Harun Yahya

İnkar Edenlerin Ümitsiz Halleri



Ümitsizlik, din ahlakından uzak yaşayan insanlarda sık rastlanan bir ruhi bozukluktur. Bu, insanların Allah'ın varlığını reddetmelerinden ya da Allah'ı gereği gibi tanıyıp bilmemelerinden kaynaklanır. İmandan ve dolayısıyla Kurani bilgiden yoksun olan bu insanlar etraflarında gerçekleşen tüm olayların tesadüfler sonucu meydana geldiğini düşünürler. Allah'ın herşeyi, Kendi belirlediği bir kader çerçevesinde yarattığının ve her an kontrolü altında tuttuğunun farkına varamazlar.

Bu nedenle başlarına gelen her türlü olumsuz olay kendileri için bir keder ve umutsuzluk vesilesi olur. Hatta kötü bir olaya gerek kalmadan, sırf kendi oluşturdukları kuruntu, vesvese ve endişeler bile onları derin bir ümitsizliğe düşürmeye yeterli olur.

Bu ruh halindeki bir insan her konuda, her olayda kötüye yoracak, olumsuz bir yön bulabilir. Herşeyden karamsarlığa ve umutsuzluğa sürüklenecek sonuçlar çıkarabilir. Çünkü kendisine ölçü olacak hiçbir yol göstericisi yoktur. Hayat felsefesini ve olaylara bakış açısını belirleyen şeylerin tesadüf, raslantı, şans gibi kavramlar olduğunu düşünür. Oysa bu kavramların ona umut ve güven verecek hiçbir güçleri yoktur. Tam tersine, bu kavramlara inanması ve hayatını bunların üzerine kurması, onun her türlü sıkıntıyı ve azabı yaşamasına sebep olur.

Böyle olması da doğaldır. Çünkü Allah'ı tanımamakla, O'nun insanlara bir rehber, rahmet ve müjde olarak gönderdiği Kuran'ı rehber edinmemekle kendi kendine zulmetmiş, çektiği tüm sıkıntılara kendisi sebep olmuştur. Kendisini ve tüm varlıkları sarıp kuşatan İlahi kaderden habersizdir. Bu yüzden, Allah'ın bilgisi ve dilemesiyle gerçekleşen herşeyi başıboş olaylar dizisi olarak algılar. Kısacası içinde bulunduğu büyük körlük ve cehalet, ona hayatı boyunca bir nevi cehennem azabı yaşatır.

İnkar edenler için durum böyleyken, kendini Müslüman tanıtan bazı kimseler de aynı ruh halini taşırlar. Müslüman olduklarını savunmalarına rağmen Kuran ahlakından uzak oldukları için olaylara yaklaşımları ve tepkileri de inkar edenlerden pek farklı değildir. Bütün olayları sebepler zincirinin, doğa kanunlarının, sosyal gelişmelerin, bir sonucu olarak değerlendirir, bu olayların tamamını Allah'ın yarattığını düşünmez ve bunların arkasındaki İlahi hikmeti ve amacı göremezler.

Oysa Kurani bakış açısı insana bütünüyle farklı bir kişilik kazandırır. Herşeye bu bakış açısıyla yaklaşan bir insan en başta, mümin olduğu için her olayın kendisi ve diğer müminler açısından hayırlı olduğunu bilir. Çünkü Allah müminlerin dostudur ve onlar için dünyada ve ahirette en hayırlı olanı dilemekte ve yaratmaktadır. Eğer olumsuz gibi görünen bir durumla karşılaşırsa bunu kötü şansa, uğursuzluğa, işlerin ters gitmesine bağlamaz. "Şer" gibi görünen bir olayın içinde, "...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır..." (Bakara Suresi, 216) ayetinde işaret edildiği gibi Allah'ın çok büyük hayırlar yaratmış olabileceğini düşünür.

Herşeyin Allah'tan geldiğinin, Allah'ın dilemesiyle olduğunun bilinciyle, hiçbir şartta ve durumda üzüntüye, karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılmaz. Bu dünyada herşeyin bir imtihan vesilesi olduğunu düşünerek karşısına çıkan olaylarda Kuran'da belirtilen en güzel ahlakı, en güzel davranış biçimini gösterir.

Allah'ın rahmetinden yalnızca inkar edenler ümit keser



İnsanlar zorlu olaylarla karşılaştıklarında gösterdikleri tavra göre ikiye ayrılırlar. Bunlardan birinci grup Allah'ın varlığını inkar eden ve dünya hayatının koşuşturması içine dalan insanlardır. Herhangi bir zorluk, sıkıntı, fiziksel ya da manevi baskıyla karşılaştıklarında bir anda saldırganlaşıp, umulmadık isyankar tavırlar gösterirler. Zorluklar iman etmeyenlerin büyük bir ümitsizliğe düşmelerine neden olur. Bu ümitsizlik tüm yaşantılarını engeller, şevk ve heyecanlarını kırar, çok büyük bir yılgınlık meydana getirir. Her zorluğu bir bela olarak görür, bu nedenle de olgun ve dengeli bir tavır gösteremezler.

Allah'ın rahmetinden umut kesen kişiler Allah'a inanmayan, ahiret inancı taşımayan insanlardır. Kendi rahmetinden umut kesenlerin ancak inkar edenler olduğunu Allah ayetinde şu şekilde belirtmektedir:

Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp inkar edenler'; işte onlar, Benim rahmetimden umut kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azab onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)

Kuran'da övülen peygamberlerden biri olan Hz. Yakup da kendi oğullarına Allah'a karşı ümitvar olmayı öğütlemiştir. Hz. Yakup oğullarına Allah'ın rahmetinden umut kesenlerin yalnızca inkar edenler olduğunu şöyle hatırlatmaktadır:

"Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez". (Yusuf Suresi, 87)

Allah'ın rahmetini umut etmemek, Allah'ın herşeye güç yetiren olduğunun bilincinde olmamak demektir. Ki bu herşeyini Rabbimiz'e borçlu olan insan için son derece büyük bir nankörlüktür. Çünkü insanı yaratan, ona görme, işitme, düşünme yeteneklerini veren, yürümesini, koşmasını, nefes almasını sağlayan, onu güldüren, sağlığını ona veren, rızıklandıran, sevdiği şeyleri ona ikram eden Allah'tır. Bu durumda Allah'ın rahmetini ummamak kişinin bütün bunları görmezlikten gelmesi anlamına gelir. Özellikle de elindeki nimetleri kaybettikten sonra ümitsizliğe kapılmak, Allah'ın beğenmediği bir tavırdır:

İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır. (İsra Suresi, 83)

Nimetler içindeyken bu nimetleri kendilerine Allah'ın verdiğini hiç düşünmeyen, şükretmeyen insanlar, nimetler ellerinden alındığında, bir anda büyük bir şaşkınlığa kapılmakta ve bütün umutlarını yitirmektedirler. Nankörlük ve umutsuzluk Kuran'dan uzak kimselerde birarada bulunan kötü ahlak özellikleridir. Başka ayetlerde de bu tür kimselerden şöyle bahsedilmektedir.

Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle 'sevince kapılıp şımarınca', onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular. (Enam Suresi, 44)

Sonunda, üzerlerine azabı şiddetli olan bir kapı açtığımızda, onlar bunun içinde şaşkına dönüp umutlarını kaybettiler. (Müminun Suresi, 77)

İnkarcıların bu zayıf ve basit karakterlerinden bir başka ayette de şöyle bahsedilir:

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur. (Fussilet Suresi, 49)

Allah iman edenlere inkarcıları dost edinmemeyi, onların ahirete hiçbir şekilde inanmadıklarını, ahiretten yana umut kesmiş kimseler olduklarını bildirmektedir. Bu tür kimseler müminlerin muhatap olmaktan özellikle sakındıkları kimselerdir. Çünkü ahiretten umut kesen bir insan her açıdan olumsuz özellikler taşıyan bir insandır. Hiçbir sınır ya da kural tanımaz, her türlü suçu işleyebilecek bir yapıda olur. Nitekim dünya üzerinde cinayetten hırsızlığa kadar her türlü gayrimeşru işin arkasında yer alan, insanlara çekinmeden zulmeden, yolsuzluğu, dolandırıcılığı yaşam tarzı haline getiren kişiler hep ahirete inanmayan, ahiret umudu taşımayan, Allah'tan korkmayan insanlardır. Bu nedenle, müminlerin ahiretten umudunu kesmiş bu tür kişileri dost edinmemeleri ayette şöyle bildirilmektedir:

Ey iman edenler, Allah'ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kafirlerin mezar halkından umut kesmeleri gibi ahiretten umut kesmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 13)

Ümitsizlik, iman etmeyen kişilerin, iman edenlerle arasındaki en belirgin farklardan biridir. İnkarcılar Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yaşamadıkları için Allah'tan gelen herşeye razı olan bir müminin rahatlığını taşımazlar. Bu yüzden bir an sonrasının dahi endişesi içindedirler. Her olayın kendi aleyhlerinde gelişeceği zannına kapılırlar.

Bir an için ümitlenseler de, yaşadıkları olayın herhangi bir aşamasının bekledikleri gibi gelişmediğini gördüklerinde hemen ümitsizliğe kapılırlar.

İmanlı insan için ise bu durum tam tersi şeklindedir. İman, dünyada insanın sahip olabileceği en büyük nimetlerin başında yer alır. Allah’a inanan insan ayetin ifadesiyle "... sapasağlam bir kulpa yapışmıştır...". (Bakara Suresi, 256) Yokken var eden, ölüyken dirilten, hastalandığında şifa veren, yediren, içiren, büyüten, karanlıklar içindeyken aydınlığa çıkaran Allah’tır ve bu yüzden insan iman eder.

İman, kişiyi ümitsizliğe sürüklenmekten, üzüntü, keder, sıkıntı, stres, öfke, gelecek kaygısı, korku ve tedirginlik gibi insana maddi-manevi zarar veren etkenlerden uzak tutar. Bütün bunların aksine son derece neşeli ve huzurlu olmasına neden olur. İmandan başka hiçbir şey insanı kurtuluşa ulaştırmaz. Nitekim imandan başka bir kulba tutunmaya kalkan insan bir türlü huzuru bulamadığını, edindiği amaçlara ulaşsa dahi mutluluğu yakalayamadığını kendisi de görür.

Özellikle hastalandığında ya da yaşlandığında hayatını adadığı şeylerin ya da kişilerin kendisine sadık olmadığını, boşa geçen yılların kendisine bu dünyada da hiçbir yarar getirmediğini düşünüp ruhen çöküntüye uğrar. O güne kadar kendisini ayakta tutan idealleri, beklentileri, dostları, sevdikleri yok olup gitmiştir.

İman ehli ise dünyaya bağlı olmadığı için bedenen uğradığı değişiklikler, çevresinde ve hayatında yaşadığı kayıplar kendisinde bir üzüntü ya da moral bozukluğuna yol açmaz. Yıllarını Allah yolunda mücadeleye adamış değerli İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi imanın kendisine yettiğini ve kendisine bitmeyen bir ümit kaynağı olduğunu şu şekilde dile getirmiştir:

"… İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak (ayrılık) belâlarından gelen teessürâtıma (üzüntülerime), bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümit, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümâta (tasalanmalara), iman kâfi ve vâfidir. Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müthiş firak, ehl-i dalâletin (hak yoldan sapanların) ve ehl-i sefahetin (sefihlerin) ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevk etmek ve tesirâtını hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârâne (kulluğa yakışır bir tarzda) bir tavr-ı şuurdârâne (şuurlu bir tavır) takınmakla olur. Yoksa, gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir…"

Bir insanın, nimetler içindeyken neşeli ve mutlu olup, nimetler kendisinden alındığında bir anda bütün karakterinin değişmesi, müthiş bir sıkıntı ve kaygıya düşmesi aslında tam anlamıyla bir basitlik, küçüklüktür. Kişinin Allah'a ve ahirete gerçek anlamda bir imanı olmadığının delilidir. Aynı zamanda önemli bir akılsızlık ve kavrayış eksikliğinin de göstergesidir.

Çünkü nimeti veren de alan da Allah'tır. Mümini diğer kişilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri de böyle bir durum karşısında göstereceği güzel ahlaktır. Mümin her iki durumda da büyük bir neşe ve teslimiyet içindedir. Müminlerin en temel özellikleri tüm varlıklarıyla tamamen Allah'a teslim olmaları, O'nun kendilerine gönderdiği Kuran'a göre hareket edip düşünmeleri, Kuran’ın dışında hiçbir zihniyet, model ve bakış açısını üzerlerinde barındırmamalarıdır.

İman etmeyenler ise, Kuran’a  aykırı bir hayat modelini bütün yönleriyle yaşarlar. Alaycılık, zulüm, endişe, korku, sıkıntı, yalan, ölüm korkusu, dünya hırsları, üzüntü, vs. hep bu modelin içinde yer alan özelliklerdendir. Ümitsizlik de iman etmeyenlerin hemen hemen tamamında rastlanan bir vasıftır. Yaşama amaçlarını ve yaşam biçimlerini sağlam bir zemin üzerine, yani Allah'a iman ve kulluk üzerine kurmadıkları için hayatları, dirayetleri, dayanma güçleri pamuk ipliğine bağlıdır. Her an sarsılmaya, yıkılmaya müsait bir ruh hali içindedirler.

Bitip tükenmeyen, sönmeyen, coşkulu bir ümit olması için Allah'a tam bir iman, güven ve sadakat gerekir. Ümidi ancak Allah'la dost olan insan gereği gibi yaşar. Allah'a inanmayan insan gerçek ümidi, yani dünyevi şartlara dayalı olmayan daimi bir ümidi bilmez. Her zaman olumsuz ihtimaller üzerinde düşünür, olayları hep olumsuz yönden değerlendirir. Allah’a güvenip dayanmayan böyle insanların endişelenmek için bitmek tükenmek bilmeyen sebepleri vardır. Herşeyin başıboş tesadüflere bağlı olduğunu zannederler. Böyle bir durumda yalnızca gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olan doğal afetler bile tevekkülsüz insanlar için büyük bir sıkıntı kaynağıdır.

Evrende çok hassas dengelerle birbirine uyum sağlayan birçok ayrıntı vardır. Bu dengelerin birinde meydana gelecek çok küçük oranlardaki bir oynama bile evrende büyük felaketler meydana getirebilir.

Örneğin, şiddetli bir deprem yer kabuğu üzerindeki herşeyi alt üst etmeye yeterlidir. Yer kabuğu alev alev kaynayan, en ağır metallerin bile eriyik halinde bulunduğu, binlerce derece sıcaklıktaki mağma üzerinde adeta bir zar gibi yüzmektedir. Bu zarın her an birkaç yerinden yırtılması ve yeryüzünün kaynayan lavlarla küle dönmesi son derece kolaydır. Yeryüzünün en güvenli sayılan yerleri bile bu tehlikeden uzak değildir. Çünkü yapılan hesapların hiçbiri kesinlik taşımamakta, yalnızca bir tahmin ve varsayım boyutunda kalmaktadır. Bu arada, Dünya müthiş bir süratle uzay boşluğu içinde dönerek gitmektedir, binlerce göktaşı yeryüzünün çok yakınından teğet geçmektedir. Günün birinde büyük bir göktaşının Dünya'ya isabet etmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Yalnızca bir kilometre çapındaki bir göktaşı bile Dünya'daki iklim dengelerini alt üst ederek canlı yaşamını tehdit etmeye yeterlidir. Güneş'te meydana gelecek büyük bir patlama sonucunda etrafa yayılacak enerji ve radyasyon da Dünya'daki canlılığa bir anda son verebilir. Üstelik bunlar sadece birkaç örnektir ve bunlar gibi daha binlerce alternatif düşünülebilir.

Tüm bunların farkında olan kişinin eğer Allah’a inancı ve tevekkülü yoksa çok yoğun bir korku ve tedirginlik hisseder. Ancak iman ehli ise evrenin tamamının, kendi bedeni de dahil,   Allah'ın kontrolünde olduğunu bilir. Allah'ın aklına ve ilmine tamamen teslimdir. Evrenin hassas dengeler üzerine kurulu olması onun imanını daha da artırmakta, Allah'a olan bağlılığını, hayranlığını güçlendirmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi bu konuda Müslümanların rahatlığıyla inkarcıların içine düştükleri ümitsizliği samimi üslubuyla şöyle ifade etmektedir:

"… İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imânsız ehl-i dalâlete (doğru ve hak yoldan sapanlara) hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i mâneviyesini (manevi kuvvetini) zîr ü zeber (altüst) ediyor. Ehl-i imana (inananlara) değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç ve saadet, ünsiyet (dostluk) ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san'ata (mükemmel sanatlara) ve tecelliyat-ı cemâliyeye (güzellik görüntülerine) mazhar olduklarını (kavuştuklarını) görüp kuvve-i mâneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor…"

İnkarcıların en fazla ümitsizliğe kapılacakları gün, bütün insanların hesap vermek üzere diriltilecekleri ahiret günü olacaktır. Kıyametin başlamasıyla, zorlu bir günle karşı karşıya kaldıklarını hemen anlayan inkarcılar, hayatları boyunca kaçtıkları gerçekle çok açık bir şekilde karşılaşacaklar, dünyada bulundukları sürece imana hiç yaklaşmadıkları için tarifsiz bir pişmanlığa kapılacaklardır. Allah'ın vaatlerini hatırlayacaklar, kendilerinin cehenneme sokulacaklarını anlayacaklardır. Bu noktada ve bundan sonra yaşayacakları ümitsizlik, ümitsizlik sınırının en sonudur. Nitekim dünyada yaşanan hiçbir pişmanlık, hiçbir ümitsizlik örneği bu derece şiddetli değildir. Allah, ahiretin başlangıcı olan kıyamet gününde inkarcıların yaşayacakları yıkımı şu şekilde ifade etmektedir: 

Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar umutsuzca yıkılırlar. (Rum Suresi, 12)

Kuran'a davet edildikleri halde kendi istekleriyle inkarda direten kişilerin cehennem azaplarının çok şiddetli olacağı ve bu azabın hafifletilmeyeceği de ayetlerden anlaşılmaktadır. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:

Onlardan (azab) hafifletilmeyecek ve orda onlar umutlarını kaybetmiş kimselerdir. Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir. (Zuhruf Suresi, 75-76)

Ümitsizliği yaşayan insanların ruh halleri



İnsana hayat veren, canlı tutan, mutlu ve huzurlu olmasını sağlayan en önemli manevi etkenlerden biri "ümitvar" ruh halidir. Bu, bir insanın yaşamını sağlıklı olarak sürdürebilmesi için de gerekli olan en önemli konulardan biridir. Nitekim dünya üzerinde "ümitvar" ruh halini tam anlamıyla yaşamadıkları için acı ve sıkıntı çeken, kendi kendilerine zulmeden, dünyayı kendilerine yaşanılmaz bir yer haline getiren çok sayıda insan vardır.

Bu insanların sorunu, gelişen olayların tümünün Allah'ın kontrolünde olduğunu düşünmemeleri, kadere tam bir teslimiyetle teslim olmamalarıdır. Oysa insanı ancak, Allah'a ve O'nun yarattığı kadere tam anlamıyla bir teslimiyet huzurlu kılar. Gelecekten yana ümitli olması, korku ve kaygılara kapılmadan, mütevekkil yaşaması, onu hem maddi hem de manevi açıdan sağlıklı kılacaktır. Aksi takdirde dengeli ve sağlıklı olması mümkün değildir. Gelecekten yana, hatta bir an sonrasından dahi endişe ve kaygı içinde yaşayan insan adeta hayattayken yaşamını yitirmiş gibidir. Böyle bir insandan büyük atılımlar, büyük hizmetler, güzel fikir ve düşünceler, güzel davranışlar beklemek de yanlış olacaktır. Çünkü o ruhunda durmaksızın devam eden bir memnuniyetsizlik ve tedirginliği yaşıyordur.

Nefsinin hoşuna gitmeyen en ufak bir olayla karşılaştığında sarsılan, bunalıma giren, ruhen çöküntüye uğrayan bu insanlar birçok açıdan kayba uğrarlar. Ruhları yıpranır; bununla birlikte bedenleri de çöküntüye uğrar. Oysa insan ancak teslimiyetli ve tevekküllü bir ruh halinde huzurlu, sağlıklı ve verimli olacak şekilde yaratılmıştır.

İman etmeyen bir insan için herşey sorun olabilmektedir. Önemli bir günde hastalanması, mutlaka katılması gerektiğini düşündüğü bir davete katılamaması, bir araştırmasını başarıyla sonuçlandıramaması, çok istediği bir tatile çıkamaması,  kendini beğendirmeye çalıştığı insanların gözüne girememesi, hatta arabasında ufak bir çizik olması dahi onda ani ve büyük üzüntülere, ümitsizliklere neden olabilir. Benzer derece küçük olaylar dahi aniden moralinin bozulmasına yol açabilir. Bunun nedeni, dünya hayatına gereğinden fazla değer vermesi, ahireti düşünmemesi, bir gün bu dünyayı bırakıp mutlaka öleceği gerçeğini hiç aklına getirmemesindir. Bunları düşünmediği için küçük olaylara, sorunlara takılmakta, küçük hedeflere bağladığı ümitleri çok çabuk sarsılabilmektedir. Bu şekilde bir hayatı benimsediği için de, daima mutsuz ve huzursuz olur.

Fiziksel görümünde herhangi bir nedenle bozulma olan bir kişi bir süre için bunalıma girerek büyük bir ümitsizlik devresi yaşayabilir. Bu süre zarfında, fiziksel görünümünde bir kusur olmadığını düşünürken sergilemeyeceği davranışlar gösterebilir. Örneğin çok güzel veya yakışıklı bir arkadaşının sahip olduğu özellikleri kıskandığı için onunla alay eder; onu çirkin göstermeye çalışan konuşmalar yapar.

Bir başkası aynı olay karşısında içine kapanır; hiçbir arkadaşıyla görüşmez. Bunların hepsi kadere boyun eğmemenin ve tevekkül etmemenin getirdiği davranış bozukluklarıdır.

Ümitsizlik kişiye hiçbir şey kazandırmaz; ne ahlaka, ne kişinin ruh sağlığına, ne geleceğine, ne de halihazırdaki yaşantısına en ufak bir olumlu etkisi yoktur. Aksine insanı hastalıklara, hatta ölüme dek sürükleyebilecek şekilde moral çöküntüsüne sokar. Ümit dolu olmanın ise maddi ve manevi olarak kazandıracağı çok şey vardır. Öncelikle Allah'ın bir emrini uyguladığı için kişi çok önemli bir ibadeti yapmış ve Allah'ın rızasını kazanmış olur.

İnsanın her olay karşısında ümit dolu olması, asla ümitsizliğe kapılmaması ruhunda birçok olumlu gelişmeye yol açacaktır. Tevekküllü, dünya hırsları olmayan, sabırlı, sakin, olayların kapıp sürüklemediği, güçlü, mutmain, insanlar tarafından saygı duyulan, aklına başvurulan, olgun, lider karakterli bir kişi olacaktır.

Akılsızların ümitlenmesi



Ümitvar olmakla Allah'ın emirlerine uymak ve O'nun sınırlarını korumak arasında çok önemli bir bağlantı vardır. İnsanın Allah'ın rahmetinden ümitvar olması elbette O'na olan yakınlığı ve bağlılığı, Kuran'ın hükümlerini gözetmesiyle orantılıdır. Yoksa Allah'ı anmayan, kendi bildiğince hayatını yaşayan, Allah'ın hükümlerinden yüz çeviren bir kimsenin eğer bu tavırlarını düzeltmezse, Allah'a tevbe edip yönelmezse bu ahlakına karşılık güzel bir mükafat verileceğini düşünmesi kendini kandırmasından başka birşey değildir.

İşte akılsızların ümitlenmesi de bu şekilde olur. Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edemeyen, Kuran'dan, İslam'dan haberi olmayan pek çok insan vardır ki, ahirette güzel bir karşılık göreceklerine kendilerini inandırmışlardır. Bu müminlerin ümitvar olma özelliklerinin dışında inançsızlığın getirdiği pervasızlığı ve çirkin bir cesareti göstermektedir. Bu kişiler din ahlakından uzak olmaları nedeniyle daralan vicdanlarını, bu tür sahte ümit ve beklentilerle rahatlatmaya çalışır, kendilerini de buna inandırırlar. Örneğin bir araştırmacı Kuran ahlakına uygun en küçük bir tavır göstermese de, yaptığı bilimsel çalışmaların kendisini "kurtaracağını" umar. Veya bir felsefeci dini reddetse bile çok kültürlü bir insan olduğu için diğerlerinden üstün olduğunu ve ahirette buna göre karşılık göreceğini zanneder. Bir tüccar ise insanlara sağladığı mal ve imkanlar sayesinde ahiretten bir beklenti ve ümit içine girer. Oysa bu kişilerin konuşmalarına bakıldığında aslında ahiretin varlığı hakkında kuşkular içinde oldukları görülür. Bir ayette inanmadığı halde ahiretten yana beklenti içinde olan bu insan modeli tarif edilmektedir:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm". Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım". (Kehf Suresi, 32-36)

Görüldüğü gibi, kıyamet gününden dahi şüphesi olan bu kişi, ahirete gittiği takdirde hayırlı bir sonuçla karşılaşacağı şeklinde tutarsız bir mantığa sahiptir. Bu tutarsız mantığı da, gerçekten iman etmemesinin getirdiği akılsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu örnek günümüzde de oldukça yaygın bir zihniyeti yansıtmaktadır.

Bu saçma ümit ve beklenti içinde olanlar dünyada -kendi çıkarları doğrultusunda- yaptıkları iyiliklerin karşılığını almaları gerektiğini, bunun doğal hakları olduğunu düşünürler. "Çalışmak en büyük ibadettir", "halka hizmet Hak'ka hizmettir" gibi sloganları benimser ve sık sık kullanırlar. Elbette bu düşünceler samimi olduğu sürece insana fayda sağlayabilir, ama bir yandan Allah’a karşı nankör ve isyankar bir tavır sergilerken, bir yandan Kuran’da yasaklanan her türlü çirkin tavrı, kötü ahlakı uygularken, bir yandan da dünyada nefsine yönelik yaptığı çalışmalardan karşılık beklemek mantıksızdır. Ama bu tür insanlara bunun boş ve saçma bir beklenti olduğu, Allah Katında değerli olanın iman edip yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan işler olduğu hatırlatılınca, bu gerçeği kabul etmeye yanaşmazlar. Oysa Allah'a iman olmadan ve Allah'ın rızası gözetilmeden yapılan işlerin ahirette bir kazanç sağlamayacağı, boşa gideceği Kuran'da bildirilen gerçeklerdir. İman edilmediği takdirde -Allah’ın dilemesi dışında- gerçekten de yapılan işlerin boşa gideceği ayetlerde şöyle haber verilmiştir:

De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." (Kehf Suresi, 103-104)

Kendilerini dindar sandıkları halde gerçekte Kuran'da tarif edilenden farklı bir dini modeli benimseyen ve dolayısıyla şirke düşen insanlar da ahiretten yana boş bir ümit ve beklenti içindedirler. Oysa Kuran’ın dışında hiçbir dini anlayış ve uygulamanın Allah Katında değeri yoktur. Çünkü Allah'ın bildirdiği hak din Kuran'dadır, bunun dışında din adına, İslam adına benimsenen modellerin hiçbiri Allah Katında geçerli değildir. Kuran'da dine hizmet ettiğini sanan fakat şirke dayalı zihniyetlerinden dolayı hizmetleri boşa gidenlerden şöyle bahsedilir:

Şirk koşanların, kendi inkârlarına bizzat kendileri şahidler iken, Allah'ın mescidlerini onarmalarına (hak ve yetkileri) yoktur. İşte bunlar, yaptıkları boşa gitmiş olanlardır. Ve bunlar ateşte süresiz kalacak olanlardır. (Tevbe Suresi, 17)

Şirk koştukları halde ahiretten yana beklenti içinde olanların, ahirette hiç bekmedikleri bu durum karşısında içine düştükleri şaşkınlık da Kuran'da şöyle anlatılır:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı. (Enam Suresi, 22-24)

Görüldüğü gibi ümitvar olmak ancak imanla bir değer kazanmakta, bir ibadet ve güzel ahlak özelliği haline gelmektedir. Gerçek imana sahip olmadan, Kuran'ın hükümlerini gözetmeden, Allah'ın bildirdiği ibadetleri yerine getirmeden Allah'tan ve ahiretten bir ümit ve beklenti içinde olmak ise vicdanı rahatlatmaya yönelik, samimiyetsiz ve tutarsız bir zihniyetin ürünüdür. Böyle bir düşüncenin kendini kandırmaktan öte bir anlamı da yoktur. Müminlerin ümitvar olmaları ile gaflet ehlinin ve müşriklerin boşa ümitlenmelerini birbirine karıştırmamak lazımdır.

Allah'tan cenneti uman bir kişi de bunun için Allah'ın ayetleri doğrultusunda davranışlar sergiliyor olmalıdır. Allah'ın rızasına göre davranan, O'nun emir ve tavsiyelerine uyan, hiçbir şart ve ortamda Allah'ın ayetlerinden taviz vermeyen kişi bu durumda Allah'ın cennetle ödüllendireceğini belirttiği kişilerden olmayı ümit etmeye hak kazanır. Bir ayette şöyle bildirilmektedir:

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Buraya kadar anlatılanlarla birlikte önemli bir konuya dikkat çekmekte fayda vardır. Bir kişi bu ana kadar Allah'ın beğenmeyeceği bir ahlakı  ve yaşam şeklini sürdürmüş olabilir. Ancak önemli olan kişinin Kuran'da bildirilen gerçeklerden haberdar olduktan sonra Allah'a tevbe edip, samimi bir insan olmaya karar vermesidir. Ve bu kararı doğrultusunda güzel ahlak göstererek yaşamına devam etmesidir. Bu şekilde söz konusu kişi geçmişte yaptığı hataları Allah'ın bağışlamasını ve cenneti umut edebilir.

Şeytan insanlara ümitsizlik aşılamak ister



Şeytan kendini dost edinen insanlara her zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin eder. İnsanların iman etmelerini, Allah'a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit  ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah'ın beğendiği ve O'na yakınlaştıran hem de din ahlakının yaşanması için zorunlu olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah'a yakınlaşmalarını, Allah'ın dinini şevkli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemez. Bu yüzden kişiyi ümitsizlik telkiniyle yılgınlığa, şevksizliğe, karamsarlığa, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır.

Şeytanın mümine yaptırmak isteyip de yaptıramadığı şeylerden biri de olumsuz gibi görünen şartlarda ümitsizliğe düşürmektir. Şeytan yalnızca samimi müminlere güç yetiremez, onları kendi yanına çekemez. Çünkü müminler imanlarından dolayı her zaman Allah'ın emir ve tavsiyelerine uyarlar. Ümitvar olmak Allah'ın Kuran'da bildirdiği kesin bir emirdir. Bu nedenle iman edenlerin bu konuda da farklı bir tutum göstermeleri söz konusu olamaz. Zira Allah ayetinde müminlere, "... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez" (Yusuf  Suresi, 87) buyurmaktadır. Bu yüzden müminler böyle bir ruh haline girmekten şiddetle kaçınırlar.

Aynı şekilde, diğer Kuran ayetlerinde de umutsuzluğa kapılmak kınanmakta ve inkar edenlerin olumsuz bir özelliği olarak anlatılmaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur. Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)

Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp inkâr edenler'; işte onlar, Benim rahmetimden umut kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azab onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)

Ümitsizliğe düşen, isyana kapılan kişi şeytanın tuzağına düşmüş, onun emirlerini yerine getirmiş olur. Her zaman ümitvar olan, geleceğine daima ümitle bakan mümin ise hem Allah'ın hoşnutluğunu ve ahiret sevabını kazanır, hem de Allah'ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürer. Her şartta ümitvar, Kuran'a sıkı sıkıya bağlı ve Allah'ı çok yakın dost edinmiş olacağı için şeytan ümitsizliğe kapılması yönünde onu kandıramayacaktır. Bu konu din ahlakının özünü oluşturan önemli konulardan biri olduğu için mümin Kurani her konuya olduğu gibi bu konuya da oldukça titizlik gösterir.

Konunun bir diğer yönü de, Allah'ın dininin yaşanmasını istemeyen şeytanın, insanlara her zaman din dışı ahlak modellerini yaşatmak istediği ve ümitsizliğin de bu modelin bir parçası olduğudur. Öyle ki bazı toplumlarda ümitsizlik adeta bir yaşam felsefesi haline gelir. Şeytanın etkisine aldığı insanlar, ümitsizliğin ve karamsarlığın dile getirildiği, şarkılardan, filmlerden ve anlatımlardan nefsani bir lezzet duyar hale gelirler.

Oysa ümitsiz insanın aklı, mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi sağlıklı karar almaya uygun değildir. Ümitsizlik insanın fizik ve akıl sağlığını kaybetmesine neden olduğu gibi, şiddetine göre kimi insanları kendi hayatına son vermeye, intihar etmeye kadar sürükleyen bir ruh hastalığıdır. Elbette böyle bir insanın Kuran ahlakını gereği gibi yaşaması beklenemez. Bu da şeytanın son derece işine gelen bir durumdur. Çünkü bu şekilde insanları din ahlakından ve ahiretten bir beklentileri olamayacak biçimde saptırmış, kendisiyle birlikte sonsuz azaba sürüklemiş olur. Zaten insanlık tarihi boyunca şeytanın en büyük hedefi de budur.

Ümitsiz insan kendine olduğu gibi etrafındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılar. Bu tutumuyla adeta şeytanın bir yardımcısı gibidir. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini onun vasıtasıyla telkin etmektedir. Böyle bir tutumla da insan -bilerek ya da bilmeyerek- şeytanın hizmetine girmiş olur. Oysa insan şeytana değil, Allah'a kulluk etmek için, Allah'ın dinine hizmet etmek için yaratılmıştır.

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü