Harun Yahya


UBA'nın Yaratılışçılık ve Evrimin Kanıtları
Bölümündeki Yanılgıları



Fosil Kayıtlarında Canlı Türlerinin Belli Bir Sırada Bulunduğu ve
Bunun Evrimin Kanıtı Olduğu İddiası Doğru Değildir



UBA yazarları, evrim teorisine körü körüne bir inançla bağlı oldukları için, evrim teorisi aleyhindeki kanıtları dahi teori lehinde yorumlayabilmektedirler. Bunun bir örneği, fosil kayıtları hakkındaki yorumlarıdır: UBA'ya göre canlı türleri yeryüzü katmanlarında belli bir sırada bulunmaktadır ve birbirine benzer olan türler, katmanlarda birbirlerinin ardı sıra dizilmişlerdir. Evrimciler ise bunu evrim teorisinin bir delili olarak göstermektedirler.

Ancak bu açıklama son derece yanıltıcıdır ve fosil kayıtlarının gerçek mesajı tamamen görmezden gelinerek ileri sürülmüştür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, canlı türleri, yeryüzü katmanlarında evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir sırada dizilmiş olsalardı bile, bu evrim teorisinin bir delili olmazdı. Böyle bir dizilimin evrim teorisi lehine bir delil sayılabilmesi için, birbirlerinden evrimleştikleri iddia edilen canlı türleri arasında ara geçişi sağlayan canlıların fosillerinin de yeryüzü katmanlarında bulunmuş olması gerekirdi. Oysa, önceki bölümlerde incelendiği gibi bu tür ara formlara kesinlikle rastlanmamıştır. Dahası, fosil kayıtları dışında morfoloji, genetik bilimi, biyokimya gibi bilim dalları da bu tür geçişlerin mümkün olduğunu delillendirmiş olmalıydı. Ancak bu bilim dalları canlı türlerinin birbirlerine evrimleşerek türemelerinin imkansız olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, yeryüzü katmanlarında evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir fosil sırası olsaydı bile, bu, evrim teorisini kanıtlamazdı.

Olayın kuşkusuz asıl önemli yönü ise, ortada UBA'nın sözünü ettiği gibi evrimsel bir doğa tarihi olmayışıdır. Yaklaşık 550 milyon yıl önce gerçekleştiği belirlenen Kambriyen patlaması, canlılığın yeryüzünde evrimsel bir gelişmeyle değil, aniden ve kompleks yapılarla ortaya çıktığının çok açık bir göstergesidir. UBA yazarları, dikkat çekecek şekilde kitapçıkta bir kez bile Kambriyen patlamasından söz etmemektedirler. Oysa bu kitapçığın Yaratılışı savununlara cevap olarak hazırlandığı iddia edilmektedir. Yaratılışı savunanların evrimcilere yönelttikleri ve evrim teorisinin en önemli çıkmazlarından biri olarak gündeme getirdikleri konuların başında Kambriyen patlaması gelmektedir.

Bugün bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Kambriyen devri, yaşı 570-505 milyon yıl olarak hesaplanan 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir.

Ana hayvan gruplarının ani ortaya çıkış süresi Kambriyen döneminin, genellikle Kambriyen patlaması olarak bahsedilen daha da kısa bir dönemine rastlamaktadır. Stephen C. Meyer, P. A. Nelson ve Paul Chien detaylı bir literatür araştırmasına dayanan, 2001 tarihli makalelerinde, Kambriyen patlaması jeolojik zamanın, 5 milyon yıldan fazla sürmeyen, fazlasıyla dar bir zaman aralığında oluşmuştur 1 demektedirler.

Bu devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen devri gibi son derece kısa bir dönem içinde ise (beş milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda ortaya çıkmışlardır! Science dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir makalede, yaklaşık 545 milyon yıl önce yaşanan Kambriyen Devri'nin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkışına sahne oldu denmektedir. Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır: 


Bu farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken olan bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur. 2


Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi çok farklı canlılara aittir. Bu tabakadaki canlıların çoğunda, modern örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Bu yapılar hem çok kompleks, hem de çok farklıdır. Hiçbir evrimsel ataları olmadan, aniden ortaya çıkmışlardır.

Kambriyen Devri'nde ortaya çıkıp çıkmadığı uzun zaman tartışılan tek filum, omurgalıların da içinde bulunduğu Chordata'dır. Ancak 1999 yılında elde edilen iki balık fosili, bu konudaki evrimci tezi de yıkmıştır. Kambriyen Devri'ne ait olan ve Haikouichthys ercaicunensis ve Myllokunmingia fengjiaoa diye adlandırılan bu balıklar, tam 530 milyon yıl yaşındadır. Ünlü paleontolog Richard Monastersky tarafından Waking Up to the Dawn of Vertebrates (Omurgalıların Ortaya Çıkışına Uyanış) başlığıyla yazılan bir haberde, bu bulgunun önemi şöyle açıklanır:


Paleontologlar omurgalıları, uzun zamandan beridir evrim tarihine, ilk baştaki patlama ve heyecan dindikten sonra katılan bir grup olarak kabul edegelmişlerdir. Ancak Çinli paleontologlar, omurgalıların kökenini, neredeyse tüm diğer hayvan gruplarının fosil kayıtların da ortaya çıktığı güçlü biyolojik patlamaya kadar götüren iki balık fosili buldular. Yunnan bölgesindeki 530 milyon yıllık kayalar içinde saklı olan bu kalıntılar bilinen en eski balıklara aitler ve bilinen diğer en eski omurgalı fosillerden en az 30 milyon yıl daha yaşlılar.3


Kambriyen Devrinde omurgalı hayvanların da ortaya çıktığını ispatlayan bu kanıt, yaşam tarihini evrimsel bir şemaya oturtma yönündeki umutları daha da çıkmaza sokmuştur.

Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:


Darwinist teori, canlılığın bir tür giderek genişleyen bir farklılık üçgeni içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte baş aşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.4







kambriyen dönemi






Philip Johnson'ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir.

Dolayısıyla UBA yazarlarının neden Roger Lewin'in hayvanların tüm tarihindeki en önemli olay5 olarak tarif ettiği, Kambriyen patlamasından bahsetmediklerini de anlamak mümkündür: Ne UBA yazarlarının ne de bir başka evrimcinin Kambriyen patlaması hakkında söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu nedenle bu olayı -ya da bunun gibi evrim teorisini çürüten diğer açık delilleri- görmezden gelmeyi tercih etmektedirler.


Hiç Kimse Evrimleşmeyi Görmemiştir Konusundaki Yanılgılar



UBA yazarları, Yaratılışçıların özel tezlerinden birinin hiç kimse evrimleşmeyi görmemiştir şeklinde olduğunu öne sürmektedirler. Oysa bu Yaratılışçıların özel tezlerinden biri değildir, sadece birkaç kişinin öne sürdüğü bir iddia olabilir. Biz evrim teorisini çürütürken, hiçbir zaman evrim teorisi doğru değildir, çünkü hiç kimse evrimleşmeyi görmemiştir gibi bir iddiada bulunmamaktayız. UBA yazarlarının da belirttiği gibi, evrim teorisinin kanıtlanması için, evrimleşmenin gözlemlenmesi gerekmez, ancak eğer evrim teorisi doğruysa bunun sonuçlarının veya mekanizmalarının gözlemlenmiş olması gerekir. Eğer evrim yaşandıysa, fosil kayıtlarında canlıların birbirlerinden türediklerini gösteren ara geçiş formlarını bulmalıydık, genetik analizler evrimsel akrabalığı olduğu iddia edilen canlıların genetik yapılarının da birbirlerine yakın olduğunu diğerlerinin ise çok farklı olduğunu göstermeliydi, genetik ve morfolojik benzerlikler temel alınarak kurulan soyağaçları birbirleriyle uyumlu olmalıydı, kompleks yapıların rastlantısal mekanizmalarla nasıl oluşabildiği açıklanabilmeliydi, mutasyonların canlıların genetik bilgilerini artırdığı laboratuvar deneylerinde gözlemlenmiş olmalıydı… Ancak, kitap boyunca da incelendiği gibi ne doğa tarihi, ne biyoloji, morfoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, biyokimya, genetik gibi bilim dalları, evrimin yaşandığına dair sonuçlar sunmamaktadır. Aksine, tüm bu bilim dallarında elde edilen sonuçlar, canlıların ayrı ayrı yaratılmış olduklarına dair deliller sunmaktadır. Sonuç olarak, Yaratılışı da gözlemlememiz mümkün değildir, ancak söz konusu bilim dallarında yapılan araştırma ve deneyler sonucunda elde edilen veriler canlıların yaratıldıklarını açıkça göstermektedir.


Evrimin İşlediğine Dair Günlük Hayattan Verilen Örnekler Birer Aldatmacadır



UBA yazarları, evrimin işlediğine dair günlük hayatta birçok örnek olduğunu öne sürmekte ve şu örnekleri vermektedirler: Bakterilerin antibiyotik direnci, böceklerin DDT direnci, sıtma asalaklarının ilaçlara karşı direnç kazanmaları. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 21)

Bakterilerin zaman içinde antibiyotiklere direnç kazanmalarının evrimle bir ilgisi olmadığını, önceki sayfalarda mutasyon konusu dahilinde incelemiştik, bu nedenle burada tekrar etmeyeceğiz. Böceklerin, ilaçlara direnç kazanmaları da benzer şekilde evrimin bir delili değildir.


Böcek ve sineklerin DDT bağışıklığı evrimin delili değildir



Her ne kadar evrimciler, sineklerin ve böceklerin DDT gibi ilaçlara direnç kazanmalarını evrim teorisinin bir delili gibi göstermeye çalışsalar da, gerçek böyle değildir. Böcekleri ve sinekleri böcek ilacına dirençli hale getiren bir mutasyondur. Ancak bu mutasyon, evrim teorisi lehine bir delil oluşturmamaktadır.

Bunu incelemeden önce, DDT'nin böcekler üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu kısaca özetleyelim. DDT'nin bir molekülü, kendisini böceğin sinir hücrelerinin zarının belirli, uygun bir alanına bağlayarak hareket eder. Bu şekilde sinirin normal bir şekilde işlev görmesini engeller. Böceğin sinir hücreleri üzerine yeteri kadar DDT molekülü bağlandığında, sinir sistemi yıkılır ve böcek ölür.6






sinek






Peki bir böcek DDT'ye karşı nasıl dirençli hale gelir? DDT'ye karşı hassasiyetini kaybederek... Bu kayıp DDT molekülünün bağlandığı sinir hücresindeki alanı değiştiren, DDT molekülünün bağlanmasını engelleyen bir mutasyonun sonucudur.7 DDT ve sinir hücresi arasındaki eşleşmeyi bozacak her tür mutasyon böceği dirençli hale getirecektir. Bakteride olduğu gibi, sinir hücresi proteininin belirli bir amaca yönelik işlevselliğini azaltarak da direnç kazanabilir.

İşte evrimciler, böceğin mutasyon yoluyla direnç kazanmasını evrim teorisine delil olarak göstermektedirler. Oysa göz ardı ettikleri veya bilerek görmezden geldikleri önemli bir nokta bulunmaktadır: Bir protein içindeki bir amino asidin değiştirilmesi çoğunlukla o proteinin işlevlerini etkiler. Proteindeki bu değişiklik bir yandan canlının DDT gibi zehirlere karşı direnç kazanmasını sağlarken, diğer yandan zarar görmesine, bazı işlevlerini veya özelliklerini kaybetmesine neden olur. Elbette ki söz konusu ilaç var olduğu sürece canlı, başka bir açıdan daha az uygun olmak pahasına direnç kazanmakta ve hayatta kalabilmektedir. Ancak ilaç ortadan kalktığında, dirençli olmayan tür, yine daha avantajlı hale gelecektir.

İngiltere Hertfordshire'daki Rothamsted Araştırma Merkezinde, M.W. Rowland Dieldrin dirençli hale gelen sivrisineklerin, diğer böceklerden daha az aktif ve uyarılara karşı daha yavaş cevap verir hale geldiklerini rapor etmiştir.8 Bu sineklerin böcek ilaçlarına direnci, daha miskin bir sinir sistemi pahasına elde edilmiştir. Moleküler seviyedeki bilgi kaybı bu durumda böceğin performansında bir kayıp olarak ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla böcek ilaçlarına karşı direnç sağlayan mutasyonları bir evrim örneği olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Bu gibi direnç mekanizmalarının özelliği, böceklerin veya bakterilerin yapısında bir bozulma meydaha getirerek, zehirlerin veya antibiyotiklerin etkisini engellemeleridir. Bu işlem direnç sağlar, ama böcekte veya bakteride genetik bilgi artışı sağlamaz. Aksine, gözlemlenen örneklerde direnç kazancının hep başka yönden kayıp getirdiği tespit edilmiştir. Dolayısıyla ortada bir evrim yoktur. Bakterilerin antibiyotik direnci ve böceklerin DDT direnci gibi konular evrim teorisine bir delil oluşturmamaktadır.


UBA'nın İndirgenemez Komplekslik Konusundaki Çarpıtmaları



Canlılardaki indirgenemez kompleksliğe sahip yapılar ve sistemler, evrim teorisinin en önemli sorunlarından biridir. Evrim teorisine göre, bir canlıdan başka bir canlıya evrim sırasında geçilen aşamaların hepsi tek tek avantajlı olmalıdır. Diğer bir deyişle, A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm ara kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekmektedir. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere indirgenebileceği varsayımına dayanmaktadır.

İşte Darwin bu nedenle eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır demiştir.

Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak 20. yüzyılın bilimsel bulguları, gerçekte canlılardaki pek çok sistem ve organın, basite indirgenemez olduklarını ortaya koymuştur. İndirgenemez komplekslik adı verilen bu olgu, Darwinizm'i, tam da Darwin'in endişe ettiği gibi kesinlikle yıkmaktadır.

UBA yazarları ise, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterli olan indirgenemez komplekslik konusuna da kitapçıkta yer vermiş, ancak sadece, hiçbir delile ve mantıklı bir açıklamaya dayanmadan, indirgenemez kompleks yapıların gerçekte öyle olmadıklarını ileri sürmüştür:


Ancak çözülemeyecek kadar karmaşık olduğu öne sürülen bu yapı ve süreçlerin daha dikkatli bir gözle bakınca hiç de öyle olmadıkları görülür. Örneğin karmaşık bir yapının veya biyokimyasal sürecin ancak tüm öğelerinin bugünkü haliyle var olmaları ve işlemeleri durumunda işlevsel olacağı tezi yanlıştır. Karmaşık biyokimyasal sistemler doğal seçilim yoluyla daha basit sistemlerden kurulabilirler. (Kitabın çevirmenleri, irreducible complexity (indirgenemez komplekslik) ifadesini çözülemeyecek kadar karmaşık olarak çevirmişlerdir.) (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 21)


UBA yazarları bu iddialarını hemoglobin molekülü ile örneklendirmektedirler. UBA'nın iddiasına göre, çeneli balıklar çenesiz balıklardan evrimleşmişlerdir. Bu balıkların hemoglobinleri de, çenesiz balıkların hemoglobinlerine göre daha komplekstir. Yani UBA'nın iddiasına göre, indirgenemez kompleksliğe sahip olan bir çeneli balık hemoglobini, kendisinden daha basit yapıda olan bir hemoglobinden evrimleşmiştir. UBA bu iddiası ile, indirgenemez kompleksliğe sahip bir molekülün nasıl oluştuğunu açıkladığını ZANNETMEKTEDİR!






çeneli balık

Mesozoic Dönemde Yaşamış Çenesiz Balık Fosili
UBA'nın iddiasına göre çeneli balıkların hemoglobinlerinin, çenesiz balıklarınkine göre daha kompleks olmalarının nedeni, bu balıkların birbirlerinden evrimleşmiş olmalarıdır. Oysa, UBA'nın bu iddiasını destekleyen hiçbir bilimsel delil bulunmamaktadır.








Bu bir zandır, çünkü ortada evrim teorisi adına açıklanmış bir şey yoktur. UBA yazarları, açıklamaları gereken konuyu (indirgenemez kompleks yapıların kökenini) açıklamaya kalkarken, somut bilimsel bir gerçek değil, evrim teorisinin varsayımlarına dayanmaktadırlar. Çenesiz balıkların çeneli balıklara evrimleştiği, bilimsel bir gerçek değil Darwinist bir varsayımdır. Kanıtı olamayan bu varsayımı, bir başka varsayım olan indirgenemez kompleks organlar aslında indirgenebilir iddiasına delil gibi sunmak, en hafif ifadeyle mantıksal bir çelişki, daha gerçekçi bir ifadeyle de aldatmacadır.

Öte yandan farklı canlılardaki hemoglobin molekülleri arasındaki yapıların komplekslik derecesini bir evrim kanıtı olarak göstermek de ayrı bir yanılgıdır. Çünkü evrimcilerin izah etmeleri gereken, doğada farklı komplekslik derecesinde iki farklı hemoglobin molekülü olduğunu göstermek değil, hemoglobinin (ve tüm diğer proteinlerin) ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır.

UBA yazarları, daha basit bir hemoglobinin daha kompleks bir hemoglobine dönüştüğünü iddia ederek, hemoglobin gibi indirgenemez kompleks bir molekülün kökenini açıkladıklarını düşünebilmektedirler. Ancak, daha basit dedikleri hemoglobinin de indirgenemez kompleks bir yapıda olduğunu ya düşünememekte ya da bu gerçeği görmezden gelmektedirler.

UBA yazarlarının indirgenemez komplekslik karşısındaki kaçış yöntemleri, bu kompleks yapılara birtakım ilkel ara aşamalar hayal etmekten ibarettir. Doğal seleksiyon, bir sistemin parçalarını her seferinde bir işlev olmak üzere biraraya getirebilir, ve sonra daha ileriki bir zamanda, başka öğeleri içeren sistemlerle birleştirerek yeni işlevler kazandırabilir diye yazmaktadırlar. Peki ama bu başka işlevler nedir? Soru budur ve UBA yazarları bunu tamamen cevapsız bırakmakta, bu senaryolarına bir delil veya örnek vermemektedirler. Bunun için, en basitten en karmaşığa doğru işlev kazanan bir yapı veya süreç örneği vermeleri ve bu örneklerini delillendirmeleri gerekmektedir. Ayrıca, bu ara işlevlerin de kompleks olması durumunda yine aynı sorunla karşı karşıya kalacakları ortadadır.





HEMOGLOBİN MOLEKÜLÜ


hemoglobin

1) Alfa polipeptit zincirleri
2) Demir
3) heme grubu
4) Beta polipeptit zincirleri
5) Alyuvar
6) Beta polipeptit zincirleri
7) Alfa polipeptit zincirleri
8) helix şeklinde polipeptit molekülü








Bunun dışında, UBA yazarları doğal seleksiyondan bilinçli bir varlıkmış gibi söz etmektedirler. Doğal seleksiyonun, sanki gelecekte elde edilmek istenen asıl fonksiyonun ne olduğundan haberi varmış gibi, zaman içinde uygun parçaları birbirine ekleyerek, her seferinde faydalı bir fonksiyon elde ettiğini öne sürmektedirler. Oysa doğal seleksiyon bilinçsiz bir doğa mekanizmasıdır ve bir plana göre hareket etmez.

Farklı canlı sınıflarında görülen özgün organ ve sistemlerin kaynağı nedir? Bunları tanımlayan yeni genetik bilgi nasıl ortaya çıkmıştır? Tüm evrimciler gibi UBA yazarlarının da bu konu hakkında en küçük bir fikirleri dahi bulunmamaktadır. Önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, mutasyonlar canlılara faydalı özellikler kazandıramazlar. Öyle ise doğal seleksiyonun seçeceğini umdukları yeni fonksiyonlar nasıl elde edilecektir? Bu hayati soru hep cevapsızdır. Ancak dünyanın en önde gelen evrimcileri, sadece doğal seleksiyon bunu yapar diyerek hiçbir delil ve açıklama getirmeden, canlılardaki yapı ve sistemlerin indirgenemez kompleksliğini evrimsel olarak açıkladıklarını zannetmektedirler.

UBA'nın evrimci yazarları, kanın pıhtılaşmasında izlenen karmaşık biyokimyasal aşamaları ise genlerin doğal seleksiyon tarafından çoğaltılması, değiştirilmesi ve etkilerinin artırılması ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Gen kopyalaması, UBA yazarlarının bir canlıya genetik bilgi nasıl eklenebilir sorusuna verdikleri bir cevaptır. Bu açıklamaya göre, bir canlının genlerinden biri fazladan kopyasını yapar. Daha sonra bu fazladan kopya üzerinde bir mutasyon meydana gelir ve böylece canlının genetik bilgisinde bir değişiklik olur. Bu değişiklik kopya genin üzerinde olduğu için de mutasyon organizmada etkili olmamakta, böylece söz konusu genin tanımladığı işlev zarara uğramamaktadır. Mutasyona uğrayan gen, kopya gendir.

Ne var ki kopya gen açıklaması evrim teorisine hiçbir katkıda bulunmamaktadır. Çünkü, herşeyden önce, tam doğru zamanda (yani tam da canlının yeni bir işleve ihtiyacı olduğu anda), doğru gen gereksiz yere çoğalmalıdır. Sonra yine tam da bu kopya gene çok uygun bir mutasyon isabet etmelidir ve bu öyle bir mutasyon olmalıdır ki, organizma yeni bir işleve sahip olmalıdır.

dnaBu kadar tesadüfün art arda gelebileceğine inanmak, hem de bunun yeryüzündeki milyonlarca farklı türün kökenini oluşturduğunu düşünmek, akıl dışıdır. Kaldı ki, genler çok nadiren çoğalırlar. Araştırmacılar Lynch ve Conery, ortalama gen çoğalmalarının 100 milyon yılda bir gerçekleştiğini belirlemişlerdir.9 Dahası kopyalanan genlerin büyük bir çoğunluğunun birkaç milyon yıl içinde kayboldukları bulunmuştur.10 İndirgenemez kompleksliğe sahip yapıların en belirgin özelliğinin birçok parçadan oluşmaları olduğu düşünülürse, her 100 milyon yılda bir gen kopyalayarak doğru parçaları doğru zamanda biraraya getirmenin imkansızlığı tamamen ortaya çıkar.

Nitekim gen kopyalarının evrime neden olduğu iddiası evrimciler tarafından dahi şüphe ile karşılanmaktadır. Örneğin Conery ve Lynch, gen kopyalamasının evrimin oluşumuna katkıda bulunmasını sağlayan mekanizmaların anlaşılmadığını belirtmektedirler:


Ancak, kopya genlerin, evrimsel süreç içerisinde bir kopyanın rahatlıkla harcanabileceği tamamen bolluk ve gereksizlik ifade eden bir başlangıç konumundan, her iki kopyanın da doğal seleksiyon yoluyla korunacağı durağan bir konuma doğru nasıl başarıyla yolunu bulduğu son derece zor anlaşılırdır.  Bu olayların hangi sıklıkta oluştuğu da anlaşılır değildir. 11


UBA'nın öne sürdüğü mekanizmaların aşama aşama evrim meydana getirmesinin imkansızlığı ortadadır. Ayrıca kan pıhtılaşma sürecinin bu mekanizmalarla aşama aşama evrimleşebileceğini iddia eden UBA yazarlarının, bu iddialarını çok detaylı açıklamalarla delillendirmeleri gerekir. Örneğin hangi aşamada, hangi gen, hangi yolla, nasıl bir değişikliğe uğradı; bu değişiklik, gene veya canlıya zarar vermeden, organizmaya nasıl bir özellik veya fonksiyon kazandırdı gibi sorular cevaplanmalıdır. Yan sayfada, kanın pıhtılaşma süreci açıklanmaktadır. Böyle bir sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusunun, evrimin tesadüfi mekanizmaları ile açıklanamayacağı o kadar açıktır ki, bu yönde yapılan her açıklama mantıksız demagojilerden öteye gitmeyecektir.

Kitapçıkta son olarak gözün yapısında bulunan indirgenemez komplekslik ele alınmaktadır. Hemoglobin konusunda yapılan mantık hatası burada da tekrarlanmakta, kompleks gözün daha basit gözden evrimleştiği öne sürülmektedir. Oysa farklı komplekslik seviyelerine sahip her göz yine de indirgenemez kompleksliğe sahiptir. UBA yazarları Aşamalar, (bugün yassı kurtlarda görülen) ışığa duyarlı retinula hücrelerinin oluşturduğu basit bir göz noktasından başlayarak... ifadesiyle, kompleks gözün çok basit bir noktadan aşama aşama oluştuğunu iddia etmektedirler. Oysa, burada ele alınması gereken nokta, UBA yazarlarının ışığa duyarlı basit bir göz noktası dedikleri noktanın ne kadar basit olduğu, daha doğrusu ne kadar kompleks olduğudur.

En basit şekliyle dahi olsa, görmenin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir görme merkezinin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:


göz



Görmek için çok sayıda düzeneğin iş birliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça görme dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?… Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibiğin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?... Darwincilerin bu soruya doyurucu yanıt verip veremedikleri tartışılabilir...12


Bu sorunu evrimciler açısından daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka nokta ise, Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan canlılardan biri olan trilobitlerin gözüdür. 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, çift mercek sistemiyle çalışan bir optik harikadır ve bilinen en eski gözdür. Bu durum, evrimcilerin kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti varsayımını tümüyle geçersiz kılmaktadır.

Sorun evrim teorisi açısından o kadar büyüktür ki, ne kadar detaya girilirse, o kadar içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bu noktada incelenmesi gereken önemli bir detay da, ışığa duyarlı hale gelen hücre hikayesidir. Acaba Darwin'in ve diğer evrimcilerin görme, tek bir hücrenin ışığa duyarlı hale gelmesiyle başlamış olabilir derken geçiştirdikleri bu yapı, nasıl bir tasarıma sahiptir?


İndirgenemez Kompleks Bir Sistem:



Kanın Pıhtılaşması




yara


Bir yeriniz kesildiğinde ya da eski bir yaranız kanadığında, zaman içinde kanamanın duracağını bilirsiniz. Kanayan yerde bir pıhtı oluşacak, bu pıhtı zamanla sertleşecek ve yara iyileşecektir. Bu sizin için basit ve olağan olabilir. Oysa, biyokimyacılar yaptıkları araştırmalarla bunun oldukça karmaşık bir sistemin işleyişinin sonucu olduğunu ortaya çıkardılar. (Michael Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 79-97) Bu sistemin parçalarından herhangi birinin eksilmesi veya zarar görmesi sistemi işlemez kılacaktır.

Kan doğru yerde, doğru zamanda pıhtılaşmalı ve şartlar normale döndüğünde pıhtı ortadan kalkmalıdır. Sistem en küçük ayrıntıya varana dek kusursuz bir biçimde çalışmalıdır.

Eğer bir kanama söz konusu ise, canlının kan kaybından ölmemesi için pıhtının hemen meydana gelmesi gerekir. Ayrıca, pıhtının yaranın üzerinde boylu boyunca oluşması ve en önemlisi de sadece yaranın üzerinde kalması gereklidir. Yoksa canlının tüm kanı pıhtılaşarak sertleşecek ve onu öldürecektir. Bu nedenle kanın pıhtılaşması sıkı bir denetim altında tutulmalı ve pıhtı doğru zamanda doğru yerde oluşmalıdır.


kanın pıhtılaşması

Vücudun herhangi bir yerinde bir kanama olduğunda, kanamayı durdurmakla görevli tüm proteinler derhal yaralı dokuya gelirler. Çok sayıda farklı proteinin işbirliği içinde gerçekleştirdiği pıhtılaşma, indirgenemez kompleks bir işlemdir ve evrimle açıklanamaz.



Kemik iliği hücrelerinin en küçük temsilcisi olan kan plakçıkları ya da trombositler vazgeçilmez bir özelliğe sahiptir. Bu hücreler, kanın pıhtılaşmasındaki ana unsurdur. Von Willebrand faktörü adlı bir protein, kanda dolaşıp durmakta olan trombositlerin kaza yerini geçmemelerini sağlar. Kaza yerinde takılı kalan trombositler, o anda diğer trombositleri de olay yerine getiren bir madde salgılar. Bu hücreler daha sonra hep birlikte açık yarayı kapatır. Trombositler, görevlerini yerine getirdikten sonra ölür. Onların kendilerini feda etmeleri, kan pıhtılaşma sisteminin yalnızca bir parçasıdır.

Kan pıhtılaşmasını sağlayan bir diğer protein de trombindir. Bu madde yalnızca açık bir yaranın olduğu yerlerde üretilir. Bu üretim ne az ne de fazla olmalıdır. Üstelik üretim, tam zamanında yapılmalı ve yine tam zamanında durdurulmalıdır. Şu ana değin trombin üretiminde rol alan ve tamamı enzim olarak adlandırılan yirmiden fazla vücut kimyasalı tanımlanmıştır. Bu enzimler, kendi üretimlerini durdurabilir ya da başlatabilir. Süreç öylesine bir denetim altındadır ki, trombin ancak tam bir doku yaralanması söz konusu olduğunda oluşur. Vücutta pıhtılaşma için gerekli olan tüm enzimler yeterli miktara ulaşır ulaşmaz, yapısal maddesi protein olan uzun iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin adı fibrinojendir. Kısa zamanda fibrinojen iplikçiklerinden bir ağ oluşturulur. Bu ağ kanın dışarı akışının olduğu yerde kurulur. Diğer yandan ise kandaki trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaşınca bir tıkaç vazifesi görerek kanamanın durmasını sağlayacaktır. İşte pıhtı dediğimiz şey de bu yığılmayla oluşan tıkaçtır. Yara tamamen iyileşince ise kan pıhtısı çözülür.

Bir kan pıhtısının oluşması, pıhtının sınırlarının belirlenmesi, oluşan pıhtının güçlendirilmesi veya ortadan kaldırılmasını sağlayan sistem indirgenemez kompleksliğe sahiptir. Kanın pıhtılaşması, bir parçanın diğer bir parçayı harekete geçirmesi şeklinde ortaya çıkan bir olaylar zinciridir.

Bir sonraki sayfada bu zinciri gösteren bir şema verilmiştir. Daha ilk bakışta olayın ne kadar karmaşık olduğu görülebilir.


Sistem en küçük ayrıntıya varana dek kusursuz bir biçimde çalışır.



Eğer bu mükemmel işleyen sistemde en ufak bir aksaklık olsaydı ne olurdu? Mesela yara olmadığı halde kanda pıhtılaşma olsaydı? Ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı yerinden rahatlıkla ayrılsaydı? Bu soruların tek bir cevabı vardır: Böyle bir durumda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollar pıhtı tıkaçlarıyla tıkanırdı. Bu ise kaçınılmaz olarak ölümle sonuçlanırdı.

Bu gerçek de bizlere bir kez daha göstermektedir ki, insan vücudu kusursuzca tasarlanmıştır. Sadece kanın pıhtılaşma sisteminin bile rastlantılarla ve evrim teorisinin iddia ettiği kademeli gelişim varsayımıyla açıklanması imkansızdır. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem, yaratılışın mükemmelliğini gözler önüne sermektedir. Bizi yaratan Rabbimiz, hayatımız boyunca karşılaşacağımız küçük, büyük her türlü yaralanmaya karşı, bedenimizi bu sistemle birlikte yaratmıştır.






kanın pıhtılaşması

PIHTILIŞMA MEKANİZMASI
Aşağıdaki şemada kanın pıhtılaşma mekanizması gösterilmektedir. Çok sayıda kimyasal maddenin birbirini belli bir sıraya göre etkilemesi sonucu pıhtı meydana gelir. Pıhtının kalkması içinde yine benzeri karmaşık bir sistem işler.








Kanın pıhtılaşması, sadece gözle görülür yaralar için değil, bedenimizde her gün sürekli gerçekleşen kılcal damar parçalanmalarının tamiri için de çok önemlidir. Siz fark etmezsiniz, ama gerçekte gün boyunca sürekli küçük iç kanamalar geçirirsiniz. Kolunuzu kapının kenarına çarptığınızda ya da bir koltuğa sertçe oturduğunuzda, yüzlerce küçük kılcal damarınız parçalanır. Bu parçalanma sonucunda oluşan iç kanama, pıhtılaşma sistemi sayesinde hemen durdurulur, daha sonra da vücut aynı kılcal damarları yeniden inşa eder. Eğer çarpma biraz şiddetliyse, pıhtılaşma öncesindeki iç kanama da biraz daha şiddetli olur ve bu yüzden çarptığınız yerde bir morarma oluşur. Kandaki bu pıhtılaşma sisteminden mahrum olan bir insanın, hayatı boyunca en ufak bir darbeden korunması, ve adeta pamuk içinde yaşatılması gerekecektir. Nitekim kanlarındaki pıhtılaşma sistemi kusurlu olan hemofili hastaları, bu şekilde ömür sürerler. İleri derecede hemofili hastaları genellikle fazla uzun yaşayamazlar. Yolda yürürken tökezleyip düşmeleriyle oluşan bir iç kanama bile, hayatlarını sona erdirmek için yeterlidir. Bu gerçek karşısında her insanın kendi bedenindeki yaratılış mucizeleri üzerinde düşünmesi ve bu bedeni kusursuzca yaratan Allah'a şükredici olması gerekir. Bizim tek bir sistemini, hatta tek bir hücresini dahi üretmekten aciz olduğumuz bu beden, Allah'ın bizlere bir lütfudur. Allah insanlara bir ayetinde şöyle buyurur:








Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? (Vakıa Suresi, 57)








Göremenin Kompleks Sistemi



UBA evrimcilerinin basit bir yapı olarak görüp geçiştirdiği görme sistemi gerçekte nasıl çalışır? Gözün retina tabakasındaki hücreler, üzerlerine gelen ışık parçacıklarını nasıl algılarlar?


göz


Sorunun cevabı oldukça karmaşıktır. Fotonlar retinadaki hücrelere çarptıklarında, adeta birbiri ardına ustaca dizilmiş domino taşlarını harekete geçirirler. Bu domino taşlarının ilki, "11-cis-retinal" ismi verilen ve fotonlardan etkilenen bir moleküldür. Kendisine foton isabet ettiği anda 11-cis-retinal molekülü şekil değiştirir. Bu şekil değişikliği, 11-cis-retinal'e bağlı olan "rodopsin" adlı proteinin de şeklini değiştirir. Rodopsin, bu sayede, daha önce hücre içinde yer alan ama şeklinin uyumsuzluğu nedeniyle etkileşim içine giremediği "transdusin" adlı bir başka proteinle birleşebilecek hale gelir.

Transdusin, rodopsinle tepkimeye girmeden önce GDP isimli bir başka moleküle bağlıdır. Rodopsin'e bağlandığı anda, GDP'den ayrılır ve GTP isimli yeni bir moleküle bağlanır. Artık 2 protein (rodopsin ve transdusin) ve 1 kimyasal molekül (GTP) birbirine bağlanmış durumdadır. Bu yeni yapının tümüne "GTP-transdusinrodopsin" ismi verilir.

Ancak daha işlem yeni başlamıştır. GTP-transdusinrodopsin adlı yeni birleşim, hücrenin içinde önceden beri var olan "fosfodiesteraz" adlı bir başka proteinle bağlanmaya uygun bir yapıdadır. Bu bağlanma zaman geçirilmeden hemen yapılır. Bu bağlanmanın sonucunda ise fosfodiesteraz proteini, yine daha önceden hücre içinde var olan cGMP isimli bir molekülü parçalama özelliği kazanır. Bu işlem birkaç tane değil, milyonlarca protein tarafından gerçekleştirildiği için, hücrenin içindeki cGMP oranı hızla düşer.

Peki tüm bunların görmeyle ilgisi nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için, bu ilginç kimyasal reaksiyon zincirinin son aşamasına bakalım. Hücrenin içindeki cGMP yoğunluğunun düşmesi, hücrenin içindeki "iyon kanalları"nı etkileyecektir. İyon kanalları dediğimiz şey, hücre içindeki sodyum iyonlarının sayısını düzenleyen proteinlerdir. Normalde cGMP molekülleri, hücreye dışarıdan sodyum iyonları taşımakta, bir başka molekül de fazla iyonları dışarı atmakta ve böylece denge sağlanmaktadır. Ancak cGMP moleküllerinin sayısı azalınca, hücredeki sodyum iyonlarının da sayısı azalır. Bu sayı azalması, hücre içinde elektriksel bir dengesizlik meydana getirir. Bu elektriksel dengesizlik, hücreye bağlı olan sinir hücrelerini etkiler ve bizim "elektrik uyarısı" dediğimiz şey oluşur. Sinirler bunları beyne aktarır ve orada da "görme" dediğimiz işlem yaşanır. (Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18-21)

Kısacası tek bir foton, retinadaki hücrelerin tek birisine çarpmış ve birbirini izleyen zincirleme reaksiyonlar sayesinde hücrenin bir elektrik uyarısı üretmesini sağlamıştır. Bu uyarı, fotonun enerjisine göre değişir, böylece bizim "güçlü ışık", "zayıf ışık" dediğimiz kavramlar oluşur. İşin en ilginç yanlarından birisi, üstte anlattığımız tüm bu karmaşık reaksiyonların, saniyenin en fazla binde biri kadarlık kısa bir sürede olup bitmesidir. Daha da ilginç olan bir nokta, bu zincirleme reaksiyon tamamlandığı anda, hücre içindeki özel bazı proteinlerin, 11-cis-retinal, rodopsin, transdusin gibi unsurları tekrar eski hallerine döndürmüş olmasıdır. Çünkü göze her an yeni fotonlar çarpmaktadır ve hücredeki zincirleme sistem, bu fotonların her birini yeniden algılamalıdır.

Burada kısaca özetlediğimiz bu görme işleminin aslında çok daha karmaşık detayları vardır. Ancak bu kaba taslak özet bile, ne kadar muhteşem bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter. Gözün içinde öylesine karmaşık, öylesine iyi hesaplanmış bir sistem vardır ki, bu sistemin rastlantılarla ortaya çıkabileceğini iddia etmek açıkça akıl dışıdır. Sistem, tümüyle indirgenemez kompleks bir yapıya sahiptir. Eğer birbirleri ile zincirleme reaksiyona giren çok sayıda moleküler parçanın tek biri eksik olsa, ya da uygun yapıya sahip olmasa, sistem hiçbir şekilde işlev görmeyecektir.

Bu sistemin Darwinizm'in canlılığa getirdiği "tesadüf" açıklamasına büyük bir darbe indirdiği açıktır. Michael Behe, gözün kimyası ve evrim teorisi hakkında şu yorumu yapmaktadır:


Darwin'in 19. yüzyılda açıklayamadığı görme olayı ve gözün anatomik yapısı, gerçekten de hiçbir evrimci mantıkla açıklanamaz. Evrim teorisinin öne sürdüğü açıklamalar o kadar basittir ki, gözde yaşanan ve kağıda dökülmesi bile zor olan inanılmaz derecedeki karmaşık işlemleri asla açıklayamaz. (Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18-21)


Gözün indirgenemez kompleks yapısı, bir yandan Darwinist teoriyi Darwin'in deyimiyle "kesinlikle yıkarken", bir yandan da canlılığın çok üstün bir tasarımla yaratıldığını göstermektedir.  






göz







Dipnotlar



1. Stephen C. Meyer, P. A. Nelson, and Paul Chien, The Cambrian Explosion: Biology's Big Bang, 2001, s. 2.
2. Richard Fortey, The Cambrian Explosion Exploded?, Science, Cilt 293, No 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439
3. R. Monastersky, Waking Up to the Dawn of Vertebrates", Science News, Vol. 156, No. 19, 6 Kasım 1999, s. 292.
4. Phillip E. Johnson, 'Darwinism's Rules of Reasoning', Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
5. R. Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291
6. R.W. Beeman, 'Recent advances in the mode of action of insecticides', Annual Review of Entomology, 1982, vol. 27, s. 253-281
7. K. Tanaka, J. G. Scott, F.  Matsumura, 'Picrotoxinin receptor in the central nervous system of the American cock-roach: its role in the action of cyclodiene-type insecticides.', Pesticide Biochemistry and Physiology, 1984, vol. 22, s. 117-127
8. M. W. Rowland, 'Fitness of insecticide resistance', Nature, 1987,  vol. 327, s. 194
9. Michael Behe, Darwin's Black Box, 1996.
10. Huges, Austin L., 'Adaptive Evolution of Genes and Genomes'. (see chapter 7, 'Evolution of New Protein Function' s. 143-180. (Oxford University Press, New York, 1999
11. M. Lynch, J. S. Conery,  'The Evolutionary Fate and Consequence of Duplicate Genes' Science 290:1151-1155 (Nov 10, 2000).
12. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59
13.
14. Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996. s. 31


 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü