Harun Yahya

Evrim teorisinin mikrobiyolojik iflası

Darwin'in teorisini ortaya attığı tarihten itibaren yaklaşık 130 yıl geçti. Günümüz şartlarıyla karşılaştırıldığında Darwin'in o zamanki çalışmaları bilimsellikten çok uzaktı. Sahip olduğu imkanlarla ancak farklı canlıları inceleyip, iskelet yapılarına göre sınıflandırmalar yapmıştı. Dahası Darwin'in ne hücrenin yapısından ne de genetikten haberi yoktu. Mikrobiyoloji, biyomatematik gibi bilim dalları ortaya çıkmamıştı. İşte evrim teorisi bu şartlar altında doğdu.Sözkonusu bilim dalları geliştikçe de, evrimin ne kadar gerçek dışı ve imkansız bir safsata olduğu çarpıcı bir biçimde ortaya çıktı. Evrimcilerin, evrim tartışmalarını hiçbir zaman moleküler evrime kaydırmamalarının nedeni budur. Bilirler ki, "evrim zinciri" denilen hayali zincir daha moleküler aşamada yani işin en başında çökmüştür. İnsanın ortaya çıkabilmesi için, vücudunun temel taşı olan proteinlerden hücreye kadar milyonlarca eşsiz denge kurulması gerekir. Bu dengelerin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ise hiç bir şekilde akıl ve sağduyuya sığmamaktadır. Ama bir evrimci, savunduğu safsatayı ideolojik nedenlerle kesinlikle bırakmamak niyetindedir. Bu yüzden ve başka bir çaresi olmadığından, akıl ve sağduyuyu çiğneyerek gerçekleşmesi imkansız tesadüfleri gerçekleşmiş sayar.

Miller Deneyi Efsanesinin İç Yüzü

Evrim teorisi, tüm canlılığın doğal bir sürecin ürünü olduğu iddiasını ortaya atmıştır. Teoriye göre, ilk canlı, cansız maddelerin tesadüfler sonucu biraraya gelmesiyle oluşmuştur. Peki bu nasıl olmuştur? Bugün hangi evrim savunucusuyla konuşursanız konuşun size Miller Deneyi'nden bahsedecek, ve bu deneyin ilkel şartlarda cansız maddelerden canlıların oluştuğunu ispatladığını söyleyecektir. Oysa bu deneyin yanlış bilgilerle ve yanlış bir biçimde yapıldığı, dolayısıyla da geçersiz olduğu bizzat deneyin sahibi Stanley Miller tarafından 1985 yılında açıklamıştır. (Miller bu açıklamayı İsveç Kraliyet Akademisi'nde verdiği bir konferansta yapmış, ayrıntılı bilgiye aynı yıl yayınlanan "Molecular Evolution of Life" isimli kitabında yer vermiştir.

Miller Deneyi'ni Geçersiz Kılan Noktalar


Neredeyse elli yaşına giren bu deney, birçok yönden geçersizliği kanıtlandığı halde, bugün hala canlılığın sözde kendiliğinden oluşumu hakkındaki en büyük kanıt olarak evrimci literatürdeki yerini korumaktadır. Oysa Miller deneyi önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından hiç de o kadar umutlandırıcı olmadığı görülür. Çünkü hedefini, ilkel dünya koşullarında amino asitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak olarak gösteren deney, birçok yönden bu hedefle tutarsızlık göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Miller deneyinde, "soğuk tuzak" (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak amino asitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, amino asitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha ederlerdi.

Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı, vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin varolduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit amino asit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır. Kimyager Richard Bliss bu çelişkiyi şöyle izah ediyor: Miller'in aletlerinin can alıcı kısmı olan "soğuk tuzak", kimyasal tepkimelerden biçimlenmiş ürünleri toplama ödevi görüyordu. Gerçekten bu soğuk tuzak olmadan, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı.Evrim hakkındaki eleştirel çalışmalarıyla tanınan Henry Morris de, durumu şöyle açıklıyor:

Miller aygıtlarına aminoasitleri oluştuğu anda yakalayacak bir ilave yaparak onları üretildikleri ortamdan ayırmıştır. Eğer böyle yapmasaydı aynı atmosferik şartlarda o aminoasitler hemen parçalanacaklardı. Halbuki Miller'in bu koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde yoktu.

Nitekim Miller, aynı malzemeleri kullandığı halde soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde edememişti.

Miller'in amacı amino asit elde etmekti ve kullandığı yöntem ve düzenekler, bu amino asitleri elde edebilmek için özel olarak ayarlanmıştı. Ancak, ilkel atmosferde bu tür metot, düzen ve ayarları sağlayacak bir zekanın varlığını kabul etmek ise, herşeyden önce evrimin kendi mantığıyla çelişmekteydi.

2- Miller'in deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Bu gerçeği, 1980'li yılların ortalarına doğru konuyla ilgilenen bazı jeologlar ortaya çıkardılar. Buna göre, Miller yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksidi göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.

Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir amino asidin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor:

Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırarak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler.

Philip Abelson da metan/amonyak modelinin geçersiz olduğunu şöyle vurgular:

"Metan ve amonyak gazlarını içeren bir ilkel atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar bir başka alternatif görüş benimsediler. Atmosfer ve okyanuslar, volkanlardan çıkan gazlardan oluşmuşlardı."

Sonuç olarak, ilkel dünya atmosferinin Miller'in tahmin ettiğinden çok daha farklı gazlardan meydana geldiği ortaya çıkmıştı. Peki bu gazlar kullanılarak yapılacak deneylerde amino asit elde edebilmek mümkün müydü?

Amerikalı bilimadamları J. P. Ferris ve C. T. Chen'in araştırmaları bu soruya gerekli yanıtı verdi. Ferris ve Chen karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer ortamında Stanley Miller'in deneyini tekrarladılar. Ve bu gaz karışımıyla bir tek molekül aminoasit bile elde edemediler.

Miller'in deneyine duyulan güven oldukça sarsılmıştı. Buna rağmen bilim çevreleri ve ilgili medya Ferris ve Chen deneyi basına duyurmamaya özen gösterdiler. Miller deneyi gündemde tutulmaya devam etti. Ancak deneyden tam 33 yıl sonra, 1986 yılında Stanley Miller, amonyağın yüksek miktarlarda kullanıldığı ilkel atmosfer deneylerinin gerçekçi olarak nitelenemeyeceğini bizzat kendisi açıklayarak şöyle dedi:

"Metan (CH4), Azot (N2), çok az miktarlardaki amonyak (NH3) ve su buharından oluşmuş bir atmosfer, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Çünkü amonyak gazı okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı."

Böylece, uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.

3- Miller'in deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Bu gerçek, yapılan jeolojik incelemelerde bulunan ve yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan dünyanın en eski taşlarından anlaşıldı. Taşlarda, okside olmuş demir ve uranyum birikintileri vardı.

Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettiklerinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da vardır. Yapılan çalışmalar, güneşin o dönemde evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını yaydığını göstermiştir. Bu ışınların, ilkel atmosferdeki su buharını ve karbondioksidi (fotodissosiasyon yoluyla) ayrıştırarak oksijen açığa çıkarmaları ise kaçınılmazdır. Bu da ilkel atmosferdeki oksijen miktarının gözardı edilemez miktarlarda olduğu anlamına gelmektedir. Charles Davidson'ın hesaplarına göre ilkel atmosferde en az 200 milyar ton oksijen bulunmalıdır. Bu miktardaki oksijen ise amino asitlerin oluşmasına kesin olarak engel olacaktır.

Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılar. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti.

Diğer taraftan, -henüz ozon tabakası varolmadığından- çok yoğun miktarlardaki ultraviyole ışınlarına karşı korumasız olan dünya üzerinde herhangi bir organik moleküllün yaşayamayacağı da açıktır.Kısaca hem bol miktardaki oksijen hem de yoğun ultraviyole ışınları evrimcilerin önünde aşılmaz engeller olarak dikilmişlerdir.

4- Miller deneyinin sonucunda sadece canlılık için gerekli olan amino asitler elde edilmemiş, bunlardan çok daha fazla miktarda canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitler de oluşmuştu.

Amino asitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı.Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda dextro amino asit çıkmıştı. Bu amino asitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü dextro amino asitler canlı yapısında kullanılamayan aminoasitlerdi.

Amerikalı biyologlar Richard B. Bliss ve Gray E. Parker bu noktayı şöyle açıklarlar:

"Miller deneyinde sadece hayat için gerekli molekülleri (levo amino asitler) elde etmekle kalmamış, aynı anda evrime müdahale eden dextro amino asitlerden oluşmuş uzun bir zincir de elde etmişti."

Sonuç olarak Miller'in deneyindeki amino asitlerin oluştuğu ortam canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.

Tüm bunların gösterdiği tek bir somut gerçek vardır: Miller deneyinin, canlılığın ilkel dünya şartlarında tesadüfen meydana gelebileceğini kanıtlamak gibi bir iddiası olamaz. Olay, amino asit sentezlemeye yönelik bilinçli ve kontrollü bir laboratuvar deneyinden başka birşey değildir. Kullanılan gazların cinsleri ve karışım oranları amino asitlerin oluşabilmesi için en ideal ölçülerde belirlenmiştir. Ortama verilen enerji miktarı, ne eksik ne fazla, tamamen istenen reaksiyonların gerçekleşmesini sağlayacak biçimde titizlikle ayarlanmıştır.

Deney aygıtı, ilkel dünya koşullarında mevcut olabilecek hiçbir zararlı, tahrip edici ya da amino asit oluşumunu engelleyici unsuru barındırmayacak şekilde tasarlanmıştır. Amino asitlerin yapısında bulunan üç-beş elementten başka ilkel dünyada mevcut olan ve reaksiyonların seyrini değiştirecek hiçbir element, mineral ya da bileşik deney tüpüne konulmamıştır. Oksidasyon sebebiyle amino asitlerin varlığına imkan vermeyecek oksijen bunlardan yalnızca birisidir.

Kaldı ki hazırlanan ideal laboratuvar koşullarında bile, oluşan amino asitlerin aynı ortamda parçalanmadan varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir. Ancak bu sorun da amino asitleri oluştukları anda ortamdan ayıracak bir başka yapay düzenekle (cold trap) halledilmiştir. Aslında bu deneyle evrimciler, bir anlamda evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, aminoasitlerin tesadüfen değil, ancak bütün koşulları özel olarak ayarlanmış kontrollü bir ortamda, bilinçli müdahaleler sonucunda elde edilebileceğini gözler önüne sermiştir.

Amino Asitlerin Oluşumu Rastlantılarla Açıklanamaz

Miller deneyinin bu derece tutarsız ve gerçeklerden uzak olmasına karşın evrimciler sanki ortada hiçbir sorun yokmuş gibi gözü kapalı bir inatla deneyin, canlılığın rastlantılar sonucu ilkel atmosferde oluşabileceğini ispatladığını savunurlar. Elli seneye yakın bir süredir Miller deneyinin evrim teorisinin en temel kanıtı olarak baş köşede durması, aslında evrimcilerin bunca zamandır, bu ilkel deneyin ötesinde elle tutulur hiçbir aşama kaydedemediklerinin göstergesidir. Canlılığın kökenine açıklama getirme konusunda evrimcilerin elleri o kadar boştur ki Miller'in bu düzmece ve uyduruk deneyi bile onlar için büyük bir umut ve heyecan kaynağı olmuştur.

Miller'in ardından başka birçok evrimci araştırmacı da benzer deneylerle adlarını evrim tarihine yazdırma gayretine girdiler. Miller, deneylerinde üç çeşit amino asit elde edebilmişti. Geri kalanları da bir şekilde elde etmek evrimci çevrelerde büyük sükse yaratacaktı. Bu amaçla araştırmacılar işi Miller'dan da ileri götürüp, çok daha karmaşık ve kontrollü düzenekler kurdular.

Deneylerinde ilkel koşullarda bulunma ihtimali olmayan yardımcı etkenlere başvurdular. Değişik gazlar, katalizörler, enerji kaynakları, basınç dalgaları gibi faktörler kullandılar. Sonuçta da 20 çeşit aminoasitten geriye kalanlarını bilinçli, planlı ve kontrollü bir şekilde laboratuvarlarda sentezlendiler. Kısaca ilkel dünyada aminoasitlerin şans eseri oluştuğu iddiasını, hiçbir aşaması şansa bırakılmayan bu deneylerle sözde kanıtlamış oldular. Oysa bu deneylerin, başka herhangi bir kimyasal bileşiği laboratuvarda üretip, "demek ki bu bileşik ilkel koşullarda da tesadüfen kendi kendine oluşabilir" demekten daha farklı bir mantığı yoktu.

Kaldı ki, ilkel dünyada amino asitlerin bir şekilde oluştuklarını farzetsek, hatta ilkel dünyanın bir amino asit çorbası olduğunu varsaysak bile, böyle bir durum canlılığın kendiliğinden ortaya çıkması için en ufak bir başlangıç dahi teşkil etmez. Çünkü canlılık amino asitlerin çok ötesinde bir karmaşıklığa sahiptir.

Buna karşın evrimciler, "işte, madem ki amino asitler kendiliğinden oluşuyor, öyleyse neden amino asitler kendiliklerinden birleşip proteinleri, proteinler de tesadüfen birleşip organelleri, organeller de bir şekilde biraraya gelip yine proteinlerden oluşmuş bir zarla çevrilerek hücreyi oluşturmasınlar?" şeklinde basit ve yüzeysel mantıklar öne sürerek, kendilerince canlılığın oluşumunu açıkladıklarını sanırlar. Bu, yolda yürürken yerde bir tuğla görüp bu tuğlanın zamanla çoğalacağını, çoğalan tuğlaların biraraya gelerek bir bina oluşturacaklarını, bu binaların da çoğalıp çeşitlenip düzenli bir şehir kuracaklarına ihtimal vermekten çok daha anormal ve akıl dışı bir bakış açısıdır. Üstelik yerde rastlanan bir tuğlanın bile kendi kendine tesadüfen oluşmuş olamayacağı açıkken...

Dahası bir bina yalnızca tuğlalar yığını demek değildir. Bu binanın inşa edilmesi için tuğlanın yanında başka pekçok malzemenin de kullanılması zorunludur. Taş, toprak, demir, çimento, ahşap, plastik, vs. gibi... Bu yüzden, bir binanın tesadüfen oluştuğunu iddia eden bir kişinin, tuğlanın yanısıra bütün bu diğer malzemelerin aynı şekilde tesadüfen meydana geldiklerini ve mükemmel bir ölçü ve uyum içinde birleştiklerini de savunması gerekir.

Aynı şekilde, en basit bir hücre bile amino asit ve proteinlerin yanısıra birçok kimyasal bileşik içerir. Bu kimyasallar da hücre içinde son derece hassas miktar ve oranlarda bulunurlar. Dolayısıyla en ilkel hayali bir hücrenin oluşumunda bile bu moleküllerin gözardı edilmesi mümkün değildir. Hepsinin ötesinde, hücrede bulunması gereken moleküllerin dışında başka tek bir molekül ya da kimyasal maddenin bile hücrenin oluşumu sırasında araya karışmaması ve bu moleküllerin hücreye karışmasını engelleyen kontrollü bir mekanizmanın olması gerekir.

Dış dünya koşulları, özellikle de ilkel dünya ortamının koşulları gözönüne alındığında böyle bir kontrol ve izolasyon sisteminin değil varlığı hayali bile imkansızdır.Kendileri de bu gerçeklerin farkında olan araştırmacıların çoğu, evrimci açıklamaların avuntu ve göz boyamadan başka bir şey olmadığının farkındadır. Moleküler biyoloji alanında tanınmış bir araştırmacı olan Klaus Dose şöyle der:

"Hayatın kökleri üzerindeki 30 yıllık kimya ve moleküler evrim araştırmaları, problemin çözümünden çok, durumun ciddiyetini anlamamıza yolaçtı. Şu andaki teoriler ve deneylerin hepsi ya başarısızlıkla sonuçlanıyor ya da görmek istemediklerimizi ortaya çıkarıyor."

Dose diğer birçok bilimadamı gibi, Miller ve diğer araştırmacıların yaptıkları deneylerin bilimsel olarak çok fazla bir değerinin olmadığını düşünmektedir. Zira, Miller yeni bir şey bulmamıştır. Ondan önce de amino asitleri laboratuvarda oluşturmanın yöntemleri bilinmekteydi. 1913 yılında Loeb, karbonmonoksit, karbondioksit, su buharı ve amonyaktan oluşan bir karışıma elektrik deşarjı uygulayarak 20 amino asitten birisi olan glisin'i elde etmişti. Çalışmasında evrimsel bir bağlantıdan da bahsetmemişti.

Az sayıda atomdan (karbon, hidrojen, oksijen, fosfor) oluşan amino asitleri, amonyak, metan gibi organik gazlardan elde etmenin yolları zaten biliniyordu.Miller ve benzeri deneyler ele alınırken, evrimcilerin gözlerden saklamak istedikleri çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bir reaksiyonun laboratuvar ortamında, özel olarak ayarlanmış koşullarda gerçekleşmesi ile dış dünyanın kontrolsüz doğal şartları içinde gerçekleşmesi birbirinden tamamen farklı olaylardır.

Eğer bir aminoasidi oluşturan atomlar, özel şartlarda, kontrollü bir şekilde, aminoasit üretmek amacıyla birbirleriyle tepkimeye sokulurlarsa, elbette her kimyasal madde gibi amino asit de elde edilir. Ancak bu işlem, aminoasiti tesadüfen elde etmek demek değil, aminoasidi bilinçli olarak üretmek anlamına gelir. Evrimcilerin aminoasitleri ya da canlılarda mevcut diğer bazı organik molekülleri elde etmek için yaptıkları deneyler, aslında bu bilinçli üretimden başka birşey değildir. Ve aslında, tesadüfi evrim kavramına değil, bilinçli yaratılışa delil oluştururlar.

İlkel Dünyada Proteinler Kendi Kendilerine Oluşabilirler miydi?

İncelediğimiz bütün tutarsızlıklarına rağmen, evrimciler aminoasitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine nasıl oluşabildikleri sorununu, Miller deneyi ile geçiştirmeye çalışırlar. Bu uydurma deneyle, bugün bile, bu sorunun çoktan çözülmüş olduğu gibi bir izlenim vererek insanları yanıltmaya devam etmektedirler.

Ancak canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama çabasının ikinci aşamasında, evrimcileri, amino asitlerin oluşumuyla kıyaslanmayacak derecede büyük bir problem beklemektedir: "Proteinler". Yani yüzlerce farklı amino asitin belirli bir sıra içinde birbirlerine eklenerek oluşturdukları canlılığın yapıtaşları.Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını öne sürmek, amino asitlerin tesadüfen oluştuklarını öne sürmekten çok daha akıl ve mantık dışı bir iddiadır. Amino asitlerin, proteinleri oluşturmak üzere uygun dizilimlerde tesadüfen birleşebilmelerinin matematiksel imkansızlığını daha ileride olasılık hesapları ile inceleyeceğiz. Ancak daha önce protein oluşumunun kimyasal olarak da ilkel dünya koşullarında mümkün olmadığını görelim.

La Châtelier Prensibi

Amino asitler protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken, aralarında "peptid bağı" denilen özel bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa çıkar. Proteinler de, çok sayıda aminoasidin peptid bağları kurarak biraraya gelmeleriyle oluşurlar. Ve doğal olarak protein oluşumu sırasında su açığa çıkar.

Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını öne süren evrimci açıklamayı kesinlikle çürütmektedir. Çünkü, kimyada "Le Châtelier" kanunu olarak bilinen kanuna göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.

Tersinir bir kimyasal reaksiyon olan protein sentezi reaksiyonu sulu bir ortamda, amino asitlerin birleşip polipeptid (amino asit halkaları) oluşturması değil, aksine, ters yönde, yani eğer oluşmuş polipeptidler varsa, bunların ayrışıp amino asitlerine parçalanmaları yönünde gerçekleşir. Dolayısıyla, evrimcilerin hayatın başladığı ve amino asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, amino asitlerin, bir sonraki aşamada, birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan ortamlardır. Richard E. Dickinson Scientific American'da şöyle yazar:

"Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer bağlanışında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür."

Öte yandan, evrimcilerin bu gerçek karşısında ağız değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları varsayılan amino asitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak yegane ortam denizler ve okyanuslardır: Karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar. Le Chatelier prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir. Bu ise evrim açısından bir başka çıkmazdır.

Olasılık Sıfır


Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla bile rahatlıkla görülebilir. Konu evrimci bir bilim adamının verdiği itiraf niteliğindeki bir örnekle daha da iyi anlaşılmaktadır:

"Amino asitlerin bir tanesinin bile değişmesi, hatta amino asitlerin türü değişmediği halde sıralamalarının farklı oluşu, ortaya yeni bir izomerin çıkmasına sebep olur. Molekül ağırlığı 34,000 olan, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden yapılmış teorik bir protein molekülünün 10300 izomeri bulunabileceği hesaplanmıştır. Bu izomer şekillerinden birer molekülün biraraya gelmesiyle meydana gelecek kütlenin ağırlığı 10280 gramdır. Halbuki dünyamızın tüm kütlesinin sadece 1027 gram olduğu düşünülecek olursa... Yapısında, proteinlerin bileşiminde bulunabilen 20 amino asit türünden hepsinin yeraldığı 61 amino asitten yapılmış polipeptidin izomer sayısı 5x1079'dur. Buna karşılık kainatın total atom sayısının 0.88x1079 olduğu hesaplanır....

Buna göre de kainattaki her atom başına yukarıda yapısını açıkladığımız 61 amino asitten oluşmuş polipeptid molekülünün izomerlerinden 6 tanesinin düşeceği anlaşılır."

61 amino asit içeren bir polipeptid üzerine yapılan hesaplar böyleyken, ortalama bir proteinin 400 amino asitten meydana geldiği düşünülürse durum iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.

Bunun bir diğer anlamı şudur: Evrendeki tüm atomlar işi gücü bırakıp yalnızca bu protein molekülünü oluşturmak için her saniye değişik kombinasyonlarda rastgele birleşseler, evrimcilerin evrenin varoluşundan bu yana geçtiğini öne sürdükleri milyarlarca sene ve evrendeki tüm atomların sayısı bile bu tek bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesi için yeterli olmaz. Daha kısa bir deyişle, 400 amino asitten oluşan ortalama bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır. Üstelik canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, bu "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürürüz. Çünkü yalnız başına tek bir protein hiçbirşey ifade etmemektedir.

Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerin bile 600 "çeşit" proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yapılan üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramını bile zorlayacak boyutlardadır.

Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin yapısında proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde yeralır ve hepsi birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.

Görüldüğü gibi evrim, yegane "açıklaması" olan tesadüf teorisiyle, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu bile izah etmekten acizdir.Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen otoritelerinden olan Prof. Dr. Ali Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade etmektedir:

"Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir."

Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:

"... Sitokrom-C'nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek."

Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi, belirli amino asitlerin belirli yerlerde bulunması kesinlikle rastlantıyla bağdaşamaz.

Mutasyonlarla canlıların çeşitliliği açıklanamaz


Önceki satırlarda açıklandığı gibi, evrim teorisi daha biyokimyasal aşamada tıkanmaktadır. Başka bir ifadeyle, değil tek bir canlı, canlıların içinde bulunan bir proteinin hatta bunun da yapıtaşı olan tek bir aminoasidin bile doğal şartlarda tesadüfen oluşabildiği ispatlanamamıştır. Üstelik tüm deliller böyle birşeyin olamayacağı yönündedir.

Buna rağmen evrimciler ilk aminoasidin, ilk proteinin ve bunlarla kıyaslamanın mümkün olamayacağı hücrelerin "bir şekilde" tesadüfen oluştuğunu kabul ederek bu defa canlıların bu tek canlıdan nasıl çeşitlendiğinin cevabını aramaya koyulmuşlardır.

Canlıların, ortama göre kendi kendilerine yeni organlara sahip olamayacakları açıktır. Mucize kabilinden böyle bir şeyin olduğu farzedilse bile bu yeniliklerin sonraki nesillere aktarılamayacağı genetikçiler tarafından ispat edilmiştir. Bu durum evrim teorisi için büyük bir çıkmazdır. Bu çıkmazdan kurtulmak için evrimciler bu defa neo-Darwinizm olarak adlandırılan yeni bir yoruma yönelmişlerdir. Buna göre canlılar, kimyasal maddeler, X ışınları, radyasyon vb. gibi etkenlerle gen yapılarında meydana gelen değişmelerle (mutasyonlarla) çeşitlenmişlerdir.Acaba yukarıda sözü edilen mutasyon sebeplerinden herhangi biri yoluyla bugüne kadar faydalı bir değişim gözlenebilmiş midir? Bir canlı radyasyonla veya X ışınlarıyla karşılaştığında bozulmaya mı gelişmeye mi maruz kalır?

Aslında bu soruların cevabını herkes bilir. Bahsedilen etkilerin bozucu olduğunu herkes bilir. Bugün laboratuar şartlarında bile bu yöntemle faydalı bir gelişme sağlanamamıştır. X ışınlarına veya radyasyona tabi tutulan canlılar hilkat garibelerine dönüşmektedirler. Hiçbir canlı türünde mutasyonlar faydalı değişimlere yol açmazlar. Laboratuarlarda meydana getirilen mutasyonlar bile mutlaka zararlıdır. Örneğin Colorado Üniversitesi'nde yapılan bir deneyde bilim adamları, meyve sineği üzerinde yaptıkları mutasyon denemelerinde "tek bir" faydalı değişmeye rastlamamışlardır. Tam tersine, sineğin kafasından anten yerine bacak çıkmasına ve bacak sayısının yarıya inmesine sebep olmuşlardır. Bu deneyler dünyanınher yerinde tekrarlanmış ancak mutasyonların faydalı olabildiğine dair bir delil sağlanmamıştır. Burada Charles Darwin'in şu sözlerini hatırlatmakta fayda var:

"Eğer çok sayıda birbirini takip eden küçük değişikliklerle kompleks bir organın meydana gelmesinin imkansız olduğu gösterilseydi, teorim kesin olarak yıkılmış olacaktı."

Sonuç

Bu yazı boyunca canlıların evrim teorisi tarafından açıklaması asla mümkün olmayan özelliklerini inceledik. Her bilgi bize gösterdi ki, tek bir canlı, tek bir hücre, hatta tek bir protein bile son derece karmaşık ve planlı bir yapıya sahiptir; dolayısıyla bunların hiçbirinin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi "tesadüfen" oluşmuş olması mümkün değildir. Tesadüf, ancak karmaşa, bozukluk, düzensizlik ve hata doğurur, ortaya hilkat garibeleri çıkarır. Hücrenin ve canlılığın diğer tüm aşamalarındaki muhteşem uyum, düzen, denge, başarı ve estetik ise, bizlere tüm canlılığın bilinçli ve kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu göstermektedir.

Kısacası, incelediklerimiz, evrim teorisini tartışma götürmez bir biçimde çökertmekte ve "türlerin kökeni"nin tesadüf değil, yaratılış olduğunu ispatlamaktadır. Evet, tüm canlıları yaratan, onlara şekil ve suret veren, onları rızıklandıran, yaşatan ve öldüren Allah'tır. Tüm kainat O'nun eseridir ve nasıl bir resim ressamını tanıtırsa, kainat da Yaratıcımızı tanıtır. İnsana düşen ise bu gerçeği görmek ve kainatın Sahibi'nin kudretini takdir etmektir.

Masaüstü Görünümü