Harun Yahya

Sam Harris’in Yanılgıları ve 'Özgür İrade' Gerçeği

Yaratıcı’nın varlığını reddetme üzerine kurulmuş olan ateist felsefe insanlar arasında yaşanır bir düzenin varlığı için kendince, “din kavramına gerek olmadığı”nı öne sürer.

Bu yazıya konu olan ateist yazar Sam Harris de, The Moral Landscape adlı kitabında sözde, ‘Toplumsal ahlak için dine gerek olmadığı’ ve ‘duygu ve düşüncelerin biyokimyasal sebepleri olduğu’ gibi telkinlerde bulunmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki her insan, hayatı ve olayları istediği şekilde yorumlayabilir. Ancak insanları yanlış yönlendirmek, bilimsel gerçeklerden uzak açıklamalar yaparak, doğruları saptırmak kabul edilemez. Ateistlerin savundukları kavramlardaki yanlışların ele alınıp bilimsel olarak değerlendirilmesi bu nedenle gerekli ve önemlidir.

Biz de bu yazımızda, Sam Harris’in söz konusu kitabında anlatmaya çalıştığı zihniyetin eksikliklerini ve yanlışlarını ele alacağız. Ayrıca ahlakın gerekliliğini ve ‘özgür irade’ kavramının ateistlerin varsayımlarını nasıl geçersiz kıldığını açıklayacağız.

 

AHLAKIN GERÇEK KAYNAĞI NEDİR?

Ateistlerin iddialarının aksine ahlakın kaynağı her zaman için İlahi dinlerdir. İyiliğin ve kötülüğün tanımı vahiy ile indirilen İlahi metinlerde yazılıdır ve elçiler vasıtasıyla da insanlara aktarılmıştır. Günümüzde “iyi, güzel” olarak nitelendirilen bütün ahlak özellikleri aslında din kaynaklıdır. En önemlisi de Hak din olan İslam’da kişisel kurallar yoktur, sokak baskısı yoktur, sadece belli haram ve helaller vardır ki bu da bir güzelliktir, büyük bir rahatlıktır.

Kuran’da Allah’ın belirlediği az sayıda haram dışında herşey helaldir ve alabildiğine özgürlük vardır. Oysa dünyanın neresine giderseniz gidin sayısız kuralla karşılaşırsınız. Örneğin Amerika’da, Almanya’da, Fransa’da sokağın kuralları vardır, her yerin kendi örfü ve gelenekleri söz konusudur. Bu kurallar ile insanlar baskı altında kalır, ezilir, mahvolur, ne gülebilir ne eğlenebilir ne de rahat yemek yiyebilirler. İcat edilen kimi sistemler, kaideler, ahlak kuralları nefes aldırmaz insanlara. Kuran’da ise sadece Allah’ın mükemmel güzel ahlakı ile karşılaşırız.

Bu gerçek aslında tahrif olmuş da olsalar diğer bütün dinler için de geçerlidir. Hıristiyanlık da güzel ahlakı teşvik eder, Musevilik de.

İslam’a ve diğer bütün inançlara karşı olan materyalist felsefede ise Allah, “bir kural koyucu” olarak kabul edilmez (Allah’ı tenzih ederiz). .

Elbette ki toplumlarda yasa koyucu olmalı ve yasal düzenlemeler çok detaylı olarak yapılmalıdır. Ancak toplumsal kurallar ve uygulanan cezalar insanları kötü ahlaktan bir yere kadar ve zor kullanıldığında alıkoyabilir. Allah’tan korkmayan bir kişi menfaatlerine bir zarar geleceğini düşündüğünde, bu baskı ve yaptırımların etkisi azalır. Kişi kötü ahlak göstermeye hazır hale gelir. Örneğin ilk fırsatını bulduğunda dolandırıcılık yapabilir, başkasının malını gasp edebilir. Ancak Allah’tan korkan bir insan için bu durum farklıdır.

Allah’tan korkan bir insan suçunun ispat edilemeyeceğini düşündüğü yerde de, Allah’ın kendisini gördüğünü bilir ve menfaatleri ile çatışsa da aynı güzel ahlakı göstermeye devam eder. Hırsızlık yapmaz, şiddet kullanmaz, başkasının hakkına tecavüz etmez, yardıma ihtiyacı olana yardım eder. Dünyada suçu ispatlanamasa da, ahirette sonsuz hayatında yaptığı ahlaksızlığın karşılığını alacağını bilir ve bu durum onu güzel ahlak göstermeye teşvik eder. Bu durumun daha iyi anlaşılması için yaygın ve yanlış olan bazı davranışlardan örnekler verelim:

 

“Güçlü olan kazanır” mantığı neden zarar verir?

Kaynağını dinden alan bir ahlakın yaşanmadığı toplumlarda çarpık, karşılıklı menfaatlere dayalı bir anlayış hakimdir. İnsan ruhundaki bencil tutku ve hırsların bir ürünü olan bu ahlak anlayışı, kişileri kibirli, bencil, alaycı, küstah, acımasız, kaba ve zalim olmaya yöneltir. Böyle toplumlarda kendi yükselişini sağlamak için diğerlerini ezmek gerektiğine inanılır ve bu acımasızlık her fırsatta uygulanır. İşte bütün bunların temelinde materyalist felsefe vardır, kişiye “yaptıklarından sorumlu olmayacağı” yanılgısı anlatılır, insanın bir hayvan türü olduğu telkin edilir. “Güçlü olanın zayıf olanı ezmesi hatta ortadan kaldırması” normal bir “doğa kanunu” gibi kabul ettirilmeye çalışılır.

Bu durumda her türlü sapkınlığı, zulmü yapmaya hazır bireyler ortaya çıkar ve dolayısıyla ceza kanunları ve polis kuvvetiyle toplumsal düzeni ayakta tutmaya çalışan ‘önleyici’ bir sisteme ihtiyaç duyulur.

Ancak polisiye tedbirler bir yere kadar etkilidir. Hiç kimsenin görmediği ya da menfaatinin zarar görmesi ihtimali olan durumlarda insanlar vicdanlarına değil çıkarlarına göre hareket etmeye başlarlar ki kötülüğü iyiliğe tercih edişleri böyle başlar. Oysa Allah, yarattığı insana böyle bir ahlakı tarif etmemiştir. Kuran’da bildirilen güzellikler yüzeysel ve boğucu toplum kuralları ile karşılaştırılamayacak kadar nettir.

 

Kuran’daki helal ve haramlar insanı özgürleştirir

Kuran-ı Kerim’de ve diğer İlahi kitapların tahrif olmamış bölümlerinde, insanlara asil, mütevazi, güvenilir, yardımsever, şefkatli, fedakar, sevgi dolu olmaları emredilir. Yoksul, düşkün veya ihtiyaç içindekine yardım etme esastır. Sadece insanlara değil hayvanlara da iyi davranılır, onlara zulmedilmez, onlar da en güzel şekilde bakılır, sevilir ve gözetilirler.

Bu yüzdendir ki, din ahlakının getirdiği manevi anlayış ve sevgi ortamı toplum kurallarının çok üzerindedir. Bu ahlak sistemi kişinin ruh sağlığını derinlemesine gözetip, ailesine, yakın çevresine ve milletine faydalı bir birey olmasını sağlar. Doğa ve insanın yaşadığı çevre korunur ve daha güzel hale getirilir. Estetik ve sanat en üst seviyede yaşanır; Resim, heykel ve müzik gibi sanat dallarında üretkenlik zirveye çıkar.

Ateist ve materyalist felsefenin hakim olduğu bir toplumda ise her an yaşanacak bir ‘sevgi’  kavramına yer yoktur. Hatta durum öyle bir hal almıştır ki çatışma ilerlemenin sözde temeli gibi görülür. Haklarını savunmak adına sokaklarda insanlar tartışır, kavga eder, birbirlerine acımasızca saldırır, kan dökerler. Bu sınır tanımaz anlayış ve hedeflenen geçici menfaatler nedeniyle oğul babasını, baba kızını, eşler birbirlerini rahatlıkla öldürür hale gelebilir.

Yine materyalist felsefenin çatışma telkinleri nedeniyledir ki, ülkeler ve milletler menfaatleri çerçevesinde birbirlerine yaklaşır ya da düşman olurlar. Toplumlar arasında sınırlar çizilir, silahlı kuvvetlerle gözdağı verilir, birbirlerine gidip gelmeleri özel izne (vize) tabi olur. Materyalist ve ateist mantığın hakim olduğu bir toplumda sevgi gerçek anlamda asla yaşanamaz. Çünkü Allah inancı olmadığında insanlar birbirlerine menfaat elde etmek umuduyla yaklaşırlar. Her ne kadar dillendirilse de sevgi ifadeleri sahtedir. Eşi yaşlandığında ya da güzelliği bir hastalık ya da kaza ile yok olduğunda, ya da maddi imkanların kaybedildiği durumlarda “en büyük aşkların” bile bittiği herkesin malumudur. Kanser olmak, işlerin bozulması, sakatlanma, kısırlık, ev işlerini ya da yemek yapmayı bilmeme dahi yaygın boşanma sebepleri arasındadır.

Allah korkusunun tam yaşanmadığı toplumlardaki sorunlar bitmek bilmez. Bugün dünyanın pek çok ülkesinde, 24 saat kameralarla takip edilen sokaklarda bile insanlar kendilerini güvende hissedemez hale gelmişlerdir. Her an tecavüzler, yağmalar, hırsızlıklar, şiddet vakaları yaşanmaktadır. Dünyanın en büyük ekonomik gücü olarak kabul edilen ABD’de bile milyonlarca evsiz insan sokaklarda, temel sağlık desteği almaksızın, ilgisiz ve yardımsız, kendi başlarına hayatta kalmaya çalışmaktadırlar.

Bütün bunlar bizi tartışmasız bir gerçeğe götürür: Materyalist kuralların hakim olduğu bir toplum kaba, vahşi ve acımasızdır. Herkesin özlem duyduğu sağlıklı bir toplum düzeni ise ancak İlahi metinlerde tarif edilen, sevgi ve saygıya dayalı bir ortamda sağlanabilir.

 

DİN OLMADAN AHLAKLI OLUNABİLİR Mİ?

Kendini bir hayvan olarak gören ve yaptıklarından ötürü kimseye  hesap vermeyeceğine inanan bir kişinin her türlü sınır tanımazlığı yapma ihtimali vardır. Böyle biri cinayetten savaşlara ve soykırıma, aldatmadan dolandırıcılığa, yalandan iftira ve karalamaya kadar her türlü ahlaksızlığı yapma potansiyeline sahiptir. Bu davranışlar, kimsenin kendini görmediği ortamda yapabileceği sapıklıkları veya toplumun önünde olup da kınanmayacağına emin olduğu her türlü ahlaksızlığı da kapsar. Bu yüzdendir ki dinsiz kişilerden oluşan bir toplumun ayakta kalmasına ve devamına imkan yoktur.

Aslında bu gerçek kimi ateistler tarafından da kabul edilmektedir. Günümüzün tanınan evrimcilerinden Richard Dawkins verdiği bir röportajda bu gerçeği şöyle itiraf eder:

‘Size son derece özgürce şunu söyleyebilirim ki, Darwinist prensipler üzerine kurulmuş bir toplum tam olarak benim içinde olmak istemeyeceğim türde bir toplum. BU, BERBAT BİR TOPLUM OLURDU. Darwinist bir dünyada yaşamak istemem...

... yaşamak isteyeceğimiz türden bir toplumu inşa edelim Kİ BU DARWINİST OLMAYAN bir toplum olacaktır. Darwinist prensiplerden tamamen uzak bir toplum olacaktır. Darwinist prensiplere dayalı bir toplum zenginin fakiri ezdiği, serbest piyasa ekonomisinin egemen olduğu bir toplum olacaktır. (Richard Dawkins Interviews with Creationist Wendy Wright: https://youtu.be/xBJu1j2Mh3E)

 

ATEİZMİN SONU: ‘ÖZGÜR İRADE’ YOK!

Ateist felsefeyi bazı insanlar için cazip kılan, ‘özgürlük’ kavramı üzerine kurulu olmasıdır. Ancak insan gerçekten de bazılarının iddia ettiği kadar özgür müdür? Bu soruya bilimsel delillerle cevap verelim:

Öncelikle herşey göründüğü gibi değildir. Görünen maddesel dünyanın ötesinde, bizleri kontrol eden bir gücün varlığı açıktır. Bu gücün her an bizi ve yaptıklarımızı da yarattığına dair deliller sinir-bilimi sayesinde bir çok kez ortaya konmuştur. Bu konuda ‘özgür irade’ üzerine yapılan deneyler çok ünlüdür.

Berlin’deki Bernstein Hesaplamalı Sinir Bilimi Merkezi (Bernstein Center for Computational Neuroscience)’nden sinirbilimci Haynes, 2008 yılında yaptığı bir çalışmada, seçim anı ile hareket anı arasında zaman farkı olup olmadığını inceledi. Bu amaçla kişilere ekranda rastgele harfler gösterirken beyinlerini MR cihazıyla taradı. Sağ ve sol olmak üzere deneye katılanların ellerine iki düğme verildi ve istedikleri anda sağ ya da sol baş parmaklarıyla düğmeye basmaları söylendi. Bu seçimi yaptıkları anda ekranda gösterilen harfi de hatırlamaları istendi. Bu sırada deneklerin beyin aktiviteleri kaydedildi. Sonuçlar şaşkınlık vericiydi:

Hangi düğmeyi seçeceklerine dair karar, deneklerin düğmeye basma hareketinden 10 saniye önce alınıyordu. Bu ise bize, kişiler anlık seçimlerini yapmadan çok daha önce, beyinde yapılacak seçimin zaten belli olduğunu gösteriyordu. Bu önemli çalışmanın sonuçları Nature dergisinde şöyle aktarılmıştır:

Uzun zamandan beri, ‘özgürce’ alınan kararların beyin aktivitesiyle daha önceden belirlendiği hakkında tartışmalar olmuştu. Bizler de, daha biz şuuruna varmadan 10 saniye öncesinde verilen kararın, beynin prefrontal ve parietal korteksinde kodlandığını saptadık. (Chun Siong Soon, Marcel Brass, Hans-Jochen Heinze & John-Dylan Haynes, Unconscious determinants of free decisions in the human brain. Nature Neuroscience April 13th, 2008)  

Günlük yaşamımızdan örnek verecek olursak; bir sürücünün yola 10 saniye sonra atlayacak olan bir çocuğa vereceği tepkilere ait fiziksel ve kimyasal işlemler daha o çocuk ortada yokken beyinde hazırlanmaktadır. Kronolojik olarak, önce tepkiler hazırlanır, sonra çocuk yola atlar. Peki daha ortada çocuk yokken beyin bu duruma nasıl hazırlanmaktadır?

Bu nörofizyolojik olaylar bize o tepkilerin çocuğun görülmesiyle ilgisinin olmadığını gösterir. Sinirbilimciler bugün ‘seçim’ duygusunun, kişinin hareketleri üzerinde etkisi bulunmayan, yalnızca biyokimyasal anlamda “sonraki bir düşünce” olduğunu kabul etmektedirler. Bu mantığı kimi bilim adamları, ‘özgür irade sadece bir illüzyondur’ şeklinde açıklar. Londra Koleji Üniversitesinden sinir-bilimci Patrick Haggard ‘seçtiğimizi hissediyoruz ama aslında böyle değil’ der. Haynes ise insanın özgür iradesinin gerçekte olmadığına dair şu itirafta bulunur:

“Ne zaman oluştuğunu ve ne yapmak üzere verilmiş bir karar olduğunu bile bilmiyorsam, o istek hakkında nasıl “benim’ diyebilirim ki? (Smith, Kerri (2011). "Neuroscience vs philosophy: Taking aim at free will". Nature 477 (7362): 23–5)

İnsanın karar ve seçim süreci hakkında birçok kimsenin haberdar bile olmadığı bu gerçek ilk olarak 1983 yılında Kaliforniya Üniversitesi San Fransisko’dan nöropsikolog Benjamin Libet tarafından keşfedilmiştir. Libet, beynin elektriksel aktivitelerini başa yapıştırılan elektrodlar aracılığıyla saptayan EEG (elektro-ensefalogram) cihazı yardımıyla yaptığı deneylerde beyin aktivitesinin bilinçli hareket isteğinden 500 milisaniye önce ortaya çıktığını göstermiştir. (Libet,B., Gleason, C.A., Wright, E.W.&Pearl, D.K. Brain 623–642 (1983))

Başta da anlattığımız gibi, Haynes, Libet’in beyin aktivitesini sınırlı bir alanda gözlemleyebilen bu eski EEG tekniğini daha ileri götürerek tüm beyni fonksiyonel-MR cihazıyla taramıştır. Haynes yalnızca bununla kalmamış, daha sonraki çalışmalarında da aynı sonuçlara ulaşmıştır.

Almanya’daki Max Planck Enstitüsü’nde 2011 yılında söz konusu çalışma 7 Tesla gücündeki fonksiyonel-MR cihazıyla tekrarlandığında aynı sonuçlar tekrar elde edilmiştir. İlgili makalede özgürce alındığı zannedilen karar ve davranışların aslında şuurumuzun dışında gerçekleştiği şöyle aktarılır:

İnsanlar olarak, ne zaman, ne hareket yapacağımızı bilinçli olarak seçebildiğimizi tecrübe etmişizdir. Ne var ki, bu kişisel özgürlük tecrübesinin bir illüzyondan başka birşey olmayabileceği, bununla beraber hedeflerimizin ve motivasyonlarımızın bile şuurumuzun dışında işlediği kabul edilmektedir. (Bode S, He AH, Soon CS, Trampel R, Turner R, et al. (2011) Tracking the Unconscious Generation of Free Decisions Using UItra-High Field fMRI. PLoS ONE 6(6): e21612. doi:10.1371/journal.pone.0021612)

Yine Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles’tan sinir-bilimci ve beyin cerrahı Itzhak Fried ise, epilepsi cerrahisi sırasında kişilerin açık olan beyinlerine elektrodları direkt olarak yerleştirmiş ve kişi şuurlu bir karar vermeden 1,5 saniye önce beynin belli bölgelerinde nöron aktivitesi saptamıştır. Prof. Fried şöyle der:

‘Daha önceden belirlenmiş şeyler bilince daha sonra dahil olmakta. Bilinçli istek, verilen bir karara daha sonraki bir aşamada ekleniyor.’ (Fried,I., Mukamel, R. & Kreiman, G. Neuron 69, 
548–562 (2011)) 


Bilimsel literatürde aynı sonuçlara ulaşan yüzlerce benzeri çalışma mevcuttur. Bu sonuçları ittifakla doğrulayan, yalnızca 14 ülkedeki, 33 laboratuvarda yapılmış 90 ayrı meta-analiz sayılabilir. (Bem D, Tressoldi P, Rabeyron T and Duggan M. Feeling the future: A meta-analysis of 90 experiments on the anomalous anticipation of random future events [version 2; referees: 2 approved]. F1000Research 2016, 4:1188 (doi: 10.12688/f1000research.7177.2)

Tüm bu bilimsel deneylerin sonuçları bizlere fiziksel ve biyokimyasal dünyanın ötesinde bir irade ve yönetim olduğunu göstermektedir. Özetle, ‘Özgür irade’ kavramı bugün bilim çevrelerinde tartışılmakta ve yalnızca bir ‘illüzyon’ olduğu ortaya konulmaktadır. Yaptığımız seçimler bize ait değildir. Bizim 10 saniye sonra şuuruna varacağımız durumlara beynimiz çok önceden hazırlanmaktadır. Kararlar bizim dışımızda süreçlerden geçtikten sonra o kararı ya da seçimi ‘biz almışız’ hissi bize verilmektedir. Dolayısıyla hiçbir karar ‘benim’ diyen benliğe ait değildir.

 

ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ OLAYLARI YAŞIYORUZ

İşte burada herşeyin bir ‘kader’ üzere yaratılmakta olduğu gerçeği aşikar olur. Kader yani öncesi ve sonrası belli olan tarihin akmakta olduğu, kimin kime ne diyeceği, nerede, ne zaman, nasıl bulunacağı kuantum seviyesinde belirlenmiştir. Allah bizlere Yaratanın yalnızca Kendisi olduğunu tartışmasız bir gerçek olarak göstermektedir.   

Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)

Bu gerçeklerle birlikte, materyalist açıklamalara temel olan, “düşüncelerin kimyasal moleküller ile şekillendiği” iddiası ise gündem dışında kalmış bulunmaktadır. Nöronlar arasındaki kimyasal iletişim ve beraberinde oluşan elektiriksel aktivite bizim irademiz dışında gerçekleşmektedir. Ancak hala materyalist bakış açısında ısrar eden küçük bir zümre bulunmaktadır. Söz konusu kesim, ‘ne yapacağımıza moleküllerin karar verdikleri’ iddiasındadır. Ancak bu kişilerin gözardı ettikleri ya da göz boyamaya çalıştıkları bir gerçek vardır:

Söz konusu moleküller gelişen anlık olaylara tepkime olarak harekete geçmezler, ancak 10 saniye sonra gerçekleşecek olayı  bilircesine, olay gerçekleşmeden 10 saniye önce faaliyete geçerler.  Daha da ötesi, bu şu an yeryüzünde yaşamakta olan 7,5 milyar insanda üstün bir koordinasyon halinde aynı anda gerçekleşir, hiç kimsede aksama olmaz:

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Bir sürücünün beyninde, 10 saniye sonra yola fırlayacak bir çocuğa ne tepki vereceğinin önceden hazırlanıyor olması tek bir şekilde açıklanabilir: Hepimiz senaryosu tüm kareleriyle belli olan sürükleyici bir filmi yalnızca izler gibiyiz. Seçim bize ait değildir, ancak filmin gerçekçiliği açısından bu his bize özellikle verilmektedir.

 

TÜM DUYGULARIMIZ BİYOKİMYASALLARDAN MI İBARET?

Sevgi ve benzeri duygular sırasında belli kimyasalların salgılandığı doğrudur. Ancak bizi bu kimyasalların yönettiği ve yönlendirdiği iddiası yanlış ve temelsizdir.

Farklı düşünceler ile birlikte beyinde dopamin ve oksitosin gibi kimyasallar salgılanır. Ancak yukarıdaki deneylerden de anlaşıldığı üzere, bitmiş bir filmi 10 saniye gecikmeli olarak geriden izleriz. Bu durumda bu moleküllerin bir plan dahilinde gerçekleşecek olay ve durumların fizyolojik detayları olarak hazırlandığını kabul etmemiz gerekir. Bizleri moleküller ‘idare ediyor’ şeklindeki söylem ise tabloyu bir bütün halinde göremeyen yanlış bir materyalist açıklamadır. Bir bütün halinde olup, birbiriyle etkileşime dayalı gerçekleşen, “yaşam” denen muhteşem düzeni inkar etmek ise kabul edilemez.  

Materyalizmin ciddi bir çelişkisi de bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Özgür irade ve determinizm kavramları kendi içinde çelişkilidir. Determinizm yani herşeyin önceden belirlenmiş olduğunu ve değişmesinin mümkün olmadığını anlatan materyalizm öğretisi yine materyalizmin “özgür irade” kavramıyla açıkça çelişir. Determinizme göre evrendeki bütün işleyiş çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile belirlenmiştir ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmeleri zorunludur. Bu da bizi yine özgür iradenin olmadığına götürür ki bütün kararlarımız biyokimyasal tepkimelere bağlı olarak gerçekleşiyorsa özgür bir seçim de söz konusu değil demektir.

Bütün bu gerçekler de düşünüldüğünde Sam Harris benzeri iddialarla yayınlar yapan ve ateist düşünceyi hakim kılmaya çalışan kişilerin yanlışları da net olarak görülmektedir.

Şuursuz atomların bu şuursuz molekülleri oluşturup bizim nasıl duygulanacağımıza karar verdiği iddiası akıl ve mantık dışıdır. Tabi ki, herşeyi yaratan ve her an her yere hakim olan Allah bu molekülleri de gerektiği anda yaratmakta ve yönetmektedir.

“Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96)

Masaüstü Görünümü