistemlerin çoğunda, neredeyse kesinlikle programlanmış, eş zamanlı değişimler gerektirecek olan, bilinçli olarak yönlendirilmiş değişimler yoluyla olacaktır.187

Sonuç olarak evrimcilerin genetik mühendisliğiyle ilgili propagandası geçersizdir. Tam aksine, bu alandaki çalışmalar, ortaya koydukları planlanmış kontrollü ortamlar ve amaçlı değişimlerle, canlıların kusursuz bir düzenle yaratıldıkları gerçeğini gözler önüne sermektedir.









Antibiyotik Direnci ve DDT Bağışıklığı Evrime Kanıt Değildir



Evrimciler tarafından teorilerine delil olarak gösterilmek istenen biyolojik olguların biri, bakterilerin antibiyotik direncidir. Evrim teorisini destekleyen pek çok kaynak, antibiyotik direncini "faydalı mutasyonların canlıları geliştirmesine dair bir örnek" olarak gösterir. Benzer bir iddia, DDT gibi böcek öldürücü ilaçlara karşı bağışıklık geliştiren böcekler için de ileri sürülür.

Oysa bu konuda da evrimciler yanılmaktadırlar.

Antibiyotikler, bazı mikro organizmalar tarafından diğer mikro organizmalara karşı savaşmak üzere üretilen "öldürücü moleküllerdir". İlk antibiyotik, 1928 yılında Alexander Fleming tarafından keşfedilen penisilindir. Fleming, küf mantarının (mold), Staphylococcus bakterisini öldüren bir molekül ürettiğini fark etmiş ve bu buluş tıp dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Mikroorganizmalardan alınan antibiyotikler çeşitli bakterilere karşı kullanılmış ve başarılı sonuçlar alınmıştır. Ancak bir zaman sonra bir gerçek fark edilmiştir: Bakteriler antibiyotiklere karşı zamanla bağışıklık kazanmaktadırlar. Bunun mekanizması ise şöyle işlemektedir: Antibiyotiğe maruz kalan bakterilerin büyük kısmı ölmekte, ama bazıları bu antibiyotikten etkilenmemekte ve bunlar hızla çoğalarak tüm popülasyonu oluşturur hale gelmektedirler. Böylece tüm popülasyon, antibiyotiğe dirençli hale gelmektedir.








İlk antibiyotik, Alexander Fleming tarafından keşfedilen penisilindir. Bakteriler, antibiyotiklere direnç geliştirebilirler; ancak bu direnci sağlayan mekanizmalar evrime herhangi bir kanıt oluşturmamaktadır.





Evrimciler bu olguyu, "bakterilerin şartlara uyum sağlayıp evrimleşmesi" olarak gösterme çabasındadırlar. Oysa olay bu yüzeysel evrimci değerlendirmeden çok daha farklı gerçekleşmektedir. Bu konuda en detaylı çalışmaları yapan isimlerden biri, Not By Chance adlı kitabıyla tanınan İsrailli biyofizikçi Dr. Lee Spetner'dır. Spetner, bakteri bağışıklığının iki farklı mekanizma ile sağlandığını, ama bunların ikisinin de evrim teorisine hiç bir kanıt oluşturmadığını anlatır. Bu iki mekanizma:

1 Bakterilerde zaten var olan direnç genlerinin aktarılması ve

2 Mutasyon sonucunda genetik bilgi kaybına uğrayan bakterilerin antibiyotiğe dirençli hale gelmesidir.

Spetner, bir makalesinde ilk mekanizmayı şöyle açıklamaktadır:

Bazı mikro organizmalar, antibiyotiklere direnç sağlayan genlere sahiptirler. Bu bağışıklık, antibiyotik molekülünün formunu bozma veya onu hücreden dışarı atma sayesinde gerçekleşir. Bu genlere sahip olan organizmalar bunu diğer bakterilere transfer ederek onlara da bağışıklık kazandırabilirler. Bağışıklık mekanizması belirli bir antibiyotiğe yönelik olsa da, pek çok patojenik bakteri... farklı gen setleri edinmeyi ve çeşitli bakterilere karşı bağışıklık kazanmayı başarmıştır.188








A. ANTİBİYOTİK DİRENCİ
1. Antibiyotikler bakterileri öldürür
2. Dirençli bakteri nesilleri hayatta kalır.


a. Direnç gösteremeyen bakteriler
b. Antibiyotik
c. Dirençli bakteriler





Prof. Spetner bunun bir "evrim delili" olmadığını ise şöyle açıklar:

Antibiyotik bağışıklığının bu şekilde elde edilmesi... evrim için delil oluşturması beklenen mutasyonlar için bir prototip (örnek) oluşturmaz. Teoriyi sergileyen mutasyonlar, bakterinin genomuna bilgi ekleyen genetik değişiklikler değildir; bu değişiklikler aynı zamanda tüm biyolojik dünyaya bilgi eklemelidir. Genlerin yatay transferi, sadece, zaten bazı türlerde var olan genetik bir bilgiyi dağıtmaktadır.189

Özetle, ortada bir evrim yoktur, çünkü yeni bir genetik bilgi ortaya çıkmamakta, sadece zaten daha önceden var olan bir genetik bilgi bakteriler arasında transfer edilmektedir.

Bağışıklığın ikinci türü, yani mutasyon sonucunda ortaya çıkan bağışıklık da bir evrim örneği değildir. Spetner konuyu şöyle açıklar:

Bazen de bir mikro organizma, tek bir nükleotidin (DNA basamağının) rastlantısal olarak yer değiştirmesi sonucunda bir antibiyotiğe karşı bağışıklık edinir... İlk kez Waksman ve Albert Schatz tarafından 1944'de rapor edilen Streptomisin (Streptomycin), bakterilerin bu yolla bağışıklık kazanabildiği bir antibiyotiktir. Ama her ne kadar geçirdiği mutasyon, streptomisinin varlığı durumunda mikro organizmaya yararlı olsa da, yine de bu, Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyacı duyulan mutasyon türü için bir örnek oluşturmaz. Streptomisine bağışıklık sağlayan mutasyonun etkisi ribozomda ortaya çıkar ve bu mutasyon, antibiyotik molekülü ile ribozom arasındaki moleküler eşleşmeyi bozar.190




ota benga, kongo




Spetner, bu olayı Not By Chance isimli kitabında kilit-anahtar ilişkisinin bozulmasına benzetmektedir. Streptomisin, bir kilide birebir uyan bir anahtar gibi, bakterilerin ribozomuna yapışır ve bu, rizobomu etkisiz hale getirir. Mutasyon ise ribozomun şeklini bozmakta ve bu durumda Streptomisin ribozoma yapışamamaktadır. Bu, evrimciler tarafından, "bakteri Streptomisine karşı bağışıklık kazandı" gibi yorumlansa da, aslında bakteri için bir kazanç değil kayıptır. Spetner üstteki satırlarına şöyle devam eder:

Ortaya çıkmaktadır ki, (ribozomun yapısındaki) bu bozulma, bir spesifiklik (belirli bir işe göre özelleşme) azalması, yani bir enformasyon (bilgi) kaybıdır. Asıl nokta şudur ki, bu mutasyonlar ne kadar çok olursa olsun, evrim bu gibi mutasyonlar ile sağlanamaz. Evrimin, spesifikliği azaltan mutasyonlarla inşa edilmesi mümkün değildir.191

Konunun özeti şudur: Bakterinin ribozomuna isabet eden bir mutasyon, bu bakteriyi Streptomisine karşı dirençli hale getirebilmektedir. Ama bunun nedeni, mutasyonun ribozomu "bozması"dır. Yani bakteriye bir genetik bilgi eklenmemektedir. Aksine ribozomun yapısı bozulmakta, gerçekte bir anlamda bakteri "sakat" hale gelmektedir. Nitekim bu mutasyonu geçiren bakterilerin ribozomunun normal bakterilere göre daha verimsiz olduğu belirlenmiştir.

Sonuçta ortada "genetik bilgiyi geliştiren" bir mutasyon örneği yoktur. Antibiyotik direncini evrime kanıt gibi göstermek isteyen evrimciler, konuyu çok yüzeysel bir biçimde değerlendirmekte ve yanılmaktadırlar.

DDT ve benzeri ilaçlara karşı böceklerde gelişen bağışıklık için de aynı durum söz konusudur. Bu bağışıklık örneklerinin çoğunda, zaten daha önceden var olan bağışıklık genleri kullanılmaktadır. Evrimci biyolog Francisco Ayala; "Böcek zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı maddeler böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında açıkça vardı" diyerek bu gerçeği kabul eder.192 Mutasyonla açıklanan diğer bazı örnekler ise, aynen yukarıda anlatılan ribozom mutasyonunda olduğu gibi, böceklerde "genetik bilgi kaybı"na yol açan olgulardır.

Bu durumda bakteri ve böceklerdeki bağışıklık mekanizmalarının evrim teorisine delil oluşturduğu ileri sürülemez. Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyonlar yoluyla geliştikleri iddiasına dayalıdır. Lee Spetner, ne antibiyotik bağışıklığının ne de bir başka biyolojik olgunun böyle bir mutasyon örneği göstermediğini şöyle açıklar:

Makroevrimin ihtiyaç duyduğu mutasyonlar hiç bir zaman gözlemlenmemiştir. Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyaç duyulan rastlantısal mutasyonları temsil edebilecek, moleküler düzeyde incelenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgi eklediği görülmemiştir. Araştırdığım soru "Gözlemlenmiş mutasyonlar, teorinin destek bulmak için ihtiyaç duyduğu mutasyonlar mıdır?" sorusudur. Cevap "HAYIR" çıkmaktadır.193

Körelmiş Organlar Yanılgısı



Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri de, "körelmiş organlar" kavramıdır. Ancak bir kısım yerli evrimci, "körelmiş organlar"ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve öyle göstermeye çalışmaktadırlar.

Körelmiş organlar iddiası bundan 1 asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.

Bu kesinlikle bilimsel bir iddia değildi, çünkü bilgi eksikliğine dayanıyordu. "İşlevsiz organlar", aslında "işlevi tespit edilememiş" organlardı. Bunun en iyi göstergesi de, evrimciler tarafından sayılan uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek küçülüp yok olması oldu. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding, Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:

(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.194

Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesi, apandiks, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. Ancak bilim ilerledikçe, Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere sahip olduğu ortaya çıktı. Örneğin "körelmiş organ" sayılan apandiksin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, bir tıp kaynağında şöyle belirtilir: "Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apandiks, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler." 195








Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, "körelmiş organlar" kavramıdır. Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının, gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi için oldukça önemli bir yapı olduğu anlaşılmıştır.





Aynı "körelmiş organlar" listesinde yer alan bademciklerin ise boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun, leğen kemiği çevresindeki kemiklere de destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu anlaşıldı. İlerleyen yıllarda yine "körelmiş organlar" olarak sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu; tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir büyümenin gerçekleşmesini sağladığı; pitüiter bezin de birçok hormon bezinin doğru çalışmasını kontrol ettiği ortaya çıktı. Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı.

Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok önemli bir de mantık hatası vardı. Bildiğimiz gibi evrimciler tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların geçmişteki atalarından miras kaldığı iddiasıydı. Oysa "körelmiş organ" olduğu söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda yoktur! Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı maymunlarda apandiks bulumaz. Körelmiş organlar tezine karşı çıkan biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:

Maymunların apandiksi vardır. Ancak daha eski (sözde) ataları olan alt maymunlarda apandiks bulunmaz. Süpriz bir biçimde apandiks, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir? 196

Evrim teorisinin kuşkusuz bu konuda bir açıklaması yoktur. Çünkü "körelmiş organlar" iddiası, sahte ve aldatıcı bir iddiadır; bilimsel bir temeli yoktur. Evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu, kendi içinde hem mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır. Çünkü insanlar diğer canlılardan rastlantılarla türememiş, bugünkü formlarıyla eksiksiz ve mükemmel bir biçimde yaratılmışlardır.








1. Gırtlağa Ait Bademcik
2. Damağa Ait Bademcik
3. Dile Ait Bademcik




Evrimciler tarafından yıllarca körelmiş organ olarak tanıtılan bademciklerin, kişiyi enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı anlaşılmıştır.





Canlılardaki Benzerlikler Evrime Kanıt Oluşturmaz



Farklı canlı türleri arasındaki yapısal benzerlikler biyolojide "homoloji" olarak adlandırılır. Evrimciler bu benzerlikleri evrime delil gibi göstermeye çalışırlar.

Darwin benzer (homolog) organlara sahip canlıların birbirleriyle evrimsel bir bağlantısı olduğunu ve bu organların ortak bir atanın mirası olması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, örneğin güvercinlerin de kanatları vardı, kartalların da kanatları vardı; demek ki güvercinler, kartallar ve bunlar gibi kanatlı tüm kuşlar ortak bir atadan evrimleşmişlerdi.

Oysa homoloji, hiçbir delile dayanmayan, yalnızca dış görünüşlerden yola çıkılarak ortaya atılmış yüzeysel bir varsayımdı. Bu varsayım, Darwin'den günümüze kadar hiçbir somut bulgu tarafından da doğrulanamadı. Homolog yapılara sahip canlıların, evrimciler tarafından öne sürülen hayali ortak atalarının fosillerine yeryüzünün hiçbir tabakasında rastlanamadı. Ayrıca;

1 evrimcilerin hiçbir evrimsel bağ kuramadıkları, bütünüyle farklı sınıflara ait canlılarda bile ortak homolog organların var olması,

2 homolog organlara sahip canlılarda, bu organların genetik şifrelerinin çok farklı olmaları ve

3 homolog organlara sahip canlılarda, bu organların embriyolojik gelişim safhalarının birbirinden çok farklı olması, homolojinin evrime hiçbir dayanak teşkil etmediğini gösterdi.

Şimdi bunları sırasıyla inceleyelim.








Kartal, yarasa ve sinek, üçü de kanatlara sahip canlılardır. Ancak onların benzer organlara sahip olmaları, ortak bir atadan evrimleştiklerinin kuşkusuz ki delili değildir. Yarasa memeli, sinek artropod, kartal ise kuştur.





Bütünüyle Farklı Canlı Sınıflarındaki Benzer Organlar



Evrimcilerin, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kuramadıkları türlerin de, birbirine çok benzeyen (homolog) organları vardır. Kanat, bunun bir örneğidir. Bir memeli olan yarasada kanat vardır, kuşlarda kanat vardır, sineklerde de kanat vardır, ayrıca geçmişte yaşamış uçan kanatlı dinozor türleri de vardır. Fakat, bu dört farklı sınıf arasında evrimciler bile herhangi bir evrimsel bağ, bir akrabalık kuramamaktadırlar.

Bu konudaki bir diğer çarpıcı örnek de farklı canlıların gözlerindeki şaşırtıcı benzerlik ve yapısal yakınlıktır. Örneğin ahtapot ve insan, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her ikisinin de gözleri, yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır. İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olduğunu ise evrimciler bile iddia edememektedirler. Bu örnekler ve bunlara benzer birçok örnek açıkça göstermektedir ki, evrimcilerin öne sürdükleri, "homolog organlar, canlıların ortak bir evrimsel atadan geldiğini ispatlar" şeklindeki iddianın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Hatta bu organlar onlar açısından büyük bir çıkmazdır. Ünlü evrimci Frank Salisbury, gözün nasıl olup da farklı canlılarda birbirine çok benzer olarak ortaya çıktığından söz ederken şu itirafta bulunur:

Göz kadar kompleks bir organ bile farklı gruplarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Örneğin ahtapotta, omurgalılarda ve antropodlarda. Bunların bir defa ortaya çıkışlarını açıklamak yeteri kadar problem oluştururken, modern sentetik (neo-Darwinist) teoriye göre, farklı defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır. 197





Benzer Organlara Sahip Farkli Memeliler




Dev Dişlere Sahip Iki Farkli Memeli

Plasentalı ve keseli memeliler arasındaki olağanüstü derecede benzer "ikiz"lerin bir diğer örneği, her ikisi de dev ön dişlere sahip olan yırtıcı birer memeli olan Smilodon (solda) ve Thylacosmilus'dur (sağda). Bu canlıların kafatası ve diş yapılarının olağanüstü derecede benzer oluşu, benzer yapıların evrime delil oluşturduğu yönündeki homoloji anlayışını açmaza sokmaktadır.



kelebekçiçek








Tazmanya Kurdu ve Kuzey Amerikali Benzeri

Keseli memeliler ile plasentalı memeliler arasında "ikiz" türlerin bulunması, homoloji iddiasına çok büyük bir darbedir. Örneğin, keseli Tazmanya kurdu ile Kuzey Amerika'da yetişen plasentalı kurt, birbirlerine olağanüstü derecede benzerdir. Altta, bu iki canlının birbirlerine çok benzeyen kafatasları yer alıyor. Hiçbir sözde "akrabalık" öne sürülemeyen, anatomik olarak tümüyle farklı olan bu iki canlı arasında bu denli benzerlik olması, homoloji iddiasını temelsiz bırakmaktadır.



kelebekçiçek



1. Kuzey Amerika Kurdunun Kafatası


2. Tanzanya Kurdunun Kafatası





Çok benzer fiziksel yapılara sahip olmalarına karşın, aralarında evrimsel bir ilişki iddia edilemeyen pek çok canlı vardır. Memeli hayvanların üç büyük kategorisinden ikisini oluşturan plasentalılar ve keseliler bunun bir örneğidir. Evrimciler, bu iki memeli grubunun, memeli canlıların ilk ortaya çıktıkları dönemde birbirlerinden ayrıldıklarını ve tamamen bağımsız olarak geliştiğini kabul etmektedirler. Ama tamamen bağımsız denen bu iki kategori arasında tamamen benzer yapıda pek çok canlı vardır. Amerikalı biyologlar Dean Kenyon ve Percival Davis, bu konuda şu yorumu yaparlar:

Darwinist teoriye göre, kurtlar, kediler, sincaplar, domuzlar, karıncayiyenler, köstebekler ve fareler için gerekli evrim süreci ikişer kez meydana gelmiş olmalıdır; bir kez plasentalı memeliler için, bir kez de, diğerinden tamamen bağımsız olarak, keseliler için. Bu iddia, tesadüfi ve yönlendirilmemiş bir mutasyon ve doğal seleksiyon sürecinin her nasılsa tamamen farklı organizmalarda defalarca aynı özellikleri etkilediği şeklindeki akıl almaz bir sonuca karşılık gelir. 198

Evrimci biyologların "homoloji" örneği olarak kabul edemedikleri bu gibi olağanüstü benzerlikler, benzer organların, ortak atadan evrimleşme tezine delil oluşturmadığını göstermektedir. Peki bu durumda canlılardaki benzer yapıları nasıl açıklayabiliriz? Bu sorunun cevabı, Darwin'in evrim teorisi bilim dünyasına hakim olmadan önce verilmiştir. Canlılardaki benzer organları ilk kez gündeme getiren Carl Linneaus ya da Richard Owen gibi bilim adamları, bu organları "ortak yaratılış" örneği olarak görmüşlerdir. Yani benzer organlar veya benzer genler, ortak bir atadan tesadüfen evrimleştikleri için değil, belirli bir işlevi görmek için yaratıldıkları için benzerdir.

Modern bilimsel bulgular ise, benzer organlar için ortaya atılan "ortak ata" iddiasının tutarlı olmadığını ve yapılabilecek yegane açıklamanın söz konusu "ortak yaratılış" açıklaması olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, canlıları Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğini bir kez daha tasdik etmektedir.








İnsan ve ahtapot gözü oldukça benzer yapılara sahiptir. Ancak her iki canlı türünün benzer organlara sahip olması, kuşkusuz ki onların ortak bir atadan evrimleştikleri anlamına gelmez. Benzer yaratılış, Yüce Allah'ın bu dünyada yarattığı bir ahenktir. Farklı canlılardaki bu benzerlikler, evrimcileri açıklamasız bırakmaktadır.





Homolojinin Genetik ve Embriyolojik Açmazı



Evrimcilerin homoloji ile ilgili iddialarının ciddi sayılabilmesi için, öncelikle farklı canlılardaki benzer görünümlü (homolog) organların, aynı zamanda benzer (homolog) DNA şifreleri tarafından kodlanmış olması gerekir. Oysa, bu benzer organlar, çoğunlukla çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri) tarafından belirlenmektedir. Bunun yanı sıra, farklı canlıların DNA'larındaki benzer genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelmektedirler.

Avustralyalı biyokimya profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) isimli kitabında, homolojinin evrimci yorumunun genetik açmazını şöyle belirtmektedir: "Homolojinin evrimci temeli belki de en ciddi olarak, görünürde benzer olan yapıların, farklı türlerde bütünüyle farklı genler tarafından belirlendiği anlaşıldığında çökmüştür." 199

Bu konuda verilebilecek ünlü bir örnek, evrim teorisi lehinde yazılan hemen her ders kitabında rastlayabileceğiniz "beş parmaklılık homolojisi"dir. Tetrapodların, yani karada yaşayan omurgalıların ön ve arka ayaklarında beşer parmak bulunur. Bunlar her zaman tam bir parmak görünümünde olmasa da, kemik yapısı itibariyle "beş parmaklı" (pentadactyl) sayılır. Bir kurbağanın, kertenkelenin, sincabın ya da maymunun el ve ayakları bu yapıdadır. Hatta kuşların ve yarasaların kemik yapıları da bu temel yapıya uygundur.

Evrimciler ise tüm bu canlıların tek bir ortak atadan geldiğini iddia etmişlerdir ve bu iddia, evrimin çok güçlü bir kanıtı olarak 20. yüzyıl boyunca neredeyse tüm temel biyoloji kaynaklarında kullanılmıştır. Oysa 1980'li yıllarda ortaya çıkan genetik bulgular, bu konudaki evrimci iddiayı çürütmüştür. Çünkü bu parmak yapısına sahip (pentadactyl) olan farklı canlılarda, parmak yapılarının çok farklı genler tarafından kontrol edildiği anlaşılmıştır. Evrimci biyolog William Fix, beşparmaklılık hakkındaki evrimci tezin çöküşünü şöyle anlatır:

Evrim konusunda homoloji fikrine sıkça başvuran eski ders kitaplarında, farklı hayvanların iskeletlerindeki ayakların yapısı üzerinde özellikle duruluyordu. Dolayısıyla bir insanın kolunda, bir kuşun kanatlarında ve bir yarasanın yüzgeçlerinde bulunan pentadactyl (beşparmaklı) yapı, bu canlıların ortak bir atadan geldiklerine delil sayılıyordu. Eğer bu değişik yapılar, mutasyonlar ve doğal seleksiyon tarafından zaman zaman değişime uğratılmış aynı gen-kompleksi tarafından yönetiliyor olsalardı, bu teorinin de bir anlamı olacaktı. Ama ne yazık ki durum böyle değildir. Homolog organların, farklı türlerde tamamen farklı genler tarafından yönetildiği artık bilinmektedir. Ortak bir atadan gelen benzer genler üzerine kurulmuş olan homoloji kavramı çökmüş durumdadır. 200

Öte yandan, homoloji konusundaki evrimci iddianın ciddi sayılabilmesi için, bu benzer yapıların embriyolojik gelişim süreçlerinin, yani yumurtadaki ya da anne karnındaki gelişim aşamalarının da paralel olması gerekir. Oysa benzer organlar için bu embriyolojik süreç her canlıda birbirinden farklıdır.

Kısacası genetik ve embriyolojik araştırmalar, Darwin'in "canlıların ortak bir atadan evrimleştiklerinin delili" şeklinde lanse ettiği homoloji kavramının, gerçekte hiçbir şekilde bu tarife delil oluşturmadığını göstermiştir. Bu şekilde bilim, Darwinist tezlerden birinin daha gerçek dışı olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.








1. Üst Kol Kemiği
2. Ön Kol Kemiği
3. Dirsek Kemiği
4. El Bileği Kemiği
5. El Tarağı Kemiği
6. Falankas


A. İnsan
B. Kedi
C. Balina
D. Yarasa




5 parmaklılık, birbirinden çok farklı yapıdaki canlılarda geçerli bir özelliktir. Bazı canlılar, parmak görünümünde olmasa da kemik yapısı itibariyle bu özelliğe sahiptir. Ancak bu benzerlik, evrimcilerin hayali senaryolarına hiçbir şekilde delil teşkil etmemektedir.





Moleküler Homoloji İddiasının Geçersizliği



Evrimcilerin sadece organlar düzeyinde değil, moleküler düzeyde öne sürdükleri homoloji iddiası da kesinlikle geçersizdir. Evrimciler, farklı canlı türlerinin DNA şifrelerinin ya da protein yapılarının benzer olduğundan söz ederler ve bunu, bu canlı türlerinin birbirinden evrimleştiğinin delili gibi gösterirler. Oysa ki gerçekte moleküler karşılaştırmalar hiç de evrim teorisi lehine sonuçlar vermemektedir. Birbirine çok benzer ve yakın gibi görünen canlılar arasında dev moleküler farklılıklar vardır. Örneğin solunum için gerekli proteinlerden biri olan Sitokrom-C'nin yapısı, aynı sınıflamalara ait canlılarda son derece farklıdır. Bu kriter üzerinden yapılan karşılaştırmalara göre, iki ayrı sürüngen türü arasındaki fark, bir balıkla bir kuşun ya da bir balıkla bir memelinin arasındaki farktan daha büyüktür. Bir başka araştırma, kuşlar arasındaki moleküler farklılıkların, aynı kuşlarla memeliler arasındaki farktan büyük olduğunu göstermiştir. Birbirine çok yakın gözüken bakteriler arasındaki moleküler farklılığın, memeliler ile amfibiler ya da böcekler arasındaki farklılıktan daha büyük olduğu bulunmuştur.201 Benzer karşılaştırmalar, hemoglobin, miyoglobin, hormonlar ve genler üzerinde de yapılmış ve benzer sonuçlar vermiştir.202 Prof. Michael Denton bu ve benzeri bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:

Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi. 203








Altta Sitokrom-C oksidaz enziminin üç boyutlu yapısı görülmektedir. Bu enzim, mitokondrilerde bulunan büyük bir transmembran proteindir. Sitokrom-C'nin dört molekülünden dört elektron alarak ve moleküler oksijeni iki su molekülüne çevirerek, elektron taşıma zincirinin terminal elektron alıcısı olur.





"Hayat Ağacı"nın Çöküşü



1990'lı yıllarda, canlıların genetik şifreleri hakkında yapılan araştırmalar, evrim teorisinin bu konudaki çıkmazını daha da büyütmüştür. Bu araştırmalarda, daha önceden sadece protein dizilimleri üzerinde yapılan karşılaştırmalar yerine, "ribozomal RNA" (rRNA) dizilimleri karşılaştırılmış ve buna dayalı bir "evrim ağacı" kurulmak istenmiştir. Ama evrimciler sonuçlar karşısında hayal kırıklığına uğramışlardır.

Fransız biyologlar Hervé Philippe ve Patrick Forterre'nin 1999 tarihli bir makalelerinde yazdıklarına göre, "sekanslar (DNA dizilimleri) elde edildikçe, pek çok protein filogenisinin birbiri ile ve aynı zamanda rRNA ağacı ile çeliştiği ortaya çıkmıştır." 204








Tesadüfen oluşamayacak komplekslikteki yapısıyla bir ribozomal RNA (rRNA) örneği





RNA karşılaştırmalarının yanında, canlıların genlerindeki DNA şifreleri de karşılaştırılmış, ama yine evrim teorisinin öngördüğü "hayat ağacı" ile çok zıt sonuçlar ortaya çıkmıştır, Moleküler biyologlar James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera, 1999 yılındaki bir makalelerinde bunu şöyle açıklamaktadırlar:

Bilim adamları farklı organizmaların çeşitli genlerini analiz etmeye başladılar ve bunların birbirleri ile olan ilişkilerinin, rRNA analizine göre çıkarılmış olan evrimsel hayat ağacıyla çeliştiğini fark ettiler. 205

Sonuçta, proteinler, rRNA ve genler üzerinde yapılan karşılaştırmaların hiçbiri, evrim teorisinin varsayımlarını doğrulamamaktadır. University of Illinois'ten ünlü biyolog Carl Woese "filogeni" (sözde evrimsel akrabalık) kavramının moleküler bulgular karşısında anlamını yitirdiğini şöyle kabul eder:

Şimdiye kadar üretilen pek çok bireysel protein filogenilerinden hiç bir kapsamlı organizmal filogeni çıkmamıştır. Filogenetik uygunsuzluklar, evrensel ağacın (evrimsel soyağacının) her yerinde görülebilir; köklerinden ana dallarına ve ana gruplamaları oluşturan grupların kendi aralarında. 206








Genetik şifreler evrimcilere bekledikleri sonucu vermeyince, protein şifreleri üzerinden yapılan karşılaştırmalar yerine, "ribozomal RNA" (rRNA) dizilimleri karşılaştırılmış ve buna dayalı bir sahte "evrim ağacı" kurulmak istenmiştir. Ama sonuç yine evrimciler için hayal kırıklığı olmuştur.





Moleküler karşılaştırmaların evrim teorisi lehinde değil, aleyhinde sonuçlar verdiği, Science dergisinde yayınlanan "Is It Time to Uproot the Tree of Life?" (Hayat Ağacını Sökmenin Zamanı Geldi mi?) başlıklı bir makalede de kabul edilmiştir. Elizabeth Pennisi imzalı makalede, Darwinist biyologların "evrim ağacını" aydınlatmak için yürüttükleri genetik analiz ve karşılaştırmaların tam aksi yönde sonuç verdiği belirtilmiş, "yeni verilerin evrimsel tabloyu kararttığı" ifade edilmiştir:

Bir yıl önce, bir düzineden fazla mikro organizmanın yeni dizinlenmiş genomlarını inceleyen biyologlar, bu bilgilerin yaşamın erken zamanlarının tarihi hakkındaki kabul edilmiş çizgileri destekleyeceğini ummuşlardı. Ama gördükleri şey onları şaşkına düşürdü. O an mevcut olan genomların karşılaştırılması, yaşamın büyük gruplarının nasıl ortaya çıktığına dair tabloyu aydınlatmadığı gibi onu daha da karışık hale getirdi. Şimdi ise, elde bulunan 8 yeni mikrobial dizilimle birlikte, durum daha da kafa karıştırıcı bir hal aldı...

Çoğu evrimci biyolog, yaşamın başlangıcını üç temel alemde bulabileceklerini düşünüyorlardı... Tam DNA dizilimleri, başka türlü genlerin karşılaştırılmasının yolunu açtığında, araştırmacılar basitçe bu ağaca daha fazla detay ekleyeceklerini umuyorlardı. Ama "hiç bir şey gerçekten bu kadar daha uzak olamazdı" diyor Rockville Maryland'deki The Institute for Genomic Research'ün başkanı Claire Fraser. Aksine, (genetik) karşılaştırmalar, hem rRNA ağacıyla hem de birbirleriyle çelişki içinde bulunan pek çok farklı hayat ağacı versiyonu ortaya çıkardı. 207








Science dergisinde yayınlanan "Is It Time to Uproot the Tree of Life?" (Hayat Ağacını Sökmenin Zamanı Geldi mi?) başlıklı makalede, evrimci biyologların hayali evrim ağacını aydınlatmak için yürüttükleri genetik analizlerin aksi yönde sonuç verdiği belirtilmiştir.





Kısacası, moleküler biyoloji geliştikçe, homoloji kavramı da daha fazla çürümektedir. Proteinler, rRNA veya genler üzerindeki karşılaştırmalar, evrim teorisine göre birbirinin sözde yakın akrabası sayılan canlıları birbirinden çok uzak çıkarmaktadır. 1996 yılında 88 proteinin dizilimi üzerinde yapılan karşılaştırmalar; tavşanları kemirgenler yerine primatlara yakın çıkarmıştır. 1998 yılında 19 farklı hayvan türünün 13 geni üzerinde yapılan analizler, deniz kestanelerini (hiç bir evrimsel yakınlıkları iddia edilemeyen) kordalılar filumuna yakın göstermiştir. 1998 yılında 12 farklı protein temel alınarak yapılan karşılaştırmalar inekleri balinalara atlardan daha yakın çıkarmıştır. 208

Görülebildiği gibi canlılık moleküler düzeyde incelendikçe, evrim teorisinin homoloji varsayımları birer birer çökmektedir. Amerikalı moleküler biyolog Jonathan Wells, durumu şöyle özetler: "Farklı moleküller üzerine kurulu olan ağaçlardaki uyumsuzluklar ve moleküler analizler sonucunda ortaya çıkan garip sonuçlar, şimdi moleküler filogeniyi bir krize sürüklemiş durumdadır." 209

"Moleküler filogeni"nin krize girmesi ise, evrim teorisinin krize girmesi demektir. (Filogeni, evrime göre, canlılar arasındaki "akrabalık ilişkileri" anlamına gelir ve evrim teorisinin en temel varsayımıdır.) Bilim, bir kez daha, canlıların birbirlerinden türeyerek oluştukları tezini çürütmekte, her canlı grubunun ayrı ayrı yaratıldığını göstermektedir.








Yukarıdaki gibi şemalar, çeşitli bilimsel terimler ve Latince isimlerle bezenmiş olarak bazı bilim dergilerinde boy göstermektedir. Oysa canlılar arasında akrabalık kurma amacıyla oluşturulan moleküler filogeni teorisi, bilimsel deliller karşısında tümüyle çökmüştür. Canlılar, birbirlerinden türememiş, ayrı ayrı yaratılmışlardır.





Zarafet ve Mükemmellik: Moleküler Makineler



Bir organizmanın farklı bölgelerinde, o bölge için gerekli özelliklere sahip hücrelerin yer alması gerekir. İşte bu nedenle hücreler, bulundukları yere ve işlevlerine göre bazı özelliklere sahiptirler. Bazı hücreler çekirdeklerini kaybeder, bazıları kamçılıdır, bazıları ise hareket etmelerini sağlayacak tüycüklere veya "ayaklara" sahiptirler. Kimisi sistemin açılıp kapanmasını sağlar, kimisi kalsiyum pompalar, kimisi kanı durdurur, kimisi ise enerji üretir. Hücre sistemleri, bütün bu işlevleri yürütecek çeşitli makinelere sahip olmak zorundadırlar. Moleküler düzeyde adeta bir fabrika çarkları gibi çalışan ve proteinlerden oluşan bu makinelere "moleküler makineler" diyoruz.

Annual Review of Biomedical Engineering (Biyomedikal Mühendisliğin Yıllık İncelemesi) dergisinde yayınlanan bir makalede, canlı organizmalarında sayısız tür makine olduğu belirtilmiştir. Makaleye göre bu makineler, bir fabrikadaki büyük ölçekli benzerlerinden daha etkili ve verimlidirler.210 2006'da yayınlanan bir araştırma projesinde, sadece mayada 250'nin üzerinde yeni moleküler makinenin keşfedildiği duyurulmuştur. 211

Moleküler makinelerin keşfi ile, bir hücre içinde tüm sistemlerin makinelere bağlı olarak işlev görebildiği, dolayısıyla bu mükemmel mekanizmalar olmadan hücrenin varlık gösteremeyeceği kanıtlanmıştır. Bu durum, evrimci camiada ciddi bir sıkıntıya sebep olmuştur. Keza, bir hücrenin, başından beri tüm moleküler makineleri ve tüm birimleriyle birlikte var olması şarttır.








21. yüzyılın en büyük keşiflerinden biri, bir hücre içinde tüm sistemlerin makinelere bağlı olarak işlev görebildiği ve bu mükemmel mekanizmalar olmadan hücrenin varlık gösteremeyeceği gerçeğidir.





21. yüzyılın bilimsel keşiflerine rağmen, moleküler makinelerin iç işleyişlerinin az bir kısmı tam anlamıyla keşfedilebilmiştir. Bir hücre içinde oldukça fazla sayıda kompleks moleküler makinenin var olduğunu bilmekle birlikte, bilim adamları bunların fonksiyonları konusunda tüm detayları henüz çözememişlerdir. Bunun temel sebebi, bu makinelerin oldukça küçük olmalarıdır. Bir moleküler makinenin bir milimetrenin on binde biri büyüklüğünde olduğu hesap edilmiştir.

Yakın zamanda bilim adamları Brenda Schulman, Holger Stark ve Jan-Michael Peters tarafından çeşitli yöntemlerle incelenen APC/C isimli moleküler makine ise bu detayların bir kısmını anlamaya yardımcı oldu. APC/C, kromozom ayrılmasını başlatan bir moleküler makinedir.

Söz konusu makine, bu ayrımı, hücre bölünmesi için gereken bütün aşamalar sona erdikten sonra gerçekleştirmektedir. Schulman, Stark ve Peters, bu gerçeği bildiklerini çünkü aksi bir durumda yeni hücrenin yanlış kromozom numaraları ile oluşacağını ve bunun ölümcül sonuçlara yol açabileceğini belirtiyorlar. Bilmedikleri şey ise, APC/C'nin nasıl tam zamanında harekete geçtiği.

Söz konusu bilim adamlarından Brenda Schulman, gözlemlerinin ardından şu açıklamayı yapmıştır:

İlginç bir şekilde, yaptığımız gözlem, tıpkı nerede elektrikten gaza geçileceğini bilen bir hibrit araba gibi, APC/C'nin kendi kendisini açtığını gösterdi.








APC/C isimli moleküler makine





Aynı ekipten Holger Stark şöyle devam eder:

Gelecekte, yeni teknoloji, daha önce sadece hayal edebildiğimiz moleküler işlemleri gözlemlememizi ve anlamamızı sağlayacaktır. 212

Elbette moleküler makineler konusundaki yeni keşifler, hem yaşamın en küçük noktasında bile sayısız kompleksliğin nasıl sergilendiğini gösterecek hem de evrim teorisini bir kez daha geçersiz kılacaktır.

Biyokimyacı Michael Behe, yaşamın moleküler makineler üzerine kurulu olduğu gerçeğini şu şekilde açıklamıştır:

>1950'lerden kısa bir süre sonra bilim, yaşayan organizmaları meydana getiren moleküllerin bir kısmının özelliklerini ve şekillerini belirleyebilecek bir noktaya geldi. Yavaş yavaş, uzun çalışmalar sonucu pek çok biyolojik molekülün yapısı keşfedildi ve bunların çalışma yöntemleri sayısız deney ile kanıtlandı. Toplanan sonuçlar ise yaşamın makineler üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Bu makineler, moleküllerden oluşmuştur! Moleküler makineler yüklerini hücre içindeki bir yerden diğerine, yine diğer moleküller tarafından meydana getirilen "anayollar" ile taşırlar. Bu arada diğerleri hücreyi bir şekilde sabit tutabilmek için kablo, ip ve makara göreviyle hareket ederler. Makineler hücreye ait şalterleri açıp kaparlar, bazen hücreyi öldürürler veya aksine gelişmesini sağlarlar. Güneş enerjisiyle çalışan makineler fotonların enerjisini ele geçirir ve bunları kimyasal maddeler içinde saklarlar. Elektrikli makineler, akımın sinirlerden geçmesini sağlar. Üretim yapan makineler kendileri gibi başka moleküler makineleri inşa ederler, ve kendilerini de. Hücre, makineler kullanarak yüzer, makinelerle kendisini kopyalar, makinelerle beslenir. Kısacası, oldukça karmaşık olan moleküler makineler her türlü hücresel işlemi kontrol ederler. Yaşamın detaylarının ince ayarı yapılmıştır ve sonuçta yaşamın makineleri oldukça karmaşıktır. 213






ota benga, kongo



Michael Behe





Behe, şöyle devam eder:

Yaşamın tümü Darwin'in Evrim Teorisine uyabilir mi? Popüler medya ilginç hikayeler yayınlamaktan hoşlandığı ve bazı bilim adamları kendi keşiflerinin ne kadar büyük ve önemli olduğu konusunda spekülasyon ortaya atmaktan hoşlandıkları için, halkın doğru olanla olmayanı ayırt etmesi oldukça zor olmuştur. Gerçek kanıtı bulabilmek için bilimsel çevrelerce hazırlanmış dergi ve kitapları incelemekte yarar vardır. Bilimsel yazılar, deneyleri birinci elden yayınlamaktadır ve bu konudaki kayıtlar genellikle daha sonra takip edecek abartmalardan uzaktır. Ama daha sonra da belirteceğim gibi, evrim üzerine yapılan bilimsel yayınları incelerseniz ve araştırmanızı moleküler makineler, yani hayatın temeli üzerine odaklanırsanız; (evrimciler arasında) gitgide artan bir korku ve kesintisiz bir sessizlikle karşılaşırsınız. Yaşamın temellerinin kompleksliği, bilimin yaşamı açıklama girişimlerini felce uğratmıştır. Moleküler makineler Darwin'in evrensel boyutlarının önüne aşılamaz bir bariyer kurmuştur. 214

Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi eski başkanı Bruce Alberts'in, bilim dergisi Cell'e yazdığı giriş makalesinde, hücre içindeki "olağanüstü" ve "hayranlık uyandıran" yapıların "hızından", "zarafetinden", "çok yönlülüğünden" ve "son derece düzenli faaliyetinden" övgüyle bahsetmiştir. Görünen o ki, moleküler makinelerin sunduğu bu hayranlık uyandırıcı mekanizma, evrim savunucularını bile etkilemiştir. Alberts sözlerine neyin ilham kaynağı olduğunu şöyle açıklamıştır:

Hücrenin tümü, her biri büyük protein makineleri grubundan oluşan birbirine kenetli montaj hatları ağını içeren bir fabrika gibi görülebilir... Hücrenin fonksiyonlarının temelini oluşturan büyük protein gruplarını neden protein makineleri olarak adlandırıyoruz? Çünkü aynı makroskopik dünyadaki işleri verimli bir şekilde görmek için insan tarafından icat edilen makineler gibi bu protein grupları da son derece koordineli hareketli parçalar içermektedirler. 215

Moleküler Makinelere Bazı Örnekler



Hücrede yer alan hayranlık uyandırıcı moleküler makinelerden bazıları şu şekildedir: 216

Bakteri Kamçısı: Bakteri kamçısı, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı, ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

100.000 rpm devire kadar dönebilen bu kamçı Trends in Microbiology dergisinde "zarifçe tasarlanmış kimyasal bir ozmotik nanomakine; doğadaki en güçlü döner motor, ve telcikli pervaneleri sürebilmek için transmembran (zarın içinden geçebilen) bir iyonla hareket eden bir kuvvetle çalışmakta olan bir makine" olarak adlandırılmıştır.








A. BAKTERİ
B. Bakteri Kamçısının Yakından Görünüşü

1. Kırbaç
2. Kanca


3. L Halkası
4. Çubuk
5. P Halkası
6. Stator
7. S M Halkası




Bakteri kamçısı, mükemmel moleküler makinelerden biridir. Trends in Microbiology dergisinde, "zarifçe tasarlanmış kimyasal bir ozmotik nanomakine, doğadaki en güçlü döner motor" şeklinde tanımlanmaktadır. Bakteri kamçısı, indirgenemez komplekslikte bir yapıdır. Yani var olması ve çalışması için, mutlaka bağlı olduğu hücrenin ve diğer biyolojik sistemlerin eksiksiz var olması gerekir.





Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, ATP molekülleri halinde içinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz; zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir.

Bilim adamları, kamçıyı oluşturan bu proteinlerin motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.








1. Cytoplasm


 




Bakteri kamçısı, mükemmel moleküler makinelerden biridir. Trends in Microbiology dergisinde, "zarifçe tasarlanmış kimyasal bir ozmotik nanomakine, doğadaki en güçlü döner motor" şeklinde tanımlanmaktadır. Bakteri kamçısı, indirgenemez komplekslikte bir yapıdır. Yani var olması ve çalışması için, mutlaka bağlı olduğu hücrenin ve diğer biyolojik sistemlerin eksiksiz var olması gerekir.





Genetik yıkıcı deneyler E. coli kamçılı bakterisinin yaklaşık 35 adet geni olduğundan dolayı indirgenemez kompleksliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu, üstünde en çok araştırma yapılan moleküler mekanizmalardan bir olduğu için, 2006'da Nature Reviews Microbiology dergisinde çıkan bir derleme makaleye göre "kamçılı bakteri araştırma topluluğu bu sistemlerin evrimleştiğine artık neredeyse hiç kanaat getirmediklerini kabul etmişlerdir."

Ökaryotik Tüycükler: Bu tüycükler, kıl ya da kamçı gibi yapısı olan ve mikrotüp sistemi üstüne kurulmuş, tipik olarak dokuz adet dış ve iki adet iç mikrotüp çiftlerinden oluşmaktadır. Mikrotüpler, neksin (mikrotüpleri bağlayan protein) kollarıyla bağlanmışlardır ve dolgu gibi hareket eder. Bu mekanizma, spermin yüzmesi ya da gırtlaktan yabancı partiküllerin çıkarılması gibi ökaryotun birçok işlevinde çalışmaktadır.








1. Büyüyen Polipeptit Zincir
2. Büyük Altbirim
3. Ribozom


4. mRNA
5. Küçük Altbirim




Ribozom; mesajcı RNA'lardan gelen şifrelerin proteinlere dönüştürüldüğü muhteşem bir fabrikadır. Saniyeler içinde olağanüstü bir üretim kapasitesi vardır.





Ribozom: Ribozom; mesajcı RNA'lardan gelen şifrelerin proteinlere dönüştürüldüğü, 300'den fazla protein ve RNA'yı içeren bir fabrikadır. Hücredeki protein sentezinde kritik rol oynar. Genom bilimi ve İnsan Genom Projesi lideri Craig Venter, ribozomu "inanılmaz derecede güzel bir varlık" olarak adlandırmıştır.

Antikorlar ve Uyarlanabilir Bağışıklık Sistemi: Antikorlar bağışıklık sisteminin "parmakları"dır. Bunlar vücuda dışardan gelen yabancı istilacıları ayırırlar. Fakat antikor oluşturma süreci bir takım moleküler mekanizmalar gerektirir. Kandaki lenfosit hücreleri 100 milyondan fazla çeşit antikor üretebilmek için çok sayıda özel geni karıştırıp eşleştirirler. Bu "uyarlanabilir bağışıklık sistemi", vücudun birçok istilacıyı kovalayıp yok etmesine izin verir. Michael Behe bu mekanizmanın indirgenemez komplekslik olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir:

Eğer istilacıları öldürmek için bir sistem yoksa, büyük bir grup antikor çok işe yaramaz. Eğer onları tanımlayacak bir yol yoksa, istilacıları yok etme sistemi çok iyi olmaz. Her bir adımda sadece lokal problemlerle değil aynı zamanda birbirini tamamlayan sistem gereklilikleri tarafından durduruluyoruz.








1. Virüsler
2. Antikorlar
3. Antikorların Virüslerle Tepkimeye Girmesi
4. Antikorların Bakterilerle Tepkimeye Girmesi
5. Fagositoz


6. Bakteri
7. Yabancı Moleküller
8. Antijen
9. Yabancı Hücrenin Girişi




Antikorlar, vücuda giren yabancı maddeleri tanıyabilmelerinin yanısıra, onlarla birleşebilme özelliğine de sahiptirler. Bu özellik sayesinde antikorlar, belirli moleküllerle ya da vücudun yabancı olarak tanıdığı molekül parçalarıyla yani antijenlerle kusursuz bir 3 boyutlu birleşme meydana getirirler.

Antikorlar, vücuda giren virüs ve zararlı bakterilere karşı çeşitli yöntemler kullanarak savaş başlatırlar. Antikorlar, vücudun en akıllı moleküler makinelerinden biridir.





Bakteriyorodopsin: Bakteriyorodopsin, güneş ışığının enerjisini hücre zarından, protonların içinden geçirmek için kullanan "yoğun bir moleküler mekanizmadır".

Miyozin: Miyozin bir "yol" boyunca giden bir moleküler motordur. Aktin proteinlerinin oluşturduğu iplikçikler ile birleşerek kas hareketlerini sağlamakta ya da hücreler arasında yük taşımaktadırlar. Dolayısıyla, kas hareketleri, kasların kasılma ve gevşeme hareketlerini düzenleyen miyozin proteinlerinin trilyonlarca birleşik hareketini gerektirir.








1. Kas Lifi
2. Sarkoplazmik Retikulum
3. Çekirdek
4. Miyozin
5. Kas


6. Aktin İnce İplikçik
7. Mitokondri
8. Kas Lifleri
9. Perimisyum
10. Sinir İplikleri Demeti




Miyozin, kas hareketlerini sağlayan ve hücreler arasında yük taşımakta olan moleküler makinelerdir. Bu makineler belirli bir güzergah boyunca ilerler ve kasların kasılma ve gevşeme hareketleri sırasında sürekli aktiftirler.





Kinezin: Miyozin gibi, kinezin de "mikrotüpler boyunca tutuna tutuna ilerleyerek" hücredeki yükleri taşıyan bir protein mekanizmasıdır. Kinezinler büyük hücresel organelleri sürükleyebilmek için yeteri kadar güçlüdür.

Kalsiyum Pompası: Kalsiyum pompası, hareket eden ve birçok parçası olan olağanüstü bir mekanizmadır ve kalsiyum iyonlarını hücre duvarına transfer eder.

Proteazom: Proteazomun görevi, hasar görmüş veya işe yaramayan proteinleri, proteoliz adı verilen ve peptit bağlarını kırarak çalışan bir enzim aracılığıyla vücuttan atmaktır. Örneğin 26S proteozomunun 33 farklı alt birimi, ana hücrede yanlış katlanmış proteinlerin yok edilmesi için ya da yok edilmek üzere işaretlenmesi için görev yaparlar.








1. Na+
2. Amino Asit
3. Hücre Zarı
4. Bileşik Zar Proteini
5. Sitoplazma


1. Na+
3. Hücre Zarı
5. Sitoplazma
6. Ca++
7. İntegral Zar Proteini




Antikorlar, vücuda giren yabancı maddeleri tanıyabilmelerinin yanısıra, onlarla birleşebilme özelliğine de sahiptirler. Bu özellik sayesinde antikorlar, belirli moleküllerle ya da vücudun yabancı olarak tanıdığı molekül parçalarıyla yani antijenlerle kusursuz bir 3 boyutlu birleşme meydana getirirler.

Antikorlar, vücuda giren virüs ve zararlı bakterilere karşı çeşitli yöntemler kullanarak savaş başlatırlar. Antikorlar, vücudun en akıllı moleküler makinelerinden biridir.





Evrim Teorisinin Embriyolojik Bir Dayanağı Yoktur



Bugün Türkiye'deki birtakım evrimci yayınlarda, çok önceden bilim literatüründen çıkarılmış olan "Rekapitülasyon" teorisi, bilimsel bir gerçek gibi gösterilmektedir. Rekapitülasyon terimi, evrimci biyolog Ernst Haeckel'in 19. yüzyılın sonlarında ortaya attığı "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) teorisinin özet ifade biçimidir.

Haeckel tarafından öne sürülen bu teori, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia ediyordu. Örneğin insan embriyosunun, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen özellikleri gösterdiğini, en son olarak da insana dönüştüğünü öne sürüyordu.

Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu anlaşılmıştır. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen sözde "solungaçların", gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu anlaşılmıştır. Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne benzetilen kısmının da gerçekte bebek için kan üreten bir kese olduğu ortaya çıkmıştır. Haeckel'in ve onu izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için "kuyruk" gibi gözükmektedir.




ota benga, kongo
ota benga, kongo



Ernst Haeckel, ortaya attığı embriyoloji teorisini desteklemek için bilimsel verileri çarpıtmaktan ve çizim sahtekarlıkları yapmaktan kaçınmamıştır. Yaptığı sahtekarlık itirafında, kendisi gibi pek çok evrimci bilim adamının aynı yönteme başvurduğunu belirtmeyi ihmal etmemiştir.




1997 yılında Science dergisinde çıkan makelede Haeckel'in sahtekarlıkları, "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi" başlığıyla yayınlanmıştır. Makalede Haeckel'in, embriyoları gerçekte olduğundan farklı çizerek sözde türleri birbirlerine benzetmeye çalıştığından hayretle bahsedilmektedir.





Bunlar bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir. Evrimciler de bunu kabul ederler. Neo-Darwinizm'in kurucularından George Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor" diye yazar. 217 American Scientist'te yayınlanan bir makalede ise şöyle denmektedir: "Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti." 218

Konunun daha da ilginç bir başka yönü ise, Ernst Haeckel'in aslında ortaya attığı Rekapitülasyon teorisini desteklemek için yapılan çizimlerin bir sahtekarlık olmasıdır. Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için sahte çizimler yapmıştır. Bunun ortaya çıkmasından sonra durumu itiraf etmek zorunda kalmış, yaptığı savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar yaptığını belirtmekten başka bir şey olmamıştır:

Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yan yana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor. 219

Gerçekten de "birçok -sözde- güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki", çalışmaları önyargılı sonuçlar, çarpıtmalar ve hatta sahtekarlıklarla doludur. Çünkü kendilerini evrim teorisini savunmaya şartlandırmışlardır, ama teoriyi destekleyen tek bir bilimsel delil bile yoktur.





Haeckel'in Sahte Çizimleri



kelebekçiçek


kelebekçiçek



A. SAHTE ÇİZİM
B. DOĞRU ÇİZİM


1. Katlanmalar
2. Göz
3. Dişler
4. Kalp
5. Kol


6. Omurga
7. Besin Kesesi
8. Bacak
9. Göbek Kordonu




En yukarıda, Haeckel'in, hayali evrimleşme senaryosunu haklı çıkarmak uğruna çizdiği sahte embriyo resimleri görülüyor. Haeckel, bir alttaki sahte çizimi ise, insan embriyosunun, balık embriyosuyla sözde benzerlik gösterdiğini ispatlamak amacıyla çizmiştir. Gerçek insan embriyosuyla karşılaştırıldığında organların büyük bölümünün kasıtlı olarak çıkarılmış olduğu görülmektedir.





 


Dipnotlar



176 Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s. 186

177 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184

178 Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33

179 Macbeth, a.g.e., s. 36

180 Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227

181 Ayrıntılı bilgi için bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000, s. 159-175

182 "Post-zygotic Isolating Mechanisms", https://online.science.psu.edu/biol011_sandbox_7239/node/7311

183 "Genetic reproductive barriers: Long-held assumption about emergence of new species questioned", Science Daily, 2 Eylül 2013, https://www.sciencedaily.com/releases/2013/09/130902162536.htm

184 Daniel L. Rabosky, "Reproductive isolation and the causes of speciation rate variation in natüre", Biological Journal of the Linnean Society, Cilt 118, Sayı 1, Mayıs 2016, s. 13–25

185 "Genetic reproductive barriers: Long-held assumption about emergence of new species questioned", Science Daily, 2 Eylül 2013, https://www.sciencedaily.com/releases/2013/09/130902162536.htm

186 William D. Stansfield, The Science of Evolution, Macmillan, New York, 1983, 8. baskı, s. 10-11

187 Michael Denton, Nature's Destiny, Free Press, 1998, s. 321

188 Dr. Lee Spetner, "Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max", 2001, http://www.trueorigin.org/ spetner2.asp

189 Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/ spetner2.asp

190 Dr. Lee Spetner, a.g.m.

191 Dr. Lee Spetner, a.g.m.

192 Francisco J. Ayala, "The Mechanisms of Evolution", Scientific American, cilt 239, Eylül 1978, s. 64

193 Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp

194 S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5, Mayıs 1981, s. 173

195 The Merck Manual of Medical Information, Home edition, New Jersey: Merck & Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway, 1997

196 H. Enoch, Creation and Evolution, New York: 1966, s. 18-19

197 Frank Salisbury, "Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution", American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 338

198 Dean Kenyon & Percival Davis, Of Pandas and People: The Central Question of Biological Origins, (Dallas: Haughton Publishing, 1993), s. 33

199 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London, Burnett Books, 1985, s. 145

200 Fix, William, The Bone Peddlers: Selling Evolution (New York: Macmillan Publishing Co., 1984), s. 189

201 W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Thomas Nelson Co., Nashville: 1991, s. 98-99; Percival Davis, Dean Kenyon, Of Pandas and People, Haughton Publishing Co., 1990, s. 35-38

202 W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, s. 98-99, 199-202

203 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 290-91

204 Hervé Philippe and Patrick Forterre, "The Rooting of the Universal Tree of Life is Not Reliable", Journal of Molecular Evolution, vol 49, 1999, s. 510

205 James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera, "Mix and Match in the Tree of Life", Science, vol. 283, 1999, s. 2027

206 Carl Woese, "The Universel Ancestor", Proceedings of the National Academy of Sciences, USA, 95, (1998) s. 6854

207 Elizabeth Pennisi, "MICROBES, IMMUNITY, AND DISEASE: Is It Time to Uproot the Tree of Life?" Science, Volume 284, Sayı 5418, 21 Mayıs 1999, s. 1305-1307

208 Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s. 51

209 Wells, a.g.e., s. 51

210 C. Mavroidis, A. Dubey, and M. L. Yarmush, "Molecular Machines," Annual Review of Biomedical Engineering, 2004, Vol. 6:363-395

211 "The Closest Look Ever At The Cell's Machines," Science Daily, 24 Ocak 2006, https://www.sciencedaily.com/releases/2006/01/060123121832.htm

212 "Watching molecular machines at work", Science Daily, 11 Ağustos 2016, https://www.sciencedaily.com/releases/2016/08/160811101335.htm

213 Michael Behe, Darwin's Black Box: The Biochemical Challenge to Evolution, Free Press, 1996, s. 4-5

214 Behe, a.g.e., s. 5

215 Bruce Alberts, "The Cell as a Collection of Protein Machines: Preparing the Next Generation of Molecular Biologists," Cell, 6. Şubat 1998, Vol. 92:291

216 Casey Luskin, "Molecular Machines in the Cell", Discovery Institute, June 11, 2010, http://www. discovery.org/ a/14791

217 G. G. Simpson, W. Beck, An Introduction to Biology, New York, Harcourt Brace and World, 1965, s. 241

218 Keith S. Thompson, "Ontogeny and Phylogeny Recapitulated", American Scientist, Cilt 76, Mayıs-Haziran 1988, s. 273

219 Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, s. 204

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü