Harun Yahya

Ahmet Akgündüz’ün Gösterdiği Şeceredeki Çelişkiler ve Yanlışlar


Ahmet Akgündüz Hoca’nın Bediüzzaman Hazretleri’nin şeceresi olarak gösterdiği belgede onlarca hata ve çelişki vardır ve bu sözde belgede yer alan bilgiler doğru değildir.

Belgenin, 1935 yılına ait olmadığı ve 1990’da hazırlandığı, sanki eskiymiş gibi göstermek için çeşitli teknikler kullanılarak eskitildiği ve tarihi, orijinal bir be­­lge olmadığı anlaşılmıştır. Herhangi bir internet sitesine girildiğinde kağıt eskitmenin yarım bardak çay veya kahve gibi içecekler kullanılarak kolaylıkla yapıldığı görülebilir. Kağıdın üzerine çay veya kahve döküp peçeteyle kağıdın her tarafına yayıp, birkaç dakika beklettikten sonra fön makinasıyla kurutup, kırışıklıkları da ütüyle açınca eski görünümü verilebilmektedir.

Nitekim Akgündüz Hoca’nın gösterdiği belgenin 1935 yılına ait olmadığını, 1990 yılında yapıldığını belgeyi hazırlayıp Akgündüz Hoca’ya getiren Mahmut isimli şahıs da itiraf etmiştir.

Molla Feyzi Güzelsoy Ağabey bu gerçeği şöyle anlatmaktadır: “Ahmet Akgündüz Hocamıza şecereyi getiren Mahmut adındaki zat önce Diyarbakır’da benim yanıma geldi ve bütün evrakları bana verdi. Ben de okumaya başladım. Baktım ki, çok eski bir evrak HAVASI VERİLMİŞ. Buna binaen ben sordum: ‘Sanki yüz senelik bir evraktır.’ dedim O da dedi: ‘Evet yüz seneden fazladır’. Ben de buna binaen dedim ki: ‘Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsederken Risale-i Nur Müellifi ünvanıyla zikrediliyor. Halbuki o tarihte Risale-i Nur telif edilmemiştir. Bu itirazdan sonra Mahmut kardeş bana dedi ki: “ŞECEREYİ BANA VERENLER HER NE KADAR O TARİHİ GÖSTERMİŞ İSELER DE, BENCE 1990’DA YAPILMIŞTIR.”

Sözde şecerenin Arapçası da hem dilbilgisi olarak hem de yazım tekniği olarak Akgündüz hocanın iddia ettiği gibi eski tarihli olmadığını ispatlamaktadır. Kullanılan dil eski zaman Arapçası değil, günümüz Arapçası’dır.

BİR ŞECERENİN DOĞRU OLMASI İÇİN ŞECEREDEKİ MÜHÜRLERİN, O BİLGİNİN EKLENDİĞİ DÖNEMLERE AİT OLMASI GEREKİR. Mesela farklı bir yüzyıla ait bilgi eklendiğinde o yüzyılın yüksek makamının mührünün olması gerekir. AMA BU ŞECEREDEKİ MÜHÜRLERİN HEPSİ AYNI DÖNEME AİTTİR VE MÜHÜRLERDE KULLANILAN YAZI KARAKTERİ DE BİLGİSAYAR YAZI KARAKTERİDİR. YANİ, BELGENİN YAPILDIĞI İDDİA EDİLDİĞİ DÖNEMDE KULLANILAN YAZI KARAKTERİ DEĞİLDİR. BU DA BELGENİN ESKİ DÖNEMLERE AİT OLMADIĞINI GÜNÜMÜZE AİT OLDUĞUNU İSPATLAMAKTADIR.

BELGEDEKİ MÜHÜRLERDE ARAPÇA “YE” HARFİNE İKİ NOKTA KONMUŞTUR. “YE” HARFİNİN BU ŞEKİLDE YAZILMASI ESKİ YAZIDA OLMAYAN BİR ŞEYDİR. “YE” HARFİ BİLGİSAYAR KLAVYESİNDE İKİ NOKTALI OLARAK YAZILMAKTADIR. YANİ SÖZ KONUSU BELGE ESKİ DÖNEME AİT DEĞİLDİR BİLGİSAYARLA HAZIRLANMIŞTIR.

AKGÜNDÜZ HOCANIN ŞECERESİNDE MÜHÜRLERİN YAZI AÇILARI DAHİ BİRBİRİNİN AYNIDIR, TEK ELDEN ÇIKMIŞ OLDUĞU GÖRÜLMEKTEDİR:

Normal bir seyyidlik belgesinde, az önce de ifade ettiğimiz gibi, bulunan her mühür şeceredeki devre ait olur. Dolayısıyla mühürlerin  her birinin kendi kullanıldıkları dönemi yansıtan, bir diğerinden farklı özellikleri olması gerekir. Akgündüz’ün şeceresinde yer alan mühürlerin ise hepsi aynı döneme aittir, hatta yazı açıları kumpasla ölçüldüğünde yazılar aynı açıyı göstermektedir. Farklı dönemlerde farklı kişilere ait olması gereken mühürlerin aynı ölçüde olmasının imkansız olduğu açıktır. Bu durum, mühürlerin orijinal olmadığının açık delillerinden biridir.

Akgündüz Hoca’nın gösterdiği şecerede kullanılan mühürlerin diğer özellikleri de bunların orijinal mühürler olmadıklarını ortaya koymaktadır:

Osmanlı belgesi olan şecerenin muteber olması için ya bir Osmanlı padişahı ya da Selçuklu Sultanının tasdikli mühürleriyle mühürlü olması veya vergiden, askerlikten muafiyetin sağlanmış olması gerekir. Bunlar yoksa bir belge güvenilir kabul edilmez. Bu şecerede böyle bir mühür veya kayıt yoktur.

BU ŞECEREDE MÜHÜRLERİN HİÇBİRİNDE YETKİLİ KİŞİNİN İSMİ VE MÜHÜR TARİHİ BULUNMAMAKTADIR. Osmanlıda seyyid şecereleri hazırlanırken üzerinde Nakîbü’l-Eşraf'ın (yani Seyyidlerden sorumlu yetkili makamın), mahkeme kadısının ve şuhudü’l-hal denilen şahitlerin isimlerinin, imza ve mühürlerinin olması şarttır. Akgündüz’ün şeceresinde ise mühürlerin yanında sadece “Nekabetü’s-Sadatü’l-Eşraf” sözü yazmaktadır. Halbuki şecerenin güvenilir olması için, aynı mühürde şahsın ismi ile unvanı yazılmalı ve mührün hangi tarihte basıldığı yer almalıdır. Bu şecerede ise mührün kime ait olduğu ve mührün hangi tarihte basıldığı yer almamaktadır.

Örneğin ekranda görülen bu üç mühürde Nakibü’l-eşrafın ismi, makamı ve seyyidlik unvanı dahi yazılı değildir. Bu durumda söz konusu mühürlerin orijinal olmadığı sonradan bilgisayarda yapıldığı anlaşılmaktadır.

SEYYİDLİK ŞECERELERİNDE, MÜHRÜN SAHTE OLUP OLMADIĞI KOLAYLIK TESPİT EDİLEBİLİR, ÇÜNKÜ; Nakîbü’l-Eşraf herhangi bir yere atandığı zaman iki mühür hazırlanarak birisi merkezi hükümette kalır, diğeri ise görev alan Nakibü’l-eşraf'a verilirdi. Böylelikle herhangi bir evrak merkeze geldiğinde tatbik mühürlerine bakılarak sahte olup olmadığı kolaylıkla tespit edilirdi. Ne var ki Akgündüz’ün şeceresinde, mühürler böyle bir düzen içinde değildir, rastgele belgenin her tarafına basılmıştır.

Ayrıca, Osmanlı’da Seyyidlik şeceresinin onaylanması sadece İstanbul’daki Nakibü’l-eşraf yetkisindedir. Taşradan gönderilen şecereler, defter kayıtlarına bakılarak doğru olup olmadığı tespit edildikten sonra “mutabıktır” mührü basılarak tarih atılır ve “siyadet beratı” yani seyyidlik belgesi şecere sahibine verilirdi.

Akgündüz hocanın gösterdiği şecerede böyle bir “mutabıklık” ibaresi yoktur, bunun için de hiçbir geçerliliği yoktur.

MÜHÜRLERDEKİ HATALAR BUNLARLA DA BİTMEMEKTEDİR. MESELA bu mühürde “Abdülfettah bin Muhammed Bedreddin” yazılıdır ve şecereyi yazanın yazısıyla “Nakîbü’l-Eşraf Trablus Arabistan” ibaresi bulunmaktadır. Oysa soyun yaşadığı bölge Irak olduğu için mührün “Irak Nakibü’l-eşrafı Abdülfettah bin Muhammed Bedreddin” olarak yazılması gerekirdi. Buradan da mührün doğru olmadığı anlaşılmaktadır.  Ayrıca bu mührün, diğer mühürlerde olduğu gibi, hangi tarihte basıldığı da belli değildir.

AKGÜNDÜZ HOCA’NIN ÇELİŞKİLERİ BUNLARLA DA BİTMEMEKTEDİR.

Belgenin başında; Şeyh Abdülkadir-i Geylani’den bahsederken: ‘Hicri 841 yılında Taun (Kolera) hastalığından Şam’da vefat ederek Sofiye Kabristanına defnedilip GERİYE HİÇBİR ZÜRRİYET BIRAKMAMIŞTIR.’ denilmektedir. Oysa bütün tarihçiler Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin dört hanımla evlendiğini ve on iki veya on sekiz evladının olduğunu kaydederler. Ahmet Akgündüz, Geylani Hazretleri’nin geriye hiç evlad bırakmadığını söylüyorsa, o zaman Bediüzzaman Hazretleri’nin nasıl onun neslinden geldiğini iddia etmektedir?

Şecerede yer alan bu bilgide bir başka vahim hata daha bulunmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi şecerede, Abdülkadir Geylani’nin Şam’da vefat ettiği söylenmektedir. Oysa herkesin gayet iyi bildiği tarihi gerçek şudur: Geylani Hazretleri Şam’da değil Bağdat’ta vefat etmiştir ve türbesi de Bağdat’tadır. Tüm İslam alemin gayet iyi bildiği bir bilginin dahi yanlış anlatıldığı bu şecerenin güvenilir bir belge olmadığı açıktır.

Belgede; Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Hicri 841’de vefat ettiği yazılıdır ve annesinin isminin Fatıma bint-i Haydar olduğu söylenmektedir. Halbuki Şeyh Abdülkadir-i Geylani Hicri 561 yılında vefat etmiştir. Annesinin adı Fatıma Bint-i Haydar değil, Fatıma bint-i Abdullah’ül Esmai’dir.  

Ahmet Akgündüz, “Bu Osmanlı belgesidir, 1935’e kadar geriye gittim ve şecereyi Musul’da buldum” demektedir. Oysa 1935 tarihinde olan bir belge Osmanlı belgesi değildir. 1935’de Osmanlı’nın olmadığı herkes tarafından gayet iyi bilinmektedir.

Akgündüz Hoca sözde şecereyi kendince delillendirmek için, Siverek’te yaşayan Karageçi aşireti hakkında da doğru olmayan bilgiler vermektedir.

Akgündüz Hoca, Siverek'in güney doğusunda halen yaşayan ve Zaza olan Karageçi aşiretini,  Karacadağ eteklerinde eskiden yaşamış ve aslen Türk olan "Karakeçili" aşiretiyle karıştırmaktadır. Ve Kürt olan Karageçilerin Kayı boyundan olduğunu iddia etmektedir. YANİ BİRBİRİNDEN TAMAMEN FARKLI İKİ AŞİRETİ TEK BİR AŞİRET GİBİ GÖSTERMEKTEDİR. Karageçi aşireti Bingöl Zazalarındandır, yaşam stilleri, konuşmaları itibariyle Türklükten ve Türk dilinden çok uzaktırlar. Eskiden Karacadağ eteklerinde yaşayan Tük Karakeçi aşiretinin ise hemen hemen hepsi şimdi Kırşehir tarafına göç etmişlerdir. Halen Karacadağ’da yaşayan ve "Türkan" (Türkler) ismiyle anılan ve Türk olarak bulunan sadece iki-üç köy vardır. Başka da yoktur.

Akgündüz Hoca’nın verdiği yanlış bilgilerden biri de, Bitlis ve Hizan’daki Osmanlı kayıtlarına ulaştığını söylemesidir. Oysa Osmanlı kayıtları Bitlis ve Hizan’da değildir. Osmanlı’nın tapu tahrir kayıtlarının tamamı Başbakanlık Osmanlı arşivi ve Ankara Kuyudi Kadime arşivindedir.

Akgündüz Hoca, Oysa ki Mirza ismi "Emirzade"den gelmektedir. İran’da, Pakistan’da ve Hindistan’da, Azerbaycan’da ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda yüzlerce, belki binlerce bu isimde insan bulunmaktadır.

Kamus-u Türkî, Şemseddin Samî sözlüğünün 1441 sayfasının, 3. Sütununda da Mirza’nın emirzadeden geldiği anlatılmaktadır.

AKGÜNDÜZ HOCA’NIN SUNDUĞU ŞECEREDE ÇOK DAHA VAHİM HATALAR DA VARDIR. ÖRNEĞİN;

Kitapçığın 22. sayfasının birinci satırında Şeyh Abdülkadir Geylani’nin babasının adı Şeyh Nureddin Ali olarak yazılıdır. Ancak aynı isim yani babası olarak verilen isim, aynı zamanda Şeyh Abdülkadir’in 6. torunu olarak da gösterilmiştir.

Zaten aslında, Abdülkadir Geylani’nin babasının adı  Şeyh Nureddin Ali de değildir. Osmanlı Arşivi Yıldız Esas Evrakı Gömlek No: 7 Vesika No: 16’da yer alan belgede Şeyh Abdülkadir Geylani babasının ismi ibn-i Ebi Salih Musa Cengidost olarak yazılıdır.

Akgündüz Hoca’nın kitapçığındaki çelişkiler ve yanlış bilgiler bununla da bitmemektedir: kitapçığın 22. sayfasında Şeyh Abdülaziz’in oğlu olarak yazılıdır.

AKGÜNDÜZ HOCA’NIN KENDİ BEYANLARI DA GÖSTERDİĞİ ŞECEREYLE ÇELİŞMEKTEDİR:

Ahmet Akgündüz Bediüzzaman Hazretleri’nin baba tarafından Hz. Hasan’ın soyundan anne tarafından ise Hz. Hüseyin neslinden olduğunu iddia etmektedir:

KENDİ KONUŞMASI: Yaptığımız araştırmalar sonucunda Bediüzzaman Said Nursi'nin baba tarafından Abdülkadir Geylani'nin torunu Hazreti Hasan'ın neslinden ve şerif olduğunu ortaya çıkardık. Diğer taraftan da annesi tarafından Hazreti Hüseyin neslinden seyyit olduğu ortaya çıkmıştır."

ANCAK ŞECEREDE AKGÜNDÜZ HOCANIN BU İDDİASININ TAM TERSİ YAZILIDIR. Şecerenin ana kaynağını teşkil eden yazıda şu ifade yer almaktadır: “Abdülvahab, Abdullah ve Mirza Reşan ve min zürriyetihi eş-Şeyh Üstazuna el-Ekrem Saidi’n-Nursi el-Hiyali el-Geylani el-Hüseyni ve validetuhu Hasaniyetü’bnü zürriye” Şecerede yer alan bu ifadeye göre Said Nursi Hasenî değil, Hüseynîdir. Ahmed Akgündüz, kendi yayınladığı şecereden dahi haberdar değildir. Kendince belge olarak gösterdiği evrakla bile ters düşmektedir.

AYRICA BİR DİĞER MÜHÜRDE DE “Muhammed Emin Müşevvah” yazısının altında şöyle bir not bulunmaktadır: El-Hiyali el-Hüseyni’n-neseb. Bu nota göre Hiyali aşiretinin Hüseyni olduğu bir kez daha ifade edilmektedir, oysa Akgündüz Hoca Üstadımız’ın baba tarafından Hasani olduğu iddiasındadır. Bu çok büyük çelişkidir.

Ayrıca;

ŞECERE NORMALDE MİRZA REŞAN İSMİNDE BİTMEKTEDİR, SONRA BEDİÜZZAMAN’A KADAR GELEN 4 BABA İSMİNİ DE AKGÜNDÜZ KENDİSİ EKLEMİŞTİR. Hiyaliyyin şeceresi Şeyh Abdülkadir Geylani’den başlayıp Mirza Reşan’da bitmiştir. Mirza Reşan ile Said-i Nursi arasındaki dört babanın kimler olduğu şecerede yer almamaktadır. Akgündüz kendisi bu dört babayı ilave ederek Üstadımız’a kadar silsilenameyi getirmiştir.

Kuyud-i Kadime Arşivinden alnan bu tapu yoklama defterinde, Bitlis’e bağlı İspayirt nahiyesi Nurs köyünde yaşamış olan “Muhammed, Kolos ve Hacı Mirza, benûn-ı Alo (Ali)” gibi isimler yazmaktadır. Akgündüz Hoca, bu isimlere bakarak, hiçbir belge kayıt ve delil olmadığı halde, Mirza’nın babasının Ali olduğuna karar vermiştir. Tapu yoklamasında yer alan “Hıdır ve Mirza Halid” isimlerini de yine, neye dayanarak olduğunu açıklamadan, Hiyaliyyin şeceresinin son halkası olan Mirza Reşan’a bağlamıştır. Hangi delile dayanarak böyle bir bağ yaptığının açıklaması yoktur. Şecerede var olmayan dört ismin nasıl olup Mirza Reşan’ın evlatları olduğunu tespit etmiş ve şecereye ilave etmiştir, bunun bir açıklaması yoktur. Zaten sunduğu tüm evraklar içinde bu dört babayla yani Üstadımız’ın bu dedeleriyle ilgili hiçbir belge de bulunmamaktadır. Gayet iyi bilinmektedir ki, seyyidlik şecerelerinde her bir ismin ilavesi ya mahkeme kararıyla veya Nakîbü’l-Eşraf'ın onayıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla kendisi Nakibul eşraf veya dönemin kadısı olmayan Akgündüz Hoca’nın kendi aklından yaptığı bu eklemenin hiçbir tarihi değeri yoktur.

ŞECEREDE BELİRTİLEN BÖLGE İSİMLERİ DE YANLIŞTIR

Akgündüz Hoca’nın sunduğu şecerede Bitlis’teki Kürd Hakkarisi diye bir ifade geçmektedir. Ancak coğrafya kitaplarında böyle terminolojiye rastlamak mümkün değildir.

Sözde Said-i Nursi annesinin seyyidliğini tespit ederken şu ifadeyi kullanmıştır: “Molla Tahir bin Aşireti Hakif mine’l-kurdi’l-Hakkariyeti karyeti bilikan”

Geçen ifadeleri birer birer ele aldığımızda Hakif aşireti diye bir aşiret yoktur. Ancak Bitlis’e bağlı Hakif Nahiyesi vardır, ama bu nahiye Akgündüz’ün şeceresinde yazıldığı gibi Hakkari’ye değil Bitlis’e bağlıdır. Bilikan köyü diye bir köy vardır, ancak şecerede söylendiği gibi Bilikan köyü Hakkari’ye değil Bitlis’e bağlıdır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, OSMANLI MAHKEME KAYITLARINDA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VEYA AİLESİNİN HERHANGİ BİR SEYYİDLİK BAŞVURUSU DA YOKTUR. BÖYLE BİR BAŞVURUSU OLMAYANIN SEYYİDLİK KAYDININ OLMASI DA MÜMKÜN DEĞİLDİR. Herhangi bir şahıs seyyidlik davasında bulunduğu takdirde bölgede bulunan Nakibü’l-eşraf’a veyahut bölgede bulunan adli mercilere müracaat eder. Yapılan müracaat üzerine defter kayıtlarına bakılır seyyid olup olmadığına dair kayıtlar onu doğrular nitelikte ise mahkeme şahitlerin de ikrarı üzerine tescili yapılır ve kendisine “hüccet-i şer‘iyye” (soy belgesi) verilerek siyadeti (seyyidliği) tasdik olunur. Söz konusu şecerede Said Nursi Hazretlerinin mahkemeye böyle bir müracaatı bulunmamaktadır. Herhangi bir müracaat olmadan siyadet (seyyidlik) defterine kaydının yapılması mümkün değildir.

Ahmet Akgündüz Hoca, Bediüzzaman Hazretleri’nin haşa mahkemelerden korktuğu ve çekindiği için seyyid olduğunu gizlediği iddiasındadır. Oysa Üstadımız cesareti, mertliği, yiğitliğiyle bilinen dürüst bir insandır. İnandığı değerler için ömrünü hapisanelerde ve sürgünde geçirmiştir. Eğer Üstadımız seyyid olsa bunu asla gizlemez, açık ve net beyan ederdi. Üstadımız’ın da söylediği gibi seyyid olmayanın seyyidim demesi gibi, “SEYYİD OLANIN SEYYİDLİĞİNİ GİZLEMESİ HARAMDIR.”


oldukları gibi... hadis ve Kuran’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, s. 52)


Üstadımız’ın yaşadığı dönemde ve sonrasında hiç kimse seyyid olduğu suçlamasıyla yargılanmadığı gibi, Üstadımız da hiçbir mahkemesinde seyyid olduğu için yargılanmamıştır. Dolayısıyla seyyid olsa bunu gizlemesi gereken bir durum yoktur. Üstelik Üstadımız MAHKEMELERDEN ÇOK ÖNCE TAA 1919’DA DAHİ SEYYİD OLMADIĞINI SÖYLEMİŞTİR:

Örneğin 1919'da Daru'l-Hikmeti'l-islâmiyye üyesi iken verdiği “Terceme-i Hâl Varakası”nda yani durum bildirim belgesinde, “Bir Sülâle-i ma’rufeye mensub ise, keyfiyet-i nisbeti” “ünlü bir aileye  mensup ise hangisi olduğu” şeklindeki soruya "Bir Sülâle-i Ma'rûfeye (ünlü bir aileye mensup) Nisbetim Yoktur" şeklinde cevap vermiştir. Eğer Üstadımız seyyid olsaydı, henüz hiçbir mahkemesi olmadığı 1919’da bu belgede Seyyid olduğunu açıkça söylerdi.

Unutmamak gerekir ki, Üstad Hazretleri 1919 yılında Ben Seyyid değilim dediğinde Osmanlı Devleti hüküm sürüyordu. Osmanlı’da ise Seyyidler ülkenin en saygın ve önde gelen kişileri olarak kabul edilirdi.  Öyle ki bu saygıdan dolayı tüm vergilerden ve harçlardan muaf tutulmuşlardı. Devlet herhangi bir maddi sıkıntı yaşamamaları için kendilerine aylık bağlardı. Bu nedenle eğer Üstad Hazretleri Seyyid olsa Osmanlı Devleti’nde bunu gizlemesini gerektirecek hiç bir sakınca yoktu.

Ayrıca Üstadımız Münâzarât’ta daha 1911’de de: “Zira meşhur bir nesebim yok ki, mâzisini muhafaza edeyim. Ben Ebu Lâşey (hiçbir şeyi olmayan) olduğumdan bir neslim de yokdur ki, istikbâlini temin edeyim.” (Münâzarât, Matbaa-i Ebu’z-Ziyâ, İstanbul, 1329; Sahife: 158) diyerek seyyid olmadığını bir kez daha vurgulamıştır.

Akgündüz Hoca yaptığı açıklamada, Bediüzzaman Hazretleri’nin kardeşi sayın Abdülmecid Ünlükul’un da sözde kendilerinin seyyid olduğunu ve hatta elinde sahih bir şecere bulunduğunu söylediğini iddia etmektedir. Akgündüz Hocanın bu iddiası hem vefat etmiş olan Abdülmecid Ağabeyi itham altında tutan hem de Üstadımız’a iftira eden yanlış bir beyandır. Zira böyle bir şecere zaten var ise, Akgündüz Hoca’nın böyle yıllar boyunca süren bir araştırma yapmasına gerek kalmaz, Abdülmecid Ağabeydeki sözde şecereyi alıp yayınlaması yeterli olurdu. Ve böyle bir şecere gerçekten var olsa, Üstadımız bile bile bu şecereyi asla gizlemezdi.

Çünkü kendisinin de Risale-i Nur da söylediği gibi seyyid olmayanın seyyidim demesi gibi, “SEYYİD OLANIN SEYYİDLİĞİNİ GİZLEMESİ HARAMDIR.”


oldukları gibi... hadis ve Kuran’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, s. 52)


Bediüzzaman Hazretleri, tüm yaşayanlarının Kürt olduğu gayet iyi bilinen Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelmiştir ve Kürttür. Eserlerinde defalarca bu gerçeği dile getirmiştir. Üstadımız’ın Kürt olması, Selahattin Eyyubi’nin soyundan olması bir güzelliktir. Tevillerle samimiyetsizce yorumlarla aksini iddia etmek Bediüzzaman Hazretleri’ne olan sevgiye ve saygıya yakışan bir tutum değildir.

Üstadımız’ın Mahkemeden çekindiği için seyyidliğini gizlediği iddiası da doğru değildir. Çünkü Üstadımız hiçbir davada seyyid olduğu veya olmadığı için yargılanmamıştır, kendisine dönemin koşulları içinde atfedilen suç seyyid olmak değildir. TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE BUGÜNE KADAR KİMSE SADECE SEYYİD OLDUĞUNU SÖYLEDİĞİ İÇİN YARGILANMAMIŞTIR.

1935 yılında “gizli cemiyet kurmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde;

1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "gizli cemiyet kurmak" iddiasıyla Denizli’de;

1947 senesinde, "gizli cemiyet kurmak" ithamıyla Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmış, ama hiçbir zaman seyyid olup olmaması suçlama konusu olmamıştır.

Dolayısıyla, seyyid olsa bunu gizlemesini gereken bir durum söz konusu değildir.

Üstelik, ÜSTADIMIZ DEFALARCA SEYYİD OLMADIĞINI SÖYLEMİŞTİR


OLACAKTIR.  (Emirdağ Lahikası, s. 247-250)



Said itiraznamesinde demiş ki: “BEN SEYYİD DEĞİLİM MEHDİ SEYİD OLACAK” DİYE ONLARI REDDETMİŞ...” (Şualar, On Dördüncü Şua, s. 365)


ÜSTADIMIZ, KENDİSİNİN MANEN SEYYİD OLDUĞUNU İFADE ETMİŞTİR


ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim (Lem'alar, s. 22.)



bir kısım müçtehidlerin, “Onun âilesine ve ashabına selâm olsun” duasında, "Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358)


Üstadımız taa 1911’de bile ben seyyid değilim diye beyan etmişken, doğru olmayan bir takım sözde belgelerle Üstadımız’ı seyyid ilan etmeye çalışmak Üstadımızı haşa doğruyu söylemeyen, doğruyu açıklamaktan çekinen bir insan gibi göstermek saygıya uygun bir davranış değildir. Akgündüz Hoca’nın bu yanlış ısrarının ne anlama geldiğini iyi düşünmesi ve verdiği yanlış bilgilerden dolayı özür dilemesi en doğru davranış olacaktır. 

Masaüstü Görünümü