Harun Yahya

Maddenin Ardındaki Büyük Sır



Çevresini akıl ve vicdan yoluyla izleyen kişi farkeder ki, evrendeki her şey bilinçli olarak yapılmış, yaratılmış varlıklardır. Peki tüm bu şeylerin kim tarafından yaratılmıştır?

Açıktır ki, evrenin her noktasında kendini belli eden "yaratılmışlık", evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin bir böcek kendi kendisini varetmiş olamaz. Güneş sistemi kendi kendisini yaratıp-düzenlemiş olamaz. Bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar, kelebekler kendi kendilerini yaratmamışlardır. Bu şeylerin "tesadüfen" ya da "kendi kendine" oluşması gibi bir ihtimal de sözkonusu değildir.

Dolayısıyla şu sonuca varabiliriz: Gözümüzle gördüğümüz her şey yaratılmıştır... Ancak gözümüzle gördüğümüz varlıkları hiçbiri de "yaratıcı" olamazlar. O halde, Yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz her şeyden başka ve farklı bir varlıktır. Kendisi görünmeyen, fakat varolan her şeyin kendisinin varlığını ve vasıflarını gösterdiği bir varlık.

İşte Allah'ın varlığını tanımayanların saptığı nokta da buradadır. Bu kişiler kendilerini, Allah'ı gözleriyle görmedikleri sürece, O'nun varlığına iman etmemeye şartlandırmışlardır. Çünkü onlara göre, tüm evreni kaplayan, sonsuza kadar uzanan bir madde yığını vardır ve Allah bu madde yığınının hiçbir yerinde değildir. Binlerce ışık yılı uzağa da gitseler, Allah ile karşılaşmayacaklardır. Bu nedenle Allah'ın varlığını reddederler.

Ancak bu durumda evrenin her yerinde apaçık görünen "yaratılmışlık" özelliğini gizlemek, evrenin ve canlıların yaratılmamış olduğunu sözde ispat etmek durumunda kalırlar. Evrim teorisi, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, bu konudaki sonuçsuz çırpınışların ünlü bir örneğidir.

Allah'ı inkar edenlerin temel yanılgısı, aslında Allah'ın varlığını inkar etmeyen, ancak çarpık bir Allah inancına sahip olan pek çok kişi tarafından da paylaşılır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, her yanda görünen "yaratılmışlık" örneklerini reddetmezler, ancak Allah'ın "nerede" olduğuna dair ilginç batıl inançları vardır: Çoğu Allah'ın "gökte" olduğunu sanır. Bilinçaltlarındaki düşünceye göre, Allah çok uzaklardaki bir gezegenin arkasında oturur ve çok nadiren "dünya işlerine" karışır. Ya da hiç karışmaz; evreni bir kere yaratmış ve bırakmıştır, insanlar kendi kaderlerini kendileri çizerler...

Başka kimseler Kuran'ın Allah'ın "her yerde" olduğuna dair haberini duymuşlardır, fakat bunun anlamını tam olarak çözemezler. Bilinçaltlarındaki düşünce, Allah'ın radyo dalgaları ya da görünmez, hissedilmez bir gaz gibi maddeleri çevrelediği şeklindedir.

Oysa bu düşünce ve baştan beri saydığımız, Allah'ın "nerede" olduğunu bir türlü çözemeyen (belki de bu yüzden O'nu inkar eden) düşünceler, ortak bir yanlışa dayanmaktadırlar: Hiçbir temele dayanmayan bir önyargıyı benimsemekte, ondan sonra da Allah ile ilgili olarak zanlara kapılmaktadırlar.

Nedir bu önyargı?..

Bu önyargı maddenin varlığı ve mahiyeti ile ilgilidir. Ve eğer bunu aşabilirsek, çok büyük ve etkileyici bir gerçekle karşılaşırız. İlerleyen sayfalarda Kuran'ın işaret ettiği bu büyük gerçeği açıklamaya çalışacağız.

Elektrik Sinyallerinden Oluşan Dünya



"Dış dünya" olarak tanımlanan şey, elin hissettiği, gözün gördüğü, dilin tattığı, burnun kokladığı, kulağın duyduğundan ibarettir. Kısaca, "dış dünya" hakkındaki tüm bilgilerimizin kaynağı beş duyumuzdur. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir. Evrenin tıpkı bizim algıladığımız gibi olduğuna öyle şartlanmışızdır ki, bu konuyu tartışmayı bile gereksiz buluruz.

Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar, klasik evren ve madde anlayışını yıkarak son derece farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.

Öncelikle bilinmesi gereken gerçek şudur: Beynimizde "dış dünya" olarak oluşan kavram, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı bir etkidir. Rengin kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, eviniz işiniz ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnızca elektrik sinyallerinden ibarettir.

İsterseniz önce bunun teknik açıklamasına bir göz atalım. Bildiğimiz gibi dış dünyayı algılamamıza yarayan beş duyumuz vardır. Bunların hepsi de aslında aynı prensiple çalışırlar; beyne elektrik sinyalleri gönderirler. Konuyu açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında bize en çok bilgi veren duyumuz olan "görme"den söz edelim.

"Nasıl görüyoruz?" sorusuna verilecek cevap genellikle "tabii ki gözümüzle görüyoruz" olur. Ancak durum pek de öyle değildir. Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir.

Cisimden gelerek göze giren ışık demetleri (fotonlar), bir dizi işlemden sonra elektrik sinyaline dönüştürülür ve beyne elektrik sinyali olarak ulaşırlar. İşlemin buraya kadar olan bölümü hemen herkes tarafından bilinir. Ama genelde dikkatlerden kaçan nokta şudur: Dış dünyadaki ışık ile beynin algıladığı şey, aynı şey değildir. Yani görme merkezine ışığın kendisi değil, elektriksel bir bilgi ulaşır. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz ve bildiğimiz tüm evreni birkaç cm3 büyüklüğündeki görme merkezinin içinde algılarız.

Bu nedenle, dış dünyayı gören merkez, göz değil, beyindeki görme merkezidir. Ve beyne giden şey ışık değil, elektriksel bir bilgidir. Zaten beyin ışığa yalıtkandır; içi kapkaranlıktır. Bu nedenle de ışığın kendisiyle muhatap olması mümkün değildir.

Duyma algısı da aynı şekilde çalışır: Aynen gözün çalışma sisteminde olduğu gibi, ses dalgalarının elektriksel kopyası çıkarılır ve ses beyine bu şekilde iletilir. Ayrıca ışık dalgalarında olduğu gibi, ses dalgalarının da beyine ulaşması mümkün değildir. Çünkü beyin ses dalgalarına karşı da yalıtkandır.

Diğer duyular da aynı sistemle çalışır. Tad, koku ve dokunma duyuları, dilde, burunda ya da deride değil, beyinde yaşanırlar.

"Dış Dünya" Beynimizin İçinde Oluşuyor



Yukarıda anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "dünya" ya da "evren" dediğimiz şey, sadece ve sadece beynimizde oluşan sinyallerdir.

Dolayısıyla, örneğin meyva yiyen biri, aslında meyvanın beynindeki algısıyla muhatap olur, aslıyla değil. Kişinin "meyva" diye nitelendirdiği şey, meyvanın biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin beyinde hissedilmesinden ibarettir.

Bu durumda algılarımızın bize tanıttığı "dış dünya", beynimizdeki elektriksel kopyalar bütününden ibarettir. Beynimiz hayatımız boyunca bu kopyaları değerlendirir. İşte biz, beynimizde meydana gelen bu kopyalara maddenin aslı diyerek yanılırız.

Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendisine asla ulaşamayız. Bu yüzden de, zihnimizde "dış dünya"nın aslını gördüğümüzden asla emin olamayız.

Monitörle Yaşayan Adam



Bu anlattıklarımızı daha kolay anlaşılır hale getirmek için bir örnek verelim. Doğduğu andan itibaren bir evde yaşayan, bu evin dışına hiç çıkmamış, hatta evin dışını hiç görmemiş bir insan düşünün. Evin hiçbir penceresi, açılabilir kapısı olmadığını varsayın. Bu insanın dış dünyayla olan tek bağlantısının da bir monitör olduğunu düşünün. Diyelim ki bu monitörde her gün çeşitli kişilerin görüntüleri ve konuşmalar belirsin. Dünyanın farklı ülkelerinden farklı kişiler, bu monitör aracılığıyla bu insana mesajlar yollasınlar, ona kısa televizyon yayınları ile bağlansınlar.

Bu tip bir durumda olan insan, dış dünyayı sadece monitörde seyrettiği mesajlarla tanıyacaktır. Monitörde belirip kendisiyle konuşan insanları dostu olarak kabul edecektir. Örneğin kendisine sık sık dostça mesajlar yollayan yirmi kişi varsa, dünyada yirmi ayrı arkadaşı olduğunu düşünecektir. Bu arkadaşlarının kendi ülkeleri, evleri ve çevreleri hakkında verdiği bilgileri öğrenecek, belki bunların monitördeki görüntülerini seyredecek ve bu sayede dış dünya hakkında bilgi edinecektir. Hatta belki de kendisini izleyen bir kamera aracılığıyla monitördeki insanlarla karşılıklı konuşma imkanı elde edecek, dostlarıyla ekran aracılığıyla sohbet imkanı bulacaktır.

Ancak bu insan büyük bir yanılgı içinde olabilir. Neden mi?... Çünkü monitörde izlediği insanların "aslını" hiçbir zaman görmemiştir. Dışarıdan sadece bir takım elektrik sinyalleri gelmekte ve bunlar da monitörde insan görüntüsü ve sesi olarak belirmektedir. Ama bu elektrik sinyallerinin kökeni, hiç ummadığı bambaşka bir kaynak da olabilir.

Örneğin bu insan, dünyada değil, Mars gezegeninde kurulmuş küçük bir uzay üssünde yaşıyor olabilir. Monitörde izlediği ülkeler, şehirler, evler, insanlar; bunların hepsi birer senaryo olabilir. Aksine, buz gibi bir gezegenin ortasındaki ölü bir vadide kurulmuş küçük bir üste, kendisinden başka bir kaç teknisyenle yaşıyor olabilir. Monitör aracılığıyla konuştuğunu sandığı dostları ise, yine tamamen hayali insanlar olabilirler. Belki de monitörün içinde küçük bir bilgisayar vardır ve bu bilgisayar önceden kaydedilmiş görüntüleri düzenli olarak kahramanımıza gösteriyordur. Hatta, bu bilgisayar "interaktif" bir sistem çalıştırıyor olabilir: Yani kahramanımızın konuşmalarını algılayıp, sonra da hafızasındaki görüntü ve sesleri bu konuşmalara uygun olarak yeniden kurguluyor olabilir. Bu durumda tüm görüntüler, birer "sanal gerçeklik"tir.

Kısacası, sözkonusu kişi, tamamen yapay ve hayali bir dünyada yaşıyor olabilir. Çünkü kendisine ulaşan bilgiler, sadece birer elektrik sinyalidir. Monitörde gördüğü insanların aslını, ya da kendisine tarif edilen dünyanın aslını hiçbir zaman göremez. Dış dünya sandığı şey, bir bilgisayara önceden kaydedilmiş olan, kendisinin tepkilerine göre yeniden kurgulanan ve kendisine düzenli olarak yollanan elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir.

Beynin Oluşturduğu Evren



Yukardaki örnekte tarif ettiğimiz insanın durumu, aslında hepimizin içinde bulunduğu durumdur. Çünkü biz de yaşamımız boyunca bize ulaşan "elektrik sinyalleri" ile, yani algılarla muhatap oluruz. Bunlar beyinde yorumlanır ve dış dünya beynin içinde kurgulanır. "Dışarda" ne olduğunu ise asla bilmeyiz.

Dahası, "dış dünya" dediğimiz şeyi nasıl algıladığımız, tümüyle bizim algılamamıza, yani beynimizin kendine göre yaptığı yoruma bağlıdır. Bu nedenle, "dış dünya" tümüyle izafi bir kavramdır.

Bunu açıklamak için yine üstteki monitör örneğine başvuralım. Örnekte üç temel öğe vardır: Monitöre gelen elektrik sinyali, bu sinyali anlaşılabilir bir görüntüye dönüştüren monitör ve görüntüyü izleyen kişi. Görüldüğü gibi sinyal ile kişi arasındaki aracı, monitördür. Kahramanımız, monitör sinyalleri nasıl yorumluyorsa, öyle algılar. Örneğin eğer monitör kendisine ulaşan elektrik sinyallerini görüntü değil de, dalga boyu olarak ekrana dökmeye ayarlıysa, bu kez yollanan sinyaller bir insan görüntüsü olarak değil, karmaşık grafik olarak ekrana dökülecektir. (Kalp atışlarını gösteren hastanelerdeki elektrokardiyografi cihazı gibi.)

Yani sinyaller tek başına bir şey ifade etmezler, yorumlanmaları gerekir. Yorumlamayı yapan ise monitördür ve bunu belirli bir şekilde yapar. Ancak bu yorum tümüyle izafidir.

Bu durum, algılarla muhatap olan, ancak bu algıları beynimizin yorumu sayesinde anlamlı hale getiren bizler için de geçerlidir. Beynimizin bize çizdiği dünyanın içinde yaşarız. Beynimiz kendisine ulaşan elektriksel algıları anlamlı görüntülere dönüştürür. Oysa gerçekte, evrende ne gördüğümüz, tanımladığımız gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve ne de algıladığımız gibi bir sıcaklık mevcuttur. Duyu organlarımız, beynimize bir takım algılar aktarmakta ve bunlar beyinde izafi yorumlara neden olmaktadır.

Aynı şey diğer algılar için de geçerlidir. Örneğin duyma algısı: "Dış dünya"daki ses dalgalarını örneğin bir senfoniye çeviren aslında beynimizdir. Yani müzik, beynimizin oluşturduğu bir algıdır. Aynı şekilde renk algısını ele alalım; renkleri görürken aslında gözümüze ulaşan sadece farklı dalga boylarıdır. Bu farklı dalga boylarını renklere çeviren yine beynimizdir. Örneğin; elmayı kırmızı görmemizin sebebi elmanın yansıttığı dalga boyunun beynimiz tarafından kırmızıya dönüştürülmesidir. Yani aslında ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece biz öyle algıladığımız için öyledirler. Algı, algılayana bağlıdır.

Hayvanların farklı şekillerde ve farklı renklerde görmesi, algının algılayana bağlı olduğunun bir başka kanıtıdır. Bir at için gökyüzü mavi değil, gridir. Arılar insanların tersine ultraviyole ışınlarını da görürler ve bu yüzden bambaşka renkler algılarlar. Timsahlar, köpekler ve tarla fareleri için ise herşey siyah-beyazdır. Hayvanlar sadece renkleri değil, şekilleri de insanlardan farklı algılarlar.

Bu durum karşısında, doğal olarak ilk düşünmemiz gereken şey,"insanların gördükleri mi doğru, yoksa hayvanların gördükleri mi" sorusudur. "İnsanın veya hayvanın gördüğü en doğrudur" demenin herhangi bir dayanağı olamayacağı ortada olduğuna göre, en doğru açıklama, algılanan nesnenin mutlak gerçekliğinden emin olamayacağımızdır.

Diğer bir deyişle, varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil, içimizdedir.

Peki o zaman "dış dünya"dan geriye ne kalır ki?...

Kafatasımızın İçinde mi Yaşıyoruz?



Şu gerçeğin altını tekrar çizelim: Bir cismi bize "var" dedirten, o cisme ait görme, dokunma, duyma gibi algıların bizde oluşmasıdır. Ancak bu algılar, cismin kendine ait özellikler değil, zihnimizin o cisme yüklediği özelliklerdir. Yani görme ve duyma gibi sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık, tat alma ya da acı gibi tüm algılamalarımız "dış dünya"da olan şeyler değil, zihnimizde meydana gelen etkilerdir.

Dolayısıyla, her nesne yalnız algıların bir toplamı olduğuna, algılar da yalnız zihinde var olduğuna göre, "dış dünya"nın sadece algılardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Yani tanıdığımız dünya, zihnimizin içinde olan, onun çizdiği, seslendirdiği ve renklendirdiği, kısacası zihnimizin meydana getirdiği bir dünyadır ve bizim emin olabileceğimiz tek dünya da budur.

Bu durumda "dış dünya" dediğimiz şeyin maddesel varlığı da şüpheli bir hale gelmektedir. Çünkü muhatap olduğumuz evren, maddesel varlıklar evreni değil, algılar evrenidir. Algıların maddesel bir karşılıkları olduğunu ise asla ispatlayamayız. Aynı, monitörün kendisine çeşitli insanların ismiyle gösterdiği görüntülerin, gerçekten o insanlara ait olduğunu asla ispatlayamayacak olan örneğimizdeki insan gibi...

Bunu gözlemlemek de mümkündür. Yapay olarak oluşturulan uyarılar sonucunda, dışarıda herhangi bir maddesel gerçeklik yokken, beynimiz aslı kadar gerçek ve canlı bir maddesel dünya oluşturabilir.

Örneğin her türlü elektriksel sinyalin kaydedilebildiği çok gelişmiş bir kayıt cihazı düşünelim. Önce herhangi bir mekana ait tüm verileri (vücut görüntüsü, sesler, dış ortam vs.) elektrik sinyallerine dönüştürerek bu cihaza aktaralım. İkinci olarak beyninizi vücudunuzdan ayrı bir yerde yaşatabildiğinizi düşünelim. Son olarak kayıt aletini sinir görevi görecek elektrotlarla beyne bağlayalım ve önceden kaydedilmiş verileri beyne ulaştıralım. Bu durumda, kendinizi yapay olarak meydana getirilen bu mekanın içinde yaşıyor hissedersiniz. Sadece beyinden ibaret olduğunuzu anlamanız ise hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü beynimizin kendi içinde bir dünya oluşturması için gerekli olan, gerçek bir dünyanın varolması değil sadece (yapay ya da gerçek) uyarıların olmasıdır.

Dolayısıyla tüm yaşamımız da yapay algıların bir toplamı olabilir. Yani evren dediğimiz şey, bir hayalden ibaret olabilir.

Nitekim, bize bunu fiili olarak gösteren rüya gibi açık bir örnek de vardır.

Rüyadaki Dünya



Rüyanızda olaylar tamamen sizin kontrolünüz dışında gelişir. Ne yeri, ne zamanı, ne de senaryoyu siz tayin edersiniz. Uykunuzun bir yerlerinde kendinizi aniden olayların içinde buluverirsiniz. Değişik mantık örgüleri, anlaşılmaz doğa yasalarıyla karşı karşıya kalmanıza rağmen bunlar size hiç de garip gelmez.

Sizin için gerçek, elle tutulan, gözle görülen şeylerdir. Oysa rüyada da "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak birşey. Açıkça aldanırsınız.

Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Gerçek yaşamın sürekli olup, rüyanın kopuk kopuk olması ya da rüyada farklı sebep-sonuç ilişkilerinin bulunması mı? Bunlar temelde önemli farklar değildir. Çünkü sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşur.

Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerli olabilir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya başladığımızı düşünmemize engel olacak hiçbir mantıklı gerekçe yoktur. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, alışkanlıklarımız ve önyargılarımızdan başka birşey değildir.

Beyin de Bir Algı Değil mi?



Buraya kadar anlattığımız gibi, yaşadığımız dünyanın beyinde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkar. Eğer tüm gördüklerimiz ve yaşadıklarımız aynı rüya gibi maddesel bir gerçekliğe dayanmayan görüntülerse, bu görüntüler nasıl oluşmaktadır?

Bu görüntülerin kaynağının beynin keşfedilmemiş bir fonksiyonu olduğu söylenir kimi zaman. Buna göre rüya, hafızanın, nasıl olduğu anlaşılamayan bir biçimde "ürettiği" bir şeydir. Kısacası "beyinde bu görüntüleri gösteren kim?" sorusuna, aslında hiçbir delil olmadığı halde "beynin kendisi" cevabı verilmektedir.

Oysa, eğer "dış dünya"nın, ki bu "dış dünya"ya bedenimizi de dahil ediyoruz, bir görüntüler bütünü olduğunu anlıyorsak beynimizi de bu "dış dünya"dan ayrı değerlendiremeyiz. Beynimiz de bu görüntüler bütününün bir parçasıdır.

Rüya ile ilgili bir örnek konuyu daha iyi açıklayabilir. Rüyayı, şimdiye kadarki anlatımlara uygun olarak, beynimizin içinde seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir bedenimiz olacaktır. Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir gözümüz ve de hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize "nerede görüyorsun?" gibi bir soru gelse, vereceğimiz cevap "beynimde görüyorum" olacaktır. Beynimizin nerede ve nasıl bir şey olduğu sorulsa, hayali elimizle hayali kafatasımızı tutup "beynim bu kafatasının içindeki bir kilodan biraz daha ağır bir et parçasıdır" cevabı vereceğiz.

Ama ortada beyin falan yoktur, hayali bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Görüntüyü gören, rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha "ötede" olan bir varlıktır.

Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark yoktur. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, "nerede görüyorsun?" sorusu sorulduğunda da üstteki örnekteki gibi "kafatasımızın içindeki et parçasında" cevabını vermenin fazla bir anlamı yoktur.

Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organizmalarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri meydana getirecek, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek birşey yoktur.

Gören, beynin daha "gerisinde"dir ve ondan daha farklı bir varlıktır.

Bu "varlık", gören, hisseden, düşünebilen, sevebilen, korkabilen, akıl ve bilinç sahibi, kendisine "ben buyum" diye bir benlik veren varlıktır. Bu varlık "canlı"dır ve ne madde, ne de görüntü değildir.

Dolayısıyla hisseden, gören, düşünen ve "ben" dediğimiz şeyi vücudun dışında aramamız gerekir. Din bu "ben"i ruh olarak ifade eder. "Dış dünya" dediğimiz şey, bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Nasıl rüyadaki bedenimizin ve dış dünyanın maddesel bir gerçekliği yoksa, içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğumuz bedenin de maddesel bir gerçekliği yoktur.

Gerçek olan şey, ruhtur. Madde ise, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir.

Gerçek Mutlak Varlık



Şimdiye kadar anlatılanlar, çok büyük bazı gerçeklerin anlaşılmasını sağlamaktadır.

Öncelikle ortaya çıkan gerçek, maddenin kendi başına müstakil bir varlığı olmadığıdır. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Yani bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak. Eğer sürekli bir yaratma olmazsa, madde dediğimiz algılar da yok olur giderler. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir.

Dolayısıyla, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı olmalıdır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış sergilediğine göre bunu mutlaka bir amaca yönelik olarak yapmalıdır. Bu amacı bize öğretmesini beklememiz ise en mantıklı sonuçtur. Aynı Yaratıcı'nın bize verdiği mantıklı düşünme yeteneği, bu sonuca varmamızı sağlar.

Nitekim o Yaratıcı, bize kendisini tanıtır. Yarattığı algılar evreni içinde bir de kitap yaratmıştır ve bu kitap yoluyla bize Kendisini, evreni ve bizim mahiyetimizi tanıtır. O Yaratıcı Allah, Kitabının ismi ise Kuran'dır. Kuran'ın bize öğrettiği ilk gerçek ise, Allah'ın evren dediğimiz tüm bu algılar bütününü yarattığı, tüm bu algılar bütününün hakimi ve sahibi olduğu ve tüm bu algılar bütününü "kuşattığı"dır.

Bir ayette, "göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır" (Nisa Suresi, 126) denilerek bu sır haber verilir. "Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah kuşatandır, bilendir" (Bakara Suresi, 115) ayeti de, Allah'ın tek mutlak varlık olduğunu ve her yerde yalnız O'nun var olduğunu haber verir.

Göklerin ve yerin, yani evrenin sabit ve kararlı olmadığı, sadece Allah'ın yaratmasıyla vücud buldukları ve O yaratmayı durdurduğunda yok olacakları ise, bir başka ayette şöyle ifade edilir:

Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41)

Bu gerçek karşısında, "Allah nerede?" şeklindeki klasik sorunun cevabı da açıkça belli olur.

Girişte de belirttiğimiz gibi, insanların çoğu, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediklerinden, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya işlerine pek karışmayan bir varlık olarak tahayyül eder. Bu mantığın temeli, evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın da bu maddelerin "dışında", uzak bir yerlerde bulunduğu şeklindedir. Bazı dinlerdeki Allah inancı da bu yöndedir.

Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, madde bir algıdan ibarettir. Böyle olunca da, Allah'ın madde topluluğunun "dışında" olması gibi bir şey sözkonusu olamaz. Allah ancak "her yerde"dir ve "herşeyi kaplamaktadır". Kuran'daki "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" ifadesi (İsra Suresi, 60) bu gerçeği haber vermektedir.

"Dış dünya" dediğimiz evren ise (buna kendi bedenimiz de dahildir), Allah tarafından yaratılan bir hisler ve algılar bütününden başka bir şey değildir. Allah bunları sürekli olarak yaratır. Nasıl uykumuzda bize hiçbir maddesel gerçekliği olmayan rüyalar gösterirse, "uyanık" olduğumuz zaman da yine hiçbir maddesel gerçekliği olmayan algılar gösterir.

Bunları seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, herhangi bir algı değil, Allah'ın kendisidir. Kuran'da yer alan "andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" (Kaf Suresi, 16) ayetinin sırrı da bu gerçekte gizlidir.

Allah, Cennet ve Cehennem'i de yine aynı ilimle yaratacak, bir rüyadan uyanır gibi bizleri dünya hayatından ahirete geçirecektir. O zaman insan, dünyanın bir algılar bütünü ya da "serap" olduğunu daha iyi anlayacaktır. Ama yapılması gereken düşünmek ve Allah'ın varlığını şimdiden kavramaya çalışmaktır.

Çünkü Allah'ı inkar eden ve bir "algı"dan ibaret olan maddesel dünyaya saplananların ahiretteki durumları aşağıdaki ayette bildirildiği gibi olacaktır:

İnkâr edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü