Harun Yahya


UBA'nın Moleküler Biyolojinin
Evrime Kanıt Sağladığı Yanılgısı



UBA'nın kitapçığında yer alan gerçekle hiçbir ilgisi olmayan iddiaların en vahimleri belki de Moleküler Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar bölümünde yer almaktadır. UBA, özellikle son 50 yıldır yapılan araştırma ve gözlemleri hiçe saydığını, evrim teorisini bilimsel verilere rağmen savunduğunu bu bölümde bir kez daha kanıtlamaktadır.

UBA'nın evrim teorisine kanıt olarak saydığı bilimsel veriler, gerçekte evrim teorisine kanıt olma özelliği taşımamaktadırlar. UBA ve diğer evrimciler önce evrim teorisini ispatlanmış bilimsel bir gerçek olarak kabul etmekte, sonra da bilimsel araştırma ve gözlemler sonucunda elde edilen bulguları, evrim teorisine göre değerlendirmektedirler. Bu değerlendirmelerini ise evrimin bir delili olarak sunmaktadırlar. İlerleyen sayfalarda detayları ile inceleneceği gibi, bunlar evrimcilerin kısır döngü mantıklarının örnekleridir.


Canlılar Arasındaki Moleküler Benzerliklerin
Evrim Teorisinin Delili Olduğu Yanılgısı



Kitapçığın bu bölümündeki temel iddiaya göre, çağdaş biyokimya ve moleküler biyolojide yaşanan buluşlar ortak bir atadan türeyişe deliller sunmaktadır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 17) Kitapçıkta bu sözde delillere verilen ilk örnek ise, evrimci ön yargılarla türetilmiş bir varsayımdan başka bir şey değildir. UBA, nükleoit dizilerini amino asit dizilerine çeviren şifrenin tüm canlılarda aynı olmasını ve tüm canlıların proteinlerinin değişmeksizin aynı 20 amino asitten oluşmasını, canlıların ortak bir atadan türediği iddiasına delil olarak göstermektedir. Bu çok komik bir iddiadır. Evrimciler, önce evrim teorisini kesin bir gerçek olarak kabul etmekte, sonra elde ettikleri verileri evrim teorisine uygulamaya çalışmaktadırlar. Oysa tüm canlıların benzer özellik ve fonksiyonlara sahip olmaları ortak tasarımın varlığının bir delili olarak da değerlendirilebilir. Tüm canlıları tasarlayan ve yaratan tek bir Yaratıcı vardır, dolayısıyla hepsinin temelde benzer özellik ve yapılardan oluşuyor olması son derece doğaldır.






amino asitler

Canlıların benzer yapılara ve özelliklere sahip olmalarının nedeni, her birini yaratan tek bir Yaratıcı olmasıdır.
O Yaratıcı Yüce Allah'tır.








Miyoglobin, Hemoglobin Molekülünün Evrimsel Atası Değildir




miyoglobin ve hemoglobin molekülü

Üstte: Miyoglobin molekülü
Sağda: Hemoglobin molekülü




Moleküler Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar başlıklı bölümde, hemoglobin ve miyoglobin adlı moleküller örnek verilmekte ve bu iki molekül arasında evrimsel akrabalık olduğu öne sürülmektedir. UBA'nın kitapçığında yer alan iddia şöyledir:

Ne var ki, her zincirde miyoglobindekinin tıpatıp eşi bir hem grubu vardır ve hemoglobin molekülündeki her dört zincir de aynı miyoglobin gibi katlanır. Böylece bu iki molekülün yakın akrabalığı 1959 yılında ortaya konmuş oldu.

Hemoglobin ve miyoglobin adlı moleküllerin benzer özelliklere sahip oldukları doğrudur. Doğru olmayan, UBA'nın ve diğer evrimcilerin, bu benzerlikten yola çıkarak hemoglobinin miyoglobinden evrimleştiğini öne sürmeleridir. Bu iddiaları hiçbir bilimsel delile dayanmamaktadır, sadece evrimci ön yargılarının bir ürünüdür. Bunun nedenlerini sırasıyla inceleyelim:






taşıtlar

Benzer amaçlar için tasarlanmış olan araçların benzer özelliklere sahip olmaları son derece doğaldır. Örneğin hemen her taşıt bir dümene veya direksiyona sahiptir. Aynı "ortak tasarım" proteinler için de geçerlidir.








mixer

Bir ev aleti olan mikser ve inşaatlarda çimento karmak için kullanılan bu araç, benzer bir amaç için tasarlanmışlardır. Farklı görünümde olmalarına rağmen benzer yapı ve özelliklere sahiptirler.



• Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, miyoglobin ve hemoglobin, benzer görevleri olan iki moleküldür; hemoglobin kanda oksijen taşır, miyoglobin ise oksijeni hemoglobinden alır, dokulara ve gerekli yerlere ulaştırır. Dolayısıyla benzer görevleri olan iki protein molekülünün benzer yapılara sahip olacak şekilde tasarlanmış olması son derece doğaldır. Bir benzetme yaparsak, tüm taşıtlar benzer özelliklere sahiptirler; hemen hepsinin motoru, dümeni veya direksiyonu, tekerlekleri, taşınacak eşya veya insanlar için özel bölümleri bulunur. Açıktır ki, bu benzerliklerin nedeni, bu taşıtların her birinin belli bir amaç için özel olarak tasarlanmış olması ve bu amaca uygun ortak özelliklere sahip olmasıdır. Hemoglobin ve miyoglobin de benzer bir amaç için tasarlanmış olan moleküllerdir ve bu nedenle benzer özelliklere sahiptirler.

• UBA'nın iddiasını biraz daha detaylı olarak incelediğimizde, imkansızlığını daha açık görebiliriz. Bu iddiaya göre, miyoglobin molekülü zaman içinde uğradığı mutasyonlar sonucunda evrimleşmiş, amino asit diziliminde farklılıklar oluşmuş ve böylece hemoglobin molekülü ortaya çıkmıştır. Ancak miyoglobin ve hemoglobin moleküllerinin son derece kompleks yapılara sahip oldukları bilinmektedir. Bu moleküllerden herhangi birinin, mutasyon gibi rastgele etkilere maruz kalması, mutasyonlarla ilgili bölümde de incelendiği gibi, bu molekülleri bozacak, işe yaramaz hale getirecektir. Orak hücre anemisi olarak bilinen hastalık bunun örneklerinden biridir. Bu hastalık, hemoglobin molekülünde meydana gelen bir mutasyon sonucunda ortaya çıkar ve oldukça ciddi sonuçları bulunmaktadır. Dolayısıyla, bir proteinin amino asit dizilimini rastgele değiştiren herhangi bir mutasyonun, bu proteini daha fazla özelliklere sahip, daha kompleks bir başka proteine dönüştürmesini beklemek, imkansıza inanmak olur. Evrimcilerin iddialarını kanıtlayabilmek için, miyoglobin ile hemoglobin arasındaki her geçiş aşamasının fonksiyonel (ve dahası bir önceki aşamadan daha yararlı) olması gereklidir ki, bu imkansızdır.


hemoglobin

Hemoglobin molekülünün yapısı



Evrim teorisini eleştiren Amerikalı kimyacı Dr. Robert Kofahl, hemoglobinin miyoglobinden evrimleştiği iddiasının imkansızlığı için şu yorumda bulunur:


Moleküler homoloji iddiasının iyi örneklerinden biri, insan dahil kara omurgalılarının sahip olduğu alfa ve beta hemoglobin molekülleridir. Bunların insan miyoglobinine benzeyen atasal bir miyoglobin molekülüyle homolog olduğu varsayılmaktadır. İki alfa ve iki beta hemoglobini, kanımızdaki oksijen ve karbondioksiti taşıyan olağanüstü hemoglobin molekülünü oluşturmak üzere  iş birliği yapar. Ancak miyoglobin kaslarımızın içindeki oksijeni taşıyabilmek için tekli moleküller gibi davranır. (Evrimciler), ilk miyoglobin molekülünün evrimleşerek ... alfa ve beta hemoglobin molekülünü oluşturduğunu varsayarlar. Günümüzde, miyoglobin ve hemoglobin moleküllerinde bulduğumuz ise, özel ve üstün özelliklere sahip mükemmel bir tasarım mucizesidir. Hayali evrimsel değişim süresi boyunca, yarı evrimleşmiş moleküllerin faydalı fonksiyonlara hizmet edebileceğine ya da herhangi bir canlının kanında bu moleküllerle hayatta kalabileceğine dair herhangi bir delil var mı? Böyle bir bilgi yoktur. Modern omurgalılar bu moleküller içinde (sadece) çok küçük varyasyonları tolere edebilirler. Yani iddiaya göre homolog olan globin moleküllerinin farz edilen evrimsel tarihi bilim değil bir fantezidir. 1


Dr. Kofahl'ın da belirttiği gibi, UBA'nın moleküler homoloji konusundaki iddiaları, diğerleri gibi bilim değil, sadece fantezidir.

Ayrıca evrimcilerin açıklamaları, miyoglobin proteininin kökenine bir açıklama getirmemektedir. Hemoglobin miyoglobinden evrimleşmiştir demektedirler, ancak miyoglobinin nasıl oluştuğu konusu evrimciler açısından hala bir muammadır.
 


Moleküler Kıyaslamalar, Evrim Teorisinin
Sözde Soy Ağacı İle Çelişmektedir



Bilim ve Yaratılışçılık kitapçığında, canlıların hemoglobin, miyoglobin veya sitokrom-c gibi proteinleri karşılaştırılarak evrimsel bir soy ağacı oluşturulabildiği ve bu ağacın paleontoloji ve anatomiden elde edilen verilerle uyumlu olduğu öne sürülmektedir. Bu iddia kitapçıkta şöyle ifade edilmektedir:


Değişik canlıların dizilimleri arasındaki farklar, canlılarda görülen hemoglobin ve miyoglobin varyasyonunu yansıtan bir aile ağacı oluşturmak için kullanılabilirdi. Bu ağaç, karşılaştırılan canlıların ortak bir atadan türediklerine ilişkin paleontolojiden ve anatomiden sağlanan gözlemlere tamamen uyuyordu.

…Enerji transferinde rolü olan sitokrom-c gibi diğer proteinlerin ve tripsin ile kimotripsin gibi sindirim proteinlerinin üç boyutlu yapılarından ve amino asit dizilimlerinden de benzer aile geçmişleri elde edilmiştir. Moleküler yapının incelenmesi, evrimsel ilişkilerin çalışılmasında yeni ve son derece güçlü bir araçtır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 18)







Hemoglobin, miyoglobin ve sitokrom-c gibi moleküllerin analizi ile elde edilen sözde soyağaçları

Hemoglobin, miyoglobin ve sitokrom-c gibi moleküllerin analizi ile elde edilen sözde soyağaçları birbirleri ile ve diğer verilerle çelişmektedir.







UBA'nın, konu hakkındaki araştırma ve verileri yok sayarak, yukarıdaki gibi bir iddiada bulunması şaşırtıcıdır. Çünkü UBA'nın sözünü ettiği moleküler karşılaştırmalar, evrim teorisi için büyük sorunlar oluşturmakta, teorinin çelişkiler içerdiğini gözler önüne sermektedir. UBA'nın ve evrim teorisinin bu konudaki çelişki ve yanılgılarını incelemeden önce, moleküler karşılaştırmalar konusunda kısa bir bilgi verelim.

Canlıların yapı ve fonksiyonlarının bağlı olduğu protein molekülleri, amino asitlerden oluşurlar. Proteinlerde 20 tür amino asit vardır. Bu amino asitlerin belli bir sıra ile dizilmeleri sonucunda, farklı özellikleri olan proteinler oluşur. Örneğin bazı amino asitlerin belli bir sırada olmaları sonucunda midedeki yağı sindiren proteinler oluşurken, bir başka amino asit zinciri oksijen taşıyan protein molekülünü meydana getirir. Genellikle aynı tür içindeki aynı tür proteinin, amino asit dizilimi aynıdır. Ancak türler arasında, bir proteinin amino asit dizilimi değişebilmektedir. Örneğin kandaki oksijenin taşınmasını sağlayan hemoglobin adlı protein için durum böyledir. Birkaç tür arasında belli bir protein molekülündeki farklılıkların karşılaştırılması ve bu karşılaştırmalardan sonuç çıkartılması moleküler homoloji olarak adlandırılır. Örneğin, insan, fare ve atın hemoglobin moleküllerinin amino asit dizileri tespit edilip, birbirleri ile kıyaslanabilir. Evrimcilere göre, birbirlerine evrimsel açıdan daha yakın olduğu varsayılan türlerin protein dizileri de birbirine daha benzer olmalıdır. Söz gelimi, insan ile atın hemoglobin dizileri, fareye göre birbirine daha çok benzemelidir. Ne varki, bu yönde yapılan araştırmalar, moleküler düzeyde yapılan kıyaslamaların evrim teorisinin iddiaları ile tutarsızlık gösterdiğini ortaya koymuştur. Bu tutarsızlığı ortaya koyan araştırma sonuçlarından bazıları şöyledir:

insan ve at


UBA'nın evrime delil olarak sunduğu sitokrom–c adlı molekül üzerinden yapılan kıyaslamalar, aslında evrimcileri hayal kırıklığına uğratan sonuçlar getirmiştir. Bu kıyaslamalar sonucunda kaplumbağa kuşlara, bir başka sürüngen olan yılandan daha yakın çıkmıştır. Oysa evrimcilerin iddiasına göre her ikisi de sürüngen olan kaplumbağa ve yılanın protein dizilimi birbirine daha yakın olmalıdır.2

Yine aynı araştırma sonucunda tavukların, ördeklerden çok penguenlerle benzerlik gösterdikleri tespit edilmiştir. İnsan ise, maymunlara değil, kangurulara daha yakın çıkmıştır. 3

Popular Science dergisinin Ocak 2002 sayısındaki bir makalede, ördeğe benzeyen dalgıç kuşunun DNA'sının daha çok flamingoya benzediği ortaya konmuştur. 4

LH adlı hormonun amino asit dizisinin kıyaslanması sonucunda ise amfibiyenlerin evrim teorisinin iddia ettiği gibi, sürüngenlere değil memelilere daha yakın olduğu sonucu elde edilmiştir. 5

Alfa hemoglobin proteini üzerinden yapılan karşılaştırmalarda, timsah ile tavuğun en fazla % 15 ortak amino asit dizilimine sahip canlılar oldukları belirlenmiştir. Bir sonraki sırada ise engerek yılanı ile tavuk bulunmaktadır(%10,5). En fazla benzerlik göstermesi gereken iki sürüngen olan engerek yılanı ile timsah ise en düşük benzerliğe sahiptir(%5,6). Colin Patterson, bu örnek ile evrimsel varsayımların açıkça çürütüldüğünü belirtmiştir. 6

Miyoglobin karşılaştırmalarında ise, timsahlarla kertenkelelerin %10,5 benzerliğe sahip oldukları görülmüştür. Ancak, kertenkele tavuk ile de %10,5 benzerlik göstermektedir. Yani sürüngen/sürüngen kıyası, sürüngen/kuş kıyası ile aynıdır.7

Lizozom ve süt albümini kıyaslamalarında ise, insanlar test edilen diğer memelilerden çok, tavuklara yakın çıkmıştır. 8

Cambridge'ten Adrian Friday ve Martin Bishop ellerindeki tetrapodların protein dizilimi verilerini analiz etmişlerdir. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.9


tavu, engerek yılanı, ördek, penguen, kaplumbağ

South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesinden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe'nin relaxinler üzerinde yaptığı çalışmalar oldukça ilginç sonuçlar ortaya koymuştur:


Yakın akraba olduğu bildirilen türlerin relaxinleri arasındaki yüksek değişkenliğin yanı sıra, domuzun ve balinanın relaxinleri bütünüyle aynıdır. Farelerden, Yeni Gine domuzundan, insandan ve domuzdan alınan moleküller, birbirlerinden yaklaşık %55 uzaktır. Buna rağmen insülin, insanı şempanzeden daha çok domuza yakın kılmaktadır.10

Bir 1996 yılı çalışmasında, 88 protein üzerinde yapılan analizler, tavşanları kemirgenler yerine primatlarla aynı grupta çıkarmıştır; 1998 yılındaki bir araştırmada 19 hayvan türünde 13 gen analiz edilmiş ve bunun sonucunda deniz kestaneleri omurgalılar arasında gruplanmış; bir başka 1998 araştırmasında ise 12 protein analiz edilmiş ve bunun sonucunda inekler atlardan çok balinalara yakın çıkmıştır. 11


Örneğin California Üniversitesinden Richard Holmquist, sitokrom-c üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda, evrim teorisine göre birbirlerine son derece yakın olmaları gereken amfibiyenlerle sürüngenler arasındaki biyokimyasal farkın, teoriye göre birbirlerinden çok daha uzak olan  kuşlar ile balıklardan, memeliler ile balıklar veya memeliler ile böcekler arasındaki farklardan daha da büyük olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmacının konu hakkındaki yorumu şöyledir:


kaplumbağ ve yılan



Her iki durumda da, bu değişikliklerin büyüklüğüne ve zamanla ilişkisine bağlı olarak, bazı omurgalılarda birtakım anormallikler ortaya çıkmaktadır. Bu anormallikler filogenetik ağaçlar üzerinde evrimsel uyuşmazlığın gözle görünür olumsuzluğu olarak ya da bir organizmanın familya içinde taksonomik yerleşiminin yalnızca hatalı biçimde yapılmasıyla kendini gösterecektir...

...Ancak deniz kaplumbağası ve çıngıraklı yılan arasındaki her 100 kodon (DNA ya da RNA üzerinde, belirli bir amino asit için genetik kod formasyonunu sağlayan, üç komşu bazın belirlenmiş dizilimi) başına 21 amino asitlik farklılık, tavuk ve lampri (emici bir su hayvanı) arasındaki 17, at ve köpek balığı arasındaki 16 amino asitlik farklılık gibi birbirinden büyük ölçüde ayrılmış olan sınıfların temsilcileri arasındaki farklılıktan, hatta iki farklı filumdan gelen köpek ve vida kurdu sineği (screw worm fly) (yumurtalarını bazen insan ya da diğer hayvanların burun deliklerine ya da yaralı bölgelerine bırakarak ölümcül sonuçlara yol açan bir Amerikan sineği) arasındaki 15 amino asitlik farklılıktan dikkate değer şekilde büyüktür.12

Bu araştırmaların sayısı arttıkça, moleküler düzeyde yapılan karşılaştırmaların evrim teorisi ile çeliştiği daha da belirgin hale gelmektedir. Birçok evrimci biyolog bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır. Örneğin Fransız biyologlar Hervé Philippe ve Patrick Forterre 1999 yılındaki bir makalelerinde daha fazla dizi elde edildikçe görüldü ki protein filogenileri hem birbirleri ile hem de rRNA ağacı ile çelişmektedir. diyerek bu gerçeği itiraf etmektedirler. 13


California Üniversitesinden moleküler biyologlar James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera ise  yine 1999 yılında şöyle yazmaktadırlar:


Bilim adamları farklı organizmalardan farklı genleri analiz etmeye başladıklarında, bunların birbirleri ile ilişkilerinin rRNA analizleri ile oluşturulan evrimsel hayat ağacı ile çeliştiğini gördüler. 14


RNA temelli karşılaştırmalar ile soy ağacı kurma konusunda öncü sayılan Illinois Üniversitesinden biyolog Carl Woese ise, UBA'nın yayını olan PNAS'ta (Proceedings of the National Academy of Sciences) yayınlanan bir makalesinde, söz konusu araştırmaların çelişkili sonuçları üzerine şu yorumu yapmaktadır:


Şimdiye dek üretilen birçok bireysel protein filogenisinden, organizmaya ilişkin tutarlı hiçbir filogeni ortaya çıkmamıştır. Filogenetik uyuşmazlıklar evrensel ağacın içinde, kökünde, içindeki temel dallarda,  çeşitli gruplar arasında, birincil grupların kendi oluşumuna dek her yerde görülebilir. 15



insulin ve relaxin protein

Yaşam için temel proteinler: İnsülin (1) ve relaxin(2).



Biyolog Michael Lynch ise farklı genler üzerinde yapılan analizler kadar, aynı genler üzerinde yapılan farklı analizlerin dahi çelişkili sonuçlar getirdiğini belirtmektedir:


Farklı genler üzerinde yapılan analizlerle ve hatta filogenetik ağaçların bir çeşitlenmesini oluşturan aynı genler üzerinde yapılan farklı analizlerle ana hayvan filumlarının filogenetik ilişkilerine açıklık kazandırılması, içinden çıkılması güç bir problem oluşturmuştur.16


Moleküler biyolog Michael Denton, moleküler seviyede yapılan karşılaştırmaların evrim teorisi ile çeliştiğini şöyle açıklamaktadır:


Ancak 1960'larda daha fazla protein dizilimi elde edildikçe, moleküllerin doğadaki ardışık düzen için hiçbir delil sağlamayacağı açıkça görüldü. Aksine moleküllerin, evrim için hiçbir delilin bulunmadığı hiyerarşik şemayı destekleyen geleneksel görüşü onayladıkları anlaşılmıştır. Dahası, sınıfların, matematiksel açıdan, en tutucu tipolojistlerin bile öngörebileceğinden, daha mükemmel olduğu ortaya çıktı. 17


Dr. Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:


sitokrom c

Sitokrom c




Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metot olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.18


Durham Üniversitesi Biyolojik Bilimler Bölümü'nden Prof. Dr. Donald Boulter, amino asit dizilimleri üzerinde yapılan karşılaştırmaların evrim teorisinin varsayımları ile çelişkili sonuçlar verdiğini 1980 yılında şöyle açıklamıştır:


Omurgalılardaki  sitokrom-c'nin amino asit dizilimlerinden elde edilen ilk sonuçlar  fosil kanıtlarından türetilenlere  benzer omurgalılar filogenisinin ana hatlarının oluşturulmasına yön verdi. Diğer proteinlerden elde edilen sonuçlar toparlandıkça bu çok umutlandırıcı başlangıç, kısa sürede daha az tatmin edici hale geldi. Farklı proteinlerin amino asit dizilim veri kümeleri her zaman aynı filogenetik yoruma uygun düşmemiş ya da temelde fosil ve morfolojik özelliklerden elde edilen kabul görmüş filogeniyle uyuşmamıştır.19


1998 yılında Science dergisinde Elizabeth Pennisi tarafından yayınlanan Genome Data Shake Tree of Life (Genom Verileri Hayata Ağacını Sarsıyor) başlıklı makalede, moleküler seviyede yapılan analizlerin, evrimciler tarafından kabul edilen sözde evrim ağacını sarstığı, sonuçların birbirleri ile çelişkili olduğu şöyle ortaya konuyordu:


O zamandan beri o (evrimci Carl Woese) ve diğerleri bir yaşam ağacı kurmak için hem büyük hem de küçük olmak üzere çok çeşitli canlının evrimsel ilişkilerini gösteren rRNA kıyaslarını kullanıyorlardı. Bu rRNA temelli ağaca göre milyarlarca yıl önce evrensel ortak bir ata iki mikrop dalına ayrılmıştı, archaea ve bakteriler (topluca prokaryotlar olarak adlandırılıyor). Daha sonra archaea'dan ökaryotlar gelişti. Ama dizilimleri yeni yapılan mikrobik genomlar ve bira mayası gibi ökaryotik genomlara yapılan kıyaslar bu düzenli resmi düzensizliğe götürüyor, bütün yaşamın sınıflandırılması hakkında şüpheler meydana getiriyor. 20

Pennisi, kaynama noktasına yakın bir ısıda yaşayan ve DNA dizilimi tamamlanan Aquifex aeolicus bakterisinin moleküler evrimcilerin karşılaştıkları problemleri somutlaştırdığını söylüyordu. Söz konusu bakteri üzerinde incelemeler yapan bilim adamlarından  moleküler genetikçi Robert Feldman 1998 yılının Şubat ayında Kuzey Carolina Hilton Head'deki Mikrobal Genom Konferansında vardığı sonucu şöyle özetlemişti: Kullanılan genlere bağlı olarak farklı filogenetik ağaçlar elde ediyorsunuz. 21







Ribozomal RNA temelli ağaç

Ribozomal RNA temelli ağaca göre evrensel ortak bir ata iki dala ayrılmıştı, archaea ve bakteriler. Ve daha sonra archaea'dan ökaryotlar gelişmişti. Ama dizilimleri yeni yapılan mikrobik genomlar ve bira mayası gibi ökaryotik genomlarla yapılan kıyaslar, bu iddia ile çelişmekte, evrimciler için bir çıkmaz daha oluşturmaktadır.







Makalede, bu araştırmanın sonucunda elde edilen bazı veriler şöyle özetleniyordu:


Hücre bölünmesine yardım eden FtsY adlı proteinin geni, Aquifex'i toprak mikrobu Bacillus subtilus'a yakın bir yere yerleştirdi. Oysa her ikisinin de bakteriyel ağacın farklı dallarından geldikleri varsayılıyordu. Daha da kötüsü, tryptophan adlı amino asidi sentezlemekte kullanılan bir enzimi kodlayan gen, Aquifex'i archaea'larla ilişkili gösterdi. Diversa ekibinin archaea hakkında bulduğu tek anormallik bu da değildi. DNA'nın yapıtaşlarını inşa etmede yardımcı olan, CTP sentezini enzimini şifreleyen gen analizleri archaea'yı evrimleşen diğer bütün organizmaların dışına atar ve rRNA ağacının ileri sürdüğü gibi tutarlı ve farklı bir grup olmadıklarını ileri sürer. 22


Pennisi'nin makalesinde görüşü belirtilen bilim adamlarından bir diğeri olan Ohio State Üniversitesi'nden mikrobiyolog John Reeves ise bu konu hakkında şöyle demektedir:


Daha önce rRNA ağaçları, canlıların (yaşam tarihi) ağacı ile denkleştirilmeye çalışılıyordu. Ancak tüm genomlara baktığınızda rRNA ağacıyla aynı sonucu vermeyen genlerle  karşılaşıyorsunuz. 23


Benzerlikler Evrimsel Akrabalık Anlamına Gelmiyor



Evrimciler, canlılar arasındaki sözde evrimsel akrabalığı, bu canlılar arasındaki bazı genetik veya morfolojik benzerliklerden yola çıkarak öne sürmektedirler. Ancak, son yıllarda yapılan araştırmalar, genetik ve morfolojik benzerliklerin, canlı türleri arasında evrimsel bir ilişki olduğu iddiasına delil teşkil etmediğini göstermiştir.


Genler aynı fakat görünüş farklı




tuğlalı ev

Moleküler kıyaslamalarda, flamingonun en yakın akrabası, dalmak üzere tasarlanmış kısa bacaklarıyla sıska dalgıç kuşu çıkmıştır. Bu evrim ağacı ile çelişen bir sonuçtur.



Bu alanda yapılan en son çalışmalardan biri ABD Ulusal Bilim Vakfı tarafından yürütüldü. Penn Eyalet Üniversitesi'nden evrim biyoloğu Blair Hedges başkanlığında yürütülen çalışmada su kuşlarının genleri karşılaştırıldı. Ancak aynı ailenin üyeleri oldukları iddia edilen kuşların, gerçekte genetik açıdan birbirine hiçbir şekilde benzemediği ortaya çıktı. Araştırmanın sonuçları şöyle özetleniyordu:


Su kuşlarının genleri, kuşların bedensel özelliklerini temel alan geleneksel akrabalık gruplamalarından tamamen farklı bir soy ağacı ortaya çıkardı.

Evrimciler bugüne dek fiziksel özellikleri karşılaştırma yolu ile, türler arasında akrabalık ilişkileri kurmuşlardır. Ancak araştırmacılar DNA analizleri sayesinde fiziki özelliklerden yola çıkılarak çizilen evrim soy ağaçlarının geçersiz olduğunu artık fark etmiş bulunuyorlar.


Araştırmanın şaşırtıcı bulguları arasında, birbirine çok benzer genlere sahip canlılar arasında herhangi bir bedensel benzerlik olmadığı saptandı:


Çamurda yürümesini sağlayan uzun bacaklarıyla, flamingonun en yakın akrabası, çamurda yürüyen uzun bacaklı bir başka kuş değil, ancak dalmak üzere yapılmış kısa bacaklarıyla  sıska dalgıç kuşu çıktı.


Evrim biyoloğu Blair Hedges bu sürpriz buluş karşısındaki şaşkınlığını şöyle belirtti:


Genleri birbirlerine diğer başka kuşlarla olduğundan daha çok benzeyen iki tür, dışarıdan hiçbir benzerlik göstermemekteler.







pelikan

Moleküler kıyaslamalarda, flamingonun en yakın akrabası, dalmak üzere tasarlanmış kısa bacaklarıyla sıska dalgıç kuşu çıkmıştır. Bu evrim ağacı ile çelişen bir sonuçtur.







Görünüş aynı ama genler farklı



Benzer bir buluş ise Meksika'da yeni bir semender türünün bulunması ile ortaya çıkarıldı. Önce bir semender bulduklarını düşünen bilim adamları, DNA analizi sonrasında, buldukları fosile semender diyemeyecekleri sonucuna vardılar. Çünkü ellerindeki fosil, her ne kadar bilinen semenderle tıpatıp aynı olsa da genetik olarak çok farklıydı. ABD Ulusal Bilim Vakfı tarafından bu sonuç şöyle açıklandı:


Toprakta yaşayan bu semender, birkaç yüz mil ötedeki dağın eteklerinde yaşayan semenderlerin tıpatıp aynısı görünüyor. Fakat California Berkeley'deki zoologların yaptığı DNA analizi, apayrı türler olduklarını gösteriyor.


İşte bu noktada, çok büyük bir şaşkınlık hakim olmaktadır: birbirinin aynısı olmalarına rağmen, genetik açıdan tamamen ayrı türler olarak sınıflandırılmaları gerekmektedir. Çalışmayı yürüten California Berkeley Üniversitesinden biyolog David Wake, vardığı sonucu çok açık olarak şöyle ifade ediyor:


Birbirlerinin yakın akrabaları değiller.


Görüldüğü gibi dış benzerlik genetik benzerlik dahi gerektirmemektedir. Bu nedenle uzmanlar bu sonucu büyük bir sürpriz olarak nitelendirmektedirler. Çünkü genetik olarak çok farklı olmaları kesinlikle ortak bir atadan evrimleşmedikleri, birbirleriyle akraba dahi olmadıkları sonucunu getirmektedir.

Bu değerlendirmeler ışığında evrimcilerin bedensel veya genetik benzerliklerden yola çıkarak varsaydıkları sözde evrimsel yakınlıkların geçersiz olduğu anlaşılmıştır. Böylece bugüne dek çizilmiş olan tüm soy ağaçlarının da bilimsel bir temele dayanmadığı, evrimci ön yargılarla oluşturuldukları ortaya çıkmaktadır.

 

____________________________________________________________________________________________________________________________

Cheryll Dybas, Genes of Aquatic Birds Reveal Surprising Evolutionary History, National Science Foundation – Official News-Media tip, 1 Ağustos 2001
Cheryll Dybas, New Salamenders Turn up From DNA Analysıs, National Science Foundation, Official New Media Tip, 1 Ağustos 2001


UBA'nın Sitokrom-C ve Hemoglobin Yanılgısı



UBA'nın kitapçığında, canlıların sitokrom-C ve hemoglobin gibi moleküllerinin karşılaştırılması yoluyla elde edilen soy ağaçlarının evrim teorisine delil sağladığı iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre, canlı türlerinin bu tür moleküllerinin amino asit dizilimleri arasındaki farklılıklar, bu canlıların birbirlerinden evrimleştiklerini göstermektedir. Bu da tümüyle yanlış bir iddiadır. Bazı türlerin sitokrom-c veya hemoglobin moleküllerinde bazı benzerlikler bulunması, bu canlıların birbirlerinden evrimleştiklerine delil olamaz.

Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, başka moleküller üzerinde yapılan kıyaslamalar az önce incelediğimiz gibi,  son derece farklı ve hiçbir evrim şemasına oturmayan çelişkili sonuçlar vermektedir.

Biyokimyacıların, sitokrom-C gibi bazı proteinler üzerinden yaptıkları kıyaslamaları bir tabloda topladıklarında buldukları ise şudur: Türleri moleküler yapılarına göre gruplara ayırmak mümkündür. Ve bu gruplar, karşılaştırmalı anatomi ile varılan gruplarla uyuşmaktadır. Ancak, böyle bir protein atlasında ilginç olan, bu grupların veya alt sınıfların her birinin diğerlerinden tamamen izole edilmiş, tamamen ayrı olmasıdır. Gruplar arasında hiçbir geçiş veya ara sınıf bulunmamaktadır, aynen fosil kayıtlarında veya günümüzdeki canlılar dünyasında ara türler olmadığı, türlerin keskin hatlarla ayrıldığı gibi.

Avustralyalı biyokimyacı Michael Denton, Dayhoff Atlas of Protein Structure and Function gibi sitokrom farklılıklarını gösteren tabloların bu tür ara geçiş eksikliğini çok belirgin şekilde ortaya koyduğuna dikkat çeker. 24

Bu konuda dikkat çeken bir başka nokta ise şudur: Evrimcilere göre en ilkel organizma hücre çekirdeği olmayan bakterilerdir. Hücresinde çekirdek olan daha yüksek organizmalar, mayadan insana kadar, ökoryat olarak adlandırılır. Eğer tüm ökaryotlar bakterilerden türediyse -ki evrimcilerin iddiası budur- o zaman sitokrom-C gibi proteinlerde, kademe kademe farklılaşma görmeyi beklersiniz. Ancak, bulduğunuz şudur: insandan kangruya, meyve sineğinden tavuğa, ayçiçeğinden çıngıraklı yılana ve penguenlerden fırıncıların kullandığı mayaya kadar tüm ana sınıfların sitokrom-c'leri, bakterilerin sitokrom-c moleküllerinden aynı derecede farklılık göstermektedirler. (%65 ile %69 arasında değişen bir farklılık vardır).






tablo

Rhodospirillum rubrum'un bakteriyal sitokrom-C'si ile diğer canlıların sitokrom-C'leri arasında yapılan otuz üç karşılaştırmayı listeleyen tablo. Tabloda da görüldüğü gibi, her sınıf keskin olarak bir diğer sınıftan ayrılmaktadır, ara geçiş formları moleküler seviyede de görülmemektedir. Her bir alt sınıfın tüm dizilimleri, başka bir grubun üyelerinden eşit derecede uzaktır, yani evrimcilerin iddialarına göre birbirine daha yakın akraba olması gereken sınıfların moleküler dizilimleri birbirine daha yakın değildir. 25







Michael Denton bu konuda şu yorumu yapar:


İnsan, lampri (emici bir su hayvanı), meyve sineği, buğday ve maya gibi farklı organizmalardan alınan ökaryotik sitokromların hepsi, bu bakteriyal sitokromla, yüzde altmış dört ila yüzde altmış yedi arasında bir dizilim uyuşmazlığı sergilemektedir. Ökaryotik türlerin maya gibi tek hücreli organizmalardan, memeliler gibi çok hücreli organizmalara kadarki müthiş varyasyonu göz önüne alındığında ve ökaryotik sitokromların kendi aralarında yüzde kırk beşe kadar çeşitlendiği değerlendirildiğinde, bunun modern bilimin en şaşırtıcı bulgularından birisi olarak kabul edilmesi gerekir.26


Daha da olağanüstü olan ise, evrimci şemanın en temel iddiası olan balıktan amfibiyene, amfibiyenden sürüngene, sürüngenden memeliye geçiş iddiasının biyokimyada hiçbir delil bulamamasıdır. Amfibiyenler, sürüngenler ve memeliler gibi kara omurgalılarının protein farklılıkları, balıklarınki ile karşılaştırıldığında, yine hepsi eşit derecede izole olmuş olarak çıkarlar. Evrimsel diziden beklenen kademeli farklılaşma görülmemektedir.

Atlar, tavşanlar, kurbağalar ve kaplumbağalar, sitokrom-c'leri açısından sazan balığından %13 farklıdırlar. Denton, Moleküler seviyede balıktan amfibiyene, amfibiyenden sürüngene ve sürüngenden memelilere evrimsel geçişin hiçbir izi yoktur. Örneğin, balıklarla diğer kara omurgalıları arasında ara geçiş canlısı olarak görülen amfibiyenler, moleküler açıdan balıklardan diğer sürüngenler ve memeliler kadar uzaktır. 27 demektedir.

Görüldüğü gibi, UBA'nın moleküler biyolojiden evrim teorisine kanıt olarak gösterdiği olguların tamamı birer yanılgıdır, veya evrimci bilim adamlarının kasıtlı çarpıtmalarıdır.


Sözde Genlerin Evrim Teorisine Delil Oluşturdukları Yanılgısı



UBA'nın evrim teorisine moleküler biyolojiden delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri ise işlevsel olmadıkları iddia edilen ve  sözde genler (pseudogenes) olarak adlandırılan DNA dizileridir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19)

Bilindiği gibi bir canlının vücudundaki proteinler, genlerde kodlu olan bilgi kullanılarak üretilir. Sözde genler ise, protein üretiminde veya bir başka fonksiyonda rol oynamadıkları varsayılan, dolayısıyla işlevsiz olarak kabul edilen DNA dizileridir.

Sözde genler kavramı, aslında DNA'da işlevsiz kısımlar bulunduğunu iddia eden Junk DNA (Hurda DNA) tezinin bir parçasıdır. Ancak bu tezin tümüyle çürük olduğu, 1990'ların ikinci yarısından itibaren elde edilen bir dizi bulgu ile ortaya çıkmıştır. Çünkü işlevsiz (junk) olduğu iddia edilen DNA dizilerinin hücre ve vücut için son derece önemli işlevler üstlendikleri bir bir ortaya çıkmıştır. En son olarak 1992 yılı sonunda elde edilen bulgular, Junk DNA olarak tanımlanan genlerin, aslında vücudun genel yapısı ve diğer genlerin ne zaman aktif veya pasif hale getirileceğinin bilgisi gibi son derece hayati kodlar içerdiklerini ortaya koymuştur. Washington Post gazetesinin yazdığına göre, bilim adamları, yeni keşiflerin Junk DNA kavramının tamamen terk edilmesine yol açmaya aday olduğunu söylemektedirler. 28

Öte yandan eğer gerçekten hücre içinde sözde genler (pseudogenes) var olsa bile, bunların evrim teorisine kazandırdığı herhangi bir şey yoktur.

Evrimcilerin, sözde genleri ortak bir atadan türeyişin delili olarak görmelerinin nedeni, onları DNA'da mutasyonlar tarafından oluşturulan hatalar olarak düşünmeleridir. Farklı canlı türlerinde benzer hataların meydana gelmesinin ise imkansız olduğunu, dolayısıyla bu hataların evrim süreci boyunca yeni türlere aktarıldığını öne sürmektedirler. Oysa bu iddiayı çürüten birçok delil bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:


1.  Bazı gen bölgeleri mutasyona daha elverişlidir. Dolayısıyla farklı canlı türlerinde aynı gen bölgelerinin mutasyona uğramış olması şaşırtıcı değildir ve ortak bir atadan türemeyi gerektirmez.

2.  Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair deliller, başta belirttiğimiz gibi, giderek artmaktadır.

3.  Sözde genlere bağlı olarak kurulan filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem de diğer  filogenetik ağaçlarla çelişkilidir.


hayvanlar

1. Mutasyona daha elverişli olan gen bölgeleri, evrimcilerin sözde genler hakkındaki iddialarını geçersiz kılmaktadır

hayvanlarBirçok gende ve sözde gende popüler mutasyonel noktalar bulunduğu tespit edilmiştir.29 Bunun anlamı şudur: DNA dizilerinin bazı bölgeleri, mutasyona uğramaya diğerlerine göre daha elverişlidir ve bunlar organizma üzerinde etkisi olmayan mutasyonlardır. Dolayısıyla, farklı canlıların DNA'sında bu bölgelerin mutasyona uğramış olması ve aynı nükleotidlerin değişmesi olası bir durumdur. Sırf bu benzer mutasyonlar dolayısıyla bu canlıların ortak bir atadan türediklerini iddia etmenin bir mantığı yoktur.30

2. Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair deliller giderek artmaktadır

Evrimcilerin, sözde genleri evrim teorisine delil olarak göstermelerinin nedeni, bu genlerin işlevsiz olduklarını varsaymalarıdır. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi işlevsiz oldukları sanılan birçok sözde genin gerçekte işlevsel olduğu anlaşılmıştır. Bu yöndeki deliller ise giderek artmaktadır. Ayrıca, bazı bilim adamlarının da belirttiği gibi, herhangi bir deney ortamında bu DNA dizilerini protein kodlarken gözlemlememiş olmak, onların böyle bir yetenekleri olmadığını göstermemektedir. Nitekim, Leeds Üniversitesi Moleküler Tıp Bölümünden A. J. Mighell bu konuda şöyle der:


Bu ve diğer örneklerde bir genin kesin olarak sözde gen veya gen olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Böyle bir tespit için analizin uygun zaman ve yerde ve uygun koşullarda yapılmamış olması mümkündür. 31


Zuckerkandl, Latter ve Jurka ise, sözde genlerin işlevsiz oldukları iddiasının somut bir gerçek gibi kabul edilmesini şöyle eleştirir:


Bazı yayınlarda, protein ya da işlevsel RNA kopyaladıkları bilinmeyen DNA'dan, özellikle sözde genlerden, sanki işlevsizlikleri ispatlanmış bir gerçekmiş gibi, işlevsiz DNA olarak bahsedilmektedir.32


Nitekim daha önceleri işlevsiz olarak kabul edilen ve en bilinen sözde gen gruplarından biri olan Alu'nun gerçekte işlevsel olduğu yakın bir zaman önce delillendirilmiştir.33 Ayrıca bazı sözde genlerin DNA'yı tersine kopyalayan RNA ile birbirlerini etkiledikleri düşünülmektedir.34 Bazı sözde genlerin ise, genetik çeşitlilik oluşturmak için bilgi kaynağı olarak fonksiyon gösterdiklerine inanılmaktadır. 35 

Sözde gen dizilerinin bazı kısımlarının fonksiyonel genlere kopyalandıkları ve fonksiyonel dizinin değişik biçimlerini ürettikleri düşünülmektedir. Bu olgu birçok kereler rapor edilmiştir. Bazı örnekler arasında fındık faresi36 ve kuş37 immunoglobulinleri, fare histon genleri38, ve atların globin genleri39, ve insanın beta globin genleri40 bulunmaktadır.


kuyruk sokumu ve omurga

Kuyruk Sokumunun Röntgende Görünümü
Evrimciler, 19. yüzyılda yüzlerce maddelik "körelmiş organlar" listesi çıkarmışlar ve bu listeyi evrime delil olarak kullanmışlardı. Oysa 20. yüzyılda bu liste giderek küçülmüş ve işlevsiz zannedilen organların gerçekte vücut için önemli özellikleri olduğu tespit edilmiştir. Kuyruk sokumu bu organlardan biridir.




Bazı sözde genlerin ise gen tanzimi ile ilişkili olduğu gözlemlenmiştir.41 Bu tür bir rol, düzenleyici protein için rekabet, sinyal RNA moleküllerinin ve diğer mekanizmaların üretimini içerebilir. 42

Tüm bu örnekler, canlılarda sözde genler bulunduğu iddiasını çürütmek için yeterlidir. Sözde genler konusunda, birçok delil birikmeye başlamıştır ve bu, sözde genlerin yararsız oldukları iddiasının güvenilir olmadığını göstermektedir.

Bilindiği gibi, evrimciler 19. yüzyılda yüzlerce maddeden oluşan körelmiş organlar listesi çıkarmışlar, insan vücudunda evrim süreci içinde işlevini yitirmiş appendiks (apandisit), kuyruk sokumu gibi körelmiş organlar olduğunu iddia etmişlerdi. Oysa, 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknolojik imkanlar sayesinde bu liste giderek küçülmüş, işlevsiz olduğu sanılan organların yaşam için oldukça önemli özelliklere sahip oldukları anlaşılmıştı. Görünen o ki, aynı süreç sözde genler için yaşanmaktadır ve evrimcilerin umut bağladıkları sözde delillerden biri daha yok olmaktadır.

3. Sözde genlere bağlı olarak kurulan filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem de diğer filogenetik ağaçlarla çelişkilidir

Öte yandan evrimcilerin sözde genler üzerine kurdukları evrim ağaçları da, hem kendi içlerinde hem de diğer evrim ağaçları ile oldukça çelişkilidir. Örneğin, Ulusal Bilimler Akademisi'nin kendi yayını olan PNAS'ta yayınlanan, M. Collard ve Bernard Wood'un, How Reliable are Human Phylogenetic Hypotheses? (İnsan Filogenetik Hipotezleri Ne Kadar Güvenilirdir?) başlıklı makalelerinde belirttikleri gibi sözde genler üzerine kurulan evrim ağacına göre, insanlar tarih sahnesine şempanze ve gorillerden önce çıkmışlardır. Oysa evrimcilerin kendi iddialarına göre, şempanze ve goril insanlardan önce evrimleşmişlerdir.43

Elbette ki bu tür tutarsızlıklar sadece insan-şempanze ve goril üçlüsü arasında yapılan kıyaslamalara özgü değildir. Örneğin  beta globin molekülü ile ilgili veriler, morfolojik verilerle karşılaştırılarak genel bir primat filogenisi (evrim ağacı) inşa edilmek istenmiştir. Ancak iki verinin birbiriyle çelişkili olduğu görülmüştür.44 Bir başka çalışmada, Alu dizileri, cadı makileri (cüce bir maymun türü) hominidlerin (ve insanın) kardeş grubu olarak çıkarmıştır.45 Ancak bu sonuç, cadı makiyi primat filogenisinde başka yerlere yerleştiren verilerle çelişmektedir. Benzer sözde genlerin birbirine evrimsel açıdan uzak olarak kabul edilen filumlarda bulunması da evrimcilerin açıklayamadıkları bir durumdur.46 Bunun yeni bir örneği, oldukça şaşırtıcı bir buluş olan SINE dizileridir. Bu sözde gen dizileri, alabalık türleri47, kemirgenler ve mürekkep balığı 48 gibi birbirlerinden evrimsel açıdan oldukça uzak canlılar arasında dahi paylaşılmaktadır.






primat

İnsan, şempanze ve goriller arasında yapılan moleküler kıyaslamalar, insanların maymunlarla ortak bir atadan evrimleşmediklerini göstermekte, analizler evrim teorisinin iddialarını geçersiz kılmaktadır.







Diğer moleküller üzerinde yapılan filogenetik ağaçlarda görülen çelişkiler, sözde genler kullanılarak inşa edilen evrimsel ağaçlarda da görülmektedir. Tüm bu veriler, sözde genlerin ortak bir atadan türeyişin delilleri olmadığının görülmesi açısından yeterlidir.49






mürekkep balığı

Bazı sözde gen dizileri, alabalıklar, kemirgenler ve mürekkep balığı gibi birbirinden çok farklı canlılar tarafından paylaşılmaktadır. Bu, sözde genlerin evrime delil olamayacağını gösteren örneklerden sadece biridir.







Moleküler Saat Yanılgısı ve Bir Kısır Döngü Mantık Daha




zaman


UBA'nın evrim teorisine delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri de moleküler saat tezidir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19) Moleküler saat tezi 1970'lerin ortalarında ileri sürüldü. Bu tez, birbiriyle evrimsel akraba sayılan canlı türleri arasındaki genetik farklılığın, bu canlı türlerinin fosil kayıtlarından tespit edilen ayrışma süreleri ile kıyaslanmasıyla belirli bir evrim hızı hesaplanabileceğini varsayıyordu. Örneğin tüm memelilerin ortak bir atadan evrimleştiği varsayılırsa, at ile kangurunun ortak atasının 70 milyon yıl kadar önce yaşadığı varsayılıyor, sonra bu iki canlı arasındaki genetik farklılık 70 milyon yıla bölünerek zaman içindeki evrimleşme hızı tespit ediliyordu.  

Buna göre, bir genin veya bir proteinin ortalama evrimleşme hızı moleküler saat olarak adlandırılır. Evrimciler, moleküler saatin canlılar arasındaki evrimsel ilişkiyi ortaya koyduğunu, türlerin birbirlerinden ne zaman ayrılmaya başladıklarını ve tüm olayların gerçek zaman dizinlerini saptamada yardımcı olduğunu öne sürmektedirler.

Ancak, ilk ortaya atıldığında evrimciler tarafından büyük bir heyecanla benimsenen ve Yaratılışçılara karşı büyük bir koz olarak görülen bu tezin, evrimcilerin elindeki tüm verilerle, özellikle moleküler evrim teorileri ve paleontolojik bulgular ile çeliştiği kısa süre içinde ortaya çıkmıştır.

Moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler ve kurulan soy ağaçları fosil kayıtları ile büyük bir tutarsızlık gösterir. Örneğin antropologlar, fosil kayıtlarına dayanarak maymun ve insan nesillerinin en az 15 milyon yıl önce birbirlerinden ayrıldıklarını öngörmektedirler, ancak moleküler saat tezi uyarınca bu ayrılmanın 5 ile 10 milyon yıl öncesi bir dönemde meydana gelmesi  gerekmektedir.50


anne ve kız


Daha yakın dönemlerde, sadece anneden kız çocuğuna geçen mitokondriyal DNA üzerinde yapılan analizler sonucunda günümüz insanının 200.000 yıldan daha kısa bir süre önce Afrika'da yaşayan bir kadının torunları olduğu öne sürülmüştü. Ancak antropologlar bu sonucu kabul etmediler, çünkü bu durumda 200.000 yıldan daha yaşlı tüm Homo erectus ve sonrası fosilleri yok saymak durumunda kalacaklardı. 51

Moleküler saat yönteminin güvenilir olmadığının en açık göstergelerinden biri ise, 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aktarılmaktadır. Söz konusu makalede biyokimyacı Russell Doolittle ve ekibinin, moleküler saat yöntemi ile çekirdekli tek hücreli canlıların (ökaryotların) bakteri gibi çekirdeksiz canlılardan (prokaryotlardan) 2 milyar yıl önce ayrıldıklarını öne sürdüğü belirtilmektedir. Ancak evrimci mikrobiyolog Norman Pace ise farklı bir saat kullanarak aynı olayın 4 milyar yıl önce gerçekleştiğini öne sürmüştür. (Oysa yeryüzündeki yaşamın 3.7 milyar yıldan daha geriye gitmediği kabul edilmektedir.) Mikrofosil uzmanı William Schopf ise, her iki sonucu da reddetmiş ve en eski bakteri fosillerinin Doolitle'ın verdiği tarihten 1.5 milyar yıl önce bulunduğunu iddia etmiştir. Doolitle ise onun bu iddiasına karşı, bu fosillerin gerçek olup olmadıklarının şüpheli olduğunu belirtmiştir. 52 Görüldüğü gibi moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler hem kendi içlerinde hem de fosil kayıtları ile açıkça çelişmektedirler.

Biyokimyager Schwabe ve Warr da, yaptıkları relaxin (hamileliğin son günlerinde salgılanan bir hormon) analizlerinin evrimsel saat modeline uymadığını belirtmektedirler. 53

Araştırmacılar Vawter ve Brown tarafından yapılan DNA analizleri ise evrimcilerin beklentilerinin tamamen dışında sonuçlar vermiştir ve bu nedenle bu araştırmacılar moleküler saat hipotezinin tamamen terk edilmesi için çağrıda bulunmaktadırlar:


Mitokondriyal DNA ve çekirdeğe ait DNA sapmalarının göreceli oranlarındaki uyuşmazlık, mitokondriyal DNA ve çekirdeğe ait DNA'nın ait oldukları genomların işlediği denetimler ve sınırlamaların birbirinden bağımsız olarak evrimleştiklerini ortaya koyar ve fosil tarihlendirmesinden bağımsız, DNA evriminin genelleştirilmiş moleküler saat hipotezinin, reddedilmesi adına sağlam  bir delil sağlar. 54


Moleküler saate göre elde edilen sonuçların güvenilir olmadığını, görüldüğü gibi evrimci araştırmacılar da kabul etmektedirler.


Norman Pace

Norman Pace



Moleküler saat tezinin güvenilir bulunmamasının bir başka nedeni ise, canlı türlerinin birbirlerine moleküler açıdan uzaklıklarını ölçmek için kullanılan tekniklerin yetersiz olmasıdır. İsveç Doğa Tarihi Müzesi'nden Prof. Dr. James S. Farris bunu şöyle açıklar:


Öyle görünüyorki çıkartılabilecek tek genel sonuç moleküler uzaklık verisinin analizi için kullanılan mevcut tekniklerin, hiçbir şeyinin tatmin edici olmadığıdır...

Bilinen genetik uzaklık ölçütlerinin hiçbiri mantıklı savunması yapılabilecek bir metod sağlayamaz ve elektroforetik verinin analiz edilmesi için tamamen farklı yaklaşımların benimsenmesi gerekli görülmektedir...55


Farris'in söz konusu tekniklere getirdiği eleştiriler itibar görmektedir, çünkü moleküler uzaklığı ölçmek için en çok kullanılan tekniklerden birini kendisi geliştirmiştir. 

Münih Teknik Üniversitesi Mikrobiyoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Siegfried Scherer ise moleküler saat tezinin geçersizliğini şöyle vurgular:


Genellikle deneysel biyolojide uygulanan kuvvetli talepler göz önüne alındığında, (moleküler saat) konseptinin neden bu kadar uzun bir süre varlığını devam ettirdiğini anlamak güçtür. Ne filogenetik ayırımların tarihinin saptanması için bir gereç ne de herhangi bir belirli filogenetik hipotez için güvenilir destekleyici bir delil olarak kullanılabilir... Protein dizilimleri konusunda güvenilir bir moleküler saat var olmamış görünmektedir... Moleküler saat hipotezinin reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.56


Kısacası, evrimcilerin moleküler saati çalışmamaktadır. Denton'a göre moleküler saat kavramı durumu kurtarmaya yönelik bir totolojiden ibarettir. Denton, evrim teorisini bu konuda şöyle eleştirmektedir:


Evrimsel paradigmanın ön yargılı davranışı öylesine güçlüdür ki, ciddi bir yirminci yüzyıl bilimsel teorisinden çok orta çağa ait bir astroloji prensibine benzeyen bir düşünce, evrimsel biyologlar için bir gerçeklik haline gelmiştir. 57







hayvanlar






Her ne kadar moleküler saat kavramı, olağanüstü bilimsel ve teknik bir görünüm sunsa da, gerçekte Denton'ın da belirttiği gibi kısır döngü bir mantığın ürünüdür ve hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü moleküler saati kurabilmek için, önce canlıların ortak bir atadan türedikleri iddiasını kabul etmek gerekir. Evrimciler önce bu ön kabul ile moleküler saati kurmakta, sonra da UBA yazarlarının yaptıkları gibi bu saati ortak bir atadan türeyişin delili gibi göstermektedirler. Philip Johnson evrimcilerin bu son derece bilimsel (!) görünümlü ama gerçekte içi boş tez ile insanları nasıl etkilemeye çalıştıklarını şöyle açıklar:


Darwinciler düzenli olarak moleküler saat bulgularının evrimin bir gerçek olduğunun tartışılamaz kanıtı olduğundan bahsederler. Saat tam da bilim adamı olmayanların gözünü korkutacak türden bir şeydir: ürkütücü şekilde tekniktir, sihir gibi işler ve etkileyici şekilde kesin sayısal değerler verir. Darwin tarafından, hatta Neo-Darwinist sentezin kurucuları tarafından bile bilinmeyen bir bilim dalından gelmektedir ve bilim adamları, (moleküler saatin) onların bize bunca zamandır söylediklerini bağımsız bir şekilde onaylar nitelikte olduğunu söylemektedirler.58


Johnson'ın da belirttiği gibi, moleküler saat tezi ile ilgili insanlarda büyü etkisi yapan, karmaşık görünümlü hesaplar, insanların bu tezin olağanüstü gerçekleri açıklayan, bilimsel bir tez olduğuna inanmasını sağlar. Oysa, yukarıda da açıklandığı gibi, moleküler saat kavramı kısır döngü içindeki bir mantığın içine yerleştirilmiştir; evrim teorisine delil sağlamak gibi bir özelliği bulunmamaktadır. UBA yazarları, kitapçık boyunca sürdürdükleri Belki inanırlar mantığını bu bölümde de sürdürmüş, sözde delilleri art arda sıralamışlardır.


Balinalar ve Su Aygırları Arasında Kurulmaya Çalışılan Evrimsel Akrabalık



Moleküler Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar bölümünün en sonunda, bilimsel verilere aykırı bir iddia daha öne sürülmektedir. UBA, bazı süt proteinleri arasında yapılan karşılaştırmaların balinaların kökeninin su aygırları olduğunu gösterdiğini ve bunun fosil kayıtlarınca da desteklenen sonuç olduğunu iddia etmektedir. Oysa, söz konusu araştırmanın sahipleri ve balinaların kökenini inceleyen bilim adamları UBA ile tamamen farklı görüşlere sahiptirler. Bu araştırmayı yürüten Tokyo Teknoloji Enstitüsü'nden bilim adamları, 14 Ağustos 1997 tarihli Nature dergisinde yayınlanan raporlarının sonunda balinaların kökeninin su aygırları olduğu tezinin fosil kayıtlarına ve morfolojik karşılaştırmalara uygun düşmediğini şöyle kabul etmişlerdir:


balina ve su aygırı



Geriye dönük konumsal analizlerimizin sonuçları daha önceki morfolojik temelli hipotezlerle çelişmektedir. Paleontolojik ve morfolojik veriler modern balinanın kökeninin ilk olarak erken dönem Eosen (üçüncü çağa ait en eski tabaka) çağında ortaya çıkan, Archaeocetes'den (eski balinalardan) geldiğini ileri sürer. Archaeoceteslerin  Eosen'den önce ortaya çıkan mesonychians'dan (bir kara memelisi grubundan) geldiğine inanılır. Ancak, en ilkel Artiodactyl (her bir ayağında çift sayılı işlevsel parmaklı toynakları olan plasentalı memeli)ler (Dichobunids) ilk olarak erken Eosen'de ortaya çıkmıştır ve Artiodactyl'lerin neredeyse tüm familyaları  geriye doğru yalnızca orta ya da son dönem Eosen'e kadar izlenebilmektedir. Bu hayvanların bu tipteki ortaya çıkma dizilimleri bizim moleküler verilerimizle tutarlı değildir... Yeni elde edilen moleküler verilerin, paleontologları Artiodactyl'in birçok fosil kaydını bizim sonuçlarımıza uyacak şekilde yeniden yorumlamaya yönlendireceğine inanıyoruz. O zaman fosil kayıtlarındaki büyük boşluklar kadar büyük çapta morfolojik geri dönüşlerin ve yakınsaklıkların onaylanması gerekecektir.59


Brüksel Üniversitesi, Moleküler Biyoloji Bölümünden Michel C. Milinkovitch ve Northeastern Ohio Üniversitesi Tıp Fakültesinden J. G. M. Thewissen, Japon araştırmacıların bulguları üzerine yine Nature dergisinin aynı sayısında (UBA'nın iddiasının aksine) balinaların kökeni konusundaki moleküler analizler ile morfolojik ve paleontolojk yorumların çeliştiğini yazmışlardır:


Shimamura ve arkadaşlarının bu sayının 666. sayfasında anlatılan moleküler analizleri, filogenetik dogmayı daha fazla bozmaktadır. Gerçekten de yazarlar Artiodactyller ve balinalar arasındaki yakın ilişkiyi teyid etmekle kalmaz, balinaların Artiodactyl'lerin filogenetik ağaçlarının içinde derinlere yerleştiğini ileri sürerler. Bu sonuçlar mevcut morfolojik verilerin yaygın yorumuyla (ortiodactyl monofili) şaşırtıcı şekilde çelişmektedir ve, eğer doğruysa, bir inek ya da hipopotamı bir yunus ya da balinaya, bir domuz ya da deveden daha yakından ilişkili hale  getirecektir. 60


Bu bilim adamları ayrıca, konunun hala tartışmalı olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedirler:


Ancak konu halen çelişkilidir çünkü hangi moleküler dizi verisinin hangi yöntemlerle analiz edileceği konusu hala tartışmalıdır. 61

Diğer moleküller üzerinde yapılan analizler de benzer şekilde çelişkili sonuçlar vermiştir. Zoolog John Gatesy,  deniz memelilerinin kan pıhtılaşma proteini üzerinde yapılan analizlerin, balinalarla su aygırları arasında evrimsel bir bağ olduğunu gösterdiğini ancak bunların paleontolojik  bulgularla çeliştiğini belirtmektedir.62


Görüldüğü gibi, araştırmaların asıl sahibi olan bilim adamları, deniz memelilerinin kökenini bulmak için yapılan moleküler karşılaştırmaların paleontolojik ve morfolojik verilerle çelişkili olduğunu açıkça belirtmektedirler. UBA ise, bu gerçekler açıkça bilinmesine rağmen, tam aksi görüş bildirmektedir. Bunun bilgi eksikliği olmadığı ise ortadadır, çünkü UBA dünyanın en önde gelen bilim kuruluşu olma iddiasındadır. Görünen o ki, UBA kasıtlı olarak, konu hakkında bilgisi olmayan, okuduklarını araştırma ihtiyaç veya imkanı bulunmayan okuyucuları evrime ikna etmek için bu tür asılsız iddialarda bulunmaktadır. Balinaların kökeni konusundaki evrimci tezlerin geçersizliğini, daha önceki National Geographic'ten Yeni Bir Balina Masalı başlıklı bir makalemizde de kapsamlı olarak incelemiştik.  Burada detaylı olarak açıkladığımız gibi, balinaların kara memelilerinden evrimleştiği tezi, hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bir hikayeden ibarettir. Balinaların karasal ataları olarak öne sürülen Pakicetus ve Ambulocetus gibi soyu tükenmiş kara memelileri ile bilinen en eski balinalar arasında çok büyük morfolojik farklar vardır. Öte yandan balina evrimi için evrimciler tarafından öne sürülen adaptasyon süreçleri, Lamarkçı mantıklara dayalı, bilim dışı senaryolardan ibarettir.



Deniz memelileri, son derece özgün yapılara sahip canlılardır. Bu canlıların rastgele mutasyonların sağlayacağı morfolojik bozukluklar sonucunda karadan deniz ortamına geçiş için gerekli onlarca farklı adaptasyonu yaşadıklarını iddia etmek, evrim teorisi için başlıbaşına bir sorundur, çünkü evrim teorisi böyle bir geçişin nasıl gerçekleştiğini kesinlikle açıklayamaz. Evrimci bilim yazarı Francis Hitching yıllar önceki bir kitabında bu konu hakkında şunları söylemiştir:


Darwincilerin problemi dinozorlarla yanyana yaşayan ve onlar tarafından baskılanan, küçük ve ilkel,  karaya bağlı  bir memeliyi, memelilerin daha önceleri bilmedikleri çok büyük bir ortam olan, okyanusların derinlerinde yüzebilecek şekilde özel olarak şekillendirilen kocaman bir hayvana dönüştürmek için gereken çok sayıdaki adaptasyon ve mutasyonlar için bir açıklama bulmaya çalışmaktır... Bütün bunların en çok beş ila on milyon yıl içerisinde -ilk yürüyen maymun türlerinden bize kadar göreceli olarak çok daha önemsiz bir evrimle yaklaşık aynı zaman içerisinde-  evrimleşmiş olması gerekmektedir.64


Böyle bir geçiş yaşadığı öne sürülen canlı, ara geçiş aşamasında hem denizde hem de karada dezavantajlı hale gelecek ve elenecektir. UBA'nın deniz memelilerinin kökeni ve moleküler karşılaştırmalar konusundaki iddiaları, tamamen spekülasyona dayalıdır, bilimsel ve akılcı olmaktan çok uzaktır.


Sonuç



Evrim teorisinin yeryüzündeki tüm farklı canlı kategorilerinin tek bir ortak atadan, rastlantısal mutasyonlar ve doğal seleksiyon yoluyla türediği iddiası moleküler biyolojide hiçbir delil bulamamaktadır. Evrimsel diziden beklenen kademeli farklılaşma, ne fosil kayıtlarında ne de moleküler analizlerde görülmemektedir.

Michael Denton moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:


Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin atası değildir, diğerinden daha ilkel ya da gelişmiş de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.65


 


UBA'nın İtirafları



UBA her ne kadar, Bilim ve Yaratılışçılık adlı kitapçıkta, evrim teorisini gözü kapalı savunmuş ve evrim teorisinin bilimin ilgili tüm alanlarında kesin delillere sahip olduğunu öne sürmüşse de, PNAS (Proceedings of the National Academy of Sciences) isimli yayınında evrim teorisi ile ilgili bazı çelişkileri itiraf etmiştir. PNAS'ta 25 Nisan 2000 tarihinde yayınlanan The New Animal Phylogeny: Reliability and Implications (Yeni Hayvan Sınıflaması: Güvenilirliği ve Anlamları) bu itiraf dolu makalelerden biridir.






kambriyen






Fransa Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezinden bilim adamlarının hazırladıkları makalede, evrimsel soy ağaçlarının ne kadar güvenilmez ve birbirleriyle çelişkili olduğu belirtilmekte ve yeni teoriler üretilmesi gerektiği belirtilmektedir. Söz konusu makalede yer alan bazı ifadeler şöyledir:


DNA dizilerinin analizleri, evrimsel soy ağaçların yeniden yorumlanmalarını gerektirmektedir. Bir zamanlar, Metazoan (çok hücreli hayvanlar) soy ağacının tabanında yer alan ve birbirini takip eden komplekslik derecelerini temsil ettiği düşünülen sınıflar şu anda soy ağacında çok daha yüksek yerlere doğru yer değiştirmektedirler. Bu gelişme hiçbir evrimsel ara form bırakmamakta ve bizi simetrik kompleksiliğin başlangıcını tekrar düşünmeye zorlamaktadır.

Hepsinden kötüsü, genellikle üzerinde yeterli kritik değerlendirme yapılmayan birbiri ile çelişkili birçok ağaç ortaya çıkıp duruyor.

Atasal bağlantıların birbirinden böyle aniden ayrılışı, evrim sürecinde çok sık meydana gelmiş görünüyor. Bu olay, büyük miktarlardaki dizi verilerine rağmen ayrılma sıralarını yeniden yapılandırmayı zorlaştırmaktadır.

Yeni moleküler tabanlı sınıflandırmanın birçok önemli sonucu bulunmaktadır. Bunların arasında en önemlisi, süngerler, deniz anaları, deniz tarakları ile simetriklerin son ortak atası olan Urbilateria arasındaki ara sınıfların ortadan kaybolmasıdır.

Sonuç olarak, Urbilateria'ya giden kökte büyük bir boşluğa sahibiz. Eski evrimsel mantıkta yaygın olan, mevcut ilkel dalların anatomisine dayalı olarak, birbirini takip eden artan komplekslik derecelerini içeren bir senaryo ile coelomate (karın boşluklu canlıların genel ismi) atanın morfolojisini yeniden inşa etmek hususunda umudumuzu yitirmiş bulunuyoruz.66



Dipnotlar



1. Robert E. Kofahl,  Probability and the Origin of Life, http://www.parentcompany.com/creation_essays/essay44.htm.
2. Francisco Ayala, The Mechanisms of Evolution,  Scientific American, V. 239, No. 3,1978, s. 56
3 .Francisco Ayala, The Mechanisms of Evolution, Scientific American, V. 239, No. 3,1978, s. 56
4.Popular Science, Ocak, 2002,
5. J.King ve R. Millar, Heterogeneity of Vertebrate Luteinizing Hormone-Releasing Hormone, Science, V. 206, 1979, s. 67.
6. Luther D. Sunderland ve Gary E. Parker, Evolution? Prominent Scientist Reconsiders, Impact No:108 Haziran 1982, http://www.icr.org/pubs/imp/imp-108.htm
7. Luther D. Sunderland ve Gary E. Parker, Evolution? Prominent Scientist Reconsiders, Impact No:108 Haziran 1982, http://www.icr.org/pubs/imp/imp-108.htm
8. G. Brown, 1998. Skeptics choke on Frog: Was Dawkins caught on the hop?, Answers in Genesis Prayer News (Australia), Nov. 1998, s. 3
9. Mike Benton, Is a Dog More Like Lizard or a Chicken?,  New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)
10. Christian Schwabe, Theoretical Limitations of Molecular Phylogenetics and the Evolution of Relaxins, Comparative Biochemical Physiology, cilt 107B, 1974, s.171-172
11. Dan Graur, Laurent Duret, ve Manolo Gouy, Phylogenetic Position of the Order Lagomorpha (rabbits, hares and allies), Nature, 379 (1996). S. 333-335,
12. Juke & Holmquist, Evolutionary Clock: Nonconstancy of Rate, in Different Species, 177 Science 530, 530 (1972)
13. Hervé Philippe ve Patrick Forterre, The Rooting of the Universal Tree of Life Is Not Reliable, Journal of Molecular Evolution 49 (1999), s. 510   
14. James a. Lake, Ravi Jain, ve Maria C. Rivera, Mix and Match in the Tree of Life, Science 283 (1999), s. 2027
15. Carl Woese, The Universal Ancestor, Proceedings of the National Academy of Sciences USA 95 (1998), s. 6854  16 Michael Lynch, The Age and the Relationships of the Major Animal Phyla, Evolution 53 (1999), s. 323 
17. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s.277-278
18. Christian Schwabe, On the Validity of Molecular Evolution, Trends in Biochemical Sciences, cilt 11, Temmuz 1986
19.Donald Boulter, The Evaluation of Present Results, 1980, s235-236
20. Elizabeth Pennisi, Genome Data Shake Tree of Life,  Science, Volume 280, Number 5364, 1 Mays 1998, s. 672-674.
21. Elizabeth Pennisi, Genome Data Shake Tree of Life,  Science, Volume 280, Number 5364, 1 Mays 1998, s. 672-674.
22. Elizabeth Pennisi, Genome Data Shake Tree of Life,  Science, Volume 280, Number 5364, 1 Mays 1998, s. 672-674.
23. Elizabeth Pennisi, Genome Data Shake Tree of Life,  Science, Volume 280, Number 5364, 1 Mays 1998, s. 672-674.
24. Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.183
25. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s.279-280
26. A. Ferguson, Biochemical Systematics and Evolution, Blackie, Glasgow, 1980
27. Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.184
28. Justin Gillis, Junk DNA' Contains Essential Information, Washington Post, Çarşamba, 4 Aralık 2002
29.  Usdin, K. and Furano, A.V., Insertion of L1 elements into sites that
can form non-B DNA, J. Biological Chemistry 264:20742, 1989. Q. Feng, . et al., Human L1 retrotransposon encodes a conserved endonuclease required for retrotransposition, Cell 87:907–913, 1996.
30. R. M. Menotti, W. T. Starmer, D. T. Sullivan, Characterization of the structure and evolution of the Adh region of Drosophila hydei, Genetics 127:355-366. 1991.
31. A.J. Mighell., Vertebrate pseudogenes, FEBS Letters 468:113, 2000.
32. E. Zuckerkandl,  et al., Maintenance of function without selection,  J. Molecular Evolution 29:504, 1989.
33. L.K.  Walkup, Junk DNA, CEN Tech. J. 14(2):18–30, 2000.; K.H. Hamdi,  et al., Alu-mediated phylogenetic novelties in gene regulation and development, J. Molecular Biology 299(4):931–939, 2000.
34. J.R. McCarrey veA.D. Riggs, Determinator-inhibitor pairs as a
mechanism for threshold setting in development: a possible function for pseudogenes, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 83:679–683, 1986.
35. M. E. Fotaki ve K. Iatrou, 1993, Silk moth chorion pseudogenes: hallmarks of genomic evolution by sequence duplication and gene conversion. Journal of Molecular Evolution 37:211-220 ; A. Wedell  ve H. Luthman. 1993. Steroid 21-hydroxylase (P450c21): a new allele and spread of mutations through the pseudogene. Human Genetics 91:236-240
36. E. Selsing, J. Miller, R. Wilson ve U. Storb. 1982. Evolution of mouse immunoglobulin lambda genes. Proceedings, National Academy of Sciences 79:4681-4685
37. Reynaud, C-A., A. Dahan, V. Anquez and J-C. Weill. 1989. Somatic hyperconversion diversifies the single VH gene of the chicken with a high incidence in the D region. Cell 59:171-183.
38. T. J Liu, L. Liu, ve W. F. Marzluff. 1987. Mouse histone H2A and H2B genes: four functional genes and a pseudogene undergoing gene conversion with a closely linked functional gene. Nucleic Acids Research 15:3023-3039.
39.  J. Flint, A. M. Taylor ve J. B. Clegg. 1988. Structure and evolution of the horse zeta globin locus. Journal of Molecular Biology 199:427-437.
40. S. M. Fullerton, R. M. Harding, A. J. Boyce ve J. B. Clegg. 1994. Molecular and population genetic analysis of allelic sequence diversity at the human beta-globin locus. Proceedings of National Academy of Sciences 91:1805-1809.
41. M. Singh,  ve  G. G. Brown. 1991. Suppression of cytoplasmic male sterility by nuclear genes alters expression of a novel mitochondrial gene region. Plant Cell 3:1349-1362.; Assinder, S. J., P. De Marco, D. J. Osborne, C. L. Poh, L. E. Shaw, M. K. Winson and P. A. Williams. 1993. A comparison of the multiple alleles of xylS carried by TOL plasmids pWW53 and pDK1 and its implications for their evolutionary relationship. Journal of General Microbiology 139(3):557-568.; Koonin, E. V., P. Bork and C. Sander. 1994. A novel RNA-binding motif in omnipotent suppressors of translation termination, ribosomal proteins and a ribosome modification enzyme? Nucleic Acids Research 22:2166-2167.
42. Örneğin Bkz.T. Enver, et al. 1991. Autonomous and competitive mechanisms of human hemoglobin switching. s. 3-15 in (Stamatoyannopoulos and Nienhuis, eds.) The regulation of hemoglobin switching. Proceedings of the seventh conference on hemoglobin switching, held in Airlie, Virginia, September 8-11, 1990. Johns Hopkins Press. Baltimore and London.
43.  M. Collard  ve B. Wood, How reliable are human phylogenetic hypotheses?, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 97:5003–5006, 2000.
44. V. Barriel, Pan paniscus and hominoid phylogeny, Folia Primatologica 68:50–56, 1997.
45. E. Zietkiewicz,  et al., Phylogenetic affinities of tarsier in the context of primate Alu repeats, Molecular Phylogenetics and Evolution, 11(1):77, 1999.
46. K. Ohshima,  et al., Several short interspersed repetitive elements (SINEs) in distant species may have originated from a common ancestral
retrovirus, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 90:6260–6264, 1993.)
47. M. Hamada, A newly isolated family of short interspersed repetitive
elements (SINEs) in Coregonid fishes, Genetics 146:363–364, 1995.
48. K. Ohshima,  et al., Several short interspersed repetitive elements (SINEs) in distant species may have originated from a common ancestral retrovirus, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 90:6260–6264, 1993.
49. B. Farlow, Stuff or nonsense?,  New Scientist, 166(2232):38–41, 2000.
50. Philip Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993,  s. 99
51. Philip Johnson, Darwin on Trial, s. 99
52. Science, Vol. 271, 26 Ocak 1996, s. 448, 470-477
53. Schwabe & Warr, A Polyphyletic View of Evolution: The Genetic Potential Hypothesis, 27 Perspectives in Biology & Medicine 465, 471 (1984)
54. Vawter & Brown, Nuclear and Mitochondrial DNA Comparisons Reveal Extreme Rate Variation in the Molecular Clock, 234, Science 194, 1986.
55. Farris, Distance Data in Phylogenetic Analysis, in Advances in Cladistics 3, 22, (V. Funk & D. Brooks editörler. 1981)
56. S. Scherer, The Protein Molecular Clock: Time For A Reevaluation in Evolutionary Biology, Vol. 24, edited by hecht, Wallace, and Macintyre, Plenum Press 1990, s. 102-103
57. Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 306
58. Philip Johnson, Darwin On Trial, s. 99
59. Nature, 14 Ağustos 1997
60. Michel C. Milinkovitch, J. G. M. Thewissen, Evolutionary biology: Even-toed fingerprints, Nature, 14 Ağustos 1997, 388, 622 - 623
61. Michel C. Milinkovitch, J. G. M. Thewissen, Evolutionary biology: Even-toed fingerprints, Nature, 14 Ağustos 1997, 388, 622 - 623
62. J. Gatesy, More DNA Support for a Cetacea/Hippopotamidae Clade . . ."
Molecular Biological Evolution 14(5):537-543 (1997).
63. http://www.harunyahya.org/ Makaleler/balina_masali.htm
64. F. Hitching, The Neck of the Giraffe (Ticknor & Fields, New Haven & New York, 1982), s. 90.
65. Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 290-91
66. Proceedings of National Academy of Sciences, 25 Nisan 2000, cilt 97, no:9, s. 4453-4456, The New Animal Phylogeny: Reliability and Implications)

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü