Harun Yahya

İslam dünyasında zulüm gören milyonlarca mazlumdan, İslam aleminin birliği için gayret etmeyen her Müslüman sorumludur


Sayın Adnan Oktar yerel kanallarda her gece canlı olarak yayınlanan röportajlarında Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı acıları sık sık gündeme getirmektedir. Ancak Sayın Adnan Oktar’ın İslam dünyasına yaptığı bu çağrılar yeni değildir. Sayın Adnan Oktar Temmuz 2001 tarihinde basılan “İslam’ın Kışı ve Beklenen Baharı” kitabında da, internet sitelerinde ve çeşitli gazetelerde yıllardır yayınlanan makalelerinde de İslam coğrafyasında yaşanan acılara, şehit olan kardeşlerimize dikkat çekmiştir. Tüm Müslüman alemini bu mübarek birliğin kurulması için gayret etmeye, bu yolda yapılan çalışmaları desteklemeye davet eden Sayın Adnan Oktar, zulme rıza göstermenin de zulüm olduğu gerçeğini defaatle vurgulamıştır. Unutulmamalıdır ki büyük İslam coğrafyasında akan her damla kandan, yıkılan her evden, şehit olan her masumdan, yaralanıp sakat kalan her mazlumdan, açlık ve yokluk içinde yaşayan her insandan, Türk İslam Birliği için gayret etmeyen her Müslüman  sorumludur.

İnsanların çok büyük bir bölümünün Pakistan’da, Keşmir’de, Patani’de, Burma’da, Doğu Türkistan’da yaşananlar hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Hatta birçoğu bu bölgelerin adını dahi bilmemektedirler. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanların karşı karşıya bulundukları zorlukların, baskıların, her gün bir yenisi gerçekleşen şiddet eylemlerinin, açlığın ve sefaletin farkında dahi değillerdir. Bir kesim ise yapılan zulüm ve haksızlıkların farkındadır. Ancak bu kişilere yardım edebileceğini, zulmün engellenmesi için çaba sarf edebileceğini aklına dahi getirmez. Üstelik hiçbir şey yapamayacağı konusunda kendisini o kadar inandırmıştır ki, ne okuduğu haberler ne de gördüğü görüntüler vicdanında en ufak bir etki oluşturmaz. Oysa iman eden bir insan, her duyduğundan ve her gördüğünden sorumludur. Allah Kuran’da Müslümanlara şöyle buyurmaktadır:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katın-dan bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi, 75)

Bu yazı hazırlanırken amaçlanan da, dünyanın dört bir yanındaki mazlum Müslümanların durumlarını tüm açıklığıyla ortaya koymak ve vicdanlı insanları bu gerçeği düşünüp çözüm yolları aramaya davet etmektir. İçinde bulunduğumuz devir, gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursuz davranmaya, dünya hayatının kısa yararının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürmeye uygun bir devir değildir. Milyonlarca Müslüman bu kadar büyük bir zulüm altındayken İslam ahlakının yaygınlaşması için bir çaba içerisinde olmamak, çok büyük bir vicdansızlık olur. Ve kuşkusuz insanı ahirette büyük bir vebal altında bırakır.
 

PAKİSTAN

2009 yılının Mayıs ayında Pakistan’ın Swat bölgesinde yaşanan çatışmalardan dolayı 2.5 milyondan fazla Müslüman evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. BM yetkilileri tarafından son on yıl içinde görülen en büyük mülteci krizi olarak değerlendirilen Pakistan‘daki bu durumu bire bir yaşayan Müslüman kardeşlerimizden 2 milyon kadarı mülteci kamplarına sığınmıştı. Geçtiğimiz aylarda bir kısmı çatışmaların son bulması üzerine evlerine geri dönmeye başladılar. Ancak 1,5 milyondan fazla Müslüman halen mülteci kamplarında ayakta kalmak için mücadele veriyor. Yiyeceğin çok zor bulunduğu, içme ve temizlenme için yeterli suyun bulunmadığı, salgın hastalıkların pek çok insanın hayatını kaybetmesine sebep olduğu bu zorlu ortamda yüz binlerce insan kışın şiddetli soğuğunda, yazın kızgın sıcağında çadırlarda yaşamaya devam ediyor. Evlerini terk etmek zorunda kalan Müslüman kardeşlerimizin durumu o kadar zor ki, tarif ettiğimiz mülteci kamplarına ulaşanlar kendilerini kurtulmuş sayıyorlar. Çünkü yurtlarından çıkanların bir kısmı kayıp, bir kısmı ise neredeyse açlık sınırında yaşayan çok fakir bölgelere yerleşmek mecburiyetinde kalmış ve bu insanlara herhangi bir yardım ulaştırılamıyor.



KEŞMİR

Keşmir’de son 2,5 aydır devam eden çatışmalar 140 Müslümanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Bundan bir süre önce 17 yaşındaki bir gencin Hint polisinin attığı gaz bombasının göğsüne isabet etmesi nedeniyle hayatını kaybetmesi, Keşmir halkının protesto için sokağa dökülmesine sebep oldu. Hint polisi ise bu gösterilere, şiddete başvurarak engel olmaya çalışıyor. Temennimiz bölgedeki olayların bir an önce yatışması ve daha fazla can ve mal kaybı oluşmadan, Keşmirli Müslümanların huzur ve rahat içinde yaşayabilecekleri bir ortamın tesis edilmesidir.

Bilindiği gibi Hint Yarımadası 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İngiliz egemenliği altındaydı. İngilizler yarımadayı terk ettikten sonra Hintli Müslümanlar Pakistan’ı kurmuşlardı. Bunun üzerine Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan’a göç etmişti. Ne var ki Hindistan, Pakistan ve Çin sınırlarında bulunan Keşmir’in “Cammu Keşmir” tabir edilen bölgesi, %67’lik Müslüman nüfusuna rağmen dönemin Hint yöneticilerinin birtakım oyun ve entrikaları sonucu Hindistan egemenliğinde kalmıştı. İşte o tarihten bu yana Cammu Keşmir’deki - 2001 sayımlarına göre- yaklaşık 4 milyon Müslüman, Hindistan yönetiminin zulüm ve baskıları altında yaşamaktadırlar.

Keşmirli Müslümanlar zulümden kurtulmak ve bağımsızlıklarını kazanmak istemişler, ne var ki bu taleplerinin karşılığında 1947, 1965 ve 1971 yıllarında Hint güçleri tarafından üç büyük katliama maruz bırakılmışlardır. Bu katliamlarda on binlerce Keşmirli Müslüman şehit edilmiş, 4 binden fazla Müslüman kadın işkence ve tecavüze uğramıştır.

90’lı yıllarda ise Hint yönetimi şiddet uygulamalarını iyice arttırmış, binlerce Müslüman sebepsiz yere gözaltına alınmış ve işkence yapılarak şehit edilmiştir. Öte yandan evler kundaklanmış, İslami eğitim veren okullar, gazeteler kapatılmıştır. Zalim yönetim bunlarla da kalmamış, baraj kapaklarını açarak Cammu Keşmir’i ve Pakistan’ı sular altında bırakmış, böylelikle binlerce insanın hayatını yitirmesine ve bölgede çok büyük maddi hasarların oluşmasına sebep olmuştur. Bugüne dek Keşmir’de yaklaşık 80 bin Müslüma-nın şehit edildiği, binlerce insanın Hindistan hapishanelerinde zulüm gördüğü ve 10 bin kişiden ise hiç haber alınamadığı bilinmektedir. Keşmir halkına uygulanan tüm bu zulmün, şiddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamaların, işkencelerin, ekonomik ambargoların ana nedeni ise hiç şüphe yok ki Keşmir halkının Müslüman olmalarıdır. Zalimane uygulamalarla Müslümanların birlik olup güçlenmeleri engellenmeye çalışılmaktadır.

DOĞU TÜRKİSTAN’IN KAŞGAR  BÖLGESİ

Hatırlanacağı gibi Çin’de, 2009 Temmuz ayında kasıtlı ve organize şekilde Doğu Türkistan halkına yönelik zulüm, baskı ve katliam uygulamaları gerçekleştirilmiştir. Çeşitli bahanelerle çıkarılan olaylar sonucunda binlerce Uygur vatandaşı, sokaklarda insanların gözleri önünde katledilmiştir.

Şu anda Çin, yeni katliamlara zemin hazırlaması muhtemel olan bir başka konuyu bahane olarak kullanmaktadır. Uygur Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Doğu Türkistan’ın eski başkenti Kaşgar, Çin askerleri tarafından adeta ablukaya alınmıştır. Şehir buldozerlerle yıkılmakta, Doğu Türkistan halkı buradan zorla sürülmektedir. Çin hükümeti, bu yıkıma, Kaşgar şehrinin depremler sonucunda yıkılabileceği gibi inanılması güç bir bahaneyi gerekçe göstermiştir. Oysa şehir, yaklaşık 2500 yıllık geçmişi olan, 1000 yıldan daha öncesine ait sayısız tarihi esere sahip antik bir şehirdir. Buradaki tarihi eserler yüzyıllardır defalarca depremlere ve doğal afetlere maruz kalmıştır. Bütün bunlara rağmen söz konusu binalar ve eserler yüzyıllardır hiçbir zarar görmemiştir. Dolayısıyla tarihi güzelliklerin yıkımı için depremlerin gerekçe gösterilmesi son derece mantık dışıdır. Oradaki Uygur halkının bu gerekçeyle atalarından kendilerine miras kalan bu topraklardan sürülmesinin ise hiçbir açıklaması yoktur.

Dolayısıyla bu gerekçenin Çin Hükümeti tarafından bir bahane olarak kullanılmaya çalışıldığı açıktır. Çin hükümeti bu bahaneyi kullanarak açıkça Kaşgar’ı bir Çin şehri haline getirmeyi, orayı Uygur Türklerinden arındırmayı ve oradaki Türk-İslam kültürünü ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Çin halkının kendi rızalarıyla gelip Kaşgar’da yaşamak istemeleri durumunda, Uygur Türkleri’nin buna karşı hiçbir itirazları yoktur. Kuran ahlakının gereği olarak ılımlı, sevecen, şefkatli, itidalli, güzel huylu insanlar olan Uygur Türkleri’nin Çinlilere karşı bir düşmanlık duyguları da yoktur.

Onlarla beraber yaşamaktan, komşuluk ilişkileri olmasından da rahatsız değillerdir. Ancak burada söz konusu olan, Çin yönetimi tarafından Uygur halkının evleri yıkılarak zorla bölgeyi terk etmeye mecbur bırakılmaları ve onların yerine yine zorla Çin’in başka bölgelerinden insanların getirilip yerleştirilmeleridir. Böyle bir uygulamanın hukukla, en temel insan haklarıyla ve demokrasiyle bağdaşmadığı açıktır. Bu açıkça bir zorunlu yer değiştirme ve sürgün politikasıdır. Kendi yurtlarından çıkmayı istemeyenlere de şiddetli baskı yapılmaktadır. Bu konuda tüm Avrupa devletlerinin ve Amerika’nın, Çin’deki bu haksız vahşet politikasını uzaktan seyretmemesi, ivedilikle bu konuda harekete geçmeleri, konuyu gündem haline getirmeleri gerekmektedir. Toplu kamuoyu tepkisi, Çin’in bu konuda başıboş davranamayacağını gösterecek ve söz konusu baskı politikası daha da ileri gitmeden son bulacaktır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve tüm dünya kurumları, vakıfları ve kişileri bu konuda acilen gerekli tedbirleri almalıdırlar.







Hz. Mehdi (a.s.) Zuhur Etmeden Önce Ona da Zulmedilecektir

“Şimdi ben söylüyorum ya, bu zaten gerekiyor. Bu olmadan Hz. Mehdi (a.s.) çıkmaz. Bu kan akacak, bu olaylar olacak. Afganistan işgal edilecek, Irak işgal edilecek, zulüm artacak. Bizzat Hz. Mehdi (a.s.)’ın kendine zulüm artıyor, işkence yapılıyor Hz. Mehdi (a.s.)’a bizzat. Peygamber (s.a.v.)’in gözleri doluyor anlatırken, Resulullah (s.a.v.)’in. “Rengi soldu” diyor. “Benim Ehl-i Beytim, azap edecekler” diyor, “işkence edecekler”, Hz. Mehdi (a.s.)’dan  bahsederken. Peygamberimiz (s.a.v.)’e soruyorlar, rengi soluyor mübareğin. Hz. Mehdi (a.s.)’ı, Peygamberimiz (s.a.v.) çok seviyor. Onun can tanesidir yani çok sevdiğidir, hep sena ile bahsetmiştir.” (Sayın Adnan Oktar’ın 26 Temmuz 2010 tarihli Adıyaman ASU TV röportajından)

Türk İslam Birliği Kurulduğunda Bir Tek Müslümana Bile Zarar Gelmeyecektir

ADNAN OKTAR: Türk İslam Birliği oluştuğunda, Hz. Mehdi (a.s.) da manevi lider olarak başında olduğunda, bir Müslümanın tüyüne dokunmak mümkün olur mu?

OKTAR BABUNA: Mümkün değil Hocam. Hayal bile edemezler inşaAllah.

ADNAN OKTAR: Evini ocağını yıkmak mümkün mü? Hapishanelere doldurmak mümkün mü? Değil mi? Koyun boğazlar gibi boğazlamak mümkün mü? Tahayyülü mümkün değil. Peygamberlerle güya haşa, alay etmek mümkün mü? Bundan kurtulmak istiyorsak o zaman neyi istemesi gerekiyor? Türk İslam Birliği’ni. Türk İslam Birliği olmadan Avrupa hiçbir şeyi dinlemez.  İnsanlardan merhamet dilenmekle olmaz. Güç, Allah’ın verdiği bir güç vardır. Bak Cenab-ı Allah diyor: “Birleşin, kimse sizi yenemez” diyor. “Bölünürseniz perişan ederim sizi” diyor Allah. “Onları size musallat ederim” diyor Allah. Bak “dışarıdaki insanları size musallat ederim” diyor, çok fazla Kuran ayeti var. Nitekim de böyle olmuştur. Allah diyor: “Parçalayıcılar gibi olmayın” diyor. Parçalayıcılardan bahsediyor Allah. “Bölünmeyin” diyor, “Ayrılıp dağılmayın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” diyor, şeytandan Allah’a sığınırım. “Kurşunla kaynatılmış binalar gibi” diyor, “lehimlenmiş gibi omuz omuza gelin” diyor Allah. “Birlikte mücadele edin” diyor, “Allah böyle olanları sever” diyor, değil mi? “Çekişmeyin” diyor Allah, “gücünüz elinizden gider” diyor. Haram kılmıştır Allah. (Adnan Oktar’ın 20 Şubat 2010 tarihli Gaziantep Olay TV’deki canlı röportajından)





 

FİLİSTİN

Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, saldırıya uğramakta, evleri başlarına yıkılmakta, tarlaları ve bahçeleri yok edilmekte, işkenceye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarında yaşanan manzara, bu ülkede ateist siyonist İsrail yönetimi tarafından her yönüyle büyük bir soykırım yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir.

Filistin’de saldırıya uğrayan, üzerlerine ateş açılan, bombardımana tutulan çocukların, gençlerin ve kadınların ancak çok az bir kısmı dünya medyasına yansımaktadır.

Nüfusunun %70’i gençlerden oluşan Filistin’de çocuklar da 1948’den bu yana işgal ile birlikte göçü, sürgünü, gözaltıları, hapis ve katliamları yaşamaya başladılar. Kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Tahammülü zor koşullar altında mücadele etmeyi öğrendiler. Ariel Şaron’un Ekim 2000’deki provokatif Mescid-i Aksa ziyaretiyle başlayan Aksa İntifadası’nda da şehit olanların %50’sini 16 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyordu. Yaralıların %60’ı 18 yaşın altındaydı. Çatışmaların halen yoğun olarak sürdüğü bölgelerde ise her gün en az 5 çocuk şehit olmakta ve 10’un üzerinde çocuk da yaralanmaktadır.

Filistin Sağlık Örgütü’nün hazır ladığı rapora göre Aksa İntifadası’nda hayatını kaybeden 400’den fazla kişinin %34’ü 18 yaşından küçüktür. Ancak asıl önemli olan, ölenlerin %47’sinin gösterilere veya çatışmalara katılmamış kişiler olmasıdır. Batı Şeria’da yaralananların %38’i gerçek kurşunlarla yaralanmıştır ve bunların da %75’i vücudunun üst kısmından yaralanmıştır. Gazze Şeridi’nde ise yaralananların %40’ı gerçek kurşunlardan yaralanmış ve bunların da %61’i vücudunun üst kısmından, yani göğsünden vurulmuştur. Yaralıların toplam sayısı 10 bini geçmiştir. 1.500 kişide ise kalıcı sakatlıklar meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra yaralıların tedavi edildiği hastaneler de sık sık saldırıya uğramıştır.



Tüm bu rakamlar açık bir gerçeği göstermektedir: İsrail yönetimi içindeki ateist siyonistler, Filistin halkına karşı bilinçli ve sistemli bir yok etme politikası uygulamaktadır. Yukarıdaki rakamlar İsrail askerlerinin silahlarını, güvenlik gerekçesi ile etkisiz hale getirme amaçlı değil, öldürme ve sakat bırakma amaçlı kullandıklarını göstermektedir.
 

Türk İslam Birliği kurulsa, Müslüman aleminde sürekli böyle yerle bir edilmeler, feryatlar olmaz.

IRAK – FELLUCE

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Irak’ta da Müslümanlar sıkıntı ve zorluk içinde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Son günlerde yayınlanan bir araştırma Irak’ta yaşananların boyutlarını gözler önüne sermesi açısından çok önemli bilgiler içeriyor. Bu rapor 2004 yılında Felluce’de, sivillere karşı uranyum kullanıldığını ortaya koyuyor.

The Independent gazetesinde yayınlanan habere göre, 2005’ten bu yana çocuk ölümlerinde ve kanser oranlarında yaşanan artış üzerine, Ulster Üniversitesi’nden 11 kişilik bir araştırma ekibi kuruldu. Konuyla ilgili haberde şu bilgilere yer veriliyor:

“Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında gerçekleştirilen araştırmada kentte 711 eve gidilerek kanser ve çocuk doğum ve ölüm oranlarına ilişkin detaylı bilgiler toplandı. Araştırma, kentte genel kanser oranlarında 4 kat, 14 yaş grubu altındakilerde ise 12 kat artış olduğunu gösteriyor. Dr. Chris Busby, kanser ve kusurlu çocuk doğumlarının nedeninin tam olarak bilinmediğini belirtmesine karşın, böyle bir etkinin açığa çıkması için, 2004 yılındaki saldırının ardından çok önemli mutajenik değişime maruz kalınması gerektiğini söyledi. Busby, bununla ABD’nin 2004 yılındaki Felluce saldırısında kullandığı silahlara dikkat çekiyor. Saldırıda tam olarak ne tür silahların kullanıldığını bilmemesine karşın Dr. Busby, mağdurlarda oluşan genetik zararlar göz önünde bulundurulduğunda çeşitli ölçüde uranyum kullanıldığının anlaşıldığını söyledi... Araştırmada lösemi oranlarında 38 kat, yetişkinlerde beyin tümörlerinde ise önemli oranda artış olduğu kaydedildi. Hiroşima’da saldırı sonrası lösemi oranında 17 kat artış olduğunu belirten  Dr. Busby, Felluce’de dikkat çekici olanın sadece kanser oranında yaygınlığın fazla olması değil, bunun insanları etkileme hızının olduğunu belirtti.”

(http://www.independent.co.uk/news/world/middle-east/toxic-legacy-of-us-assault-on-fallujah-worse-than-hiroshima-2034065.html)

Sayın Adnan Oktar’ın Felluce’de yapılan bu vahşi uygulamalar hakkındaki açıklaması şöyledir:

“İşte bu da deccaliyetin bir uygulamasıdır. “Deccal nerede?” diyorlar. Deccal kan döküyor, “deccal nerede?” diyor. Deccal annesini babasını öldürüyor, “nerede?” diyor. Deccal haysiyetini şerefini yerle bir ediyor, “deccal nerede?” diyor. İşte deccal burada. Görüyorsunuz Irak’ta, Afganistan’da her yerde faaliyet halinde, inşaAllah.” (Sayın Adnan Oktar’ın 31 Temmuz 2010 tarihli Kocaeli TV canlı röportajından)

 





Patani’de camiler, mescidler Tayland askerleri tarafından basılıp, Müslümanlar namaz kılarken şehit ediliyorlar. Kadın, erkek, genç, yaşlı ayırt edilmeden Müslümanlar acımasızca şehit edilirken, camiler basılıp ibadet halindeki Müslümanlar dahi başlarından vurulurken, İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesi için ağırdan almak, böyle bir konu hiç yokmuş gibi davranmak, Allah Katında sorumluluğu olan bir tutumdur.

Tayland askerleri Patanili Müslüman gençleri ve erkekleri yakalayıp, çıplak bir halde sokak ortasında yere yatırıp, ellerini arkalarından kelepçeleyip zulmediyorlar. 15. yüzyıldan bu yana Müslüman olan Patani halkı, hemen her gün baskı ve şiddete maruz kalıyor.





 

TAYLAND – PATANİ

Tayland’a bağlı özerk bir bölge olan Patani’de Müslümanların maruz kaldığı şiddet ve baskı, dünya kamuoyu tarafından pek bilinmemektedir. Oysa Güneydoğu Asya’nın bu bereketli ve zengin topraklarında yaklaşık 200 yıldır büyük bir zulüm devam etmektedir.

Patani Müslümanlarının yaşadığı zulüm, 1782 yılında Patani’nin yönetimini ele geçiren Rama Hanedanı ile başladı. Bu hanedan Bangkok’u başkent yaptı ve merkezi bir yönetim sistemi kurdu. Bu dönemde Patanili Müslümanlarla Siyamlar ismi verilen yerli halk arasında günümüze kadar devam edecek çatışmalar ortaya çıktı. Bu çatışmalar sırasında birçok Patani kenti yakılıp yıkıldı, pek çok askeri savunma merkezi tahrip edildi ve yaklaşık 4.000 Patanili Müslüman, Siyamlar tarafından esir alındı.

Siyamlar, esir ettikleri Müslümanlara çok şiddetli işkenceler yaptılar. Bir tür Hint kamışından yapılma güçlü bir iple kulaklarından ve bacaklarından diktiler. Bu feci işkence altında Bangkok’a getirdikleri Müslümanları, ellerinde hiçbir alet ve edavat bulunmaksızın kanal kazma işlerinde köle olarak çalıştırdılar. Patani Sultanı da bu savaş sonunda Siyamlar tarafından vahşice şehit edildi. Savaşın ardından 7 bölgeye bölünüp Tayland tarafından vergiye bağlanan Patani, 70 yıl boyunca tamamen Siyamların yönetimine geçti.



1909 yılında ise Siyamlar tarafından Patani’ye göstermelik bir bağımsızlık verildi, ancak Tayland yönetiminin baskıları aynı şiddetle devam etti. Tam bağımsızlık için defalarca ayaklanan Müslüman Patani halkı, her zaman şiddetle bastırıldı, bu dönemde Malezya’ya göç çok büyük bir artış gösterdi.

Tayland yönetimi, özellikle de Patani halkının İslam kimliğini yok etmeye yönelik bir baskı ve asimilasyon politikası izledi. İlk uygulama, 1932 yılında Müslümanlara ait öğretim kurumlarının faaliyetlerini tamamen yasaklamak oldu. 1944 yılında ise Müslüman halka yönelik geniş bir imha hareketi başlatıldı, Patani Müslümanlarının liderleri ve aileleri  bazı Budistler tarafından vahşice şehit edildi. İslami kurallara uymak, ibadette bulunmak yasaklandı, bir yandan da halka Budizm inancı dayatıldı. Budizm okullarda zorla öğretildi, hatta Müslüman öğrenciler Budist öğretilere göre hareket etmeye zorlandı.

Tayland yönetimi çeşitli tarihlerde Müslümanlara karşı korkunç toplu katliamlar da düzenledi. 1944 yılında sadece Bulikor Samik bölgesinde 125 Müslüman aile diri diri yakılarak şehit edildi. Tayland yönetiminin asimilasyon politikaları  hayatın her alanında kendini gösterdi. Patani’deki pek çok minare yıkıldı. Tayland yönetiminin kurduğu sağlık kuruluşlarında önemli Müslüman alimler şüpheli nedenlerden dolayı şehit edildi, faili meçhuller ve kayıplar Patani halkı için günlük olaylar haline geldi.

 BURMA – MYANMAR

Myanmar nüfusunun yaklaşık %15’ini oluşturan Müslümanlar, Burma devleti için bir güzellik ve bir nimettir. Ne var ki, bölgeden gelen haberler bu topraklarda yaşayan Müslüman kardeşlerimizin hak ettikleri saygıyı, sevgiyi, güveni ve huzuru bulamadıklarını göstermektedir. Ülkenin ağırlıklı olarak Arakan bölgesinde yaşayan Müslümanlar, pek çok uluslararası kurumun hazırladığı raporlarda da görüldüğü üzere, ağır baskı altındadır. 20. yüzyılda hızı artan Müslüman karşıtı kampanya 100.000 Müslümanın şehit olmasına sebep olmuş; 1942’deki Arakan katliamında ise yüz binlerce kişi ya sakat kalmış ya da topraklarından göç etmek zorunda bırakılmıştır.

1962 yılında değişen yönetim tarafından hazırlanan “Burma Sosyalist Parti Programı” Müslümanların dini hak ve özgürlüklerini neredeyse tamamen ellerinden almış, dinlerini diledikleri gibi yaşama hakları engellenmiştir. Bu durum tüm İslami eğitim kurumları ve camilerin kapatılmasıyla neticelenmiş, hacca gitmek, kurban kesmek, toplu namaz kılmak ve diğer ibadetler yasaklanmıştır. Öte yandan kanunlara ve insan haklarına aykırı olarak yapılan tutuklamalar ve bu esnada –uluslararası kurumlar tarafından da tespit edilip, ispatlanmış olan- işkenceler Müslümanları Myanmar’ı terk etmeye zorlamıştır.

İnsan hakları kuruluşlarının vermiş oldukları raporlara göre, 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakan Müslümanı şehit edilmiştir. Yüzlerce Müslüman kadına tecavüz edilmiş ve Müslümanların neredeyse tüm mal varlıklarına el konulmuştur.

Ocak 1992’de Myanmar’da yaşayan Müslüman azınlığa mensup 700 kişinin Bangladeş sınırı yakınlarında boğularak şehit edildiği ortaya çıkmıştır. 1994 yılında ise 1000’den fazla Müslüman yargısız infaz yöntemiyle şehit edilmiştir.



Bu haksız ve şiddete dayalı uygulamalar 1990’lardan sonra da devam etmiş ve hayatlarını kurtarmak isteyen 200.000 Müslüman 1992 yılında Bangladeş’e sığınmak zorunda kalmıştır. Çok fakir bir İslam ülkesi olan Bangladeş, Burmalı mültecileri topraklarında ağırlamakta, ancak yiyecek ve barınma konusunda yardım etmekte çok zorlanmaktadır.

İletişim imkanlarının sınırlı olması, internetin sıkı denetim altında tutulması ve bölgeye girmeyi başarabilen gazetecilerin dahi haber almalarının ve iletmelerinin yasaklanması nedeniyle, Myanmar’da yaşayan Müslüman kardeşlerimiz dünyaya seslerini duyurmakta zorlanmaktadır. Nadiren de olsa elde edilen haberler ve resimler ise yaşanan zulmün ve haksızlığın boyutlarını gözler önüne sermektedir.

 




Dünyadaki Acıların Son Bulması İçin Türk İslam Birliği’ni Oluşturmak Bütün Müslümanların En Aciliyetli Görevidir




 

NEPAL

Nepal, Hindistan ve Çin ile komşu olan ve bu iki ülkenin de etkisiyle yıllardır Müslümanlara yönelik baskıcı bir politika izleyen bir ülkedir. %80’i Hindu, %10’u Budist olan ülkede bir milyonun üzerinde Müslüman yaşamaktadır.

Daha önce resmi olarak bir Hindu devleti olan Nepal 2008 yılına kadar krallık ile yönetiliyordu. 2008 yılında krallık yönetimine son verildi ve Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti kuruldu. Nepalli Müslümanlar 2008 yılına kadar hiçbir hakka sahip değilken, dahası Nepal Krallığı tarafından dini kimlikleri dahi kabul edilmezken, yeni yönetim iktidara gelir gelmez Müslümanlara anlayışla yaklaşacaklarına, hatta bazı taleplerini yerine getirebileceklerine dair vaadlerde bulundu. Ne var ki fanatik Hindular yeni hükümetin bu demokrat tavrından ve laikliğin resmi olarak benimsenmesinden rahatsızlık duyarak Müslümanlara yönelik şiddet uygulamalarını arttırdılar ve art arda faşist saldırılar gerçekleştirdiler. Saldırılarına doğrudan camilerden başlayan ırkçı faşistler 2008 yılının Mart ayında 50’den fazla Nepalli Müslüman Biratnagar’daki bir mescitte akşam namazını kılarken mescide dört bomba attılar ve üç Müslümanın şehit olmasına, onlarca kişinin de yaralanmasına sebep oldular. Takip eden zamanda Müslümanların yoğun olarak bulundukları Biratnagar ve Bukraha şehirlerindeki daha pek çok cami radikal ırkçı Hindu örgütlerin saldırısına uğradı. Bu ırkçı gruplar 2004 yılında da Nepalli Müslümanlara ait ev, iş yeri, dernek ve camileri ateşe vermişlerdi.

Söz konusu faşist örgütlerin Nepalli Müslümanlar üzerindeki zulmü bugün hala devam etmektedir. Irkçı Hindular tarafından durmaksızın rahatsız edilmekte olan Nepalli Müslümanlar dinlerini korumak için büyük bir mücadele vermekte, üzerlerindeki baskıya rağmen yaşamlarını Müslüman olarak sürdürmeye çalışmaktadırlar. Özellikle de Hindular arasından dinlerini değiştirip Müslüman olan Nepalliler gerek çevrelerinin gerekse ailelerinin ağır baskısına maruz kalmaktadırlar. 

Şüphesiz yazı boyunca verdiğimiz örnekler, Irak’ta, Pakistan’da, Burma’da, Patani’de ve daha pek çok yerde yaşananların sadece küçük bir örneğidir. İslam dünyasının kanayan yarası olan Filistin’deki kardeşlerimiz başta olmak üzere Müslümanların büyük bir çoğunluğu 100 yılı aşkın bir zamandır, hemen her yerde eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Hemen her gün dünyanın bir yerinden Müslümanların şehit edildiğine, eziyete uğradıklarına dair haberler geliyor. Ve bu haberler bir kez daha İslam aleminin birlik içinde hareket etmesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gözler önüne seriyor.

Peygamberimiz (s.a.v.) içinde bulunduğumuz ahir zamanda Müslüman aleminin karşılaşabileceği bu zulüm ortamını bildirmiş ve bunlarla karşılaşıldığında neler yapılması gerektiğini de Müslüman-lara tavsiye etmiştir. Bu dönemde Allah’ın Hz. Mehdi (a.s.)’ı göndererek, İslam dünyasını ve tüm insanları deccaliyetin belalarından kurtaracağını müjdelemiştir. Hadislere ve İslam alimlerinin açıklamalarına göre, Hz. Mehdi (a.s.), Hicri 1400 itibariyle göreve başlayacak, deccaliyetin silahı olan Darwinizm ve materyalizmi tam anlamıyla susturacak bir fikri mücadele yürütecek, dağınık durumdaki İslam alemini birleştirecek, Kuran ahlakının dünyaya hakim olmasına vesile olacaktır. “Hz. Mehdi (a.s.)’ın büyük mücadelesine nasıl katkıda bulunabilirim?” diye düşünen Müslüman kardeşlerimizin yapacağı en önemli çalışmalardan biri Müslüman-ların arasında kardeşliğin pekişmesi, sevgi ve dostluğun güçlenmesi, İslam aleminin birlik olması için faaliyet göstermektir. Allah Kuran’da Müslümanların birlik olmaları gerektiğini buyurmuştur. Birlik olmamaları durumunda ise, manevi güçlerini kaybedeceklerini ve ezilip yenileceklerini haber vermiştir:

“İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)

Öyleyse, deccaliyetin tüm saflarının birlik halinde Müslümanları baskı altına aldığı ahir zamanın bu en şiddetli döneminde, Müslümanların aciliyetli olarak yerine getirmeleri gereken husus, birlik olmaktır. Yeryüzünde bozgunculuğun son bulması için iman edenlerin birbirleriyle dost olmaları, ittifak etmeleri, birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiği açıktır. Türk İslam dünyasının bu birliği istemesi lazımdır. Birlik istemeyen ayrılık istiyor demektir ve ayrılığın Türk İslam dünyasına hiçbir faydası yoktur. MÜSLÜMANLARIN GÜCÜ, KUVVETİ VE MENFAATİ BİRLİKTEDİR.



 





Müslüman Kardeşlerimizin Gördüğü Zulüm Hz. Mehdi (a.s.) Önderliğinde Son Bulacaktır

“Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz alemini (yer ile gök arasındaki alemi) bulutlarla doldurup boşalttığı gibi bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder (dindirir) ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini (örneğini) ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden KADİR-İ ZÜLCELAL (herşeye muktedir olan Yüce Allah) HZ.  MEHDİ (A.S.) İLE DE, ALEM-İ İSLAM’IN (İslam aleminin) ZULÜMATINI (zulüm devrini, karanlığını) DAĞITABİLİR. VE VA’DETMİŞTİR VAADİNİ ELBETTE YAPACAKTIR.” (Mektubat, s. 411-412)



Bediüzzaman, Celal ve Kudret sahibi olan Rabbimiz’in, Hz. Mehdi (a.s.) ile dinsizlik ve zulüm devrini ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Rabbimiz’in, yer ile gök arasındaki tüm alemi bulutlarla bir dakika içinde doldurup boşalttığı, bir saniyede denizin fırtınalarını durdurduğu ve bahar mevsiminde bir saatte yaz mevsiminin örneğini ve yazın da bir saatte kış fırtınasını yarattığı gibi, bu olayı da hemen gerçekleştirmeye kadir olduğunu hatırlatmıştır. Bediüzzaman, Allah’ın bu vaadinin hak olduğunu ve vaadini mutlaka gerçekleştireceğini ifade etmiştir. Hz. Mehdi (a.s.) Allah’ın izniyle İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı zulüm ve zorluklara son vermekle görevli kişi olacak ve çalışmalarıyla tüm dünya çapında etkili olacaktır.





 

Masaüstü Görünümü