Harun Yahya

Vicdansizliklariyla Tarihe Geçmiş Kişiler



Firavun



Firavun, Hz. Musa'nın gönderildiği dönemde yaşamış olan ve Kuran'da kendisinden en çok söz edilen inkarcıdır. Firavun'un gerek Hz. Musa'ya ve onunla birlikte olanlara, gerekse de kendi halkına karşı takındığı tutum detaylı olarak incelendiğinde, vicdanına uymayan, sadece nefsindeki tutkular ve dünya hayatı için yaşayan insanların genel bir karakteri ortaya çıkar. Bu inkarcıların en önde gelenlerinden olan ve halkının arasında zalimliği ile bilinen Firavun'un ruh halini, mantık örgüsünü, tutkularını, beklentilerini, endişelerini ve beklenmedik olaylar karşısındaki tutumunu Kuran ayetlerine bakarak analiz etmek ve vicdansız bir insanın sahip olabileceği özellikleri görmek mümkündür. Bu yüzden burada söz konusu kişiyle ilgili Kuran'da bildirilen tüm detaylar incelenecek ve vicdansızlığın en uç noktaları gözler önüne serilecektir.

Ancak Firavun'un özelliklerini okurken unutulmaması gereken çok önemli bir nokta şudur: Firavun'un sahip olduğu özellikler, bugün toplumda çok yaygın olarak yaşanan özelliklerdir. Samimi olarak düşünen bir insan, bu ahlakın yansımalarını kolaylıkla görebilecektir. En samimi tavır ise, insanın bu özellikleri diğer insanlarda aramadan önce kendi nefsinde -az veya çok- araması ve bu vicdana aykırı tavırları düzeltmesi olacaktır.

Firavun'un zalimliği:



Firavun'un Kuran'da anlatılan temel vasıflarından biri zalimliğidir. Kuran'ın bildirdiğine göre Firavun, hakim olduğu insanların bir bölümü (özellikle İsrailoğulları) üzerinde büyük bir baskı uyguluyor, hatta onların çocuklarını bile öldürüyordu:

Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)

Sadece kendi otoritesini korumak ve ileride kendisine karşı örgütlenebilecek tüm karşı hareketlerin önüne geçmek amacında olan Firavun, sadece erkek çocukları değil, erkek bebekleri de katlettiriyor ve kendi aleyhinde oluşabilecek muhtemel bir tehlikeyi -kendince- başlamadan önlüyordu.

Firavun'un zalimlik üzerine kurduğu düzen, günümüzde de alışık olduğumuz bir tavrın tarihteki örneğinden başka birşey değildir. İnkara ve sınır tanımazlığa dayalı tüm zihniyetler kendi durumlarını muhafaza için gerektiğinde kadınları, çocukları katledebilmekte, savaşlar çıkarabilmekte, masum insanlar üzerine bir kerede yüz binlercesini katledebilecek bombalar yağdırabilmektedir. Buradaki amaç ise sadece kendi menfaatlerini ve güçlerini ne yolla olursa olsun korumaktır.

İnsan yaptığı eylemin Allah Katındaki hükmüne bakmadan yaşarsa mutlaka zalimlik sınırlarına girebilir, birilerini mağdur edebilir, belki tek bir kararı birçoklarının hayatına mal olabilir. İşte Firavun örneği, zalimliğin en uç sınırlarının görüldüğü, ancak günümüzde de farklı metotlarla da olsa yaşatılan bir örnektir.

Firavun'un büyüklenip azması:



Firavun, elindeki güç ve ihtişamdan ötürü büyüklenmiş, Allah'ın sınırlarının tamamen dışına çıktığı gibi, en son kendi ilahlığını ilan edecek kadar azgınlığın uç noktalarına varmıştı. Baskı altına aldığı halkı da dayanılmaz sıkıntılara uğratıyordu. Elindeki gücü korumak için ne yapacağına şaşırmış bir halde her türlü baskı yöntemine başvurmaktaydı. İşte Allah bu noktada elçisi Hz. Musa'ya "Firavun'a git, çünkü o azmış bulunuyor" (Taha Suresi, 24) emrini vahyetmiş ve kendisini bir uyarıcı ve korkutucu olarak Firavun'a göndermiştir.

Firavun'un tüm insanlığa ibret olan büyüklenmesi ve bunun sonucu olan azgınlığı, ayetlerde şöyle anlatılır:

İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar." (Musa ve Harun) Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten onun bize karşı 'taşkın bir tutum takınmasından' ya da 'azgın davranmasından' korkuyoruz. Dedi ki: "Korkmayın, çünkü ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum. (Taha Suresi, 43-46)

Böylece Firavun bizzat Allah'ın elçisi tarafından doğru yola davet edilmiştir. Ancak bu onu ıslah etmek yerine, öfkesini ve azgınlığını arttırmıştır. Bu öfkenin altında yatan en önemli etken, sahip olduğu siyasi ve askeri güç yüzünden büyüklenmesi ve durumunu kaybetmekten korkmasıdır. Kuran'da Firavun'un sert üslubu ve kendine olan hayranlığı şöyle anlatılır:

Firavun kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamaktan yoksun olan (biri)dir. (Zuhruf Suresi, 51-52)

Ayetin başında Firavun'un bağırarak kavmine seslenişi dikkat çekmektedir. Onlara aşağılayıcı ve hükmedici bir ifadeyle seslenmesinin altında önemli bir psikolojik taktik vardır. Öncelikle halkına kendi gücünü ve siyasi konumunu ikrar ettirecek birtakım sorular yöneltir. "Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" ifadesi kendisini üstün görme saplantısının başlıca nedeninin sahip olduğu mülk olduğunu gösterir. Ayetin geri kalan bölümünde ise Firavun, Allah'ın elçisi olan Hz. Musa'dan "şu" diye söz eder ve onu "aşağı sınıftan bir zavallı" olarak tanımlar. Burada dikkat çekilmesi gereken çok önemli nokta, Firavun'un, kendisinin Hz. Musa'dan daha hayırlı olduğunu belirtirken, şeytanın Allah'a isyan ettiği anda kullandığı ifadenin aynısını kullanmasıdır. Yalnızca birtakım zahiri ölçülere -mülk, soy ve makam- dayanarak Hz. Musa'yı küçümsemiş ve ona tabi olmayı reddetmiştir. Şeytan da Hz. Adem'e secde emrini aldığında, Firavun gibi kendini üstün görerek Hz. Adem'e tabi olmayı reddetmiş ve Allah'ın emrine isyan etmiştir. Bu durum ayette şöyle haber verilir:

(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?"(İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Araf Suresi, 12)

Burada yine önemli bir nokta vardır. O da büyüklenmenin şuuru tamamen örttüğüdür. Öyle ki, Allah'la bizzat muhatap olan, O'nun varlığını ve birliğini bilen şeytan, bütün bu bilgisine rağmen Hz. Adem'e secde emrine karşı gelmiştir. İşte Firavun'un sınır tanımaz azgınlığının nedeni de budur; Allah'ın kendisine verdiği mülk ve diğer nimetlerden dolayı büyüklenmek ve bu fiziksel imkanlara dayanarak kendisini üstün görmek. Firavun Hz. Musa'ya karşı bu isyankar tavrından sonra, tarih boyunca, hemen hemen bütün resuller için yöneltilmiş olan bir soruyu, halkına seslenerek sormuştur:

Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf Suresi, 53)

Bu soru da çok önemli bir noktayı gösterir. İnkar edenler normal bir insanın elçi olarak görevlendirilmesini kabullenemezler. İnkarcıların ölçüleri vicdanları olmadığı için, elçide görmek istedikleri de, takva, Allah'a yakınlık, samimiyet, akıl ve Allah'a teslimiyette önderlik değildir. İnkarcılar iman etmek için elçiden olağanüstü bir maddi zenginlik ya da doğaüstü olaylar beklerler. İşte bu saplantı inkarcıların hidayete erememelerinin en büyük nedenlerindendir. Çünkü içlerindeki kibir, kendileri gibi bir insana tabi olmalarına, o insana itaat etmelerine engel olur. Vicdanlarına uymak yerine, nefislerinin emrettiklerine uyarak kibirlerini korumayı tercih ederler.

Firavun'un saçma ve mantıksız sorular sorarak inkarda ayak diretmesi:

Allah'tan gelen vahiy üzerine Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile birlike Firavun'a gitmiş ve kendisine emredildiği üzere ona tebliğ yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine Firavun, kendilerine Allah'ın yolu tebliğ edilen inkarcıların sık sık uyguladıkları bir taktiğe yönelmiştir. Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'u zorlayacağını umduğu mantıksız ve şeytani sorularını art arda yöneltmiştir. Bu soruların ortak noktası imana yönelmek amacıyla değil, açık aramak ve alay etmek amacıyla sorulmuş olmalarıdır. Aslında bu soruların her birinin cevabını kendisi de vicdanen bilmektedir. Örneğin Firavun'un kendisine Allah'ın dinini tebliğ etmeye gelen Hz. Musa ve Hz. Harun'a sorduğu ilk soru şöyledir: "Sizin Rabbiniz kim ey Musa?" (Taha Suresi, 49)

Bu soru tam anlamıyla bir büyüklenme gösterisidir. Allah'ın elçisine yönelttiği bu soruya nasıl cevap vereceklerini merakla bekleyen Firavun'a karşı Hz. Musa'nın cevabı oldukça net ve hikmetli olmuştur.

Dedi ki "Bizim Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Taha Suresi, 50)

Bu son derece akılcı ve samimi cevap karşısında Firavun hiçbir savunma bulamamıştır. Firavun'un sorduğu ve hiçbir mantıklı yönü olmayan diğer bir soru ise şudur:

(Firavun) dedi ki: "İlk çağlardaki nesillerin durumu nedir öyleyse?" (Taha Suresi, 51)

Bu sorunun altında yatan niyet, samimi bir merak değildir. Firavun inkarını ve sahtekarlığını örtmek, konuyu geçiştirmek maksadıyla, dikkati kendi üzerinden saptırıp kendince kafa karıştırmaya çalışmaktır.

Benzeri "konu dağıtıcı" sorulara başka inkarcılar da başvururlar. Oysa kendilerini uyaranlara karşı yönelttikleri bu tür kaçış soruları, inkarcıları sonsuz olan cehennem azabından kurtarmayacaktır. Çünkü bu uyarılar onlara yaşamakta oldukları anda yapılmaktadır. Yani bu insanlardan, kendilerinden önce yaşamış ve "yok olmuş" olan kavimlerin durumunun ne olacağını araştırmaları istenmemektedir. O kavimlerin durumu, kimi hangi konuda sorumlu tutup kimi tutmayacağı, elbette hiçbir şeyi unutmayan, sonsuz adalet ve sonsuz vicdan sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'ın bileceği bir konudur. Nitekim Hz. Musa'nın da vermiş olduğu cevap, bu gerçeği oldukça açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:

(Musa) Dedi ki: "Bunun (önceki nesillerin) bilgisi Rabbimin Katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz." (Taha Suresi, 52)

Ardından Hz. Musa Firavun'a, Allah'ın insanlara verdiği nimetleri hatırlatarak, O'nun varlığının delillerini sıralamıştır:

"Ki (Rabbim) yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardı." (Taha Suresi, 53)

Ancak vicdanının sesini kesinlikle dinlemeye yanaşmayan, amacı kendi kibirini ve ülkesi içindeki konumunu korumak ve bu nedenle açık aramak olan Firavun, bu yolla birşey elde edemeyeceğini anlayınca, konuyu tamamen başka bir şekle sokmuştur. Artık Allah'ın varlığı hakkında sorular sormayıp, Hz. Musa'yı siyasi birtakım ithamlarla suçlamaya başlamıştır.

Firavun'un bilinçaltındaki gerçek endişe bu noktada, yani ancak köşeye sıkıştığında ve Hz. Musa'ya cevap veremediğinde ortaya çıkmıştır. Hz. Musa'ya sorduğu her soruya son derece akılcı, tutarlı cevaplar alan Firavun, bu gerçeği vicdanında fark etmesi dolayısıyla büyük bir endişeye kapılmıştır. Firavun'un endişesi, en büyük putu olan saltanatını, mülkünü ve topraklarını kaybetmektir. Bu endişeyle de başka çıkar yol bulamayınca Hz. Musa'yı sihir yapmakla ve siyasi hedefler peşinde koşmakla suçlamıştır:

Andolsun, Biz ona ayetlerimizin tümünü gösterdik; fakat o, yalanladı ve ayak diretti. Dedi ki: "Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun?" (Taha Suresi, 56-57)

Günümüzde de Allah'ın sonsuz gücünü kavrayabilmek için vicdanlarına başvurmayan, Firavun karakteri göstererek kibirlenen çok sayıda insan mevcuttur. Bu insanların Firavun gibi mutlaka bir ülkenin başında olmaları, diktatörvari bir yönetim sürmeleri gerekmemektedir. Bu bölüm boyunca verdiğimiz örnekler, insanların Allah'ın gücünü ve birliğini inkar edebilmek için sordukları samimiyetsiz soruların bir kısmıydı. Çevremize baktığımızda gördüğümüz ise, bu tarz soruların farklı kelimelerle dahi olsa dile getirildiğidir. Kısacası her dönemde aynı inkarcı felsefe, vicdansızlığı uygulamada ayak diretmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, Allah Firavun'un sonunu, onu ve ardındaki tüm gücünü suda boğup yok ederek tüm insanlara bir ibret kılmıştır. Firavun karakterini sürdüren ve bunda ısrarlı bir inatla direnenler, bu sonucu da göze almalıdırlar.

Allah'ın varlığı ile ilgili çarpık düşünceleri olması:

Kuran'dan öğrendiğimiz kadarıyla Firavun tam anlamıyla ateist bir düşünce yapısına sahip değildi. Kendisinin ilahlık iddiası sadece hükmettiği kavme yönelikti ve bu iddia kavmin toprakları üzerinde, kendisine itaat edilmesi ve kayıtsız şartsız teslim olunması anlamını taşıyordu.

Bir başka deyişle, birçok inkarcı gibi o da Allah'ın varlığını biliyor, fakat Allah'ı gereği gibi takdir edemiyordu. Eriştiği dünyevi konumunun verdiği sarhoşluk içinde Allah'ı yeryüzünde değil -haşa-, sadece göklerde hüküm süren bir ilah olarak düşünmüş ve kendisini hükümran olduğu Mısır'ın "Rabbi" olarak görmüştü. Firavun'un bu klasik inkarcı anlayışını, alaycı bir üslupla dile getirdiği ve ayette ibret olarak nakledilen aşağıdaki sözlerinden anlamaktayız:

Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38)

Firavun'un bu çarpık mantığına da günümüz insanlarında rastlamak mümkündür. Belki Firavun gibi "göğe merdiven dayama" fikri öne sürülmemektedir, ama benzer bir felsefe ile insanlar, Allah'ın tüm evreni, içindeki canlılarla birlikte yaratıp bıraktığı fikrini taşımaktadırlar. Öyle ki, bugün birçok insan Allah'ı (haşa) gökyüzünde oturan, dünya işlerine karışmayan bir varlık olarak algılamaktadır. Kuşkusuz bu saçma inanç, bir insanın vicdanını devre dışı bırakarak kendisine sonsuz nimetler veren Rabbimiz'i inkar etmesinin örneklerindendir. Çünkü Allah sonsuz kudret sahibidir; gökleri ve yeri varlığıyla sarıp kuşatmıştır, onların ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir.

Firavun'un ikiyüzlülüğü ve güvenilmezliği:



Firavun ve çevresi, inkarları sebebiyle yıllar süren çeşitli azaplara uğratıldılar. Bunlara tahammül edemeyeceklerini anladıkları zaman, her ne kadar gurur ve kibirlerine ağır gelmesine rağmen, Hz. Musa'ya başvurdular. O'na, kendilerinden bu azabı uzaklaştırdığı takdirde iman edeceklerine dair söz verdiler:

Başlarına iğrenç bir azap çökünce, dediler ki: "Ey Musa, Rabbine sana verdiği ahid adına- bizim için dua et. Eğer bu iğrenç azabı üzerimizden çekip giderirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz." (Araf Suresi, 134)

Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etti ve sözlerinde durmaları için bir süre azabı üzerlerinden giderdi. Oysa Firavun ve çevresi, her zorba inkarcının sahip olduğu dönek ve güvenilmez karakteri sergilediler ve azap üzerlerinden kaldırılıp rahatlayınca vicdanlarına sırt çevirerek verdikleri söze ihanet ettiler.

Sonunda da bütün bu olanların ardından Allah bu insanlardan, ayetlerini yalanlamalarından ve onlardan habersizmiş gibi davranmalarından ötürü intikam aldı, "Muntakim" (intikam alıcı) sıfatını tecelli ettirdi. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azabı çekip-giderdik, onlar yine andlarını bozdular. Biz de onlardan intikam aldık ve ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan habersizmişler (gibi) olmaları nedeniyle onları suda boğduk. (Araf Suresi, 135-136)

Aslında Firavun'un tüm inkarına ve azgınlığına rağmen Allah'ın gücünü vicdanen bildiği bu olayla da görülmektedir, çünkü Firavun ve çevresi bu felaketlerin üzerlerinden kalkması için Hz. Musa'nın Allah'tan yardım dilemesini istemişlerdir. Ancak kibirleri o kadar güçlüdür ki, vicdanları doğruyu bilmesine rağmen büyüklenmeleriden dolayı Hz. Musa'ya yine tabi olmamışlardır.

Firavun'un müminlere karşı yaptığı zulüm ve eziyetlere karşılık güçlü bir vicdan gösterisi:

Firavun, Hz. Musa'yı alt edebilmek için türlü yollar denedi. Bunlardan biri, Hz. Musa'yı en güvendiği büyücüleri ile karşı karşıya getirmek için düzenlediği karşılaşmaydı. Kendince adil ve demokrat süsü verilmiş hileli bir oyunla Hz. Musa'yı küçük düşüreceğini, böylece kurulu sistemini koruyabileceğini ve hatta sağlamlaştıracağını hesaplıyordu.

Belirlenen gün geldiğinde Hz. Musa ve büyücüler, halkın toplandığı bir meydanda karşı karşıya geldiler. Büyücüler güçlerini göstermek için asalarını fırlattılar. Yaptıkları sihirin etkisiyle, asalar koşar gibi göründü. Ancak Hz. Musa asasını fırlatınca, Allah'ın izniyle asa büyücülerin kurduğu düzeni yuttu. Bunun üzerine Hz. Musa'nın gerçeği söylediğini, onun Allah'ın elçisi olduğunu ve Allah'tan başka bir ilah ve güç olmadığını anlayan büyücüler, Allah'a iman ettiler. Bu, Firavun için büyük bir yenilgi, kurduğu tuzağın başına geçmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden büyücüler Allah'a iman ettiklerinde, Firavun'un tepkisi çok büyük olmuştur. Çünkü hem halkının gözü önünde küçük düşmüş, hem önemli bir siyasi gücü yitirmiş, hem de kendi sistemine karşı büyük bir tehlike olarak gördüğü Hz. Musa önemli bir galibiyet elde etmişti. Sonuç olarak Firavun iman eden büyücülerin çok ağır bir cezaya çarptırılmalarına karar verdi. Her büyücünün kollarından biri ve o kolunun diğer tarafındaki bacağı kesilecek veya büyücüler hurma dallarında idam edileceklerdi. (Araf Suresi, 120-124)

Eğer bu cezalar biraz incelenirse, Firavun'un zalimliği daha iyi anlaşılabilir. Çaprazlama kol ve bacakların kesilmesi, sağ el ile sol bacağın veya sol el ile sağ bacağın kesilmesi demekti. Böyle bir cezaya çarptırılan bir insan ömrünün sonuna kadar tarifsiz sıkıntılar çeker. Dahası o günkü teknoloji ve tıbbi imkanlar düşünüldüğünde, bu insanların karşılaştığı acı daha iyi anlaşılır. Böyle bir cezanın, bu cezayı hak etmek için hiçbir suç işlememiş, aksine Allah'a iman gibi en büyük erdemi göstermiş insanlara uygulanması, elbette çok büyük bir zulüm ve vicdansızlıktır.

Firavun'un bu son derece vicdansız ve zalim tavırlarına karşılık büyücülerin vicdanlarının gücü ise büyük bir tezattır. Doğruyu gören büyücüler, Firavun'un zulmüne ve tehditlerine rağmen vicdanlarına uymakta ısrar etmişlerdir. Onların bu tavrı Kuran'da tüm Müslümanlara örnek olarak aktarılmaktadır. Firavun işkence emrini verdikten sonra, büyücüler ona şu cevabı vermişlerdir:

... Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip -seçmeyiz'. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin." (Taha Suresi, 72)

Firavunlar bundan binlerce sene önce yaşamış hükümdarlardır. Ancak Kuran'da anlatılan Firavun, aynı zamanda kendisinden önce ve sonra gelen yüzlerce önderin karakterini temsil etmektedir. Bu önderlerin hepsinin ortak noktası, "ateşe çağıran önderler" olmalarıdır. Bu önderlerin önderi de şeytandır. Söz konusu kişiler vicdanlarına uymayarak, hatta vicdanlarına savaş açarak, dünya hırsı ile şeytanın emrettiklerine uymuşlardır.

Ancak Firavun'un benzerleri mutlaka hükümdarlardan çıkmaz. Firavun karakteri, onun gibi Allah'a isyan eden bütün inkarcılarda kolaylıkla gözlenebilir. İman etmeyişleri, inkarlarındaki mutlak ısrarları, küçük de olsa makam hırslarıyla binlerce ve milyonlarca Firavun, yeryüzünde hep var olacaktır. Ahirette varacakları yer ise aynıdır: Ebedi aşağılanmanın ve ateş azabının yeri olan cehennem.

Bağ Sahibi ve Arkadaşı



Allah, Kuran'ın Kehf Suresi'nde insanlara iki kişinin örneğini anlatmaktadır: Bu iki kişiden biri, Allah'ın varlığını bilmesine rağmen O'nu takdir edemeyen, ahiretten şüphe duyan ve sahip olduğu tüm zenginlikle şımararak vicdanına uymayan bir kimsedir. Arkadaşı ise Allah'ı takdir edebilen ve vicdanen gördüğü doğruları söylemekten çekinmeyen samimi bir Müslümandır. Bu iki kişinin arasındaki konuşmalar Kuran'da şöyle geçmektedir:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)

Bu bağ sahibinin konuşmaları günümüzde sıkça rastlanan insan modelinin inancını yansıtmaktadır. Bu sapkın inancın nedeni şudur: İnsanlar vicdanen Allah'ın ve ahiretin varlığını fark ederler. Ancak vicdanlarına uymanın getirdiği sorumluluklardan kaçınmak için özellikle ahiretin varlığını hiç düşünmezler ve dolayısıyla zihinlerinde genel olarak ölümle birlikte bir yok oluş vardır. Ancak bu yok oluş da onlar için korku verici birşeydir. Bu nedenle kendilerini teselli eden "mutlu bir öbür dünya" inanışına sahiptirler. Hem kıyamete inanmayıp hem de bir ihtimal olsa bile buradakinden daha iyi bir hayat yaşayacaklarına dair kendilerini kandırırlar.

Dünya hayatında elde ettikleri kazanç da onları bu şekilde aldatır. Allah'ın ayette de dikkat çektiği gibi, bahçe sahibi bağına neredeyse sonsuzluk atfetmiş ve hiçbir gücün onu yok edemeyeceğini düşündüğünü de açıkça ifade etmiştir.

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, bir insanın vicdanına uymaması onun gerçekleri görmesine engel olur. Üstelik burada görülemeyen çok önemli bir gerçektir; bir insanın sonsuz hayatını nerede ve nasıl yaşayacağı söz konusudur. Bağ sahibi kişi, kendisine Allah Katından bir deneme olarak verilen mallarla şımararak, sonsuz yaşantısını azap içinde geçirmeyi göze almıştır.

Bu kişinin vicdana uymayan konuşmasına karşılık vicdanlı olan arkadaşı gerçekleri ona hatırlatarak şöyle cevap vermiştir:

... Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, 'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin." (Kehf Suresi, 37-41)

Vicdanlı bir insan her durumda vicdanının emrettiklerini uygular ve söyler. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, bu kişinin vicdanen doğru gördüklerini tüm açıklığı ile arkadaşına söylemesidir. Buradaki samimi ve açık üslubu arkadaşının ahiretini düşündüğü içindir. Ona bunları hatırlatmasa, onun cehenneme gitmesine göz yummuş olur. Öğüt vererek hatırlatmak, Allah'ın azabı ile uyarmak ve hiç kimseden çekinmemek, vicdanlı bir müminin özellikleridir.

Ama tüm bu hatırlatmalara rağmen öğüt almayan insanlar da olacaktır. Nitekim Allah şımararak ahireti inkar eden, Allah'ın gücünü takdir edemeyen kişinin sonunu şöyle bildirmektedir:

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım." Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi, 42-44)

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü