Harun Yahya

Din Ahlakını Yaşamayan İnsan Modelinin Zararları




Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 24)

İnsanlardan kimi, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. (Hac Suresi, 8)


Müminlerin buraya dek sözünü ettiğimiz tüm bu olumlu özelliklerine rağmen, bir kimsenin din ahlakından uzak kalmasının altında yatan nedenleri anlayabilmek için bu kişinin İslam ve Müslümanlar hakkında o güne kadar edindiği izlenimlere, ön yargılara göz atmak gerekir.

"Din ahlakından uzak" yaşayan insanların en önemli özelliği, başta da belirttiğimiz gibi toplumun telkinleri doğrultusunda hareket etmeleridir. Bu insanlar, hemen her davranışlarını çoğunluğa uyma psikolojisi ile belirlerler. Bu psikoloji şüphesiz onların dine karşı olan bakış açısını da şekillendirir.

Din hakkındaki tüm düşünceleri, ona çevresi tarafından aşılanmıştır. Kuran'ı hayatında bir kere bile okumadığından ve bilmediğinden küçüklüğünden beri edindiği kulaktan dolma bilgilere dayanan bir din anlayışına sahiptir. Din adına kendisine anlatılan herşeyin dinde gerçekten yer aldığı düşüncesine kapılır. Kuran'ı okuyup gerçek din ahlakını öğrenmekten ise şiddetle kaçınır, etrafındaki insanlara da aynı telkinleri vererek, çoğu zaman onların da din ahlakından uzak durmalarına vesile olur. Bu yanlış tutum ve anlayışa sahip insanlar Kuran'da şöyle bildirilir:

Onlar hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değillerdir. (En'am Suresi, 26)

Bu ahlaktaki kişilerin sahip oldukları cehalet nedeniyle, toplumun büyük bölümünün din ahlakını yaşamaması, uzak durması, onların da aynı tavrı sergilemesinin en büyük dayanağı olacaktır. Cehaletleri, ünlü ve toplumun önde gelen kişilerinin din ahlakından kopuk yaşamlarının kendilerini daha da olumsuz etkilemesine sebep olur. Din ahlakından uzak kalarak kendi aklınca "çağa uyduğunu" ve "önde gelen insanların yaptığı gibi davrandığını" düşünür. Bu topluluk psikolojisi nedeniyle, dinden uzak durmanın ahiretteki sonucunu da unutur.

Halbuki öldüğü andan itibaren her insan tek başına kalacaktır. "Önde gelenler"in kendisine hiçbir faydası dokunmayacaktır. Ayetlerde, ahiretteki durum şöyle bildirilir:


Onların tümü-toplanıp (kıyamette) Allah'ın huzuruna çıktılar da zayıflar (müstaz'aflar) büyüklük taslayanlara (müstekbirlere) dedi ki: 'Şüphesiz, biz size tabi idik; şimdi siz, bizden Allah'ın azabından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?' Dediler ki: 'Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez, bizim için kaçacak bir yer yoktur.' (İbrahim Suresi, 21)

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın' (bir tarzda) Bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)


Kişi "seçkinlik" kavramını yanlış değerlendirdiği için kendine de yanlış insanları örnek alır. "Cahiliye" toplumunun anlayışına göre "seçkinlik", para, şöhret gibi değerlerle kazanılır. Gerçekte ise, "seçkinlik" yalnızca Allah'a olan samimi yakınlıkla elde edilir:

Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla. Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık. Ve gerçekten onlar, Bizim Katımızda seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır. (Sad Suresi, 45-47)

Din ahlakının yaşanmadığı toplum insana yanlış alışkanlıklar kazandırır. Herşeyden önce, böyle bir kişi, her ortamda belirli bir "statü" kazanması gerektiğini düşünür. Aksi takdirde çevresindeki insanların ne düşüneceği zihnini çok meşgul eder. Artık, bir topluluk içinde aklına gelen tek şey "şu anda etrafımdakiler hakkımda ne düşünüyor?" olur. Allah'ın hoşnutluğunu aramanın ne demek olduğunu bile bilmiyordur. O yalnızca insanların hoşnutluğunu aramaktadır.

Din ahlakından uzak toplum, ona, karşı cinsle olan ilişkileri hakkında da son derece yanlış bir eğitim vermiştir. En büyük sloganlarından biri "kadına saygı ve kadın haklarının savunulması" olan bu dinden uzak toplumda, kadın aslında tam bir sömürü aracı olarak kullanılır.

"Çıkma" mantığı toplumdaki sosyal sorunların sanki yegane anahtarıymış gibi halka empoze edilerek, "flört", "boy friend", "girl friend" gibi süslü terimlerle sözde modernize edilir. Namus, iffet gibi dinde titizlikle önem verilen konular, bir kısım medya tarafından özellikle ele alınarak, insanların bilinçaltına zıt yönde telkinler ince ince işlenir. Namuslu kalmak isteyen insanlar kitle psikolojisi oluşturularak ya namussuzluğa sürüklenir ya da toplumdan dışlanır. Böylelikle kişiler üzerinde sosyal bir baskı oluşur. Ayrıca onların, istenilen doğrultuda hareket etmedikleri takdirde, adeta kendilerinden kuşku duyacakları, özgüvenlerini kaybedecekleri bir kamuoyu meydana getirilir.

Söz konusu din ahlakının yaşanmadığı bazı toplumlarda, bütün bu çarpık toplumsal telkinlerin etkisiyle fuhuşu meşru görmeye başlayan genç, bu sefer de homoseksüelliğin normal karşılanması gerektiği, bu sapıklığın yalnızca o insanı ilgilendirecek bir "seçim" meselesi olduğu yönünde yalan propagandayla karşı karşıya gelir. Homoseksüellik, sözde taassupsuzluk, medeni cesaret, kendini aşma olarak sunulur. Ahlaksızlık da aşması gereken yeni bir boyut olarak karşısına çıkartılır.

Diğer yandan İslam'da Allah'ın karşılıklı sevgi ve saygıyı, herhangi bir menfaat gözetmeden en yoğun biçimde yaşamak için meşru kıldığı evlilik kurumu, bu sistemin genel felsefesinin gerektirdiği biçimde, karşılıklı bir sömürü aracı olarak kullanılır. Bu çarpık sistemde erkek için, evlendiği kadın, hayatının geri kalan kısmında kendisine bakacak, çamaşırını yıkayıp, yemeğini yapacak ve cinsel tatminini sağlayacak bir meta konumundadır. "Koca kapma" telkinleriyle büyütülen kadın ise kocasını, bir an önce çocuk yaparak kendisine bağlayacağı ve bu yolla istikbalini garantiye alacak, kendisine gerekli hayat standardını sağlayacak bir araç olarak görür. Bunları kendisine sağlayan erkeğin tahakkümü altına girer ve kocasını kaybetmemek için her türlü yola başvurur. Bu tür bir evlilik, aslında bir hayat kadınıyla maddi menfaat karşılığı birkaç saatliğine yapılan sözleşmenin daha uzun, ömür boyu süren bir benzerinden çok da farklı bir şey değildir. Gerçi bunu iki taraf da açıkça kabul etmek istemez, fakat yeri geldiğinde bunun hayatın bir gerçeği olduğunu belirtmekten de çekinmez. Mantık evliliği yapmalarıyla övünenler vardır. Anlaşıldığı gibi, böyle bir evlilikte ortak paylaşım noktası sevgi değil, para, karşılıklı menfaat ve cinselliktir.

Bir çıkar ilişkisi haline dönüşen bu evlilikte sadakat, vefa gibi kavramların da hiçbir anlam ifade etmediği ortadadır. Evliliklerinde yukarıda saydığımız çıkarları sağladıktan sonra birbirini aldatan, ihanet eden eşlerin sayılarının günden güne artması bunun doğal bir sonucudur. Bu ihanetleri, eşinden gizli ya da karşılıklı anlaşmayla sürdürenler de çoğalmaktadır. Sonuçta sözde çağdaş evlilik sisteminin özü, dinde bahsedilen evlilik modelinden uzaklaştırılıp, toplumda belirli çevrelerce yerleştirilmeye çalışılan "serbest cinsellik" ortamına açılan bir kapı haline getirilmiştir.

Sözde çağdaşlık adı altında lanse edilen din ahlakına uygun olmayan yaşam tarzı gerçekte bağımsız bir felsefe değildir. İnsanları, din ahlakından tümüyle koparıp tam tersi bir yapı yerleştirmeye, Allah'ın bildirdiği sınırların uygulanmasını engellemeye çalışan batıl bir sistemdir. Bu batıl sistemin etki altına aldığı konular yalnız cinsellik ve evlilikle sınırlı kalmayıp her türlü değer yargısına uzanır. İslam ahlakının gereği olan üstün ahlaki değerlerin bir kısmını -iffet, namus gibi- tamamen yok etmeye çalışırken bir kısmını da kendi batıl sistemine uygun hale getirmeye çalışarak asıl amacından saptırmaya çalışır. Örneğin Allah yolunda gösterilen dürüstlük, cesaret, gözüpeklik, mücadelecilik gibi özellikler Kuran'da övülmüştür. Haksızlıkla, adaletsizlikle fikren mücadele etmek, iyiyi, doğruyu anlatmak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamak, cesaretini Allah'a olan güveninden almak, Allah'tan başkasından korkmayıp gerektiğinde canını ortaya koymak müminlerin en önemli özelliklerindendir. Ancak sözünü ettiğimiz batıl fikir sistemi, cesareti, en uç sapıklıkları denemek, dürüstlüğü, ahlaksızlıkları alenen ve pervasızca yapmak, mücadeleyi de bunları ölene kadar savunup, herkese yaymak gibi son derece çarpık bir şekilde tanımlamıştır.

Bu batıl sistem içinde, genç yaştaki erkekler hedeflendiğinde, "cesaret" ve "gözüpeklik" kavramları, kabalık, zorbalık, sınır tanımamak, insanların haklarına tecavüz etmek, fırsatçılık, insan kullanmak, saldırganlık, kavgacılık, kibir ve büyüklenme gibi karakter bozuklukları ile bir tutulmuş, bu dengesiz ve çarpık psikoloji "delikanlılık" adı altında adeta özenilecek bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Patavatsızlık, lafını sözünü bilmezlik, ağzı bozukluk, boşboğazlık, "harbilik" şeklinde övülmüştür.

Allah benzeri diğer olumsuz özellikleri üzerinde taşıyan insanların güvenilmezliklerini şöyle bildirmektedir:

Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren, hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; mal ve çocuklar sahibi oldu diye, kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman, "(bunlar) eskilerin masallarıdır" diyen. (Kalem Suresi, 10-15)

Bütün bu çarpık mantıkların sonucunda "sevgi" kavramının da anlamı değişmiştir. Sevgi, karşıdaki kişinin kendisine sağlayacağı hava atma derecesi veya maddi çıkar ile orantılıdır. Bununla birlikte, din ahlakının yaşanmadığı sistemin bir diğer özelliği de sevgiyi çeşitli görüntü ve imajlara dayandırmasıdır. Elbette bu gerçek sevgi değildir. Bu cahiliye ortamında çoğu genç kız, son model bir arabası, gösterişli bir evi, düzgün bir görünümü olan insana ilk bakışta sözde "aşık" olur. Herhangi bir hastalık veya acizlik nedeniyle bu dünyevi özellikler ortadan kalktığında ise, aşkı da sona erer.

İçinde bulunduğu toplum ölçü ve değer yargılarını, duygu ve düşüncelerinin sınırlarını belirlerken onu, Allah, din ve varoluş amacı hakkında hiçbir şey düşünmeyen bir insan haline getirmiştir. Zira, kendisini programlayan cahiliye toplumu, ona sayısız görevler yüklemiştir. Herşeyden önce cahiliye toplumunun deyimiyle "gemisini kurtarması", ardından da bu toplumda belirli bir "statü" kazanması gerekmektedir. Bunun için diğer insanları kullanacak, gerekirse ezecek, saf dışı edecektir.

Çünkü bu cahilce anlayışa göre "hayat bir mücadeledir" ve yine aynı çarpık anlayış nedeniyle "büyük balığın küçük balığı yutması" gereklidir. Zayıfın, düşkünün elenmesi ise adeta bir doğa kanunu olarak görülür. Başkalarının, kendisine zararları dokunmadıkça, aynı zihniyeti taşımalarının da bir mahsuru yoktur, çünkü "ona dokunmayan yılanlar istedikleri kadar yaşayabilirler."

Fakat işler umduğu gibi gitmeyip gerekli başarıyı gösteremediği, hayal ettiği toplumsal statüyü kazanamadığı takdirde, aynı felsefe bu sefer kendi aleyhinde işlemeye başlar. Bir de bakar ki din ahlakından uzak yaşayan bu toplum tarafından hor görülen, ezilen, aşağılanan ve dışlananların safına birdenbire kendisi de katılmıştır. Daha önce kendini yüceltmesini umduğu kurallar, şimdi onu hedef almışlardır. Çevresindeki dostları aniden yok olmuş, mutsuz ve tek başına kalmıştır.

Bunlar yetmiyormuş gibi etrafında kendinden büyük balıkların dolaşmaya başladığını farkeder. Güvenecek insan, tutunacak dal, bir yardım eli arasa da bulamaz. Kuran'da dinden uzak insanların çaresizlik durumlarında Allah'a yöneldikleri şöyle haber verilir:

Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na "gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)" olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız. (Yunus Suresi, 22)

Ancak bu insan, Allah duasına karşılık verip de kendisini içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarınca sanki daha önce Allah'a yalvaran kendisi değilmiş gibi eski zihniyetini sürdürür:

Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 23)

Bu gibi kişilerin çarpık zihniyetine göre, "herşeyi metafizik olarak yorumlamamak, gerçekçi olmak" lazımdır. Önemli bir deneyim atlatmış ve kendi çabasıyla kurtulmuştur. "Hayatın gerçeklerini" öğrenmiştir. Kötü günler geçirmiştir, fakat bunlar artık geride kalmıştır. O şimdi daha tecrübeli, daha olgundur. Şüphesiz bu akıl ve mantık dışı bir yaklaşımdır. İnkarcı insanların çirkin psikolojisi de Kuran'da haber verilmiştir:

Andolsun, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırsak, kuşkusuz; "Kötülükler benden gidiverdi" der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir. (Hud Suresi, 9-10)

Böyle bir nankörlük yapan insanın, hayatının geri kalan kısmında da benzeri belalar başına gelir. Allah belki –tevbe edip, Kendisi'ne yalvardığı takdirde- her seferinde bu kişiye icabet edecek fakat söz konusu kişi, kendisine verilen nimeti gereği gibi değerlendirmeyecek, bu akılsızlığı nedeniyle hem dünyada hem de ahirette sıkıntılı ve acı dolu bir hayat yaşayacaktır.

İnkarda direnen bu kişi ölümle yüzyüze geldiğinde, artık tevbe imkanı olmayacak, kendisine yeni bir fırsat tanınmayacaktır. Çünkü o yaşamı boyunca nasıl biri olduğunu ortaya koymuştur. Allah bu insanın gerçekle yüzyüze gelince duyacağı pişmanlığı Kuran'ın birçok ayetinde haber vermiştir:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir. (Enam Suresi, 27-28)

Bu nedenledir ki, akıl ve vicdan sahibi olan kimselerin, dünyadayken tüm bu hatalı tavırlarını düzeltmeleri, ahlaklarını tamamen değiştirip güzelleştirmeleri büyük önem taşımaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulur:

Allah, kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiçbir velisi yoktur. Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; 'Geri dönmeye bir yol var mı?' derler. Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler. Onların Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir (çıkış) yolu yoktur. Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden evvel, Rabbinize icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne sizin için inkar (etmeye bir imkan). (Şura Suresi, 44-47)

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü