Harun Yahya


Barzani Anahtarı ile Kuzey Irak
Düğümünü Çözmek



Türkiye Barzani adını 1991'deki Körfez Savaşı'nın ardından sıkça duymaya başladı. Irak ordularının Kuveyt'i işgal etmesi ve sonucunda Saddam Hüseyin'in dünyanın en büyük petrol rezervinin hakimi haline gelmesine ABD izin vermemişti. Arkasına topladığı müttefikleri ile Irak'ı vurmuş, eskiden beri Kuzey Irak'taki Kürt hareketinin lideri olan Barzani ismi de bu karışıklık içinde yeniden dünya gündemine girmişti. Çöl Fırtınası Harekatı'nda yediği darbenin etkisiyle geçici bir otorite kaybına uğrayan Saddam'a karşı, ABD tarafından teşvik edilen Kuzey Irak'taki Kürt ayaklanmacıların en önemli lideriydi Barzani. Sonra, bilindiği gibi, Saddam güçlerini toparladı ve ayaklanmayı bastırmak üzere Kuzey Irak'a (aynı zamanda da güneye) yöneldi. "Halepçe Sendromu"dan muzdarip olan Kürtler de çareyi Saddam'dan kaçarak Türk sınırına yığılmakta buldular. Dev mülteci akımını karşılayamayan Türkiye ABD'den yardım istedi ve bunun sonucunda da Kuzey Iraklı Kürtleri Saddam'dan korumak için İncirlik üssü "Huzur Sağlama Operasyonu" (Çekiç Güç) uçaklarına açıldı.

İlerleyen beş yıl boyunca, Çekiç Güç Kuzey Iraklı Kürtleri Saddam'ın gazabından korudu. Bu süre içinde, Kuzey Iraklı Kürtler, Bağdat'tan ayrılarak bağımsız bir Kürt Devleti kurmak için uğraştılar ve bu yolda elle tutulur bir mesafe de kaydettiler.

Kuzey Irak'taki bu Kürt hareketi içinde iki büyük siyasi baş vardı; Mesud Barzani'nin önderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Celal Talabani'nin liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği. Bu ikisi arasındaki ayrımın öncelikle sosyolojik bir tabanı vardı; iki ayrı lehçe konuşan iki ayrı Kürt aşiretinin lideriydiler. Barzani, nüfusları Kuzey Irak'ın batısında daha yoğun olan Kırmançların lideriydi. Talabani ise doğuda yoğunlaşmış olan Sorani aşiretinin liderliğini yürütüyordu.

Ve biz, bu beş yıl boyunca bu iki liderin birbirinden daha farklı bir mizaca sahip olduklarını ve bunun da izledikleri politika üzerinde etkili olduğu nakaratını dinledik. Türkiye'de ısrarlı bir biçimde savunulan ve çok geniş kabul gören bir düşünceye göre; Mesud Barzani, daha güvenilir, sözüne sadık, istikrarlı bir liderdi. Celal Talabani ise sık sık kullanılan deyimle "kaypak" bir politikacıydı; bir gün söylediğini bir sonraki gün yalanlayabilir, dahası müttefiklerini kolayca "satabilir"di.

Bu iki Kürt lideri arasındaki bu iddia edilen farkın ilk başta çok fazla bir önemi yok gibi görünüyordu. Çünkü Kuzey Irak'taki Çekiç Güç şemsiyenin ilk dönemlerinde KDP ve KYB işbirliği görüntüsü çiziyorlardı. Fakat bir süre sonra yollar ayrılmaya başladı. İki taraf arasında egemenlik mücadelesi başladı. Bu arada birbirlerine karşı üstünlük elde edebilmek için kendilerine farklı müttefikler bulmaya başladılar. Talabani, İran'la yakınlaşma içine girdi. Buna karşı Barzani'nin kimle ittifak kurduğu ise 1996 yazının sonunda ortaya çıktı. Barzani, "Kürtlerin baş düşmanı" olan Saddam'la ittifak yapmıştı.

Bu ittifak 96 Eylülünde en önemli askeri meyvesini verdi. Barzani kuvvetleri ve Irak ordusu, Talabani'nin elindeki bölgelere birlikte büyük bir saldırı düzenledirler. Önce Erbil kenti, sonra da Süleymaniye düştü. Talabani, yanında çok sayıda adamı olduğu halde İran'a sığındı ve böylece Barzani Kuzey Irak'ın yegane patronu haline geldi.

Aslında bu durum en fazla bir buçuk ay sürecek ve Talabani İran'ın desteği ile yeniden kaybettiği bölgelerin çoğunu ele geçirecekti. Ama yine de, kısa bir süre için de olsa, ortaya bir "Barzani'ye ait Kürdistan" tablosu ortaya çıkmıştı ve tablo ilginç bir takım göstergeler taşıyordu.

Bu kısa dönem boyunca, Türkiye'deki "Barzani'ye oynama" eğilimi de gücünü korudu. Hala da koruyor. Türkiye, PKK'nın ikinci adamı olan Osman Öcalan'ın KDP'nin kuruluş törenlerinde Barzani'nin hemen yakınında boy göstermesine ve PKK'nın Kuzey Irak'taki tüm kamplarının Barzani bölgesinde bulunmasına karşı, bu ısrarından vazgeçmiyor. Barzani'nin, Türkiye'nin Kuzey Irak'taki stratejik uzantısı sayılan Türkmenler'e karşı yürüttüğü baskı ve hatta toplu cinayetler de Ankara'nın Barzani'ye oynamaktaki ısrarını değiştirmiyor. Ankara, hala Barzani'nin "güvenilir" olduğuna inanmakta ısrar ediyor.

Peki ama gerçekten de "Barzani'ye oynamak" akılcı bir strateji mi?

Bu soruya ışık tutabilmek için öncelikle Barzani'nin gerçek misyonunu bilmek gerekiyor. Israrlı bir biçimde; güvenilir, sözüne sadık, "kaypak" olmayan bir Kürt lideri olarak tanıtılan Barzani, Ankara'dan görünenden daha farklı bir kimliğe ve amaca sahip çünkü.


"Barzani'ye Ait Bir Kürdistan" Projesi



Barzani kuvvetlerinin Eylül 1996'da Talabani kuvvetlerinin elindeki bölgeye karşı başlattığı saldırı, oldukça hızlı gelişti. Önce Erbil sonra da Süleymaniye kentleri Barzani'nin ve onunla kurmuş olduğu gizli ittifakı artık ayan beyan ortaya koyan Saddam'ın birlikleri tarafından ele geçirildi.

Barzani-Saddam ikilisinin bu taarruz için gösterdikleri gerekçe ise, Talabani'nin "İran bağlantısı"ydı. KYB'nin adeta İran'ın Kuzey Irak'taki taşeronu haline geldiğini söylüyorlar ve bölgeyi "İran etkisinden kurtarmak" için böyle bir harekata giriştiklerini anlatıyorlardı. Bu ise pek haksız bir yorum değildi. Çünkü gerçekten de Talabani son bir kaç yıldır gittikçe artan bir biçimde İran'la yakınlaşma içine girmiş, sık kullanılan deyimle İran'la "taktik ittifak" kurmuştu. Kısacası, Talabani'nin Kuzey Irak'tan çıkartılması, gerçekten de İran'ın Kuzey Irak'tan çıkartılması amacına yönelik bir manevraydı. Nitekim Barzani-Saddam ittifakına karşı direnç gösteremeyen KYB güçleri, Celal Talabani'nin önderliğinde İran'a sığındılar ve "geri dönüş" için gün saymaya başladılar.

Ancak kuşkusuz "İran'ın Kuzey Irak'tan çıkarılması" operasyonunu sadece Barzani-Bağdat-Talabani üçgeninin dar geometrisi içinde görmek yanlış olurdu. Kuzey Irak, son yılların en hayati bölgelerinden biriydi ve pek çok ülke kendisini orada olanlarla ilgili addediyordu. Dolayısıyla, İran'ın Kuzey Irak'tan çıkarılmasının ardında, Barzani-Bağdat ittifakının da ötesinde başka güçler aramak abes olmazdı.

Nitekim ABD'nin izlediği politika, Barzani-Bağdat paktının İran'ı Kuzey Irak'tan çıkarmak için Washington'dan gizli bir yeşil ışık aldığı izlenimi veriyordu. ABD, Saddam ve Barzani birliklerinin Talabani bölgesini temizlemeye başladıkları bir kaç gün boyunca şaşırtıcı bir sessizlik içine gömüldü. Sonra, Basra Körfezi'ndeki Amerikan filosu Irak'ı vurdu; ama oldukça ilginç bir biçimde. Çünkü Amerika, Kuzey Irak'ı değil, Bağdat'ın güneyindeki bazı askeri hedefleri vurmuştu. Daha sonra da Bağdat'a yasaklanmış olan Irak'ın güneyindeki güvenli bölgeyi 32. paralelden 33. paralele çıkardı. Ama Kuzeyde, yani Barzani-Saddam ittifakının İran'ı Kuzey Irak'tan çıkarma operasyonu yürüttüğü bölgede hiç bir şey yapmadı. Ve Barzani-Saddam ittifakı, Amerika'yı oldukça memnun edebilecek bir sonuç elde ederek KYB'yi İran'a sürdü.

ABD açısından durum karlıydı; Baş düşman, yani İran, Kuzey Irak'tan büyük ölçüde sürülmüştü. Bu arada kuzeydeki bu "yeşil ışıklı müdahale" bahane edilerek büyük petrol rezervlerine sahip olan güneydeki bölgenin alanı genişletilmiş, bir yandan da "başarılı" bir dış müdahale gerçekleştiren Clinton, seçimlere az kala yüksek bir kamuoyu desteği kazanmıştı.

Peki ama varlığı oldukça aşikar olan bu "yeşil ışık" nasıl yakılmıştı? Washington'ın doğrudan Saddam'la temas kurması, hem diplomatik temayüller hem de Saddam'ın hırçın karakteri nedeniyle biraz zor olurdu. Çok daha güçlü olan ihtimal, "yeşil ışık"ın Barzani'ye yakılmış olmasıydı.

Zaten harekattan en karlı çıkan da oydu. Bunun önceden kestirilememiş olması ise elbette mümkün değildi; Talabani silinince tüm Irak'ın Barzani'ye kalacağı açıktı. Dolayısıyla, Amerikan "yeşil ışığı", Kuzey Irak'ın Barzani'nin eline geçmesi için yanmış olmalıydı. Barzani, "İran'ın adamı" haline gelen Talabani'ye karşı, Washington'ın tercihiydi. Nitekim Saddam'la yaptığı flört, Barzani ile Washington'ın arasını hiç bozmadı. Dahası, Barzani, Talabani'yi bölgeden çıkardıktan hemen sonra Bağdat ile olan ilişkilerine fren yapıp Saddam'ın gönderdiği heyetleri Kuzey Irak kapısından geri döndürerek, hem Kuzey Irak'ın gerçek patronunun kendisi olduğunu, hem de hala Washington'ın yanında yer aldığını gösteriyordu.

Bu arada, Washington, Barzani'ye "yeşil ışık" yakarken, Talabani'yi de oyuna getirmişti. Celal Talabani, Barzani güçleri tarafından "sürülmesinden" iki hafta kadar sonra, Kuzey Irak'ın İran sınırındaki Zeli kampındaki karargahında kendisiyle görüşen Milliyet muhabirine şunları söylüyordu:


Biz ABD'den yardım istemedik. Ancak ABD'ye Saddam'ın saldırı için hazırlandığını söyledik. Duramdan haberdar oldukarını açıkladılar. "Ne yapalım" dedik. "Saldırmasına izin vermeyiz, saldırırsa sert yanıt vereceğiz" dediler. Ancak Saddam'ın top ve tankları Erbil'e geldiğinde ABD'nin sesi çıkmadı.1


Gerçi Talabani bu sözlerinin ardından ABD ile olan ipleri tümden koparmamak için, Amerikalıların öne sürdüğü "Türkiye ve Fransa ile bu konuda anlaşamadık" gerekçesini de söylüyor ve "topu" biraz da Türkiye'ye atıyordu, ama ABD'nin bu iki ülkenin desteği olmadan da istediği zaman istediği yerde Saddam'ı vurabileceğinin o da herkes gibi farkındaydı. Farkında olduğu bir şey daha vardı; İran'a yanaştığı için ABD tarafından feda edilmişti...

Tüm bu üstte çizdiğimiz tablo, Kuzey Irak'ta Eylül 1996'da gelişmelerin derinlikli bir fotoğrafıdır. Barzani, Eylül operasyonu ile ABD açısından en büyük tehlikeyi, yani İran etkisini ortadan kaldırmakla Washington'ın isteğini yerine getirmiş, bunun için Saddam'la yaptığı taktik ittifak ise ABD'nin örtülü onayı ile gerçekleşmiştir.

Bu noktadan bir aşama sonrası, Saddam'ın düşürülmesi ve zayıf bir Bağdat yönetiminin kurulmasıyla, Kuzey Irak'ta Barzani'nin bağımsızlığa doğru ilerlemesi olurdu. Ortaya çıkarılmak istenen sonuç, "Barzani'ye ait bir Kürdistan"dı.

Tabi Talabani, Eylül operasyonunda ortaya çıkan bu tabloyu bir aydan biraz daha fazla bir süre sonra bozarak Kuzey Irak'a İran'ın desteği ile yeniden girdi ve "Barzani'ye ait bir Kürdistan" projesini baltaladı. Ancak bu durum, yine de Washington'da "birilerinin" "Barzani'ye ait bir Kürdistan" projesi peşinde koştukları gerçeğini değiştirmiyordu. Talabani, İran'ın desteği ile ciddi bir "geri dönüş" yapmıştı, ama Barzani'yi tüm Kuzey Irak'a hakim etme düşüncesinin canlı kalacağına kuşku yoktu.

Ancak bu tablo yine de hala çok anlamlı değildir. Çünkü ABD'nin neden "Barzani'ye ait bir Kürdistan" istediği sorusuna cevap bulmak güçtür. Körfez Savaşı'ndan bu yana, ABD'nin bir Kürt Devleti kurmak istediğini söyleyenler, yoğun olarak "petrol faktörü" üzerinde durmuşlardır. Oysa 36. paralelin kuzeyinde petrol yoktur; "Kürt Devleti kurdurma" planlarının arkasında petrol hesapları bulunamaz.

ABD'nin siyasi anlamda yekpare bir bütün olmadığını, farklı çıkar gruplarını ve farklı ekolleri barındırdığını bildiğimize göre, şöyle bir soru sorabiliriz: Madem ortada petrol hesabı da yoktur, o halde kimdir "Barzani'ye ait bir Kürdistan" isteyenler ve amaçları nedir?

Cevaba iz sürerek gidebiliriz. "Barzani'ye ait bir Kürdistan" planını yapanlar, petrol gibi bir hesap da yapmadıklarına göre, asıl olarak "Irak'ın parçalanması"nı kendilerine hedef olarak belirlemiş olmalıdırlar. Irak'ın parçalanması, bu "birileri" için bir araç değil, başlı başına amaçtır. Yine aynı planı yapanlar, Talabani'ye karşı yapılan operasyondan anlaşıldığı üzere, İran'a karşı son derece büyük bir antipati beslemektedirler ve İran'ın bölgedeki etkisinin kırılmasını her şeyin önünde görmektedirler. Yine aynı planı yapanlar, Saddam'ı o kadar da büyük bir sorun olarak görmemekte, onu en azından İran'a karşı taktik düzeyde kullanılabilecek—ve belki sonra tasviye edilecek—bir araç olarak algılamaktadırlar. Ve bir de, yine aynı planı yapanlar, bu stratejik atmosferin yanında, Barzani'nin bizzat kendisine karşı da büyük bir güven duyuyor olmalıdırlar; bir başka deyişle, Barzani onların "adamı"dır.

Bu dört faktörden—Irak'ın parçalanmasını stratejik bir hedef olarak benimsemekten, İran'ı "baş düşman" olarak algılamaktan, Saddam'ı "işe yarayabilir" bir araç olarak görmekten ve Barzani'yle çok sıkı-fıkı olmaktan—oluşan iz, bizi tek bir adrese vardırır: İsrail...

Bu adrese nereden vardığımızı göstermek içinse, bu dört faktörü sırasıyla incelememiz gerekmektedir.


Irak'ın Parçalanmasının Stratejik Gerekliliği



Bundan neredeyse bin yıl önce, Haçlılar, Kudüs'e doğru başlattıkları seferi verdikleri büyük kayıplara rağmen hedefine ulaştırmışlar ve burada bir Haçlı Krallığı kurmuşlardı. Filistin'de kurulan bu Krallık, etrafını saran Müslüman denizinin ortasında bir ada gibiydi. Avrupa'dan gelen büyük askeri destekler sayesinde 100 yıldan fazla yaşadı, ancak sonunda Selahaddin Eyyubi'nin komuta ettiği İslam ordusu tarafından Hıttin Savaşı'nda mağlub edildi ve yıkıldı. Müslüman Ortadoğu'ya "dışardan" gelmiş olan Haçlı Krallığı, en büyük dış desteklere rağmen "bünye" tarafından kabul edilmemiş ve dışarı atılmıştı.

Hıttin Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'ya giren ve "bünye"ye yabancı olan tek unsur, İsrail'dir.

Bu durum, Yahudi Devleti için daimi bir tehdit nedenidir. İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi, bu duruma dikkat çeker ve "İsrailliler Hıttin Savaşı'nın adını duymak istemezler" der, çünkü bu savaş, onlara hiç düşünmek istemedikleri bir ihtimali, denize dökülme tehlikesini hatırlatmaktadır. Ortadoğu'da rejimler değişebilir, İsrail bazılarıyla barışlar hatta ittfifaklar kurabilir, ama hiç bir zaman "Hıttin sendromu"ndan kurtulamaz. Çünkü, İsrail, ne yaparsa yapsın Müslüman "bünye"ye yabancıdır ve dahası o bünyeyi rahatsız edecek eylemleri şimdiye kadar fazlasıyla yapmıştır.

Bu uzun vadeli stratejik konum, Yahudi Devleti'ni uzun vadeli bir stratejik plan yapmaya sürüklemiştir.

Henüz İsrail'in ilk yıllarında Başbakan Ben Gurion tarafından çizilen bu stratejiye göre, İsrail'in uzun vadedeki hedefi, kendisini çevreleyen Müslüman denizini mümkün olduğunca zayıflatmaktı. Zayıflatma ise, savaş sanatının en eski yöntemi olan "bölme ve parçalama" ile gerçekleşecekti.

Yahudi Devletinin stratejistleri, bu planı Ortadoğu'nun sosyolojik yapısına dayandırmışlardı. Ortadoğu'daki devletlerin hemen hepsi, sömürgeciler tarafından kurulmuş yapay devletlerdi ve etnik bir homojenliğe hatta coğrafi bir bütünlüğe sahip değildiler.

İsrail Dışişlerinde eski bir görevli olan Oded Yinon'un 1982'de Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin İbranice yayın organı Kivunim'de yazdığı "1980'lerde İsrail İçin Strateji" başlıklı rapor, Yahudi Devleti'nin bu zoraki mozayiği nasıl parçalamayı düşündüğünü gösteren iyi bir örnektir. Arap devletlerini iskambil kağıdından yapılmış evlere benzeten Yinon, İsrail'in uzun vadeli planının, içlerindeki dini ve etnik azınlıklara siyasi ve askeri destek vererek bu devletleri bölme olduğunu anlatmaktadır. Yazdığına göre, ilk hedef Irak'tır; henüz 1982'de şöyle demektedir:


Irak bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bölük pörçük bir ülke olarak, İsrail İçin sağlam bir hedef olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha önemlidir... Irak, çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun % 65'nin iktidara hiçbir siyasi katılımı yoktur. İktidar, % 20'lik bir seçkin tabakanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık vardır. İktidardaki rejimin elinden, ordu ve petrol gelirleri alındığında Irak'ın gelecekteki durumu, Lübnan'ın geçmişteki durumundan farklı olmayacaktır...2


Ve Yinon, bu bilgilere dayanarak "İsrail için strateji"nin Irak'a bakan yüzünü açıklar: "Irak etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünecektir; kuzeyde bir Kürt Devleti; ortada bir Sünni ve güneyde Şii Devleti."3 Benzer kehanetler Suriye için de yapılır; Esad'ın devleti beş ayrı parçaya bölünecektir...4

İsrail, bu stratejiden vazgeçemez. Çünkü "barış" yalnızca geçidir ve çoğu kez aldatıcıdır. Peres gibi İsrailli liderlerin barışa dayalı "Yeni Ortadoğu" vizyonu ise gerçekte zaman kazanmak ve Hıttin tehlikesini mümkün olduğunca ileri bir tarihe ertelemek içindir.

Kısacası, Yahudi Devleti, Hıttin sendromu tarafından tehdit edilen bekası için, neredeyse tüm Ortadoğu'yu kapsayan bir "hayat sahası" planlamaktadır. İsrail'in "ebediyen" ayakta kalabilmesi, Yahudi Devletinin stratejistlerine göre, etrafındaki Müslüman denizinin irili ufaklı parçalara bölünmüş bir "hinterland"a dönüşmesiyle mümkündür. Irak ise, bu bölgesel stratejinin ilk adımını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, Irak'ın parçalanması ve bunun için Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulması, İsrail'in vazgeçilmez stratejik hedefidir.

ABD'nin Irak'ın parçalanmasına yönelik politikalarının kaynağı ise gerçekte asıl olarak İsrail'dir. Bilenler bilir; Washington'da Irak'ın parçalanması ve kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulması fikrinin en önde gelen savunucuları, hep İsrail lobisine bağlı ya da İsrail'le yakın ilişki içinde olan isimlerdir. İsrail'in Washington'daki resmi lobi örgütü olan AIPAC'ın uzantısı sayılan Washington Institute for Near East Policy (WINNEP), kendisini Kürt Devleti kurmaya adamış bulunmaktadır.

Tüm bu durum, Barzani'nin misyonunu çözmek için sürdüğümüz izin dört faktöründen ilkinin, yani Irak'ın parçalanmasının stratejik bir hedef olarak benimsenmesinin tam tamına Yahudi Devletinin bölgesel stratejisi ile özdeşleştiğini göstermektedir.

Öyleyse şimdi diğer üç faktörü inceleyebiliriz.


İran'ın Hedeflenmesi



Barzani'nin anti-İran misyonuyla en çok kime fayda sağladığını sorduğumuzda da, cevap hiç vakit kaybetmeden İsrail olarak şekillenir. Çünkü, herkesçe bilindiği gibi, İran'la en kanlı-bıçaklı olan ülke İsrail'dir. İran, İsrail'e karşı savaşan Hizbullah, Hamas, İslami Cihad gibi örgütlerin en büyük hamisi ve Yahudi Devleti'nin kısa ve uzun vadedeki en büyük düşmanıdır.

İran ile en az İsrail kadar sorunlu olan bir diğer ülkenin de ABD olduğu söylenebilir. Ancak, ABD-İran çatışması asıl olarak İsrail merkezlidir ve bunu başlı başına bir çatışma olarak görmek yerine Tahran-Batı Kudüs mücadelesinin bir türevi olarak anlamak daha doğru olacaktır.

Washington'daki anti-İran cepheyi incelemekle bu durumu kolayca görebiliriz. Clinton'ın İran'a yönelik politikasının mimarı, gerçekte Beyaz Saray'ın Ortadoğu politikasını kontrol eden İsrail lobisidir. İran'a karşı uygulanacak baskı politikası, ilk olarak Ortadoğu'dan sorumlu Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından gündeme getirilmiştir. "Bilinçli" bir Yahudi ve eski bir AIPAC üyesi olan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını uygulamaya sokmuştur.

Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüşür. 1995 Martında, İran İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edilir. Ancak olayın bir de perde arkası vardır. Cengiz Çandar'ın köşesinde yazdığı gibi aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştır.5

İsrail'in İran'a yönelik son tavrı ise bu ülkeye resmi olarak Amerikan ambargosu koydurmak olur. Clinton, 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıklar. Karar, yalnızca İsrail tarafından destek görür; İsrail istiyor diye alınmıştır zaten.

İsrail'in İran'a karşı yürüttüğü savaşı çok farklı cephelerde sürdürdüğünü görmek mümkündür. ABD'deki sözünü ettiğimiz "lobi" müdahalesinin yanında, İsrail İran'la bağlantılı olan tüm siyasal İslamcı güçlere karşı eyleme geçmekte, İran'ın kendisine karşı da farklı kanalları kullanmaktadır. Bu örtülü savaşın cephelerinde göz gezdirdiğimizde; İran'ı bölme nutukları atan eski Azeri lideri Ebulfeyz Elçibey'in İsrail'le olan olağanüstü yakın ilişkilerine; Bosna-Hersek'te yayılan İran etkisine karşı İsrail uzantıları tarafından İzzetbegoviç yönetimine karşı açılan karalama kampanyasına; bazılarının İran'ın Afrika'daki üssü saydıkları Sudan'a karşı, ülkenin güneyindeki Hıristiyan ayaklanmacıların İsrailli askeri uzmanlar tarafından eğitilip silahlandırılışına; Batı yanlısı Arap monarşilerinin ülkelerindeki İran bağlantılı siyasal İslamcı akımlara karşı İsrail'den "know-how" satın alışına ve de Amerikan medyasındaki anti-İran propagandanın arkasındaki İsrail bağlantılı isimlere şahit olabiliriz. 6

İsrail'in İran'a karşı yürüttüğü bu çok cepheli savaşın Kuzey Irak'taki temsilcisi kim olabilir diye sormaya kalkarsak da yine aynı isimle karşılaşırız; "İran'ın adamı" haline gelen Celal Talabani'yi bölgeden sürmek için büyük bir operasyon gerçekleştiren Barzani....

Bu durumda şunu söyleyebiliriz: Barzani'nin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği son operasyon, Irak parçalanması tezi yönünden olduğu kadar, İran'ın zayıflatılması yönünden de herkesten çok Yahudi Devleti'nin işine yaramaktadır. Bir diğer deyişle, Barzani'nin misyonunu çözmek için sürdüğümüz izin ilk iki faktörü, açık bir biçimde İsrail adresini göstermektedir.

Bu durumda üçüncü faktöre bakmak gekekir, yani Barzani'nin misyonundaki "Saddam'ı 'işe yarayabilir' bir araç olarak görme" noktasına. Bazıları ilk başta bunun İsrail'in stratejisi ile çeliştiğini düşünebilir. Çünkü ABD'nin İsrail tarafından da desteklenen Ortadoğu stratejisi olan "dual containment", İran'ın yanında Saddam'ın da "kuşatılmasını" öngörmektedir. Dolayısıyla Barzani'nin İran'ı hedef alırken Saddam'a yakınlaşan politikasının Yahudi Devleti'nin Saddam politikası ile örtüşmediği düşünülebilir.

Oysa durum farklıdır. Çünkü İsrail'in Saddam politikası, "dual containment"ın zevahirdeki çerçevesinden daha farklı bir profil çizmektedir. İsrail, Saddam'ı bir an önce kurtulunması gereken bir bela olarak görmekten çok, onu, muvakkat da olsa, işe yarayabilecek bir aygıt olarak düşünmektedir.


Saddam'ın "İşe Yarar Aygıt" Misyonu



Körfez Savaşı boyunca, hem Saddam'ın kendisi hem de medya bizlere ilginç bir tablo çizdi: Saddam, fanatik bir Yahudi düşmanıydı. Kendini tarihteki en büyük "Yahudi düşmanı" sayılabilecek isimlerden biriyle, Babil Kralı Nabukadnezar'la özdeşleştirmeye çalışan Saddam, bu görüntüsünü pekiştirmek için Körfez Savaşı sırasında Tel-Aviv'e Scud füzesi yollamayı da ihmal etmedi. Dolayısıyla İsrail'in, kendisini "Yahudi düşmanı" olarak tanıtmak için gereken herşeyi yapan Saddam'a çok soğuk baktığı ve onun düşürülmesini her şeyden çok istediği sanılabilir. Oysa durum hiç de böyle değildi. Başbakan Yitzhak Şamir, bir keresinde şöyle konuşmuştu:


Saddam psikolojik açıdan ömrü boyunca İsrail'e faydalı olmuştur... Dünyanın, Araplara ve dolayısıyla Filistinlilere karşı nefret duymalarını sağlayacak sınırlı bir Körfez Savaşı İsrail için faydalı olabilir. İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler güvenlik sebebiyle Ürdün'e gönderilebilirler. Saddam Hüseyin bu stratejik planlama için çok uygun bir katalizör.7


Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky de, çok ses getiren By Way of Deception (Hile Yolu İle) adlı kitabının ardından yazdığı The Other Side of Deception'da (Hilenin Öteki Yüzü), İsrail ve Mossad'ın Saddam'a olan bakış açısıyla ilgili önemli bilgiler verir. Ostrovsky'nin söyledikleri, Körfez Savaşı öncesinde İsrail'in gerçek politikasını açıklamaktadır: İsrail, Saddam'ı Irak'ın başında tutmak, ama Amerika ile Saddam'ı savaştırmak istemektedir. Eski Mossad ajanının yazdığına göre, İsrail bu yöndeki planını İran-Irak savaşının hemen ardından uygulamaya koyar. Mossad, Amerikalılar'a Saddam'ın düşürülmesi gerektiğinden söz etmeye başlar, ama aynı zamanda da Washington'daki İsrail Elçiliği tarafından Irak gizli servisi Muhaberat'a istihbarat aktarılmaktadır. Mossad'ın Muhaberat'a verdiği bu istihbarat, Irak'taki muhaliflerin Saddam'ı düşürmek ya da öldürmek için yürüttüğü çabalarla ilgilidir. Kısacası Mossad, Saddam'ın ayakta kalmasına destek olmaktadır!... Ostrovsky, bunun ardındaki mantığı şöyle açıklıyor:


Mossad, Saddam Hüseyin'i Ortadoğu'daki en büyük fayda olarak görüyordu. Çünkü Saddam uluslararası politika açısından tümüyle irrasyoneldi ve Mossad'ın kullanabileceği bir aptallık yapmaya oldukça yatkındı.8


Bu arada İsrail'in planının öteki yönü de uygulamaya konur. Mossad, "aptallık yapmaya yatkın" olduğu için Saddam'ın ayakta kalmasına destek olurken, bir yandan da ABD'yi Saddam'a karşı kışkırtmaya başlar. Ostrovsky'nin yazdığına göre, Mossad'ın LAP-LohAma Psicologit (Psikolojik Savaş) bölümü, çeşitli dezinformasyonlarla (yalan haber) bu konuda etkili bir kampanya başlatır. Saddam'ı kanlı bir diktatör ve dünya barışına yönelik büyük bir tehdit olarak göstermeye başlarlar. Ostrovsky, Mossad'ın bu propaganda için farklı yerlerdeki ajan ya da sempatizanlarını kullandığını, örneğin Amnesty International ya da Amerikan Kongresi'ndeki "gönüllü ajan"ların (sayan) devreye sokulduğunu anlatır. Kullanılan propaganda malzemeleri arasında; Halepçe'deki ünlü Kürt katliamının görüntüleri ya da Saddam'ın rejim muhaliflerine nasıl kendi elleriyle işkence yaptığına dair fantastik hikayeler yer alır. Irak'ın İran'la olan savaşı sırasında İran'daki sivil hedeflere yolladığı füzeler de kampanyanın malzemeleri arasındadır. Ancak, Ostrovsky'nin dediği gibi Mossad'ın Saddam'ın sözkonusu füzelerini malzeme olarak kullanması biraz garip bir durumdur; çünkü o füzeler, Amerikan uydularından gelen bilgilerin de yardımıyla, savaş sırasında Mossad tarafından hedeflere yönlendirilmişlerdir. İsrail, kendi büyüttüğü ve ayakta tuttuğu Saddam'ı canavar olarak gösterme çabası içindedir. Ostrovsky, şöyle diyor:


Mossad liderleri, eğer Saddam'ı yeterince korkunç göstermeyi başarırlarsa ve onun Körfez petrolü için bir tehlike olduğu—ki Saddam daha önce bu konuda bir güvence olarak algılanıyordu—düşüncesini yerleştirebilirlerse, ABD ve müttefiklerini Saddam'a saldırtabileceklerini hesaplıyorlardı.9


Ostrovsky'nin anlattığı bu Mossad kaynaklı propaganda, Körfez Savaşı için gerekli olan kamuoyunu oluşturur. Savaşın fitili de yine Mossad'ın "gönüllü ajanları" tarafından ateşlenir. Kongre üyelerinin Saddam'a karşı savaşa ikna edilmesi için Yahudi lobisinden Tom Lantos'un yönetimindeki Hill and Knowlton lobi şirketi dramatik bir senaryo yazar. Turan Yavuz, olayı şöyle anlatıyor:


9 Ekim 1990. Hill and Knowlton lobi şirketi Kongre'de "Irak'ın Vahşetleri" başlığı altında bir oturum düzenliyor. Lobi şirketi tarafından oturuma getirilen bazı 'görgü tanıkları' Iraklı askerlerin yeni doğmuş çocukları hastane odalarında öldürdüğünü öne sürüyor. Bir 'görgü tanığı' vahşeti tüm detaylarıyla anlatıyor ve Iraklı askerlerin bir hastanede 300 yeni doğmuş çocuğu öldürdüğünü söylüyor. Söz konusu bilgiler, Kongre üyelerini hayli rahatsız ediyor. Bu da Başkan Bush'un işine yarıyor. Ancak sonra anlaşılıyor ki, Hill and Knowlton lobi şirketinin kongre önüne getirdiği "görgü tanığı" aslında Kuveyt'in Washington'daki büyükelçisinin kızıdır. Buna rağmen kızın söyledikleri kongre üyelerinin Saddam Hüseyin'e "Hitler" lakabı takmasına yol açacaktır.10


Kısacası İsrail, Körfez Savaşı öncesinde, hem "faydalı aptallıklar" yaptığı için Saddam'ı iktidarda tutmak, hem de Amerika'yı Saddam'a saldırtmak istemektedir. Yahudi Devleti, Körfez Savaşı sonrasında da Saddam'ın iktidarda kalması gerektiği tezini hep savunur. Turan Yavuz şöyle diyor:


Körfez Savaşı'ndan sonra İsrail, bölge istikrarı açısından Saddam Hüseyin'in iktidarda kalmasını savunuyor ve istikrarın ancak, yarı güçlü bir Saddam ile sağlanacağına inanıyordu. İsrailli diplomatlar bu mesajı tüm dünyaya yaymakta gecikmediler.11


Peki İsrail tezi neyi hedefliyordu, Yahudi Devleti tüm bunlarla ne yapmak istiyordu, Saddam'ı iktidarda tutmanın, ancak Amerika'yı Irak'a saldırtmanın amacı ne olabilirdi?... Bu soruların cevabı, İsrail'in geleneksel hedefleri arasında yer alan Kürt Devleti projesiydi. İsrail, 1982 yılında Oded Yinon'un az önce değindiğimiz raporunda belirtildiği gibi Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti istiyordu. Bu ise, ancak yarı güçlü bir Saddam'ın varlığı sayesinde gerçekleşebilirdi.

Saddam'ın Batı Kudüs'te "işe yarayabilir bir aygıt" olarak görüldüğünü gösteriyordu bu durum. Kuşkusuz, Saddam İran'a karşı da işe yarayabilirdi. Nitekim Barzani'nin son operasyonu da bu mantık üzerine oturuyordu.

Kısacası, Barzani'nin misyonunu çözmek için sürdüğümüz izi oluşturan dört faktörün üçü de—Irak'ın parçalanmasının stratejik bir hedef olarak benimsenmesi, İran'ı "baş düşman" olarak algılanması ve Saddam'ın "işe yarayabilir" bir araç olarak görülmesi—Yahudi devletinin Ortadoğu stratejisine tamı tamına uyuyordu.

Geriye dördüncü ve en önemli faktör kalıyor; yani Barzani ile yakın bir ilişki içinde olmak. Eğer bu faktör bulunamasa, Barzani'nin operasyonunun İsrail'e yarayan sonuçlarını Yahudi Devleti adına çok iyi bir tesadüf olarak yorumlamak gerekecekti. Ancak iki taraf arasındaki ilişki o kadar geniş kapsamlıdır ki, Barzani'nin bu son operasyonu "İsrail adına" bile yaptığını söylemek mümkündür.


Barzani ve İsrail



İsrail'in Barzani ile olan olağanüstü yakın bağlantısı, oldukça eskilere dayanan bir hikayedir.

Konuyla ilgili kaynakların bildirdiğine göre, Kuzey Irak'taki Kürt hareketinin efsanevi lideri Molla Mustafa Barzani, İsrail'in Arap devletlerini parçalama stratejisinin bir sonucu olarak, Yahudi Devleti tarafından 1950'lerin sonundan itibaren desteklenmiştir.

İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why? (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor?) adlı kitabında Barzani ile İsrail arasındaki bu gizli ilişkiyi şöyle anlatır:


Irak'taki Kürt direnişçiler her zaman İsrail'in ilgi alanı içerisindeydi... Mossad'ın Kürtlere desteği 1958'de başladı. İsrailli askeri danışmanları, cephaneyi ve silahları kapsayan daha geniş çaptaki yardım ise 1963'de uygulamaya kondu. Ağustos 1965'de İsrailli askeri uzmanlar tarafından Kürt subaylar için Kuzey Irak dağlarında eğitim kampları oluşturuldu. Haziran 1966'da Başbakan Levi Eshkol Kürt liderleriyle görüşmeler yaptı. 1967 Savaşı sırasında, Kürtler İsrail'in isteği üzerine Kuzey Irak'tan Bağdat yönetimine bir saldırı düzenlediler ve Irak ordusunun diğer Arap ülkelerine yardım etmesini engellediler. Savaş sonrasında ise Kürtlere Mısır ve Suriye birliklerinden ele geçirilen Sovyet yapımı silahlarla yardım edildi. Her ay yaklaşık 500.000 dolarlık bir para yardımı da İsrail tarafından Kürt gerillalara ulaştırılıyordu. Kürt lideri Mustafa Barzani önce Eylül 1967'de sonra Eylül 1973'de İsrail'i ziyaret etti.12


İsrail'in Barzani'den bazı "rica"ları da olmuştu. Mossad, 1973'teki Yom Kippur Savaşı'nda, Barzani'den Irak petrol kuyularını bombalamasını istemiş, Barzani de bunu seve seve kabul etmişti.13

Turan Yavuz da ABD'nin Kürt Kartı adlı kitabında İsrail-Kürt ilişkisinin uzun geçmişine değinir. Buna göre, İsrail başından beri Barzani'ye bir "Kürt Devleti" vaadetmiştir. Knesset (İsrail parlamentosu) üyesi Luba Eliav, 1966'da Molla Mustafa Barzani'yle yaptığı görüşmede, "İsrail'in Kürt Devleti ve halkının kalkınması için askeri, ekonomik ve teknik yardım vermek istediği"ni söylemiştir.14 İlerleyen yıllarda Kürt-İsrail ilişkisinin kilit isimleri, birer Mossad ajanı olan David Kimche ve "Kürt Yahudisi" Yaakov Nimrodi'dir. Amerikalı gazeteci Jack Anderson, Washington Post'un 18 Eylül 1972 tarihli sayısında yazdığı makalede şöyle der:

Her ay, kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi Irak'a gizlice İran sınırından girerek Kürt lider Molla Mustafa Barzani'ye 50 bin ABD doları veriyor. Bu para, Kürtler'in İsrail aleyhtarı olan Irak hükümetine karşı faaliyetlerini devam ettirmelerini sağlıyor.

Barzani'nin İsrail'in üst düzey yetkilileriyle olan ilişkisi oldukça düzenli bir biçimde sürer. Kürt lider, Mossad lideri Zvi Zamir ile defalarca yüzyüze görüşür, Zamir Mossad'ın Kürtlere yaptığı yardım karşılığında, Barzani'den Irak rejimine karşı daha etkili saldırılar beklediklerini hatırlatır. Barzani, İsrail'de o denli itibarlıdır ki, en üst düzeyde ağırlanarak, eski Başkan Menahem Begin ile de bir araya gelir.

İsrail ile Barzani arasındaki ilişkiler, bir kaç yıl öncesine dek Türkiye'de fazla bilinmiyordu. Bu konuyu basında ilk gündeme getiren kişi ise Uğur Mumcu olmuştu. Mumcu, 7 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında, Mossad-Barzani bağlantısını şöyle anlatıyordu:

Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki, Mossad-Barzani ilişkisidir. Mossad, İsrail Devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt Lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı? Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, 'Hayır olmadı' diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da Mossad-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

Mossad'ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney'de yayınlanan Israel's Secret Wars - A History of Israel's Intelligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black, ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta Mossad-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve Mossad yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

Kitapta, 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra, Mossad'ın Kürtlerle ilişki kurduğu (s. 327) Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el Heykel'in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak'tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Anlaşması'ndan sonra İran Şah'ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından "Kürdistan Demokratik Partisi'ne" üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.

Barzani'nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İran-İsrail üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.

Mossad-Barzani ilişkileri de İsrail'in Tahran'daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (Mossad ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi'nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani'nin eline geçmesinde rol oynuyor." (ss. 328-329) Kitapta Mossad'dan Kürtlere 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (s. 328)

70'li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. 'Körfez Savaşı' sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı." (s. 521) Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. Mossad, Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta Mesud Barzani'nin, İsrail'e gizlice giderek yardım istediği de yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek... Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek... İlgi belli... İlişki de belli.

Mumcu, tüm bunları yazdıktan sonra şöyle soruyordu: "Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve Mossad'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve Mossad, anti-emperyalist savaş yapıyorlar da dünya bu savaşın farkında mı değil?" (Uğur Mumcu, Mossad-Barzani bağlantısını anlatan bu yazısından 17 gün sonra, bir fail-i meçhul profesyonel bombaya kurban gitti. Cumhuriyet gazetesi ise, ölümünden sonra Mumcu'nun eski yazılarını tek tek yayınlamasına karşın, "Mossad ve Barzani" başlıklı bu yazıyı, nedendir bilinmez, es geçti...)

Mesud Barzani'nin İsrail'le olan ilişkisiyle ilgili bilgiler, Körfez Savaşı'nın ardından patlak veren Kürt isyanı sırasında da su yüzüne çıkmış ve basına yansımıştı. Tercüman, konu hakkında aldığı istihbarata dayanarak şöyle yazıyordu:


Irak'taki ayaklanmaları yakından izleyen Ankara, Kürtler'in ve Şiiler'in İsrail tarafından desteklendiklerini belirledi ve dikkatini Tel Aviv'deki gelişmelere de kaydırdı. Kuzey Irak'taki iç savaşın arkasında İsrail Gizli Örgütü Mossad'ın da parmağının bulunduğu, İsrail'in Kürt Devleti'ni desteklediği belirlendi. Edinilen bilgilere göre askeri istihbarat, İsrail'in Kürt Devleti'nin kurulmasını fiilen desteklediğini gösteren verileri hükümete sundu. İsrail'in Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulması konusuyla, Mossad kanalıyla öteden beri ilgilendiği belirtildi.15


Tüm bu bilgiler, İsrail'in Barzani ile olan yakın bağlantısının içeriğini ve kapsamını açık biçimde ortaya koyuyordu: Barzani, İsrail'in Kuzey Irak'taki stratejik müttefikiydi. Bu stratejik ittifak, Barzani aşiretindeki nesil değişikliğinden de etkilenmiyordu; Baba Molla Mustafa Barzani zamanında başlatılan ittifak, oğul Mesud Barzani zamanında da sürüyordu. İttifak, Washington'a kadar da uzanıyordu. Sedat Ergin, Hürriyet'in Washington muhabiri olduğu sıralarda İsrail lobisi ile Barzani arasındaki ilginç ilişkilerden şöyle söz etmişti:


Nevruz kutlamaları Washington'daki Crystal City Sheraton Oteli'nin balo salonunda düzenlendi. Sahnede asılı duran Molla Mustafa Barzani'nin resmi, Barzani isminin manevi ağırlığını kuvvetli bir şekilde hissettirmekteydi. Gecenin sonuna doğru eğlence tam bir cümbüşe dönüştü. Halay çekenler arasında Kongre Danışmanları Musevi Lobisi'nin en güçlü örgütü AIPAC'ın eski direktörü Morris Amitay da bulunuyordu.16


İsrail'in ABD'deki en güçlü temsilcisi olan AIPAC'ın eski direktörü, işi gücü bırakmış, Nevruz kutlamalarında Barzani aşireti ile halay çekiyordu. İki taraf arasındaki ittifakın bundan daha güzel bir "nişanesi" olamazdı herhalde.

Peki tüm bunlar olurken, Talabani ne yapıyordu? Acaba o da İsrail ile stratejik ittifak içinde miydi?

Hayır. Talabani, Molla Mustafa Barzani döneminde, Barzaniler tarafından yürütülen Kürt hareketinin bir alt kolu görünümündeydi. Ancak Barzanilerle pek anlaşamıyordu. İki taraf arasındaki aşiret kavgası, o zaman da geçerliydi. Fakat tüm bunların yanında, bir konu daha vardı Barzani ile Talabani arasında anlaşmazlık yaratan; Talabani, İsrail'le kurulan ilişkilerden rahatsızdı. Nitekim, İran Devrimi sonrasında Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'nin arşivlerinde ele geçen belgelere göre, Talabani 1974'te Barzani'yle bağları koparırken, bunun nedeninin Barzani'nin Amerika ve özellikle de İsrail ile kurduğu gizli ilişkiler olduğunu söylemişti.17

Dolayısıyla, Barzaniler geleneksel olarak "İsrail'in Kürdistan temsilcisi" konumunda oldular, Talabani ise bu konuma karşı bir tavır aldı. 1996 yazında Kuzey Irak'ta gerçekleşen ve Barzani'nin Talabani'yi İran'a doğru sürmesiyle sonuçlanan operasyon da, yine bu geleneksel ittifakların üzerine kurulmuştu. Talabani İsrail'in baş düşmanı İran'la ittifak kurmuşken, Barzani de "İsrail'in adamı"ydı.

Peki ama Barzani'nin "İsrail'in adamı" olmasının anlamı neydi? Barzani, siyasi çıkarları İsrail'le uyuşan bir lider miydi sadece? Yoksa bir de İsrail adına bir "misyon" mu taşıyordu? Eğer iki taraf arasındaki ilişki sadece siyasi boyutta olsaydı, birinci şıkkı kabul etmek gerekirdi.

Oysa Barzani'nin İsrail ile olan ilişkisi, üstte saydığımız siyasi ilişkilerin çok daha ötesine uzanmaktadır. Arada bir de "etnik" bir akrabalık vardır.


Barzaniler ve İbraniler



Barzani'nin İsrail'le olan ittifakının bir de sosyolojik bir boyutu vardır; Irak'ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşamakta olan Kürt Yahudileri, iki taraf arasında önemli bir akrabalık bağı kurar.

Bu ilginç konu, Dr. A. Medyalı ismiyle kaleme alınan Kürdistanlı Yahudiler adlı kitapta ayrınıtılı biçimde incelenir. Kitap, Kürtler ile Yahudiler arasındaki tarihsel ilişkiye dikkat çekmekte ve bu noktadan hareketle bu iki halkın Ortadoğu'da "müttefik" olmaları gerektiğini öne sürmektedir. Bu dahiyane sonuç, İsmail Beşikçi'nin Kürt Aydını Üzerine Düşünceler adlı çalışmasından yapılan bir alıntıyla, kitabın henüz başında şöyle anlatılır:


Kürtlerin Ortadoğu'da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır.18


Kürt Yahudilerinin büyük bir bölümü, Mossad'ın 1950'li yıllarda düzenlediği "Ali Baba Operasyonu" ile İsrail'e getirilmişlerdir. Ancak yine de iki halk arasındaki geleneksel ilişki kopmaz. İsrail'e gelen Iraklı Yahudiler, Kürt kimliklerini de bir yandan muhafaza ederler. İsrail'de yaşayan Kürt kökenli Yahudiler tarafından kurulmuş olan İsrail'deki Kürt Yahudileri Ulusal Örgütü'nün (The National Organization of Kurdish Jews in Israel) başkanlığını yapmış olan Haviv Şimoni, 1973 yılında yapmış olduğu bir açıklamayla, İsrail'de 90.000 "Kürt" bulunduğunu açıklamıştır.19

Gazeteci yazar Pamela Kidron'sa, 1988'de kaleme aldığı bir makalesinde "İsrailli 150.000 Kürt"ün varlığından söz etmektedir. A. Medyalı'nın kitabına göre ise, "günümüzde İsrail'de, Kürdistan kökenli yaklaşık 200.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir."20 Yona Sabar'ın The Folk Literature of the Kurdistani Jews adlı kitabının 229-232'inci sayfalarında da Kürt Yahudileri ile ilgili 60'ın üzerindeki kaynaktan ayrıntılı bilgi verilir. Tüm bunlar, bugün İsrail'de ciddi bir Kürt Yahudisi varlığından söz edilebileceğini göstermektedir.

Dahası, bu Kürt Yahudileri, Irak'taki Kürtlerin kaderi konusunda da oldukça hassastırlar. Türk Yahudilerinin yayınladığı "cemaate özel gazete" Şalom'un yazdığına göre, İsrail'de bulunan Kürt Yahudileri Kuruluşu Başkanı Haviv Şimoni, Nisan 1991'de İsrail Dışişleri Bakanı David Levy ile görüşerek ABD'nin Kürt yanlısı tutumunu daha da arttırması için istekte bulunmuştur. Kuruluş sözcülerinden Aharun Sariy ise, biraz iddialı bir rakam öne sürerek, İsrail'de tahminen 1 milyon Kürt Yahudisi bulunduğunu söylemiştir.21

Bu "etnik" bağlantı, Barzaniler ile Yahudiler arasına kültürel ve geleneksel bir yakınlık katmaktadır. Ancak daha da ilginç bir şey vardır. Kürt Yahudileri, Barzani sülalesinin de bir parçasıdırlar! Dahası, Barzani aşireti, çok sayıda "ünlü haham" çıkaracak kadar dindar bir Yahudi kimliğini içermektedir. Kürdistanlı Yahudiler adlı kitap, bu Barzani hahamları şöyle anlatır:

16. ve 17 yüzyıllarda Kürdistanlı hahamlar tarafından yazılmış olan çeşitli belgeler ve elyazması kitaplar, genel olarak Kürdistanlı Yahudilerin başta dinsel olmak üzere, sosyal ve ekonomik yaşantıları hakkında ayrıntılı bilgilerin yanısıra Kürdistan'la ilgili bazı dolaylı bilgiler de içermektedir. Bu dönemlerde kimi Yahudi toplulukları Kürdistan halklarının genel yoksulluk tablosu içinde yer alırlarken, öte yandan özellikle ünlü Barzani Ailesi'nden gelen hahamlar Kürdistan'ın birçok yerinde dinsel çalışmalar ve eğitim için merkezler kurmuşlardı. Bu dini merkezler Mısır ve İsrail gibi uzak yerlerden bile öğrenci kabul ediyorlardı.22

Barzani'nin Yahudi kimliğinin doğal bir sonucu olarak, Kürt Yahudileri de kendi kaderlerini Barzani'ye bağlı görürler. Bu nedenle, Barzani önderliğindeki Kürt hareketinin 1975 yılında yenilgiye uğramasının ardından, İsrail'in de kolaylaştırıcı müdahaleleriyle bir grup Kürt Yahudisi İsrail'e göç etmiştir.23

Barzani kimliğinin içerdiği bu Yahudi faktörü, hem Molla Mustafa Barzani'nin hem de oğlu Mesud Barzani'nin İsrail'le olan ilişkilerinde önemli rol oynamıştır kuşkusuz. Kürt Yahudileri de, belirgin bir biçimde Barzani hareketinin ön saflarında yer almışlardır. En son, 16 Nisan 1996'da Ankara'ya gelip üst düzey yetkililerle görüşmeler yapan "Mesud Barzani'nin sağ kolu" Evair Barzani'nin İsrail pasaportlu bir Kürt Yahudisi oluşu oldukça dikkat çekicidir.

Yahudi Devleti'yle paylaşılan bu etnik kimlik, Barzanileri "İsrail'in adamı" olmaktan da öte bir noktaya götürür; İsrail onlar için bir tür "ikinci vatan"dır.

İnsanın vatanı için çalışmasından daha doğal bir şey de yoktur.

O nedenle, Barzani'nin Kuzey Irak'ta yürüttüğü mücadelenin İsrail'in stratejik hesaplarına tam tamına uyuyor olmasını garip karşılamamak gerekmektedir. Çünkü Barzani, kendine yalnızca taktik ittifaklar arayan Talabani gibi sade bir Kürt milliyetçisi değildir; bir de Yahudi kimliği tarafından beslenen stratejik bir misyonu vardır. Bu stratejik misyon ise, İsrail'in bölgesel stratejisinin bir parçası olmaktan başka bir şey değildir.


Barzani Anahtarıyla İlerlemek



"Barzani anahtarı"nın gerçek kimliğini böylece teşhis ettikten sonra, bu anahtarı kullanarak Kuzey Irak düğümünü çözmek de zor değildir. Kuzey Irak'taki karmaşanın geleceği hakkında Barzani tarafından yürütülecek misyon, İsrail tezine uygun biçimde gelişecektir. Bu, bize şu sonuçları verir:

1) Barzani, bağımsız Kürt Devleti, diğer bir deyişle Irak'ın parçalanması hedefinden hiç bir şekilde vazgeçmeyecektir. Belki Bağdat'ı oyalamak için federasyon, hatta özerklik gibi formüllerle tatmin olmuş gibi bir görüntü verebilir. Ancak orta ve uzun vadedeki hedefi, Saddam'ın tasviyesi ile mümkün kılınacak bir self-determinasyon ve bir Kürt Devleti'dir.

Böyle bir devletin Türkiye'ye karşı tehdit oluşturacağını tahmin etmek içinse kahin olmaya gerek yoktur. Özellikle Türkiye "yanlış" bir yola girer de Barzani'nin Batı Kudüs'teki dostlarını rahatsız edecek politikalar izlerse, Barzani'nin yangına dönüştüreceği Kürt ayrılıkçılığı kıvılcımı sınırın kuzeyine sıçratılacaktır. Nitekim, Barzani'nin Batı Kudüs'teki dostları bu opsiyonu uzun bir süredir değerlendirmektedirler. Ufuk Güldemir'in aktardığına göre, Dış Politika Enstitüsü'nün 1986 yılında Ankara'da basına kapalı olarak toplanan Türkiye Ortadoğu ilişkileri çalışma grubunda "devletin en üst noktalarında bulunmuş bir yetkili" şu bilgiyi vermiştir:


İsrail'de araştırmacılar son üç yıldır Türkiye'deki azınlık sorunlarını, etnik sorunları incelemeye başladılar. Bunu tabi şöyle yorumlamak mümkün: Türkiye gelecekte Arap müttefiki olarak İsrail'e hasmane bir tutum takınırsa o zaman bu İsrail için çok büyük bir tehdit oluşturur. O zaman Türkiye'nin destabilizasyonu İsrail için son derece önem taşır. Bu yüzden de etnik incelemeleri yaptırıyorlar.24


Şu an Netanyahu'nun kabinesinde Altyapı Bakanı olan Ariel Şaron'un yıllar öncesinde söylediği "Türkiye ilgi alanımız içindedir" şeklindeki sözün anlamı da budur.

Tüm bunlar, Barzani'nin "PKK Kartı"nı da hiç bir zaman elinden bırakmayacağını, terör örgütünü Türkiye'ye karşı potansiyel bir silah olarak el altında bulunduracağını gösterir. Nitekim PKK ile Barzani arasındaki mevcut yakın ilişkiler de son derece somuttur. PKK'nın 1984 yılında Kuzey Irak'taki ilk örgütlenmelerini KDP desteği ile yaptığı bilinen bir gerçektir. Bu ittifak, Türkiye'ye karşı yapılan göstermelik jestlere rağmen devam etmiştir. Öyle ki, PKK'nın 1996 yılı itibariyle Kuzey Irak'ta bulunan kamplarının hepsi KDP bölgesindedir, Barzani'nin kontrolü altında faaliyetlerini yürütmektedir. Doç. Dr. Ümit Özdağ bu durumu şöyle anlatıyor:


Örgütün kadroları Suriye sınırından başlayıp İran sınırına kadar uzanan Türkiye-Irak sınırı boyunca kurulu ana üs ve kamplarda bulunmaktadır. Coğrafi olarak Hayat Vadisi-Shirvan'ın kuzeyi (Metina-Gora Dağı arasındaki bölge), Barzan bölgesi, Metina dağı, Zagros bölgesi, Aşağı Bervari Bölgesi, Al Amediyah-Atrush-Agra üçgeni ve Hakurk Vadisi bölgesinde PKK'nın 12 büyük üssü 28 küçük kampı bulunmaktadır. Bu kampların özelliği hepsinin KDP bölgesinde olmasıdır. Ayrıca Dohuk'un 45 km doğusunda bulunan ve Türkiye'den Kuzey Irak'a göçen ve 13 bin kişinin yaşadığı Artuş kampı PKK için çok önemli bir üs olmak durumundadır. KDP'li peşmergeler tarafından sarılı olan kamplarda iç denetim PKK'nın elindedir.25


2) Barzani, Batı Kudüs'teki dostlarının en büyük düşmanı olan İran'a karşı tavır almayı da sürdürecektir. Talabani'ye karşı duyduğu rekabet hissini büyük bir çatışmaya dönüştürmesinin asıl nedeni de KYB'nin İran bağlantısıdır. Talabani ile yeniden uzlaşması, onun İran bağlantısının kesin bir biçimde sona erdiğini görmesiyle mümkün olabilir.

3) Barzani, Saddam'la geçici bir ittifak yapmıştır ve bu ittifakı, Talabani-İran ittifakını bertaraf edene ya da Talabani'yi İran'dan uzaklaştırana kadar koruyacaktır. İran etkisinin ortadan kaldırılması halinde ise, Saddam'la kurduğu ittifaktan hızla uzaklaşacaktır. Saddam'ın "işe yarayabilir bir aygıt" olduğunu, ancak gerektiği anda da feda edileceğini Batı Kudüs'ten aldığı "tiyo"lardan biliyor olmalıdır çünkü.

4) Ankara'nın Barzani ile Türkmenler arasında yakınlaşma kurmak ve böylece Kuzey Irak'ta "Türkmen Kartı" oynamak düşüncesi gerçeklerle çelişmektedir. Çünkü Türkmenler, Talabani ile aralarının çok iyi olmasına karşılık, Barzani ile kavgalıdırlar.

Barzani'nin Saddam'la ittifak halinde Talabani bölgelerini işgali sırasında Türkmenlere karşı geniş çaplı bir tasviye operasyonu yürütülmüştür. Erbil'den kaçan Türkmenlerin verdikleri ifadelere göre, kentin ele geçirilmesinden sonra KDP güçleri, Kızılay'ın kent merkezindeki yardım malzemeleri depolarını yağmalamışlar, Türkmeneli partisi Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Reşit'in de aralarında bulunduğu birçok partiliyle birlikte çok sayıda Türkmen gözaltına alınmıştır. Bunlar daha sonra Saddam'a bağlı birlikler tarafından Musul'a götürülmüşlerdir. Türkmenlere ait tüm işyerleri, okullar, kültür merkezleri TV ve radyo istasyonu tahrip edilip, yağmalanmıştır. Milli Türkmen Partisi Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyeleri Aydın Iraklı, Ali Yaycılı, Aydın Kibirli ve Ali Acem ise kent dışındaki bir fabrikaya götürülerek burada kurşuna dizilmişlerdir.26

Cengiz Çandar Milli Türkmen Partisi Genel Başkanı M. Kemal Yayçılı'yla görüşmüş ve şu cevabı almıştır:


Saddam'ın istihbarat örgütü, KDP (Barzani) ile birlikte Erbil'de Türkmenlere karşı insan avına devam ediyor. Saddam'ın adamları, KDP'lilerle Kürtçe konuşarak ve onlar gibi giyinerek arkadaşlarımızı tutukluyorlar. Erbil'de Türkmence televizyon ve iki radyo binamız yağmalandı, yayınımız durdu. Erbil'deki kültür, eğitim ve sağlık merkezlerimiz de tahrip edildi. Şu anda Habur kapısında Erbil'den kaçan 250 mülteci Türkiye'ye sığınmak için bekliyor. Bu sayı, bir iki gün içinde 3.000'e çıkacak. Buna karşılık, Talabani ile hiçbir sorunumuz yok. İki başkan yardımcımızdan biri tutuklandı, diğeri Süleymaniye'de Talabani'nin yanında. Talabani ile çok rahat durumdayız. 500 akıncımız (Türkmen silahlı gücü) da, Süleymaniye'de Talabani kuvvetleriyle beraberler... Oysa, Barzani bizi tasfiye ediyor...27


Dahası, Türkmenlerin ancak % 10 kadarı 36. paralelin kuzeyindeki bölgede, yani Barzani'nin egemenliğindeki Kuzey Irak'tadır. Kalan kısmı ise, çoğu Kerkük ve çevresinde olmak üzere 36 ile 34. paralel arasında yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye'nin Barzani'ye dayanarak bir "Türkmen kartı" oynamaya kalkışması, 36. paralelin güneyindeki Türkmen nüfusu, "Türkiye'nin beşinci kolu" görünümüne sokarak, şimdiye dek "etnik ayrılıkçılık"tan çok çekmiş olan Bağdat'ın insafına terkedecektir. Saddam'ın ya da Bağdat'ta oturacak bir başka yönetimin bu "Türkmen kartı"na karşı Türkmenleri ezmeyi düşünmesi, ya da karşı bir hamleyle "PKK kartı"na sarılması elbette muhtemeldir ve Türkiye'yi son derece büyük bir açmaz içinde bırakabilir.

Ankara, Türkmenlerle ilgili hesabındaki hatayı Mesud Barzani'nin 20 Eylül tarihli Türkiye ziyareti ve "Çiller'le zirve"sinden sonra biraz görmüş olacak ki, bu kez de suçu Türkmenlerin üzerine atmaya kalkarak, "Türkmenlerin zaten kendi içlerinde parça parça oldukları"ndan dem vurmaya başlamıştır. Bu argüman, Cengiz Çandar'ın da teşhis ettiği gibi, "yetkili merciler" tarafından gönüllü arzuhalcilerine—en başta da Çandar'ın köşesini paylaştığı "dış politika yorumcusu"na—fısıldanmıştır. Böylece, Barzani-Türkmen-Saddam "ekseni" tezleri, daha ilk günlerinde patlak vermiştir.

Tüm bunlar bize göstermektedir ki, Barzani ile Türkiye arasında, taktik bazı ilişkiler dışında, gerçek ve kalıcı bir işbirliği olamaz. Barzani, İsrail tezini, yani Irak'ın parçalanmasını kendisine misyon olarak benimsemiştir; PKK ile geleneksel ve stratejik bir işbirliği içindedir ve Türkiye'nin bölgedeki doğal uzantısı olan Türkmenlerle de kanlı-bıçaklı düşmandır. Türkiye'nin Türkmenleri Barzani ile zoraki bir işbirliğine oturtarak "kart" haline getirmesi ise ham bir hayaldir.

O halde Ankara neden ısrarla Barzani'ye oynama yolunu seçmektedir?


Hala Barzani'ye Oynamak?!...



Fatih Çekirge, "Asıl Hedef İran" başlığıyla 7 Eylül 1996 tarihli Sabah'a manşet olan haberinde şöyle yazıyordu:


(Ankara'da) İran'ın Celal Talabani ile işbirliğine karşı Mesud Barzani'ye destek verilmesi kararlaştırıldı. Mesud Barzani de karşılığında bölgede denetimi sağlama ve teröristlerden arındırma görevini üstleneceğini taahhüt etti. Mesud Barzani'ye yardım Kuzey Irak'taki Türkmenler aracılığıyla yapılacak. Bugüne kadar bölgede önemli rol oynamayan Türkmenler böylece aktif duruma getirilecek ve ilerde Kuzey Irak'taki yönetime ortak olacak. Türkiye'nin bu stratejisine Amerika destek veriyor.


Bu haber, Barzani'nin misyonuna Türkiye'nin de eklemlenmek istendiğini gösteriyordu; çünkü durum Türkiye'nin kendisini, hiç de gerekmediği halde, "İran'ın desteklediği Talabani'ye karşı Barzani'yi destekleme" gibi bir pozisyona soktuğunu gösteriyordu. Oysa Türkiye, PKK ile arası Barzani'ye göre daha soğuk olan Talabani'ye de destek olabilir, en azından iki taraf arasında bir denge politikası yürütebilirdi.

Türkiye'nin İran'ın PKK ile olan muğlak ilişkisini tam olarak kesmek için girişimde bulunması anlaşılabilirdi elbette. Ancak bu, iki ülke arasında halledilecek bir sorundu. Fakat durum böyleyken, Ankara, üçüncü bir coğrafya olan Kuzey Irak'ta, sırf İran'a cephe almış olmak için, zoraki bir biçimde Barzani ile ittifak kurmaya çalışıyordu. Bunun için, Barzani ile kanlı bıçaklı düşman olduğu Türkmenler arasında zoraki bir işbirliği kurulmasına çalışılacak, dahası Barzani'nin PKK ile olan iyi ilişkileri bilindiği halde, Barzani'den "PKK'ya karşı mücadele etme" gibi hayali bir misyon beklenecekti.

Bu garip planının püf noktası ise Çekirge'nin haberinin sonunda veriliyordu; "Türkiye'nin bu stratejisine Amerika destek veriyor"du...

Çünkü bu plan, Amerika'nın—ve onun Ortadoğu politikasını dilediği gibi yönledirme ayrıcalığına sahip olan İsrail'in—Kuzey Irak stratejisine tam tamına uygundu. Böylece Türkiye hem İran'a karşı kullanılacak, hem de Barzani'yi desteklemek gibi büyük bir "jest" yapmış olacaktı Kürt Lideri'nin Batı Kudüs'teki dostlarına.

Ve ne yazık ki bu plan, Amerika'nın (daha doğrusu İsrail'in) Kuzey Irak stratejisine bu şekilde hizmet ederken, Türkiye'nin bölgedeki uzun vadeli çıkarlarına büyük zarar veriyordu. Türkiye kendi elleriyle Barzani önderliğinde bir Kürt federasyonunun ve sonra da devletinin kurulması için gerekli alt yapıyı hazırlamış olacaktı. Bunun Güneydoğu'ya yansımalarını tahmin etmek çok zor değildi...


Sonuç



"Barzani'ye oynamak"ta gösterilen ısrar, Türkiye'nin Amerika-İsrail ikilisinin peşine takılmasının ve onların çizdiği Ortadoğu resminin içindeki bir figüran haline gelmesinin yeni bir örneği gibi gözükmektedir. Ankara, bu ikilinin telkinlerinin ve dezinformasyonlarının etkisinde kalarak, farkında olmadan onların bölgesel stratejilerine hizmet eden ancak kendi ulusal çıkarlarına sekte vuran politikalar geliştirmekte, ya da en azından hayal etmektedir. Türkiye'nin "asıl düşmanı"nın İran olduğunu öne süren, her şart ve coğrafyada İran'a karşı cephe almasını savunan ve İran'ın tüm bunlardan rahatsız olarak geliştirdiği karşı-manevraları da kısır bir döngü içinde ilk teze dayanak olarak gösteren sofistike bir aldatmacanın ürünüdür bu.

Oysa Türkiye'nin İran'la çatışmakta bir çıkarı yoktur, sırf ona cephe almak için "Barzani'ye ait bir Kürdistan" projesine destek olsun.

Dahası, eğer Kuzey Irak'ta illa da bir "Kürdistan" kurulacaksa, bunun Barzani yerine Talabani önderliğinde kurulması Türkiye açısından daha avantajlı bir opsiyondur. Çünkü Barzani'yi Talabani'ye göre daha "tehlikeli" hale getiren bir de "sosyolojik" bir tablo vardır: Barzaniler ile Türkiye'deki Kürtler aynı Kürt lehçesini (Kırmanç) konuşurlar. Buna karşın Talabani'nin temsil ettiği Soraniler'in kullandığı lehçe, Türkiye'deki Kürtler tarafından neredeyse anlaşılamaz durumdadır. (Öyle ki, Talabani ile Türkiye Kürtleri arasındaki görüşmeler, çoğu kez İngilizce geçmektedir.)

Bir başka deyişle, eğer Kuzey Irak'ta "Barzani'ye ait bir Kürdistan" kurulursa, bunun Türkiye'ye sıçratacağı kıvılcım, "Talabani'ye ait Kürdistan"a göre çok daha "yakıcı" olacaktır.

Ayrıca, Barzani'nin örtülü misyonunu göz önünde bulundurarak hatırlatalım: Barzani'nin Batı Kudüs'teki dostları, "ilerde bir gün gerekir" diye, daha önceden, "Türkiye'nin destabilizasyonu için azınlık sorunlarını ve etnik sorunları incelemeye almış"lardır. Belki, Barzani için "Türkiye'nin destabilizasyonu"na yönelik iyi bir "eylem planı" hazırlamış olabilirler. Çünkü Ariel Şaron'un da dediği gibi, Türkiye İsrail'in ilgi alanı içindedir...

 


DİPNOTLAR



1. "Talabani Zeli'de", Milliyet, 22 Eylül 1996.

2. Israel Shahak, The Zionist Plan for the Middle East, Massachusetts: Belmont AAUG, s. 9.

3. Ibid.

4. Ibid., s. 8.

5. Cengiz Çandar, Sabah, 21 Mart 1995.

6. Bu konudaki detaylı bilgiler için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen: Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeninin Gizli Yöneticileri, İstanbul: Vural Yayıncılık, Şubat 1996, ss. 751-822.

7. Wiener, 2 Şubat 1991.

8. Victor Ostrovsky & Claire Hoy, By Way of Deceptions: An Insider's Devastating Expose of the Mossad's Secret Agenda, New York: Harper Collins Publishers, 1994, s. 247.

9. Ibid., s. 254.

10. Turan Yavuz, ABD'nin Kürt Kartı, 1.b., İstanbul: Milliyet Yayınları, Nisan 1993, s. 307.

11. Ibid., s. 166.

12. Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why, 1.b., New York: Pantheon Books, 1987, s. 19.

13. Dennis Eisenberg, Eli Landau, Uri Dan, Mossad Les Services Secrets Israeliens, Ottawa: Stanke, 1977, s. 269.

14. Turan Yavuz, ABD'nin Kürt Kartı, 1.b., İstanbul: Milliyet Yayınları, Nisan 1993, s. 46.

15. Tercüman, 12 Mart 1991.

16. Sedat Ergin, Hürriyet, 22 Mart 1993.

17. Hasan Cemal, Sabah, 12 Eylül 1996.

18. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, 1.b., Ankara: Berhem Yayınları, s. 7.

19. Jerusalem Post, 15 Ekim 1988.

20. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, 1.b., Ankara: Berhem Yayınları, ss. 64-65.

21. Şalom, 24 Nisan 1991.

22. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, 1.b., Ankara: Berhem Yayınları, s. 53.

23. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, 1.b., Ankara: Berhem Yayınları, s. 64.

24. Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde Türkiye 1980-1984, 2.b., İstanbul: Tekin Yayınları, Nisan 1987, s. 202.

25. Ümit Özdağ, "PKK ve Kuzey Irak", Avrasya Dosyası (Kuzey Irak Özel), Cilt 3, Sayı 1, İlkbahar 1994, s. 101.

26. "Türkmen Öğretmen Oğuz Yılmaz'ın İfadeleri", Milliyet, 7 Eylül 1996.

27. Cengiz Çandar, Sabah, 7 Eylül 1996.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü