Harun Yahya


Dış Politikada Akıl, Psikoloji ve Tavizsizlik



Dış politikayı yönlendiren çevrelerin, yani en başta Hariciyecilerin sık sık seslendirdikleri bir düşünce vardır. Buna göre, bir ülkenin dış politika gücü ve izleyebileceği dış politika seçenekleri, yalnızca onun siyasi, ekonomik ve askeri gücü ve bir de sahip olduğu stratejik konum tarafından belirlenir. Bu mantığın doğal sonucu şudur: Siz, ancak sahip olduğunuz güç ile etrafınızdaki güçlerin kesişiminden ortaya çıkan sabit bir dış politika izleyebilirsiniz. Mevcut şartlar, ülkeyi yönetenlere fazla bir strateji tercihi imkanı vermez.

Aynı düşünce, şu sonucu da beraberinde getirmektedir: Bir ülkenin, örneğin Türkiye'nin, değiştirilmesi mümkün olmayan dış politika zorunlulukları vardır ve başa hangi hükümet geçerse geçsin, bu zorunluluklara uymak durumundadır.

Kısacası, Hariciyecilerin dedikleri şudur: "Mevcut şartlar, tek bir dış politika şablonu ortaya çıkarmaktadır ve biz de bu şablonun gerektirdiği politikaları aynen uyguluyoruz. Siz de olsanız, daha farklısını ve en önemlisi daha iyisini yapamazsınız."

Oysa bu düşünce doğru değildir.

Çünkü bir ülkenin dış politikasına etki eden bileşkenler içinde, üstte saydığımız "teknik" faktörlerin (yani bir ülkenin siyasi, askeri ve ekonomik gücünün) yanısıra, bir de "teknik" olmayan çok önemli bir faktör daha vardır; dış politikaya yön veren karar merkezlerinin "akıl" düzeyi. Bu "akıl" kavramının içine; ulaşan istihbaratı analiz edebilme ve yorumlama yeteneği, ya da bir başka deyimle "basiret"; ileri görüşlülük, geniş ve çok yönlü düşünebilme becerisi, planlama ve bu planı uygulama kabiliyeti gibi farklı zihinsel vasıfları katabiliriz.

Pek çok insan, dış politikanın uzmanlaşmış kurumlar tarafından en iyi biçimde yönetildiğini düşünerek bu "akıl" faktörünün önemli olmadığına inanır. Oysa o sözkonusu kurumlar da insanlar tarafından yönetilmektedir. Bu yüzden, insan ürünü olan her şeyde ortaya çıkan "akıl farkı", dış politikada da kendini gösterir.


Akıl ve Satranç



Dış politikayı bir satranç karşılaşmasına benzetmek yaygın bir düşüncedir. Bu benzetmeyi, konumuzu açıklamak için kullanabiliriz.

Bir satranç karşılaşmasının orta yerinde oyun durdurulur ve durum incelenirse, bir tarafın diğerinden, örneğin siyahların beyazlardan daha avantajlı bir durumda olduğu görülebilir. Bu noktada eski oyuncular yerlerinden kaldırılır da, yerlerine yenileri oturtulursa, oyunun geleceği için ne söylenmesi gerekecektir?

Kuşkusuz yalnızca oyun tahtasındaki "güç dengesi"ne bakarak, siyahların kazanacağını öne sürmek tutarlı bir iddia olmayacaktır. Çünkü, oyun tahtasındaki güç dengesi, karşılaşmadaki güç dengesinin yalnızca bir parçasıdır. Diğer parça ise, oyuncuların beynindedir. Eğer beyazların denetimini devralan oyuncu, ötekinden daha usta, ya da daha "akıllı" ise—mesela, siyahları oynayan kişi yalnızca iki hamle sonrasını hesaplıyor da, o 6-7 hamle sonrası üzerinde hesaplar yapabiliyorsa—oyun tahtasındaki "jeostratejik" dezavantajına karşın, siyahları yenmesi mümkün olabilir.

Aynı durum, ikiden çok daha fazla oyuncunun "taş" oynattığı dış politikada da geçerlidir. Ülkeler arasındaki güç dengesi, yalnızca "masa üzerindeki" güçleriyle değil, aynı zamanda "beyinsel" güçleriyle de ilgilidir.

Bu nedenle, "dış politikanın belirli gereklilikleri vardır, biz de onları aynen yapıyoruz, siz kafanızı yormayın" şeklindeki telkini bir kenara bırakıp, daha "akılcı" bir dış politikanın nasıl olabileceği konusunda düşünmek gerekmektedir. Bu noktada da, dış politikanın "aktif" ve "pasif" ya da "etken" ve "edilgen" şeklinde ayrılabilecek iki farklı tarzı olduğuna dikkat etmek gerekir.


İki Tarz-ı Siyaset



Yine satrançtan söz edelim. Satranç maçlarında oyunculardan biri diğerinden daha usta ve "akıllı" olduğunda, genellikle ortaya tek karar merkezi olan bir oyun çıkar. Bu tek karar merkezi, daha usta olan oyuncudur, çünkü oyunu kendi kafasındaki bir plana göre kurmaktadır. Karşı tarafın muhtemel hamlelerini hesaplamakta, bu muhtemel hamlelere karşı 4-5 aşamalı hamleler tasarlamakta, hatta kimi zaman karşı tarafı, kendi istediğine uygun bir hamle yapmak zorunda bırakmaktadır.

Öteki taraf ise, çok daha dar düşünmektedir. Oyununu kafasında oluşturduğu bir plana göre oynamamakta, yalnızca karşı tarafa reaksiyon vermektedir. Hep savunma durumundadır. Ama bu savunma da planlı ve sofistike bir savunma değildir. Yalnızca karşı tarafın tehlikeli bir hamle yaptığını gördüğünde, örneğin bir taşı tehdit altında kaldığında, kendi taşlarının yerini değiştirerek tek hamlelik savunmalar yapar. Her geçen adımda mat olmaya biraz daha yaklaştığının farkında değildir çoğu zaman.

Benzer bir durum, politikada da ortaya çıkabilir. Daha akılcı ve aktif bir dış politika izleyen bir ülke, karşısındaki diğer ülkeyi kısa sürede pasif duruma düşürebilir. Pasif duruma düşen ülke, etrafında yalnızca "dış tehdit"ler görür ve bu tehditlere karşı acilen bir şeyler yapmak zorunda hisseder kendini. "Biz aslında yalnızca barış ve dostluk istiyoruz" der ve etrafındakilerin neden sürekli "fitne-fücur" çıkardıklarını bir türlü anlayamaz.

Bu pasif konumda kaldığı sürece, dış politikası gerçekte "tehdit" olarak gördüğü güçler tarafından yönlendirilecektir. Bu "tehdit"lere karşı kendisine dostlar bulmaya çalışacak, belki de kendi ulusal çıkarları için gerçekte son derece zararlı olan ittifaklar kuracaktır. Bu "tehdit"lere karşı arkasını yaslayacak sağlam dayanaklar ararken, kendisine dost olarak gördüğü büyük güçlerin de evet-efendimcisi haline gelir. Bu güçlerin, örneğin Amerika'nın, desteğini arkasında sağlam tutmak için, onların her dediğine olumlu cevap vermesi gerektiğini düşünür. O güçlerle çıkarları uyduğu durumda anlaşmak, uymadığında da rahat bir biçimde "hayır" diyebilmek gibi bir "lükse" sahip değildir.

Bir süre sonra o hale gelir ki, "tehditlerinden yıldığı" ya da "medetini umduğu" bu dış güçlerin arasında, rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi tümüyle pasif bir konum alır. "Tehdit saydığımız şu ülkelerle oturup konuşalım, hatalarımız varsa karşılıklı düzeltelim, müttefik saydığımız büyük güçlere de gerektiğinde hayır diyelim" gibi "aktif" bir düşünce aklından hiç geçmez. Aklına, "bu bizim müttefiklerimiz, acaba onlara sadakatimiz kalıcı olsun diye mi, düşman saydıklarımızla aramızı düzeltmemizi hiç istemiyorlar" diye bir şüphe de gelmez.

Bu durumda yapacağı tek şey, pasif bir biçimde, karşısına gelen dış politika gelişmeleri karşısında rutin tepkiler vermekten ibarettir. Hariciyecilerin, "biz mümkün olan yegane dış politikayı en iyi biçimde uyguluyoruz" derken farkında olmadan ifade ettikleri "çaresizlik" sendromu, işte tam da budur.


Dış Politikada Psikoloji Faktörü



Ülkeler arasındaki ilişkiler, bazı yönleriyle, insanlar arasındaki ilişkilere de benzer. Çünkü sonuçta dış politika da bir takım insanlar tarafından oluşturulmaktadır. Ve bu nedenledir ki, insanlar arasındaki ilişkilerde büyük rol oynayan psikolojik faktör, dış politikada da etkilidir.

Birbiriyle aynı ortamlarda bulunan iki insan arasındaki hiyerarşi ilişkisini düşünelim. Hangisinin "ast", hangisinin "üst" olacağı, toplumda kabul gören değerlere hangisinin daha çok sahip olduğuna bağlıdır. Birisinin ötekinden daha iyi bir mesleğe sahip olması, daha kültürlü, daha zengin, fiziksel yönden daha güçlü ya da estetik olması, gibi "teknik" faktörler, hemen her zaman aradaki "düzey" farkını belirleyecektir.

Ama bunların yanında, tarif edilmesi zor olan bir psikolojik faktör de vardır. Bu da, o iki kişinin, diğerinin konumunu hiç göz önünde bulundurmadan, kendilerini nasıl hissettikleri ile ilgilidir. O iki kişiden birinin, A kişisinin, her türlü "teknik" özellikte diğerinden (B'den) daha zayıf olduğunu varsayalım. Ancak A, tüm bu teknik özelliklerin dışında bir nedenden dolayı kendisine çok büyük bir güven duyuyor olabilir. Örneğin sahip olduğu inanç ya da ideoloji sayesinde, B'den çok daha üstün olduğu kanaatinde olabilir. Böyle bir durumda, B'nin A üzerinde herhangi bir otorite kurması kesinlikle mümkün olmayacaktır. Aksine, A'nın B'yi egemenlik altına alması mümkündür.

İşte bu psikolojik faktör, dış politikada da belirli ölçülerde etkilidir. Bir ülke, teknik kapasitesinin kendisine verdiği gücün daha "üstünde" bir üslup sergileyebilir. Eğer bunu başarılı ve istikrarlı bir biçimde sürdürürse, onunla muhatap olan diğer ülkeler de bundan etkilenecek, aynı insani ilişkilerde olduğu gibi, "ayağını denk alma" politikası izleyecektir.


Tavizsizlik İlkesi



Bu noktada, baştan beridir açıklamaya çalıştığımız akıl ve psikoloji faktörlerine dayanarak, "tavizsiz dış politika" kavramı üzerinde durabiliriz.

Gerçek bir örnek kullanalım. Türkiye, bilindiği gibi ABD'nin Irak'a karşı giriştiği Körfez Savaşı'ndan büyük zararlar gördü. İlk başta, "bir koyup, üç alma" formülünün işleyeceği sanılıyordu, ama Irak'la olan ticaretin ambargo nedeniyle durması, en başta da Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının dondurulması, Türkiye'ye büyük bir ekonomik zarar verdi. Türk hükümetleri, çeşitli kereler bu durumu ABD'ye anlatmaya çalıştılar, ama Washington'da kimse onları dinlemedi. Tansu Çiller, başbakanlığı sırasında, "madem ambargoyu deldirmiyorsunuz, o zaman en azından zararımızın bir kısmını karşılayın" şeklindeki bir teklifle ABD'ye gitti. Ancak, başta, Türkiye'yi "satılık müttefik" ilan eden—ve öte yandan da Cengiz Çandar'ın deyimiyle "Amerika'nın özellikle Yahudi kökenli yazarlarında pek sık görülen aba altından sopa göstererek askeri müdahale tehditleri içeren tahliller yapma" tekniğini uygulayan—Washington Post başyazarı William Safire olmak üzere, çok sert bir tepki ile karşılaştı.

Ancak Refah Partisi'nin iktidara gelmesinden bir kaç hafta sonra yapılan Çekiç Güç oylaması öncesinde, ABD, Ankara'nın yıllardır kulak tıkadığı bu haklı taleplerine bu kez tepki göstermedi ve Irak'la ticareti mümkün kılan BM karanın uygulamaya konmasını kabul etti. (Ancak Saddam'ın Talabani'ye karşı Barzani'ye destek olmak amacıyla Kuzey Irak'a girmesi ve ABD'nin de Irak'ı yeniden vurması yüzünden bu uygulama ertelenmiş bulunuyor.) Dahası, Çekiç Güç'ün süresinin uzaması için, Türk tarafınca daha önceleri istenen fakat geri çevirdiği bazı "Çekiç Güç düzenlemeleri"ne onay verdi ve Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'ne öncülük etmeyeceğini deklare ederek taahhüt altına girdi.

Ne değişmişti? Türkiye "teknik" olarak aynı Türkiye'ydi. Ama yeni hükümet, kendisini ABD'ye "göbek bağı" ile bağlanmış bir hükümet olarak görmüyordu ve ABD bu tür bir taviz vermeseydi, ilişkiyi "inceldiği yerden koparma" alternatifini düşünebilirdi.

ABD, eskiden psikolojik yönden bağımlı bir Türkiye ile karşılaşıyordu. Ankara'dan bir talep geldiği ve kendisi bunu reddettiğinde, ikinci bir ses çıkmayacağına emindi. Türkiye'nin ABD'nin yaptırımlarını "eli mahkum" kabul edeceğini, Ankara'nın hemen her zaman "çantada keklik" olduğunu düşünüyordu. Ancak RP iktidarının yarattığı psikolojik farklılık, Washington'da "Ankara'nın kafasını kızdırmama" düşüncesinin etkili olmasıyla sonuçlandı. Nitekim kısa bir süre sonra Başbakan Necmettin Erbakan'ın; İran, Pakistan, Malezya, Endonezya ve Singapur'u kapsayan Müslüman ağırlıklı "Doğu seferi", Türkiye'nin önüne Asya-Pasifik ekseni üzerinden yeni bir dış politika yönü ve vizyonu açmakla, ABD'ye Türkiye'nin seçeneklerinin çok yönlü olduğunu açıkça gösterdi.


Yeni Bir Dış Politika Vizyonu



Tüm bunlar, Türkiye'nin dış politika mentalitesini değiştirmesinin ve "akıl" ve "psikoloji" faktörlerini göz önünde bulunduran çok yönlü bir "tavizsiz dış politika" tarzı ve vizyonu oluşturmasının zamanının çoktan geldiğini göstermektedir.

Eğer kendinizi bir güce endekslerseniz, ona açık açık "sadakat" gösterirseniz, psikolojik bir hegemonya altına girersiniz. Sizden sürekli taviz ister. Bu tavizlere karşı en fazla "mırın-kırın" edeceğinizi, ikinci bir ihtarı ile de sesinizi keseceğinize emindir çünkü. Başka gidecek bir kapınız olmadığından, onun isteklerini kabul etmeye mecbur olduğunuzu bilir. Bu kısır döngü içinde taviz üzerine taviz verir, o gücün arada sırada sizi öven, sizin ne denli önemli bir müttefik olduğunuzu anlatan demeçleri ile de tatmin bulursunuz.

Oysa eğer çok yönlü bir dış politika izlerseniz, örneğin Ortadoğu'da Amerikan-İsrail kampının kuyruğu olmak yerine, hem o kampla, hem de onun karşısındakilerle ilişki kurarsanız, bu kez psikolojik üstünlüğü ele almış olursunuz. Bu kez ABD, "sorun çıkarmasınlar, dediğimizi yapsınlar" mantığıyla değil, sizi küstürmeme ve kaybetmeme mantığı ile düşünecektir. Washington ile arası iyi olmayanlar da, sizi karşı kampa ait bir kaybedilmiş komşu olarak değil, dış dünyaya açılan bir pencere ve aklı başında bir ortak olarak görecektir. Bu tür bir güç dengesi içinde taviz vermezsiniz, çünkü kimsenin sizi taviz vermeye zorlayacak bir kredisi yoktur. Aksine, başkaları sizi ikna etmek için tavizler vermek zorunda kalır.

Baştan beridir ele aldığımız noktalara dayanarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye'nin dış politikası, çok uzun zamandır, "akıl" gücünün etkin bir kullanımıyla yürümemektedir. Mevcut dış politikanın "alternatifsiz" sanılmasının ve gösterilmesinin nedeni budur. Bu nedenle de, dış politika "aktif" değil, "pasif" bir tarzda yürütülmekte, karar verme ve uygulama yöntemi değil, reaksiyon gösterme yöntemi kullanılmaktadır.

Bu yüzden psikolojik üstünlük tamamen öteki ülkelere kaptırılmış durumdadır. Dolayısıyla Türkiye, "teknik" gücünün kendisine verdiği imkanın da altında bir dış politika performansı sergilemektedir. Ayrıca, psikolojik üstünlüğün kaptırıldığı en önemli güç olan ABD, Türkiye'ye istediği tavizi dayatabilmektedir. Türkiye de, "aktif" olmak yerine, ABD'nin (ve Ortadoğu için düşünülürse, hatta İsrail'in) kendisi için belirlediği pozisyonu "pasif" bir biçimde korumaktadır. Böyle bir pozisyonda ulusal çıkarlarından taviz vermekten kendini alıkoyması ise mümkün değildir.

Çözüm ise, Türkiye'nin, "akıl" gücünü kullanan, psikolojik etkiyi lehine çeviren, aktif, çok yönlü ve tavizsiz bir dış politika uygulamasıdır.

MİLLİ STRATEJİ, "nasıl?" sorusunun cevabına ışık tutmak hazırlanmıştır.

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü