Harun Yahya

İşinden Boşalınca Başka Bir İşe Başlamak



Kuran ayetlerine baktığımızda mümin için boş vakit diye bir kavram olmadığını görürüz. Allah iman edenleri, hayatları boyunca hem kendi nefisleriyle hem de inkarcıların ahlakına karşı fikri bir mücadele vermekle görevlendirmiştir.

Bunun için yapılması gereken pek çok hazırlık, yerine getirilmesi gereken sayısız görevler vardır. Bu ihlaslı çabanın bir sınırı, bir kesintisi ve ara verilebilecek bir zamanı da yoktur. Bu yüzden, başarılan bir iş, tamamlanan bir görev, bitirilen bir hazırlık, çalışmalarına ara vermek için bir gerekçe değil, tam tersine, yeni faaliyetleri başlatmanın vaktinin geldiğinin bir göstergesidir. Ayette bu durum şöyle belirtilir:

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. (İnşirah Suresi, 7)

Mümin, ayetin hükmüne göre Allah yolunda bir işi bitirince, hemen bir başka iş için yorulup çaba sarf etmeye başlayacaktır. Müminin hayatı boyunca sürdüreceği bu tutumun istisnası, Kuran'da Allah'ın belirttiği gibi, dine hizmete kuvvet bulmak için gereği kadar dinlenmesi ya da Allah'ın kendisine sunduğu nimetlerden, şükretmek, şevk ve heyecanını artırmak için meşru sınırlar içinde faydalanmasıdır.

Müminin, Kuran ahlakını yayma yolundaki fikri mücadelesinde durmaksızın yorulması ile cahiliyenin hayat mücadelesi adını verdiği zorluk, sıkıntı, mutsuzluk ve ümitsizlik içindeki çabası arasında en ufak bir benzerlik yoktur. İnkar edenlerin dünyada çektikleri sıkıntı, yorgunluk ve çile, onların ahirette karşılaşacakları ve Allah’ın dilemesi dışında kurtulamayacakları sonsuz azabın dünyadaki çok hafif bir başlangıcıdır. Oysa diğer yandan Allah'ı herşeyin üzerinde tutan, O'nu büyük bir coşku ve bağlılıkla seven müminin Allah yolunda sarf ettiği çaba, onun için daha cennete girmeden dünyada elde ettiği ve cennet zevklerine benzer çok büyük bir manevi lezzet içerir. Aynı zamanda bu çaba, Allah'ın dilemesiyle, ahirette onun karşısına çok büyük ve sonsuz bir mükafat olarak çıkacaktır.

Güven-Korku Haberini Yaygınlaştırmamak



Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda Müslümanların, doğrudan ya da dolaylı, zarar veya menfaatini ilgilendiren her türlü haber ve bilginin, o haberden en doğru sonucu çıkaracak yetkili ve sorumlu kişilere ulaştırılması Allah'ın kesin bir emridir. Kuran'da bu tür haberler "güven veya korku haberi" olarak adlandırılır. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan 'sonuç-çıkarabilenler,' onu bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz. (Nisa Suresi, 83)

Söz konusu haberin, ayette kınandığı gibi, insanlar arasında yaygınlaştırılmasının pek çok sakıncaları vardır. Birincisi, asıl ulaştırılması gereken makamlara bu haber ulaşmayacak ya da çok değişik ağızlardan belki de çok farklı şekilde ulaşacaktır. Bu yüzden, acilen değerlendirilip önlem alınması gereken bir konuda geç kalınmış, zamanında davranılamamış olacaktır. İkincisi, açıklanmaması gereken bir haberin yaygınlaşması, inkarcı müşrik, münafık gibi İslam ahlakına karşı mücadele yürüten kimselerin de bundan haberdar olmalarına; ve bu bilgiyle çevrelerine zarar vermelerine yol açabilecektir. Ya da en azından bu habere dayalı bir önlemin alınmasını faydasız kılacaktır.

O nedenle, bu haberin, onu en doğru ve en güzel şekilde yorumlayacak, onunla ilgili en doğru bağlantıları kuracak, değerlendirmeleri yapacak ve en isabetli kararı verip en gerekli önlemleri alacak yetkili ve sorumlulara bir an önce iletilmesi şarttır. Çok önemli bir husus da, müminin, korku ya da güven haberlerini son derece hassas şekilde fark edebilecek ve hiç vakit kaybetmeden ilgili mercilere ulaştırabilecek bir akıl ve uyanıklığa sahip olmasıdır. Bu anlayışa sahip akıllı müminlerin sayısının artması ise Kuran ahlakının yaygınlaşmasına vesile olacak bir durumdur.

Fasıktan Gelen Habere Göre Hareket Etmemek



Fasık, doğru yoldan sapmış, Allah'a isyan üzerine kurulu bir hayatı benimsemiş kişidir. Dolayısıyla, ondan Kuran'ın sınırlarını gözetmesi, adalet, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik gibi mümin sıfatlarını üzerinde taşıması beklenemez. Ayrıca fasık, Allah korkusu olmayan, müminlerin imanını kıskanan, elinden gelse müminleri de saptırmak isteyen, onlara zarar vermekten, kendi aklınca onları üzmekten zevk alan kimsedir. Ancak elbette bu amacına ulaşması mümkün değildir. Çünkü her ne yaparsa yapsın, kendince müminler aleyhine nasıl bir tuzak kurarsa kursun, Allah tüm bu planları ters yüz edecek ve yaşanan her olay müminlerin hayrına olacaktır.

Fasıktan müminlere ulaşan bir haber kesin bir bilgi niteliği taşımayan, doğruluğu araştırılması gereken bir konudur. Bu konudaki ayet şöyledir:

Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)

Doğruluğunu araştırmadan, fasıktan gelen bir haber nedeniyle -Kuran'ın ölçülerine göre- güvenilir bir bilgi bulunmadan hüküm vermek, Allah'ın ayette belirttiği gibi "cahilce" bir hareket olur. Yine bir başka ayetle de iman edenlerin, "hakkında bilgileri olmayan bir şeyin peşine düşmeleri" (İsra Suresi, 36) yasaklanmıştır.

Sayın Adnan Oktar’ın Fasıkların Haberine İnanmamanın Önemi ile İlgili Açıklamaları



‘Müslümanlara Atılan İftiralara Araştırmadan İnananların Durumu”



“Masonların iftiralarına, komünistlerin iftiralarına, iddia edilen Ergenekon örgütünün iftiralarına inanmak, Müslümanı ahirette sorumlu kılar. Bak, diyor ki Cenab-ı Allah, “bir fasık” diyor, yani Kuran’ın hükmüne uymayan bir kişi, Kuran’a göre hareket etmeyen bir kişi, “size bir haber getirdiğinde”, şeytandan Allah’a sığınırım, “onu araştırın, tahkik edin, yani gözünüzle görün, kulağınızla işitin, yoksa inanmayın” diyor. Şimdi ama öyle olmuyor. Mesela bakıyorsun bir mason yayın organında bir Müslümanla ilgili bir yazı çıkıyor. “Vay neler oluyormuş?” diyor. Ama evde kahvesini höpürdeterek içiyor. Bacak bacak üstüne atmış. Hiçbir riskin içine girmez. Hiçbir mücadelenin içine girmez. Ondan sonra, bir eli yağda bir eli balda, kendi işinde gücünde, çoluğa çocuğa karışmış. İşleri düzgün gidiyor kendi kafasına göre dünyevi anlamda. Ama öbür tarafta Müslüman kişi Allah rızası için varını yoğunu Allah yolunda harcamış, hayatın bütün sosyal yönlerinden çekilmiş, her türlü tehlikenin içine girmiş, dolayısıyla her türlü iftiraya, baskıya, zulme maruz kalmış. Buna rağmen evindeki o keyif içinde yaşayan adamların mason gazetelerden öğrendikleri haberlerin muhatabı oluyor. Bir de kendini savunmak mecburiyetinde kalıyor, üstüne üstlük. Bak o tebliğ yapmayan, dini yaymayan adamlar onun hakkında yorum yapıyorlar. O Müslüman da tebliğini durduruyor, bu sefer onların yorumunu da düzeltmekle uğraşıyor. Halbuki orada hiç olmazsa o ehl-i keyif takım, “arkadaş” demesi lazım, “ben bir ibadet yapayım, bari fasıktan gelen haberi araştırayım, inanmayayım, gözümle göreyim, kulağımla işiteyim” demesi gerekirken, bunu yapmıyorlar. Bunu yapmayınca ne olur? Müslümanın aldığı sevap on ise, milyon olur. Sevap kazandırma sebebidir bu varlıklar. Yani mutlaka hikmetle yaratılırlar. Mesela o olmazsa, o fasığın haberine inanan adamlar olmazsa, Müslüman daha az sevap kazanır. Müslümanın sevabını çoğaltan varlıklardır onlar, onun için onlar da hayırla, hikmetle yaratılırlar. Ama doğrusunu bilsinler diye anlatıyorum. Ahiret sorumluluğunu anlasınlar diye. Yoksa fayda getiriyorlar o yönüyle.” (Sayın Adnan Oktar’ın 25 Ocak 2010 tarihli Adıyaman Asu ve Kral Karadeniz TV röportajından)

Allah’ın Ayetlerine Karşı Mücadele Yürüten İnsanlara Sevgi Beslememek



Müminin bütün değer yargıları Kuran ve sünnet üzerine kuruludur. Sevgi de bunlardan biridir. Mümin ancak Allah'ı ve Allah'ın sevdiklerini sever. Allah'ın ve müminlerin düşmanlarına karşı ise asla sevgi beslemez. Bu, Kuran'da Allah'ın belirlediği net ve kesin bir ölçü olmakla birlikte, samimi bir mümin zaten imanının doğal bir sonucu olarak başka türlü hissedip davranamaz. Bunu içinden gelerek samimi bir şekilde yapar. İmanının şiddeti ölçüsünde, Allah'a ve müminlere duyduğu sevginin şiddeti de artar. Bu yüzden, isterse en yakınları için olsun, müminin bu ölçünün dışında bir bakış açısına sahip olması mümkün değildir. Ayette bu durum şöyle açıklanır:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir... (Mücadele Suresi, 22)

Ancak herşeye rağmen, zaman zaman, Kuran'ın hükümlerini yeni öğrenen, imanla, İslam'la yeni tanışmış kişilerde geçmişlerindeki hatalı sevgi ve dostluk anlayışını sürdürme eğilimi olabilir. Genelde bilgi eksikliğinden ve imani bakış açısının henüz tam olarak kalbe yerleşmemiş olmasından kaynaklanan bu tutumun ne derece yanlış olduğu Kuran'da şöyle bildirilir:

Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi, 1)

Ayetteki bu açık ve net uyarıdan sonra hala eski sevgi anlayışını sürdüren, Kuran'a uygun değer yargılarını benimsemeyen bir kimsenin, yolun ortasından şaşırıp-sapacağı bildirilmiştir. Eğer kişi bu sapkın ruh halini gizleyip de birtakım çıkarlar doğrultusunda müminlerin arasında tutunmaya çalışırsa da, Allah bunu er ya da geç ortaya çıkaracaktır. Bir ayette şu şekilde bildirilmektedir:

Yoksa siz, içinizden cehd edenleri (çaba harcayanları) ve Allah'tan ve resulünde ve müminlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkaradan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Tevbe Suresi, 16)

Kınayanın Kınamasından Korkmamak



Müminler her devirde, Allah'a kulluk etmeleri, O'nun emirlerini yerine getirmeleri, insanların değil de yalnızca Allah'ın rızasını gözetmeleri nedeniyle içinde yaşadıkları toplumlar tarafından yadırganmışlardır. İnkar edenlerin kendi içinde oluşturduğu çarpık yaşam biçimini ve felsefesini reddetmeleri, Kuran'da bildirilen ahlakı benimsemeleri nedeniyle çeşitli tepkilerle karşılaşmışlardır. İnkarcı toplumunun bu tepkisi, karşı tavır alma, manevi baskı, kınama, fiziksel saldırı ve eziyet şeklinde gerçekleşmiştir.

Ancak, Allah'a karşı tam bir güvene ve sarsılmaz bir imana sahip olan müminler, bu baskı ve kınamalar karşısında dinlerinden en ufak bir taviz vermemişlerdir. Bu güzel ahlaklarından dolayı da Allah'ın yardım ve desteğini kazanarak, inkarcılara karşı zafer elde etmişlerdir.

Mümin, İslam'ı yaşarken her zaman fiziksel bir saldırıyla karşılaşmayabilir. Fakat Allah'ın emirlerini yerine getirmedeki titizliği ve inkarcıların batıl fikir sistemini ezmedeki kararlılığı yüzünden etrafını saran kişiler tarafından çeşitli eleştiri ve kınamalara maruz kalabilir. Ancak bu kişiler kısa zamanda bu tür kınamalara taviz vermeyen, güçlü şahsiyete sahip, Allah'a ve kendine güveni tam olan müminleri yolundan saptıramayacağını anlarlar. Müminler yalnızca Allah'tan korkarlar ve kendilerini kınayanlardan korkmazlar. Tam tersine, akılları, sabırları, dirayetleri, kararlılıkları ve ilmi mücadelelerindeki başarılarıyla kınayıcılar üzerine büyük korku salarlar. Bu tür kınamalar müminleri daha da motive eder.

Kınayanın kınamasından korkmak aynı zamanda da Allah'a karşı şirk koşmak demektir. Çünkü Allah ayetlerinde 'yalnızca Kendisi'nden korkulması gerektiğini' bildirmektedir. Böyle bir kişi ise İslam'a değil yalnızca kendine zarar verir. Allah onun yerine kınayanın kınamasından korkmayan ve aşağıdaki ayette sıralanan üstün vasıflarla donatılmış müminleri getirir:

Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)

Nefsi Temize Çıkarmamak



Hatasız olmak bir ilahlık vasfıdır ve yalnızca Allah'a mahsustur. Kuran'da en üstün imana ve ahlaka sahip olan peygamberlerin dahi çeşitli hatalarından bahsedilmektedir. Müminlerin de bu tür hatalardan ve günahlardan sakınmaları öğütlenir. Peygamberlere ve tüm müminlere Kuran'ın birçok yerinde bağışlanma dilemeleri emredilir. İman edenlerin bilerek ya da bilmeden günah işleyebilecekleri de Kuran'da haber verilmiştir. Bu durum insanın Allah karşısındaki aczinin, her konuda, günah işlememe, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirebilme konusunda bile yine Allah'a muhtaç olduğunun bir göstergesidir.

Mümine düşen hata ve günahını fark ettiğinde hemen pişmanlık duyup vazgeçmek, tevbe ve istiğfar ederek aynı günahı tekrar işlememeye çok özen göstermektir. Yoksa kendini hatasız, günahsız göstermek, temize çıkarmak değil... Zira böyle yapmak zaten Allah'ın beğenmediği bir tavırdır:

Ki onlar, ufak tefek günahlar dışında, günahın büyük olanından ve çirkin utanmazlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir; hem sizi topraktan inşa ettiği (yarattığı) ve siz daha annelerinizin karnında cenin halinde bulunduğunuz zaman da. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp-durmayın. O, sakınanı daha iyi bilendir. (Necm Suresi, 32)

Kendini temize çıkarma endişesinin altında yatan neden, insanın diğer insanlar arasında kendini hatasız ve kusursuz göstererek yüceltmek istemesinden kaynaklanır. Halbuki bunu yapan, değil üstün bir konuma gelmek, tam tersine hem Allah Katında hem de müminlerin gözünde alçalır, küçük düşer. Açıkça olmasa da bir anlamda, kendince, ilahlık iddiasında bulunduğu için (Allah'ı tenzih ederiz) halis müminlerin kalbine sıkıntı ve rahatsızlık verir. Kendi aklınca müminleri aldatıp onların gözünde değer ve üstünlük kazandığını sanırken, acınan ve idare edilen bir kimse olduğunu fark edemez. Bir süre sonra kusursuz olduğuna gerçekten kendisi de inanmaya başlar ve günden güne daha küçük düşürücü bir tavır içerisine girer.

Nefsini temize çıkaran kimse kendini günahsız gördüğünden Allah'tan bağışlanma dilemeye, Allah'a yalvarıp af dilemeye gerek duymaz. Büyüklenen, müstağniyetten azıp adeta kendini ilahlaştırmış bir kimse (Allah'ı tenzih ederiz) haline gelir. Kendi felaketini hazırlar.

Samimi bir mümin ise aczinin, kusurunun bilincindedir, bu yüzden sürekli olarak Allah'tan bağışlanma diler. Allah'ın rahmetini ve rızasını umar. Bu durumda Allah da onun kusurlarını örter, günahlarını bağışlar, gerçek manada temizleyip arındırır, üstün bir konuma getirir.

Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, 'bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü