Harun Yahya

Türki cumhuriyetler ve Rusya

Araplar Maveraünnehr'e geldikleri zaman Türkler'in yüksek ahlak meziyetlerine, büyük idarecilik ve askerlik maharetine sahip olduklarını görmüşlerdi. Bunların şöhreti ta uzak İslam beldelerine kadar yayılıyor, herkes Türkler'den bahsediyordu. Müslümanlar arasında, Türkler İslamiyet'e girdikleri takdirde artık hiçbir gücün İslam'a karşı çıkamayacağı inancı doğmuştu.
Prof. Dr. EROL GÜNGÖR

Rusya'nın engelleme girişimlerine rağmen "Soğuk Savaş"ın son bulmasının ardından, oluşan yeni dünya sisteminde Türkiye, son yüzyılda Türk Dünyasının hayali olan "Kızıl Elma"ya doğru ciddi bir fırsat yakalamıştır. Türkiye ve Türki Cumhuriyetler arasında tesis edilecek işbirliği ve bütünleşme politikalarının ilk şartı ülkeler arasında "Türklük" bilincinin geliştirilmesidir. Milli ve dini kimliklerin giderek daha da önem kazandığı ve medeniyetler arasında çatışmalara sahne olacağı düşünülen geleceğin dünyasında, Türkiye önderliğindeki bir "Türk-İslam Medeniyeti", dünya tarihinde bir dönüm noktası olabilir.

Orta Asya ve Kafkasya'yı Rusya açısından önemli kılan farklı faktörler var. En önemlilerinden biri, bölgedeki başta petrol ve doğalgaz olmak üzere yüksek rezervli doğal kaynaklardır. SSCB döneminde Rusya, ihtiyacı olan bu hammaddeleri dünya fiyatlarının çok altında alıp kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Hatta bu hammaddeleri işledikten sonra tekrar aldığı ülkeye satıyordu. Böylece hammaddeleri satın aldığı cumhuriyetlerin ekonomilerini kendine bağımlı hale getirmişti.

Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ardından Rusya için hammadde bulamama tehlikesi ortaya çıkmıştır. Kendi ekonomisi için hayati önem taşıyan hammaddeleri hala bu cumhuriyetlerden sağlamaktadır. Hazar ve Kazak petrolleri üzerindeki ısrarının nedeni budur.

RUSYA'NIN YAYILMACI POLİTİKASI


Bu ekonomik faktörün yanısıra, Rusya'nın geleneksel yayılmacı ideolojisinden ve hegemonik Rus milliyetçiliğinden köken bulan ciddi bir siyasi faktör vardır. Moskova, eski SSCB toprakları üzerinde kendine yeni bir "hayat sahası" oluşturmak istemektedir ve bu hayat sahası Orta Asya ve Kafkasya'sız düşünülemez.

Rusya stratejisi incelendiğinde bu siyasi hedef kolaylıkla gözlemlenebilir. SSCB'nin çöküşünün ardından kısa sürede toparlanan Moskova, eski "sömürge"lerini yeniden kazanmak için siyasi bir süreç başlatmıştır. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) bu amaçla kurulmuş ve eski "sömürgeler", kimi zaman çeşitli baskılar da devreye sokularak bu zoraki çatı altına çekilmiştir. Son olarak BDT'de işbirliğini daha arttırmak amacıyla, Entegre Devletler Topluluğu (EDT) adı altında bir gümrük birliği kurulmuştur.

Kafkasya da Rusya açısından çok önemli özellikler taşımaktadır. Birincisi Kafkasya coğrafya olarak Orta Asya'nın kapısıdır. Ayrıca Rusya için iki büyük rakip olan Türkiye ve İran'ın kesişme noktasıdır. Bu nedenle Stalin buradaki cumhuriyetlere Ruslar'ı yerleştirmişti. Bugün bile bu Rus nüfus Moskova'nın yeni politika ve hedefleri için zemin olarak kullanılmaktadır. Kafkasya'yı önemli kılan diğer özellik ise Kafkasya'nın Ortadoğu yolunun üzerinde olmasıdır.

Kafkasya'nın Rusya için bir önemi de güvenlik kaygısından ileri gelmektedir. Rusya'nın Batı, Kuzey ve Doğu sınırlarını zor iklim şartlarından meydana gelen doğal bir güvenlik alanı oluşturmaktadır. Napolyon ve Hitler bu iklim şartlarına yenik düşenlerin en ünlüleridir. Rusya'nın güney sınırı ise onun "yumuşak karnı"dır. Bu yüzden Rusya güney sınırını ileriye götürerek güvenlik alanını genişletmek ihtiyacı hissetmektedir. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Rusya'nın Türkiye'den Kars ve Ardahan'ı istemesinin nedeni de budur.

RUSYA'NIN KAFKASYA HEDEFLERİ

Rusya tüm bu sebeplerden dolayı Kafkasya'daki askeri varlığını her ne şekilde olursa olsun devam ettirme eğilimindedir. Bu nedenle Transkafkasya'da karışıklıkları arttırarak kendi askeri varlığı için bahane yaratmıştır. Bunun yanısıra Rusya, Ermeniler ile Azeriler, Gürcüler ile Abhazlar arasında olan çatışmaların ve Gürcistan'daki iç savaşın çözümlenmesinin ancak Rus varlığı ile son bulacağı telkinini yapmıştır. Bu çatışmaların çözümsüz bir hal alması sonunda bu ülkeler istikrar sağlamak maksadıyla Moskova yönetimine sarılmışlardır. Rusya İmparatorluğu'nun daha önce sayısız kereler kulladığı "kazanmak için bölmek ve sonra zaferi de kuvvet kullanarak perçinlemek" politikası böylece bir kez daha işe yaramıştır.

"Hata düzeltme"nin en başarılı iki örneği Gürcistan ve Ermenistan'dır. Rusya, bu iki ülke ile, gerektiğinde tehdit yoluyla, anlaşarak topraklarında askeri üsler kurmuştur. Ermenistan sınırı 1992 yılından beri Rus askerleri tarafından korunmaktadır. Ermeni hava sahası ise artık Rus savaş uçakları tarafından denetleniyor. Azerbaycan sınırının Rusya tarafından korunabilmesini sağlayacak anlaşma Mayıs 1996'te imzalanacaktır. Böylece Moskova bölgede bir güvenlik kuşağı oluşturmuş olurken, bir yandan da Çeçen gerillalara gidecek Azeri yardımını engellenmiş olacaktır. Transkafkasya ülkelerinin sınırlarının Rusya tarafından korunmasının Türkiye açısından bir başka anlamı da, SSCB dağıldıktan sonra ortak sınırı kalmayan Türkiye ve Rusya'nın, tekrar sınırdaş ülke konumuna gelmiş olmalarıdır.

Çeçenistan'daki savaş Moskova açısından büyük önem taşımaktadır. Çeçenistan'ın bağımsızlığı kabul edilirse bu isteğin Rusya Federasyonu içindeki diğer cumhuriyetlere de sıçramasından çekinilmektedir. "Domino taşı" etkisinden korkan Rusya, Çeçen bağımsızlığını engellemek amacıyla son derece kanlı bir savaş yürütmektedir.

Aslında, Çeçenistan'daki savaş, Rus ordularının harekete geçmesinden de önce başlamıştır. Bağımsızlık ilanının ardından, Moskova, önce Dudayev'i bir iç çatışma ile iktidardan indirmek istemiştir. KGB, Çeçen muhalefet liderlerinden Ömer Avturhanov ve Beslan Kandemirov'u Dudayev'e karşı kışkırtmış, 26 Kasım 1994'te bu iki muhalefet liderinin hükümete karşı ayaklanması, Moskova'nın planı uyarınca gerçekleşmiştir. Rus Başbakan Viktor Çernomırdin'in bu saldırı öncesi Avturhanov ve Kandemirov'la Moskova'da görüşmesi yeterince anlamlıdır Ancak muhalefet güçlerinin düzenlediği bu ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanmış, bunun üzerine Dudayev'i indirmekten ümidini kesen Rusya, savaşı resmen başlatarak Çeçenistan'a girmiştir.

"KIZIL ELMA"YA DOĞRU


Savaş iki yıldır sürmektedir. Ve Moskova yönetiminin Çeçenistan politikasında herhangi bir değişiklik gözükmemektedir. Rusya'daki seçimlerin doğurduğu iç hesaplar nedeniyle Yeltsin'in Çeçenistan'ın yeni lideri Yandarbiyev ile barış masasına oturmasının geçici bir manevra olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Çeçenistan'dan geçen petrol boru hattının güvenliğinin sağlanamaması durumunda, Rusya'nın büyük önem verdiği Hazar Petrolleri'nin Gürcistan'ın Poti limanına aktarılması alternatifi güçlenecektir. Bu, Rus politikacılar açısından kabul edilemeyeceğinden Moskova'nın bölgeye daha ağır biçimde yükleneceği kesindir.

Rusya'nın tüm ayak oyunlarına rağmen "Soğuk Savaş"ın son bulmasının ardından, oluşan yeni dünya sisteminde Türkiye, son yüzyılda Türk Dünyasının hayali olan "Kızıl Elma"ya doğru ciddi bir fırsat yakaladı. Türkiye ve Türki Cumhuriyetler arasında tesis edilecek işbirliği ve bütünleşme politikalarının ilk şartı ülkeler arasında "Türklük" bilincinin geliştirilmesidir. Milli ve dini kimliklerin giderek daha da önem kazandığı ve medeniyetler arasında çatışmalara sahne olacağı düşünülen geleceğin dünyasında, Türkiye önderliğindeki bir "Türk-İslam Medeniyeti", dünya tarihinde bir dönüm noktası olabilir.

PERSPEKTİF

Sevr Mantığının Kökeni: DARWINİZM

İngiltere 19. yüzyılın en büyük siyasi gücüydü. Britanya İmparatorluğu, dünyanın en güçlü donanmasına sahipti ve Hindistan'dan Güney Afrika'ya, Mısır'dan Avustralya'ya kadar uzanan bir coğrafyada koloniler edinmişti. İngiltere'nin 19. yüzyıl siyaseti daha fazla sömürge elde etmek ve bu sömürgeleri olabilecek en verimli şekilde kullanmak üzerine kuruluydu. Ancak aynı bölgede benzer hedeflere Fransa, Almanya ve Rusya'da sahipti.

DARWİN'İN TÜRK DÜŞMANLIĞI

Sömürgeci ülkeler, uyguladıkları sömürüye sözde haklı bir dayanak için birtakım "kültürel" açıklamalar getirmek zorunluluğu hissetmişlerdi. İşgal edip sömürgeleştirdikleri topraklarda yaşayan insanları "ilkel, barbar, yarı insan" olarak tanımlamışlar ve böylece kendilerine dayanak bulmaya çalışmışlardı. Bu tanıma "bilimsel" bir kılıf bulmak için de çaba göstermişler ve bunun için özellikle Darwinizm'i kullanmışlardı.

Geri ırkların tarih sürecinde elenerek medeniyetin gelişmeye uğradığını iddia eden Darwin, Türk Milletini de bu geri ırklar sınıfına sokuyordu. "Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildi... Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum." (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, s.285)

Bu satırlarda Türk Milleti için söylenen sözlerin birer hezeyan oldukları, fanatıkçe bir nefretin ve Türklük hakkındaki derin cehaletin ürünü oldukları açıktır.

Kendilerini çok "medeni" ve "ileri" sayan Batı'nın ırkçı emperyalistleri, sosyal Darwinizm safsatasıyla tecavüzlerine sözde bilimsel dayanak bulmuşlar, Türk yurdu Anadolu'yu, bölüşmeye kalkma cüreti göstermişlerdi. Çanakkale'de, Galiçya'da, Irak'ta, Suriye'de Türk evlatlarına kurşun sıkanların dayandıkları "felsefi" temel, Sosyal Darwinizm'di.

SEVR'E UZANAN SÜREÇ


İngiltere, 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren hedef aldığı ve sömürgeleştirmeye çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sistemli bir propaganda savaşı yürüttü. Amaç ise çok açıktı: Avrupa'dan tamamen çıkarılacak olan Türkler, daha sonra Anadolu'dan da atılacak ve Asya'ya gönderilecekti.

Bu politikanın mimarlarının başında dönemin İngiltere Başbakanı William Ewart Gladstone gelir. Gladstone bir konuşmasında aynen şunları der: "Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geni sürmeli ve Anadolu'da yok etmeliyiz."

İngiltere'nin tüm bu Osmanlı aleyhtarı propagandasına dayandırdığı önemli bir unsur vardı: TÜRK DÜŞMANLIĞI. Britanya yönetimi, sömürgeciliğin genel kuralına uygun olarak, hedef aldığı toplumu "ilkel, geri, barbar" gibi sıfatlarla tanımlama ve kendisini haklı gibi gösterme yolunu seçmişti.

İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu ve Türk Milleti'ni hedef alan propaganda savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında da ısrarla sürdü.

Türk adının dünya tarihinden silinmesi ve Türklerin Anadolu'dan neredeyse tamamen çıkarılması anlamına gelen "Sevr Anlaşması" işte bu anlayışın ürünüdür. Türk Milleti'ni "yokolmaya mahkum insan ırkı" olarak gören Darwinist anlayışın etkisi altındaki İngilizlerin başını çektiği Avrupa emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkarak Türk Milleti'ni ortadan kaldırmayı hedefledi. Ancak tarihe geçecek bir kurtuluş mücadelesi veren Türk ulusu Avrupalı sömürgecileri Türk topraklarından sürmekle kalmadı, Türkü aşağı ırk olarak gören Darwinist zihniyete unutulmayacak bir cevap verdi.

Ortadoğu'daki Nizamın Sonu

Bugün Balkanlar ve Orta Asya'da olduğu gibi Ortadoğu'da da yeni bir Osmanlı'ya ihtiyaç var. Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olan Türkiye'nin Balkanlar'dan Doğu Türkistan'a kadar uzanan doğal "hayat sahası"nda bugüne kadar yapmış olduğu başarılı girişimlerin artarak devam etmesi yıllarca "Adil Türk İdaresi" altında yaşamış Ortadoğu müslümanlarını olumlu yönde etkileyecektir.

Balkanlar'dakine benzer bir süreç, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Ortadoğu'da da yaşandı. Osmanlı'yı bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen güçler ise, bu kez İngiltere ve Fransa'ydı. Özellikle de Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının farkedilmesiyle birlikte, bu iki güç Ortadoğu'yu paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye ettikten sonra da, bölgeyi gerçekten paylaştılar.

ORTADOĞU'NUN KAYBEDİLİŞİ

20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir güç daha girdi: Siyonizm, yani Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma hedefindeki Yahudi milliyetçiliği... Siyonistler Ortadoğu'ya henüz Sultan Abdülhamid zamanında girmek istemişler, ama Sultan'ın sert tepkisi nedeniyle beklemek zorunda kalmışlardı. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat oldu.

Osmanlı, Ortadoğu'yu I. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu'da, bölgenin yeni hakimlerinin menfaatlerine uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden yapay devletler oluşturdular. Bağdat vilayeti, "Irak" adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden "Suriye" diye bir devlet çıkarıldı. Öte yandan, tarihsel olarak Suriye'nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi, "Lübnan" adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise, o zaman kadar sadece coğrafi bir bölge olan "Filistin" bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise "Transjordan" (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bir süre sonra sadece "Ürdün" olarak bilinecekti.

OSMANLI'DAN SONRA KARGAŞA DÖNEMİ


Bu devletlerin hiç biri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler... Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin'de ise Arapların yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Arapları barındırıyordu. Ancak bu iki temel kategori de kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi.

Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu'nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masabaşında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere'nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Böylece ortaya tam bir mozaik çıktı. Ancak barış ve birarada yaşamaya uygun bir mozaik değil, çatışma ve savaşa uygun bir mozaik. Nitekim Siyonizm, bir devlet haline gelip İsrail'e dönüştükten sonra, bu mozayiği kullanarak Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki içsavaşları körükleme imkanı elde edecekti.

Ortadoğu'da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail'in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi.

OTORİTE BOŞLUĞU


Osmanlı sonrasında oluşan "otorite boşluğu" hiç bir zaman doldurulamadı. Fransa ve İngiltere Ortadoğu'ya istikrar değil, çatışma getirdiler. İngiltere'nin koruyucu kanatları altında gelişen Siyonizm, kısa sürede hem bölgenin geneline hem de bizzat İngiltere'nin kendisine yönelik bir tehdit haline geldi.

Fransa ve İngiltere'nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye'deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Alevileri Sünnilere karşı kayırdı ve bugün hala sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye'de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı.

Bugün Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu'da da yeni bir Osmanlı'ya ihtiyaç var. Bu konuda en büyük görev Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi olan Türkiye'ye önemli bir görev düşüyor. Türkiye'nin Balkanlar'dan Doğu Türkistan'a kadar uzanan "hayat sahası"nda yapacağı bir atak, uzun yıllar "Adil Türk İdaresi" altında yaşayan Ortadoğu müslümanlarını olumlu yönde etkileyecektir.

Masaüstü Görünümü