Harun Yahya

Orta Asya, Kafkasya ve ''Kızıl Elma''


Giriş



Soğuk Savaş'ın son bulmasının ardından, oluşan yeni dünya sisteminde Türkiye, son bir yüzyılın hayali olan "Kızıl Elma"ya doğru ciddi bir fırsat yakalamıştı. Ancak SSCB'nin dağılması sonucu Rus baskısından kurtulan Türki Cumhuriyetler ile beklenen bu bütünleşme, hatta stratejik ortaklık gerçekleştirilemedi. Bu durum, uluslararası konjonktürün darbelerinin yanısıra, Ankara'nın Kafkasya ve Orta Asya'da bazı hatalı politikalarının da bir sonucudur.

Uluslararası konjonktürün "darbesi" ise, asıl olarak, Türkiye'nin Soğuk Savaş süresince ABD açısından koruduğu vazgeçilmez müttefik sıfatını, yeni düzen içinde yavaş yavaş kaybetmesinin bir sonucudur. İki blok arasındaki çekişmenin yerini işbirliğine bırakması, Türkiye'nin Amerika nazarında yerinin sorgulanmasına yol açmıştır.

Bunun en çıplak örneği, ABD'nin geleneksel olarak her yıl Türkiye'ye verdiği askeri ve ekonomik yardımlarda indirim yapmasıdır. ABD'nin Türkiye'ye verdiği sözkonusu askeri krediler ve malzeme satışları, 50 yıllık Türk-Amerikan "dostluk ve ittifak" ilişkisinde önemli bir yere sahiptir. Fakat 90'lı yıllarla birlikte bu krediler bazı lobilerin etkisiyle Amerikan Kongresi'nde tartışma konusu haline gelmiştir. Daha önce silah satışları ve para yardımları hibe olarak verilirken, 1992 yılından itibaren ABD'nin yaptığı dış askeri malzeme satışı (Foreign Military Sales FMS) hibeden piyasa faizli krediye dönüştürülmüştür.1 Ayrıca ABD Temsilciler Meclisi'nin 25 milyon dolarlık dış yardım kredisinin, 15 milyon dolarlık bölümünü sözde "Ermeni Soykırımı"nın kabul edilmesi koşuluna bağlaması, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni bir boyut kazandığı fikrini desteklemektedir.2 Her ne kadar Amerikan Senatosu Türkiye'nin sert tepkileri sonucunda yardımı sözde "Ermeni Soykırımı"nın tanınması koşuluna bağlamaktan vazgeçtiyse de yine de Amerikan yönetiminin böyle bir konuyu gündeme getirmesi iki ülke arasındaki dostluk ve müttefiklik anlayışına ters düşmektedir.3

Fakat ABD'nin bu çıplak örnekten çok daha önemli bazı aleyhte tercihleri vardır. Orta Asya petrolerinin taşınmasında Türk tezinin gerçek bir Amerikan desteği görmemesi ve Rusya'nın AKKA'yı ihlal etme girişimlerine Washington'ın "sessiz" kalması gibi gelişmeler, Ankara'nın yalnız bırakılmasının iki ciddi örneğidir.

Dolayısıyla, bu yeni uluslararası konjonktür Türkiye'nin dış politika pozisyonlarında ciddi bir anlayış değişikliği yapmasının şart olduğunu göstermektedir. Soğuk Savaş'ta uygulanan eski denge politikaları, artık oluşan "yeni dünya düzeni"nin şartlarına ve gerçeklerine uygun düşmemektedir. Günümüzde "bekle-gör" politikaları bir sonuç getirmemektedir.

En aktif dış politika uygulanması gereken alanların başında ise Kafkasya ve Orta Asya gelmektedir. Çünkü bu yönde, hem hangi anlamda olursa olsun bir "Kızıl Elma" hem de ciddi bir tehlike vardır karşımızda; SSCB dağıldıktan sonra bölgeyi terkettiği sanılan Rusya, şimdi bölgedeki en etkin aktör konumundadır. Rusya bugün bölgenin kendi nüfuz alanı haline gelmesi için en çok çaba sarfeden ülkedir. Bundan dolayı olası tehlike olarak gördüğü ülkelere karşı onların istikrarını bozacak veya uluslararası ilişkilerde yalnız kalmasını sağlayacak manevralar yapmaktadır. Türkiye, özellikle coğrafi konumu nedeniyle Soğuk Savaş'ı anımsatır bir şekilde Rusya ile bir çatışma haline girmiştir.

Tarih çoğu kez bugünün en büyük anahtarıdır. Bu nedenle, ciddi bir Rus tehlikesi taşıyan bu yeni konjonktürde uygulanacak politikalar araştırılırken Türk-Rus ilişkilerinin tarihsel arkaplanının incelenmesi, yeni stratejilerin belirlenmesi açısından yararlı olacaktır.

Tarihte Türk-Rus İlişkileri



Rusya ve Türkiye arasındaki ilişkiler araştırılmadan önce Rusya'nın dış politika anlayışını etkileyen faktörlerin iyi analiz edilmesi gereklidir.

Bir kara ülkesi olan Rusya, kuruluşundan bu yana sürekli olarak sınırlarını genişletmek ve kendisine açık kapı sağlayabilecek denizlere ulaşmak ihtiyacı hissetmiştir. Öte yandan, başka ülkelerin kendisine karşı daimi sınırlama politikaları izlediği paranoyası içinde olan Rusya, bunları bertaraf edecek karşı-manevralar uygulamıştır.

Hem yayılma isteği hem de yayılmacılar tarafından yenilme fobisinin getirdiği bu motivasyon ile, Rusya 18. yüzyıl başında sınırlarını Baltık Denizi'ne kadar ulaştırmıştır. 1721 tarihinde ise "Rusya İmparatorluğu"nu ilan ederek bir "kıta devleti"ne dönüşmüştür. Rusya, kıtaya egemen olacak stratejik bir bölgede kurulduktan sonra dış politikasını kıtanın tümünü ele geçirmek üzerine inşa edecektir. Bir yandan kıtayı paylaşan sınırdaş devletleri nötralize edecek böylece görece bir güvenliğe ulaşana kadar genişleme isteği sürdürecektir. Bundan sonra gelen aşama ise kıtaya en yakın bölgenin denetimi ya da en azından buralarda dost hükümetlerin işbaşına gelmesini sağlamaktır.

Bu dış politika anlayışına göre Rusya kendi güvenliğini dört ana bölgeye nüfuz edebilme gücüyle eşdeğer tutmuştur. Bu bölgeler Balkanlar, Baltık Ülkeleri, Kafkaslar ve Orta Asya Havzası'dır.4 Ruslar tarih boyunca bu bölgelerde karşı karşıya geldikleri ülkeler ile sürekli çatışma içinde olmuşlardır.

Tabii bunların başında Osmanlı İmparatorluğu gelir. Ruslar ile Osmanlılar son üçyüz yıl içinde dokuz büyük savaş ve çok daha fazla sayıda çatışma yaşamışlardır. Bunun en önemli nedeni Rusya'nın sıcak denizlere inme hedefinden kaynak bulan yayılmacı politikasıdır. Bu hedefinin karşısında Osmanlı'yı bir engel olarak görmüş, bu durum iki tarafı zaman zaman karşı karşıya getirmiştir. Rusya Boğazlar'a sahip olmayı kendi varlığının devamı için hayati sayarken, Osmanlı da Rusya'nın bu isteğini bir tehdit olarak görmüş, yeni ittifak arayışları ile durumu dengelemeye çalışmıştır. Çar I. Alexandre "coğrafya benim Boğazlar'a sahip olmamı emrediyor; eğer Boğazlar başkasının elinde ise, kendi evimin sahibi sayılmam imkansızdır" sözleri Rusya'nın Boğazlar'a bakış açısının kısa bir ifadesidir aslında...5 Dinci filozof ve şair Vladimir Solovyev'in "bizim milliyetçiliğimiz Türkiye ve Avusturya'yı yıkmayı, Almanya'yı bölmeyi ve İstanbul'u ve imkanlar elverirse, Hindistan'ı ilhak etmeyi arzular..." ifadesi ise, Rus yayılmacılığının nihai hedefini ortaya koymaktadır.

Moskova'nın İstanbul'a duyduğu ilginin bir başka temelini İstanbul Patrikhanesi'nin Rus kiliseleri ile olan ilişkisi oluşturmaktadır. 15. yüzyılda Rus ruhani çevrelerince "Moskova-III. Roma" fikrinin kabulü Moskova'nın "Tsar'grad"a özel önem vermesine neden olmuştur.6 Daha sonraları siyasi bir boyut kazanacak bu ilgi nedeniyle Moskova, dış politikasını "İstanbul'un alınması" üzerine inşa edecek ve "İstanbul'un zaptı" Rus politikasının ana unsurunu oluşturacaktır.7 Çünkü "Moskova-III. Roma" fikrine göre I. Roma ve II. Roma (Konstantinopolis) batmıştır. "Teslis" kuralına göre her kutsal şeyin "Üç" olması gerektiğinden, III. Roma "Moskova" olacaktır. Sonuçta da "Moskova-III. Roma" vaktiyle her iki "Roma" gibi dünyaya hakim olacaktır. Bunun neticesinde Rusya Bizans'ın halefi olacak ve Ruslar da İstanbul'u zaptedeceklerdir.8 

93 Harbi öncesinde Fuat Paşa, Rus yayılmacılığına dikkat çekmiş, bunun Moskova'nın kaçınılmaz yazgısı olduğunu söylemiş özellikle Rusya'da demiryollarının inşasından sonra bunun daha da artabileceği tespitinde bulunmuştu. Savaşın ardından Ruslar Ayestefanos'a kadar dayanmışlardı.

Bundan sonraki dönemde Rusya'da kanlı bir iç savaş oldu. Lenin'in savaş komiseri Leon Troçki'nin Kızıl Ordu'su Sibirya'da, Baltık Bölgesi'nde, Kırım ve Ukrayna'da düşmanlarını yenilgiye uğrattı. Lenin ülkenin kontrolünü ele geçirdikten sonra 1922'de ilk komünist hükümetle, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni kurdu. Devrimi gerçekleştiren Bolşevik liderlerden bazıları Almanya'ya karşı bir "devrim savaşı" çıkarmayı arzu ettilerse de Lenin ve onu destekleyen hizip "gelecekteki muharebelere yeterince hazırlanabilmek" için bir "nefes alma aralığı"na gerek olduğunu savunarak geri çekilme tezini savundular.9

Rusya 1921 yılından 1930'a kadar "barışçı mücadele" dönemi başlattı. Bolşevikler dünya devrimi söylemlerine ara verip, barış antlaşmaları imzalayarak dikkatlerini ülke içine yönelttiler. Türkiye'yle de yine bu dönem içinde dostça ilişkiler kuruldu. İki ülke arasında 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması, 1925'te Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalandı. 1929 yılında ise 1925'teki antlaşmaya eklenen protokolle kapsam genişletilerek iki komşu devletin birbirlerine haber vermeden bölgelerindeki başka devletler ile antlaşmalar yapmaması sağlandı.

Öte yandan 1936 yılında Montreux Konferansı sırasında Türkiye, Sovyetler'e karşı denge politikası amacıyla İngiltere ile yakın ilişkiler kurdu. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken ise Mihver Devletleri'nin olası saldırılarına karşın, daha önce ikili anlaşmalar yaptığı İngiltere ve Fransa ile bir ittifak imzalamak istemişti. Ancak Ankara, 1929 protokolü gereğince Sovyetler Birliği'nin de aynı oluşumda yer alması için temasa geçtiğinde, Stalin'in Almanya ile anlaştığını öğrenecek, Türk-Rus ilişkileri çıkmaza girecek ve tesis edilmiş dostluk ve işbirliği anlayışı bozulacaktı.

Böylece I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından doğan Türk-Rus (Sovyet) yakınlaşması, II. Dünya Savaşı'na kalmadan sona erdi. II. Dünya Savaşı'nın ardından ise, Türkiye, Sovyetler Birliği'nin ciddi tehditlerine maruz kaldı. Sovyetler'in, Boğazlar'da ve Kars-Ardahan üzerinde istekte bulunması ve 1925'te imzalanmış olan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması'na 1945'te son verilmesi Türkiye'nin Rusya'ya olan güvenini tam olarak yok etti. Bu esnada ABD, ünlü "Kuşatma Planı" (Containment Plan) çerçevesinde Truman Doktrini'ni ilan etmişti. Bu doktrinin uzantısı olan Marshall Planı'da bu ülkelerin ekonomik istikrarın sağlanması açısından daha sonra uygulamaya kondu.

Dünya açık bir biçimde iki kampa ayrılıyordu ve Türkiye tercihini Batı'dan yana koydu. O andan Soğuk Savaş'ın sonuna kadar geçen süre boyunca da, Türk-Amerikan ilişkilerindeki bazı küçük çaplı "yo-yo"lara rağmen, bir ABD müttefiki ve dolayısıyla Moskova karşıtı olarak stratejik pozisyonunu korudu.

Ancak Soğuk Savaş birden bire sona erdi; hem de ani bir biçimde.

SSCB'nin Dağılması: "Stratejik Geri Adım"



Soğuk Savaş, kimilerinin beklediği gibi "Üçüncü Dünya Savaşı" ile sonuçlanmadı. Kuşatma Planı uyarınca, Sovyetler Birliği dünya üzerinde menfaati olan her yerde karşısında ABD'yi buldu. Sovyet İmparatorluğu, ABD'nin yaptığı bu kuşatmayı kırmaya çalıştı ancak gerek hegemonik çekişmenin getirdiği askeri ve ekonomik maliyetlerin altından kalkamaması, gerekse teknolojik rekabette ABD'nin gerisinde olması sonucunda Soğuk Savaş'ın sonlarına doğru güç kaybına uğradı.

Kremlin'in en büyük handikapı ise, Sovyetler Birliği'nin kuruluş dönemi ve onu takip eden yıllarda, hegemonik sınırlarının coğrafi yönden gereğinden fazla genişlemiş olmasıydı. Coğrafi genişleme, devletin üzerine düşen ekonomik ve siyasi maliyeti çok arttırdı. SSCB'yi bir arada tutmanın faturası, Moskova'nın kurduğu sömürü düzeninden elde ettiği kaynaklardan daha fazla olduğu için sistemin değiştirilmesi gerekiyordu.

Bir başka deyişle, Mokova'daki devlet aygıtı, ki bu aygıt taşıdığı "Soyvet" etiketine rağmen mutlak bir Rus kimliğine ve Rus milliyetçiliğine sahipti, SSCB'nin çöküşü ile birlikte bir sürprizle karşılaşmadı. Köhne sosyalist devin yıkılması doğal bir süreçti kuşkusuz, sözkonusu devlet aygıtı da bu doğallığa karşı çıkıp, SSCB'yi muhafaza etmek için hiç diretmedi. Biliyordu ki, SSCB'nin çökmesi, Rusya'nın doğuşu olacaktı ve eski köhne ideolojiden sıyrılarak yapılacak bu büyük geri dönüş, Rusya'ya büyük bir avantaj kazandıracaktı.

Kısacası, SSCB'nin çöküşü, Moskova'daki devlet aygıtının kontrolünde gerçekleşen bir "stratejik geri adım"dı.

1991'in ardından "Tarihin Sonu"nun geldiğini öre süren yorumlar ortalığı kaplamışken, Rusya'nın SSCB'nin "külleri" arasından tıpkı bir "phoenix" gibi çıkmasının asıl nedeni budur.

"Eski düzen"de SSCB, Rus emperyalizmini, komünizmin ideolojik örtüsü içinde uyguluyordu. Bugün ise yayılmacılık politikası açık bir hal almıştır. Moskova, Soğuk Savaş'ın sonlarına doğru zayıflayan hegemonyasının telafisi ve kısa bir süre sonra daha kuvvetli olarak geri dönmeyi hedefleyen bir planı uygulamaya koymuştur. Lenin'in ünlü "Bir İleri, İki Geri" taktiği ile "stratejik geri adım" teorisini çağrıştıran bu plan sayesinde bugün Rus hegemonyası Kafkasya'da ve Orta Asya'da şaşırtıcı bir biçimde hortlamıştır.

Moskova'nın uyguladığı büyük manevranın ilk parçası bir "Soğuk Savaş"a neden olmuş ideolojinin terkedilmesiydi. Rusya, komünizmi terkederek, Batı'yla arasında varolan en büyük problemi ortadan kaldırmıştır. "Kızıl Korku" ölmüş, Rusya, Batı'nın gözünde bir tehdit olmaktan çıkmıştır. ABD halen Rusya'ya bozuk ekonomisinin serbest piyasa koşullarına adaptasyonu için yüz milyonlarca dolarlık yardım yapmaktadır.

İkinci parça, Moskova hegemonyasının doğal sınırlarına çekilmesi oldu. Rusya, Soğuk Savaş döneminde nüfuz alanı içinde bulunan Doğu Avrupa ülkelerine ve Orta Asya'daki cumhuriyetlere büyük kaynak aktarımları yapmak zorunda kalıyordu. Ayrıca bu bölgelerin nüfuz alanı içinde olmaları için yine yüksek oranlarda askeri harcamalarda bulunuyordu. Tüm bunlar dev birer ekonomik kamburdu. İşte bu nedenle, Kızılordu'nun Afganistan'ı terketmesi ile başlayan, "geri çekilme" 1991'deki "çöküş" ve "dağılma" ile optimum noktaya kadar vardı.

Ayrıca Rusya uyguladığı stratejik geri çekilme planıyla dış politikasında kullanabileceği yeni bir araç daha buldu. Komünizmin arkasında kalan Slav ve Ortodoks kimliği, Rusya'nın dış politika kozları olarak yeniden su yüzüne çıktı. Rusya, Yunanlılar ve Sırplar ile birlikte bir "Ortodoks ekseni" oluşturmaya başladı. BM'de Sırpların hamiliğini üstlenerek Sırplar aleyhine verilen kararları veto etti. Bunun yanısıra Yunanistan'la da ilişkilerini arttırarak, Türkiye'nin Boğazlar'da uygulamaya koyduğu yeni tüzüğe karşı çıkarken Yunanistan'dan destek aldı.10 Bunun yanısıra Yunanistan Moskova'yla Hazar Petrolleri'nin taşınması için alternatif boru hattı konusunda temasa geçti.11 Bütün bu gelişmeler Rusya'nın oluşturduğu Ortodoks ekseninin uluslararası politikadaki ağırlığının göstergesidirler.

Kurulan Ortodoks ve Slav birliği ile Türkiye'nin coğrafi yönden kuşatılması da amaçlanmaktadır. Kuzeyde Rusya, kuzeydoğuda Ermenistan, güneyde Kıbrıs Rum Kesimi, batıda Yunanistan ile bu kuşatma tamamlanmaktadır. Böylece Rusya Türkiye'nin yapayalnız kalacağını hesaplamaktadır.

Bölgede Türk-Rus Çekişmesi



Soğuk Savaş sonrası dünyada, Rusya, bölgede kendi hegemonik varlığı açısından en büyük rakip olarak gördüğü Türkiye ile ciddi bir çatışma içindedir. Çatışmaya sebep olan sorunlar iki ana grupta toplanabilir. Birincisi Rusya'nın bölgeyi nüfuz alanı haline getirme isteğinden doğan sorunlardır. İkinci gruptaki sorunların ortak karakteri ise Ruslar'ın hegemonik istekleri ile doğrudan bağlantılı olmasa da Türkiye'nin bölgedeki etkisini azaltmaya yönelik amaçlar taşımaktadır.

Moskova'nın "Yakın Çevre" doktrini Rusya'nın bölge üzerindeki planlarını gösteren ve birinci gruptaki sorunlara kaynaklık eden en önemli faktördür. Bu doktrinin temeli, bölgenin Rusya'ya ait olması ve yabancıların bölge üzerinde olabilecek ilgilerine karşı mukavemet gösterilmesidir. Moskova'nın AKKA'ya bazı maddelerde itiraz etmesinin nedeni de budur. Rusya kendi askeri varlığını geri çektiği takdirde bölgeyi Türkiye ile paylaşmak zorunda kalmaktan çekinmektedir.

Hazar Havzası Petrolleri'nin Akdeniz'e nasıl taşınacağı sorusu ilk başta ekonomik ve teknik bir problem gibi görünse de, konu uluslararası bir çekişmeye neden olmuştur. Çünkü petrolün geçeceği güzergahın belirlenmesinde etkili olan ülkenin bölgede "nüfuz" savaşını önemli ölçüde kazanmış olacağı açıktır. Bölgedeki dev petrol rezervlerinin nereden taşınacağına müdahale edebilme gücü, bölgeye siyasi ve ekonomik olarak etki edebilme demektir. Bu denli stratejik bir önem taşıyan konu, doğal olarak Türkiye ile Rusya arasında ciddi bir çıkar çatışması yaratmıştır.

Petrolün güzergahının seçimi sorununa paralel gelişen başka bir konu ise Rusya'nın Hazar ve Kazak Petrolleri'ni Boğazlar'dan taşıma isteğidir. Petrolün Boğazlar'dan geçişinin Boğazlar'ın güvenliği açısından kabul edilemez oluşuna rağmen Moskova'nın diretmesi, Ankara ile Moskova arasında gerginlik yaratmaya devam etmektedir.

İkinci gruptaki sorunlar ise Moskova'nın bölgede kendi varlığını güçlendirmek için yürüttüğü Türkiye'yi zayıflatmaya yönelik politikalarından kaynaklanmaktadır. Yapay sorunlarla Türkiye üzerinde baskı kurarak Ankara'nın dikkat ve enerjisini dağıtmak hedeflenmektedir. Böylece Türkiye'nin istikrarı bozulacak ve sonuçta Kafkasya'daki etkinliği azalacaktır. Rusya'nın bölücü terör örgütü PKK'ya destek vermesi ve sözde Kürt Meclisi'nin Türkiye'nin tüm uyarılarına karşın Moskova'da toplanmasına müsaade etmesinin altında Türkiye'nin istikrarını bozmak niyeti yatmaktadır.

Ayrıca Rusya gerçekleşen iki Türk zirvesinin ardından Türkiye'nin yayılmacı bir politika izlediğini iddia ederek, kendi yayılmacılığını örtmeye çalışmaktadır. Böylece bu zirveleri bahane ederek Kafkaslar'da ve Orta Asya'da kendi nüfuz alanını güçlendirmeye çalışmaktadır. Buna gerekçe olarak Türkiye'nin etnik karaktere dayalı bir birlik kurma amacında olduğunu iddia etmektedir.

"Yakın Çevre" Doktrini



Soğuk Savaş'ın son bulmasıyla "Rus Ayısı" bir kaç yıl süren "kış uykusu"ndan sonra eskisinden daha güçlü bir şekilde dünya sahnesinde yer almaya başladı. Moskova'nın az önce değindiğimiz güvenlik doktrini, Rusya'nın bölgeye geri döndüğünün en büyük deliliydi.

Bu doktrine göre bağımsızlıklarını kazanan ve şimdi BDT içinde bulunan cumhuriyetler "Yakın Çevre" (Near Abroad) olarak tanımlanmaktadır. Aynı doktrine göre;


•       Yakın Çevre'deki ülkelerin ekonomik ve güvenlik açısından Rusya Federasyonu ile bütünleşmeleri, Moskova açısından yaşamsal önem taşımaktadır.

•       Bazı komşu ülkeler, eski Sovyet Cumhuriyetleri'nde nüfuzlarını güçlendirmek çabası içindedir. Buna karşı olarak Rusya, güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını tehdit eden bu tür girişimlere karşı koymaya kararlıdır.

•       Yakın Çevre'deki ülkelerin bölgedeki diğer devletler ile olan ilişkileri eski Sovyetler Birliği'ne bağlı ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olabilir. Bu ülkelerin kalkınmaları Rusya'nın menfaatine ise desteklenir. Aksi takdirde diplomatik ve politik yollarla yakın çevre ülkelerinin diğer ülkeler ile kurduğu ilişkiler engellenir.

•       Yakın Çevre'nin güvenliğinden ve istikrarından sorumlu olan ve bu bölgeye müdahale hakkı bulunan yegane devlet Rusya'dır. Aslında dünyanın ileri gelen demokrasileri de, eski SSCB topraklarının oluşturduğu jeopolitik alanda istikrarın korunmasına önem vermekte ve Rusya'nın bu politikasını desteklemektedir.12


Bu doktrin açıkça göstermektedir ki; SSCB'nin dağılması ve komünizmin çökmesi, Rus yayılmacılığına son vermemiştir. SSCB'den sonraki Rus Federasyonu da aynı emperyalist amaçlarla hareket ederek eski nüfuz alanını muhafaza etmek ve bölgesel hegemonyasını kurmak amacındadır.

Rusya'nın "arka bahçe"sini tanzim eden bu doktrinin en önemli noktalarından biri de nükleer silahların kullanımı ile ilgili anlayıştır. Yine bu doktrine göre;


•       Rusya 1982'den beri SSCB'nin nükleer silahların kullanılması konusunda izlediği politikasında bir değişiklik yaparak "nükleer gücü ilk kullanmama" prensibini terk etmiştir.

•       Doktrin, Rus ordusunun nüfusun yüzde birinden oluşmasını öngören eski yasayı değiştirerek yeni ordunun her yere yetişmeye hazır, mobil ve esnek olmasını planlamaktadır.13


Ayrıca Rusya silahlanma alanında atak yaparak, Ukrayna'dan 32 adet SS-19 nükleer füze, 300 Cruise ve 19 TU-160 ve 25 adet TU-95MS savaş uçağı satın almıştır.14 

Kuşkusuz tüm bu Yakın Çevre Doktrini Türkiye'yi yakından ilgilendirmektedir. Adı geçen "komşu ülke"lerin en önemlilerinden biri Türkiye'dir çünkü. Devlet Başkanlığı Ulusal Güvenlik Danışmanı Yuri Baturin'e bağlı olarak resmi ve resmi olmayan kuruluşların temsilcilerinin katıldığı bir komisyon tarafından hazırlanan ve Rusya'nın politikasını belirleyen bir raporda, Rusya'nın Türkiye'ye bakışı daha da iyi anlaşılmaktadır. Moskova'nın gelecek beş yıllık ulusal güvenlik politikasını oluşturan, "Rusya Federasyonu Ulusal Güvenlik Politikası 1996-2000" başlıklı rapor, Ankara'nın Türk Cumhuriyetleri ile ABD arasında köprü görevi yapmasının bölgede kendileri için tehdit oluşturduğunu belirtmektedir. Yine aynı raporda Türkiye'den duyulan rahatsızlığın yanısıra "Müslüman dünyanın bir bölümünde ve Batı'da BDT çevresindeki entegrasyona karşı çıkma eğilimi" olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca Rusya'nın bir nükleer güç olarak kalacağı vurgulanırken, BDT ülkeleriyle yapılan askeri antlaşmalar çerçevesinde Rusya'nın bu ülkelere nükleer himaye sağlaması gerektiğinin altı çizilmektedir.15

Baltık Denizi'ne kıyısı olan 11 ülkenin liderlerinin bulunduğu toplantıda Rus Başbakanının söylediği sözler de oldukça anlamlıdır. Viktor Çernomirdin, 3-4 Mayıs 1996'da İsveç'in Visby sahil kentinde yapılan ve sivil güvenlik, ekonomik işbirliği ve çevre konularını ele alan sözkonusu toplantıda Baltık ülkelerinin NATO'ya girmeleri halinde Rusya'yla ilişkilerinin bozulabileceği konusunda onları uyarmıştır.16 Bu ifadeler Rusya'nın hegemonik konumundan hiç de vazgeçmek niyetinde olmadığının bir kanıtıdır.

Rusya'nın sözkonusu amaçlarını ortaya çıkaran bir başka kanıt ise AKKA konusundaki tavrıdır.

AKKA'nın Çiğnenişi ya da Rusya'nın Geri Dönüşü



Avrupa Konvansiyonel Kuvvet İndirimi Antlaşması (AKKA) 19 Kasım 1990 yılında NATO ve eski Varşova Paktı'na üye devletler arasında imzalandı ve 9 Kasım 1992'de yürürlüğe girdi. Daha sonra imzacı devletlerin sayısı 30'a çıktı. Beş silah kategorisinde (tank, zırhlı muharebe aracı, top, savaş uçakları ve saldırı helikopterleri) indirimler saptanarak, her ayrı silah için bölgesel ve ülke bazında tavanlar saptandı. Böylece ülkeler arasındaki kuvvet eşitsizliklerinin silah indirimleri yoluyla giderilerek Avrupa'da daha düşük düzeyde güvenli bir kuvvet dengesi kurulması ve böylece baskın tarzında saldırı ve geniş çaplı taarruz harekatı başlatma yeteneklerinin ortadan kaldırılması hedeflenmişti. AKKA, saptanan kuvvet tavanlarının bölgeler arasında kuvvet kaydırılarak delinmesini de engellemekteydi.

SSCB'nin dağılmasından sonra, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova, Kazakistan, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ayrı ayrı AKKA'ya taraf olarak, Sovyetler Birliği için saptanan silah tavanlarını aralarında paylaştılar.

AKKA'ya göre Ruslar, kuvvetlerinin önemli bir bölümünü Kafkasya bölgesinden Urallar'ın ötesine çekecekti. Fakat antlaşmanın yürürlüğe gireceği 17 Kasım 1995 tarihine yaklaşıldıkça Rusya çeşitli sebepler öne sürerek antlaşmaya uyamayacağını açıkladı.

Buna kendisine göre bazı bahaneler de buldu. Rusya'ya göre bu antlaşma SSCB henüz dağılmamışken imzalandığı için şimdiki uluslararası konjonktürle farklılıklar gösteriyor. Ayrıca Rusya BDT'yla yapılan antlaşmalarla bölgenin güvenliğinin kendisinin sorumluluğunda olduğunu belirtmiş durumda. Bunun yanısıra antlaşmada Güneydoğu Anadolu'nun Türkiye'nin iç güvenliğinden dolayı kanat dışı bölge sayılmasını emsal göstererek, Kafkaslar'ın da kanat dışı sayılması gerektiği yönünde istek belirtti. Ve, Kuzey Kafkasya'da girişeceği yeni askeri yapılanma çerçevesinde Çeçen topraklarında 58. Ordu'yu oluşturdu.

Rusya'nın bu şekilde bölgeye yoğun kuvvet yığmak istemesinin iki temel nedeninden birincisi, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan'ın Rusya jeopolitik alanıyla bütünleşmesini sağlamak, Çeçen bağımsızlık hareketini ezmek ve Tatarlar ile Başkırlara gözdağı vermektir.

İkincisi ise, Türkiye'ye karşı potansiyel tehdit olanağını elde tutmaktır. Çünkü; Rusya bölgeden çekilirse, buranın Türkiye'nin etki alanı içinde kalacağını düşünmektedir. Bunun Rusya açısından "Yakın Çevre" gereği kabul edilemez bir durum olduğu ortadadır.

Bu nedenle, Moskova askeri gücünü üzerlerinde hissettirerek Kafkas Devletleri'ni kendine bağımlı kılmayı hedeflemektedir. Böylece Rusya Federasyonu'nun, dağılan Sovyetler Birliği'nin askeri ve siyasi gücüne yeniden kavuşma amacı taşımaktadır.

Rusya'nın bu açık hedefine karşın, Türkiye AKKA'nın savunuculuğunu üstlenmiş, ancak Batı'nın ve özellikle ABD'nin Rusya'ya arka çıkan tutumu yüzünden başarısızlığa uğramıştır. Ancak Türkiye'nin ısrarlı girişimleri ve asıl olarak da AKKA'nın uluslararası ağırlığının sonucunda, ABD devreye girerek Rusya'yı da bazı noktalarda geri adım atmaya zorlamıştır. Sonuçta bir "orta nokta" bulunmuş gibidir, ama gerçekte bu "orta nokta" yine de Rus çıkarlarına yakındır.

AKKA'da son durum Rusya'nın kanat sınırlamalarının değiştirilmesi yönünde isteklerinin görüşüldüğü zirvelerle çözümlenme aşamasındadır. Yeltsin Ankara ile Washington'ın ortak hazırladığı formüldeki coğrafi alan değişikliklerini kabul etmiştir. Başta AKKA'da değişiklik yapılmasına karşı çıkan Ankara ise, zorunlu bir tavizle, bazı kanat bölgelerin merkeze alınmasını kabul etmiştir. Moskova, 1999 yılına kadar tüm kanat bölgesinde bulundurduğu 4.800 zırhlı aracı 3.700'e indirecek, ayrıca AKKA'da sağladığı ek esneklikler yanı sıra yeni düzenlemelerle ilgili sıkı bir denetim mekanizmasıyla denetlenecektir. Eskiden kanatlarla ilgili yılda bir kez bilgi vermekle yükümlü olan Rusya artık yılda iki kez bilgi verecektir.

Rusya'nın 3.700'e indireceği zırhlı araçlar için 2000 yılına kadar süre istemesine karşılık Türkiye'nin 1998 yılına kadar mühlet vermiştir. Sonunda 1999 yılında karar kılınmıştır ama yine de bu, Moskova'nın istediğini elde ettiği anlamına gelmektedir. Çünkü Moskova, 1995 yılının sonunda yürürlüğe girmesi gereken bir antlaşmayı 1999 yılına kaydırmış ve kanat sınırlamalarında kendi lehinde bazı kazanımlar elde etmiştir. Bu sayede Rusya 1999 yılına kadar bölgedeki askeri gücünü iyice sağlamlaştırma imkanı elde edecektir. Bölge ülkelerinin enselerinde böyle bir Rus askeri varlığının bulunması ise, yeniden Moskova'nın uydu olma ihtimallerini büyük ölçüde artırmaktadır.

Hazar Petrollerinin Taşınması Sorunu



Dünyada gittikçe artan enerji ihtiyacı yanısıra 1973 ve 1979 yıllarında baş gösteren petrol krizleri, Amerika'nın dünyadaki petrol kaynaklarına sahip ülkelere karşı ilgisinin daha da artmasına yol açtı. Başkan Carter tarafından çizilen doktrine göre; bir devletin Basra Körfezi bölgesinde kuvvete başvurmak suretiyle, petrol üretimi, pazarlanması ve fiyatı üzerinde tekel kurmasına kesinlikle izin verilmeyecekti. Kuveyt'i işgal eden Irak'a karşı girişilen "Çöl Fırtınası Harekatı" Carter Doktrini'nin bugünde Amerikan politikasında yeri olduğunu gösterdi.

Dünyanın Basra Körfezi'nden sonra ikinci en büyük petrol yataklarına sahip bölgesi ise Hazar Denizi Havza'sıdır. Hatta bazılarına göre havza Basra Körfezi ile eşit rezerve sahiptir.17 Soğuk Savaş zamanında SSCB Azerbaycan'dan ve Kazakistan'dan aldığı petrolü işledikten sonra tekrar dünya fiyatlarından bu ülkelere geri satıyordu. Kuveyt Azerbaycan'ın yarısı kadar olan petrol geliriyle dünyanın en zengin ülkesi iken, Azerbaycan'ın geri kalmış ülkeler arasında olmasının nedeni budur.18 

Soğuk Savaş bittiğinde ise, Azerbaycan ve eskiden SSCB'nin siyasi ve ekonomik nüfuz alanı içinde olan diğer bölge ülkeleri sahip oldukları kaynakları dünya pazarlarına çıkararak, Rus emperyalizminin tahrip ettiği ekonomilerini düzeltmek amacını güttüler.

Amerika da SSCB'nin çözülmesi ardından bölgeyle yakın temas içine girmiştir. Her yıl büyük artış gösteren dünya petrol talebinin karşılanmasında Irak ve İran rezervlerinin kullanılmasına karşı çıkan Amerika, Orta Asya petrollerinin ise Basra Körfezi petrollerine ilave ve alternatif bir kaynak olmasını planlamaktadır. Özellikle Ortadoğu'nun istikrarsız yapısı ABD'nin elinin altında her zaman için sağlam bir petrol kaynağı daha olmasını gerektirmektedir.

Nitekim Amerikalı petrol şirketleri bölgede petrol arama ve çıkarma yönünde Ruslar'la anlaşmalar yapmaktadır. Böyle bir ekonomik potansiyel ABD'nin vaz geçemeyeceği bir kaynaktır. Exxon Corp. ve üç ortağının Rusya'nın doğusunda 15 milyar dolarlık petrol ve gaz projelerine başlamaları iyi bir örnektir. Amerikan şirketlerin özellikle Sibirya'da keşfedilen yeni petrol ve doğalgaz yataklarının işletilmesine yönelik büyük yatırım projeleri vardır.19 ABD'nin Rusya ile herhangi bir gerginliğe girmesi, olası projelerin askıya alınmasına neden olacaktır. Bu da Washington'ın Amerikan petrol şirketleri tarafından sıkıştırılması demektir. Böyle bir durumu her halde hiç bir Amerikan başkanı tercih etmez.

Hazar Denizi Havzası'nda 50 milyar varillik petrol rezervi olduğu tahmin edilmektedir. Kazakistan'ın Tengiz bölgesi ise 9 milyar varillik rezerv açısından dünya sıralamasında onuncu sırayı almaktadır. Bölgedeki tüm bu petrol potansiyelinin, dış dünyaya, yani Akdeniz'e taşınması içinse üç olası seçenek vardır.


•       Petrol hattının İran üzerinden geçmesi: Bu olasılık ABD tarafından kabul görememektedir. Çünkü ABD "terör merkezi" olarak tanımladığı İran'a karşı bir kuşatma politikası yürütmektedir. Bu kuşatma gereği, ABD, Batılı müttefiklerinden İran'a karşı geniş çaplı bir ambargo başlatmalarını dahi istemiştir. Amerika, bu politika gereği, İran'a gelir sağlayacak ya da onun bölgedeki etkisini artıracak her türlü oluşumun karşısında yer almaktadır.

•       Petrolün Boğazlar üzerinden Karadeniz'den taşınması: Rusya, en ekonomik yol olduğu gerekçesiyle petrolün Boğazlar'dan tankerlerle dünya pazarlarına çıkarılmasını savunmaktadır. Türkiye ise İstanbul ve Çanakkale'de yaşayan insanların güvenliği ve çevre kirliliği nedeniyle bu tezi kabul etmemektedir. Türkiye bu tezi asla kabul etmeyeceğini açıkça bildirmiştir.

•       Petrolün Türkiye üzerinden taşınması: Hazar Petrolleri'nin taşınması için en uygun alternatifin Türkiye olduğu açıktır. Bu Ceyhan'a akıtılırken Ermenistan ve Gürcistan olmak üzere iki güzergah seçeneği vardır.


Türkiye Ermenistan'ın Karabağ'ın işgaline son vermesi halinde boru hattının Ermenistan'dan geçmesini tercih etmektedir. Ermenistan'a bununla ilgili mesajlar yollayarak işgalin son verilmesi ve Azeri-Ermeni çatışmasının engellenmesi amaçlanmaktadır. Aslında Ermenistan enerji açısından tamamen dışa bağımlı bir ülkedir. Fakat Rusya'nın petrol yüzünden Türkiye ve Azerbaycan ile çekişmesi, siyasi açıdan Ermenistan'ın işine gelmektedir. Bunların yanı sıra Ermenistan'ın Yunanistan ile yaptığı savunma antlaşması Türkiye tarafından iyi niyetten uzak bir tavır olarak anlaşıldığından, boru hattının Ermenistan'dan geçmesi uzak bir ihtimaldir.

Oldukça yoksul olan Gürcistan boru hattının kendi topraklarından geçmesini arzulamaktadır. Fakat henüz çözümlenmeyen Abhazya sorunu ve ülkede çok güçlü olan mafya iki istikrarsızlık unsurudur.

Bu çok bilinmeyenli denklem içinde Türkiye ne yazık ki doğru politikayı uygulayabilmiş değildir. Hazar Petrolleri'nin Türkiye üzerinden akıtılması için girişilen boru güzergahı seçiminde bazı üst düzey Türk bürokratları stratejik bir hata yapmıştır. Bakü-Ceyhan hattının inşasından önce Bakü-Supsa erken üretim hattının inşasını savunulmuş, Bakü-Supsa hattının Bakü-Ceyhan'ın ilk adımı olduğu düşünülmüştü.

Oysa Bakü-Supsa hattı da, sonuçta "Karadeniz formülü"ne yaramaktadır. Aslında bazı bürokratlarca erken üretim için Bakü-Supsa hattının savunulmasının hata olduğu uyarısı yapılmıştı. BOTAŞ eski Genel Müdürü Hayrettin Uzun'un Emre Gönensay ile yaptığı tartışmalar kamuoyu tarafından da izlenmişti. Hayrettin Uzun'a göre Türk tezi, petrolün Akdeniz'e akıtılmasıdır. Bakü-Supsa hattını savunmak, petrolün Karadeniz'e getirilmesinin bir başka yoludur ve sonuçta kendi tezimizle çelişen bir durumdur. Bakü-Supsa hattı üzerinde yoğunlaşmak Türk tarafına Bakü-Ceyhan ana petrol hattını kazandırmayacağı gibi onun aleyhinde olacaktır. Nitekim Emre Gönensay'ın savunduğu ve basiretsiz olarak tanımlanabilecek olan Süpha hattının inşası fikrinin hatalı olduğu ortaya çıkmıştır. Rusya Azerbaycan ile imzaladığı antlaşmayla, 5 milyon ton olacağı hesap edilen erken üretim petrolünün tümünün Rusya üzerinden taşınması ve Novorossisk limanına sevk edilmesi kararlaştırıldı. Böylece Bakü-Supsa hattının ekonomik olarak varolma nedeni kalmamış oldu.

Bu arada Rusya ve Kazakistan arasındaki imzalanan antlaşmayla Kazak petrolleri Novorossisk limanına getirilecek. Bu petrolün Boğazlar'dan geçmesi demek ki, bu da Ankara ve Moskova arasında başlı başına büyük bir anlaşmazlık konusu doğuruyor.

Devlet-i Ali'den bu yana Moskova ile İstanbul arasında çekişme konusu olan Boğazlar, bir kez daha iki başkent arasındaki bir çatışmanın merkezi oluyor.

Boğazlar Sorunu



Boğazların bugünkü durumunu belirleyen sözleşme 20 Temmuz 1936 yılında imzalanmıştır. Sözkonusu Montreux Konvansiyonu'yla Boğazlar'ın egemenliği Türkiye'ye bırakılmıştır; ama ticaret gemilerine bayrağı ve yükü ne olursa olsun barış zamanında gündüz ve gece serbestçe geçebilme serbestisi sağlanmıştır.

Ancak 1936 yılında makul ölçülerde olan boğaz trafiği, giderek büyüyerek tehlikeli boyutlara varmıştır. Boğazlar'dan geçen ticaret gemilerinin yıllık toplam tonitosu 1960'ta 28.7 milyon ton iken, 1970'te 63.6 milyon ton, 1980'de 139.8 ve 1989'da 160.6 milyon tona çıkmıştır.20

Öte yanda İstanbul Boğazı'nda yılda 30.000 dolayında Türk ve yabancı bayraklı gemi transit geçiş yaparken, buna ek olarak Asya ve Avrupa sahilleri arasında deniz otobüsleri, dolmuş ve vapurlar 1.400 sefer yapmaktadır. Bu yoğun trafik nedeniyle 1983-1993 yılları arasında 167 önemli kaza olduğunu da unutmamak gerekir. Ayrıca 1988 yılından sonra yıllık kaza oranı da % 35 artmıştır.21

Bu gelişmeler üzerine "Boğazlarda ve Marmara Bölgesinde Deniz Trafik Düzenine İlişkin Tüzük" yürürlüğe sokulmuştur. Bu tüzükle, diğer konuların yanısıra özellikle 150 metre ve daha büyük gemilerin geçişleri çeşitli kurallara tabi kılınmaktadır. Bu tüzük sonrasında kaza oranı ortalama altıda bir oranında azalmıştır.22

Halen Boğazlar'dan yılda 30-35 milyon ton petrol taşınmaktadır. Boğazlar bu hacimle transit geçiş kapasitesini zaten doldurmuş durumdadır. Rusya'nın istediği gibi Hazar ve Tengiz petrollerinin Boğazlardan geçmesi yılda 90-100 milyon tonluk petrolün taşınması demektir. Bu da güvenlik açısından Boğazların 300 gün kapatılmasını gerektirmektedir.

Rusya Türkiye'nin uygulamaya koyduğu tüzüğe rağmen Kazakistan'la 27 Nisan 1996'da Kazak petrollerinin Novorossisk limanına taşınması için protokol imzalamıştır. Bu da bu petrolün taşınması için Boğazlar'ın seçildiğini göstermektedir. Bir başka deyişle, Rusya, petrolü Türkiye'ye rağmen boğazlardan geçirme düşüncesindedir.

Nitekim Rusya kısa bir süre önce Türkiye'nin uygulamaya koyduğu yeni tüzük konusunu BM Genel Kurulu'na getirerek, Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya çalışmaktadır. Rusya'nın BM Daimi Temsilcisi Sergei Lavrov, Boğazlar'dan geçişleri düzenleyen tüzükle ilgili olarak, Genel Sekreter Butros Gali'ye gönderdiği ikinci mektupta, Türkiye'nin başlattığı uygulamayla 1936 tarihli Montreux Sözleşmesi'ni ihlal ettiğini, geçiş yapacak gemilere kısıtlama koyduğunu ve Boğazları suni nedenlerle kapatma eğilimi içine girdiğini iddia etmiştir. Rusya'nın Boğazlar'dan geçiş meselesini ısrarla BM Genel Kurulu'na getirme girişimleri, Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya yöneliktir.

Öte yandan, Rusya Türkiye'nin Boğazlar konusunda aldığı tutum üzerine petrolü taşımak için yeni bir alternatif plan da geliştirmiştir. Buna göre, Novorossisk'ten sonra gemiyle Karakdeniz'i geçen petrol sonra Bulgaristan'ın Burgaz limanı ile Yunanistan'ın Dedeağaç limanı arasına döşenecek boru hattı ile Akdeniz'e indirilebilecek. Böylece Türkiye devreden çıkarılmış olacak. Her ne kadar bu proje Boğazlar'daki petrol yükünü hafifletse de, Türkiye'nin petrollerden mahrum bırakılması anlamına geleceği için Türk çıkarlarına ciddi bir tehlike oluşturuyor.

Hangi proje uygulanırsa uygulansın, sonuçta hep aynı stratejik denklem çıkmaktadır: Rusya ve Türkiye, ciddi bir çıkar çatışması içindedirler. Başka konularda ortaya çıkan bu çatışma, petrol konusunda da çok belirgin bir biçimde kendini göstermektedir.

"Türk Zirvesi"ne Rusya'nın Tavrı



Türk-Rus cepheleşmesine konu olan en önemli gelişmelerden biri, doğal olarak, Türkiye'nin Türki Cumhuriyetlerle olan ilişkileridir.

Türkiye'nin bu cumhuriyetlerle sahip olduğu ortak dil ve kültürü, politik ve ekonomik gücü, demokratik, çağdaş ve modern kimliği ile, Orta Asya için bir model olabileceği açıktır. Nitekim bağımsızlıklarının ardından Türkiye'nin bu özellikleri sözkonusu yeni cumhuriyetlerin de ilgisini çekmiş, Türkiye'yi bir "ağabey" olarak algıladıklarını açıklamışlardı.

Bu gelişmelerin ışığında, liderler, işbirliği olanaklarının artırılması amacıyla 29 Ekim 1992 tarihinde Ankara'da bir araya geldiler. Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ev sahipliği yaptığı bu toplantıya Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Askar Akayev, Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurad Niyazov, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov katıldı. Beş ülkenin Ankara'da büyükelçiliklerini açmasıyla gelişen bu zirvenin sonunda Ankara Bildirisi olarak isimlendirilen belge imzalandı. Bu 11 maddelik sonuç bildirisinde devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde "içişlerine karışmama" ve "eşitlik" ilkesinin gözetileceği, demokrasi, laiklik, sosyal adalet ve piyasa ekonomisi ilkelerinin esas alınacağı vurgulandı.

İkinci zirve İstanbul'da bir sene gecikmeyle 1994 yılında yapıldı. Yine bu zirvenin sonunda yayınlanan bildiride işbirliği alanları ve dayanışmanın ölçüleri belirlendi. Ayrıca bildiride toplantıların Dışişleri Bakanlarının yapacakları danışma toplantılarıyla zirvede alınan kararların uygulamalarını gözden geçirecekleri şeklinde bir karar da yer aldı.

Bu iki zirve Moskova'da alarm zillerinin çalmasına yetti. Rus yönetimi, Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler üzerindeki etkisinin artacağı ve Ankara'nın bölgede bir nüfuz alanı yaratmak niyetinde olduğu endişelerine kapıldı. Rus Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Demurin'in, "İstanbul'da etnik temele dayalı bir zirvenin Rusya'yı tedirgin etmemesi düşünülemez" şeklindeki ifadesi Moskova'nın bu konudaki rahatsızlığının bir ifadesidir. Ankara ise kesinlikle bir yayılmacılık peşinde koşmadığını, bu toplantıların Rusya'ya karşı yapılmadığını belirtmiştir. Süleyman Demirel İstanbul Zirvesi'ne katılanlar adına şu mesajı vermiştir:

Türkiye Cumhuriyeti olarak ülkemizin oluşturduğu coğrafyayı, müstakbel bir nüfuz alanı veya bir rekabet bölgesi olarak görmüyoruz. Bilakis, elele vererek bu bölgenin bir işbirliği ve dayanışma alanı haline getirilmesinin, ülkelerimizin ve bölgemizin kalkınmasına ve refahına ve böylece dünya barışına hizmet edeceğine inanıyoruz.

Türki Cumhuriyetler ile aynı dili, dini ve kültürü paylaşan Türkiye'nin, bu cumhuriyetler ile yakınlaşmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Ancak baştan beridir vurguladığımız gibi, Moskova Türk dünyasındaki bu müstakbel bütünleşmeden son derece rahatsızdır ve bunu engellemek için bir yandan Orta Asya cumhuriyetlerini kendi egemenliği altına almak için uğraşmakta, bir yandan da Türkiye'yi zayıflatmayı denemektedir. Bu ikinci hedefi için kullandığı yeni araçların başında da "Kürt kartı" gelmektedir.

Rusya'nın "Kürt Kartı"



Moskova'nın Türkiye'yi zayıflatmak için uyguladığı en önemli taktik, düşmanımın düşmanı dostumdur mantığına dayanıyor. Rusya'nın bölücü terör örgütü PKK'yı desteklemesi de bunun en çarpıcı örneğidir. Hollanda ve Avusturya'dan sonra üçüncü genel kurul toplantısını Moskova'da 1995 yılında gerçekleştiren PKK, sözde "Kürt sürgün parlamentosu"nu Rus Parlamentosu'na ait resmi bir binada topladı. Türkiye'nin tüm uyarılarına rağmen Moskova'da yapılan bu toplantı ardından Türkiye Rusya'ya iki ayrı nota verdi.

Fakat Moskova'nın tavrı değişmedi. Rusya Parlamentosu'nun alt kanadı Duma'ya bağlı Jeopolitik Sorunlar Komitesi tarafından 20 Mayıs 1996'da düzenlenen "Kürt Sorunun Çözüm Yolları" konulu toplantıda KGB üst düzey yetkililerinden Aleksandır Nevzerov, PKK'yı terör örgütü olarak görmediklerini belirtti.23 Ayrıca eski Sovyet topraklarında yaşayan Türk asıllı halkların içişlerine karışmasını önlemek amacıyla, Türkiye'ye karşı "Kürt kartı"nın kullanılabileceğini söyledi.24

Uluslararası platformlarda terörizmle mücadele antlaşmalarına imza atan Rusya, bundan bir ay sonra da PKK'yı "Kürt ulusal demokratik mücadelesinin önderi" olarak tanımladı ve "Rusya etrafında egemen hale gelen düşman devletler halkasına karşı Kürtleri müttefik" ilan etti.25

Duma Jeopolitik Sorunlar Komitesi'nin yaptığı en son toplantıda başkan Aleksi Mitrafanov "Kürt sorununun, Çeçen sorunu gibi bir gelişme göstererek, savaşa dönüşebileceğini" söyleyerek Ankara'ya dolaylı bir mesaj yollamayı da ihmal etmedi.26

Duma bünyesinde kurulan Kürdistan Sorunları Çalışma Grubu'nun hazırladığı raporlarla, sözde Türk yayılmacılığının engellenmesi amacıyla yeni stratejiler belirlenmiştir. Raporda "Türkiye'nin, Karabağ'dan Çeçenistan'a, Dağıstan'dan Abhazya'ya, Kırım'dan Bulgaristan'a, Arnavutluk'tan Bosna'ya uzanan geniş bir alanda yayılmaya çalıştığı" öne sürülmektedir. Ayrıca Türkiye'nin öncülük ettiği "Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi" de "Osmanlı Federasyonu" olarak tanımlanmaktadır.

Raporda Türk yayılmacılığına karşı Rusya'nın İran, Ermenistan, Gürcistan, Irak ve gelecekte Kürdistan'la ittifak kurulması gerektiği belirtilmektedir. Bunun yanısarı Türkiye'nin yayılmasının engellemenin en etkili yolu Türkiye'nin iç istikrarını bozarak dış politikayla ilgilenmesini önlemek şeklinde özetlenmiştir.27

Ermenistan da Rusya'nın Türkiye'ye karşı uygulanacak "Kürt"açılımında kendine düşen görevi üzerine almıştır. Moskova'nın bu sadık müttefiki, PKK'nın kamplarına topraklarını açarak terör örgütünün Türkiye'ye sızmasını sağlamaktadır.28 Tüm bu gelişmeler "Kürt kartı"nın Rusya tarafından önümüzdeki dönemde de yoğun biçimde kullanılacağını göstermektedir.

Orta Asya ve Kafkasya'nın Rusya İçin Değeri



Orta Asya ve Kafkasya'yı Rusya açısından önemli kılan farklı faktörler var. En önemlilerinden biri, bölgedeki başta petrol ve doğalgaz olmak üzere yüksek rezervli doğal kaynaklardır. SSCB döneminde Rusya, ihtiyacı olan bu hammaddeleri dünya fiyatlarının çok altında alıp kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Hatta bu hammaddeleri işledikten sonra tekrar aldığı ülkeye satıyordu. Böylece hammaddeleri satın aldığı cumhuriyetlerin ekonomilerini kendine bağımlı hale getirmişti.

Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ardından Rusya için hammadde bulamama tehlikesi ortaya çıkmıştır. Kendi ekonomisi için hayati önem taşıyan hammaddeleri hala bu cumhuriyetlerden sağlamaktadır. Hazar ve Kazak petrolleri üzerindeki ısrarının nedeni budur.

Bu ekonomik faktörün yanısıra, Rusya'nın geleneksel yayılmacı ideolojisinden ve hegemonik Rus milliyetçiliğinden köken bulan ciddi bir siyasi faktör vardır. Moskova, eski SSCB toprakları üzerinde kendine yeni bir "hayat sahası" oluşturmak istemektedir ve bu hayat sahası Orta Asya ve Kafkasya'sız düşünülemez.

Rusya stratejisi incelendiğinde bu siyasi hedef kolaylıkla gözlemlenebilir. SSCB'nin çöküşünün ardından kısa sürede toparlanan Moskova, eski "sömürge"lerini yeniden kazanmak için siyasi bir süreç başlatmıştır. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) bu amaçla kurulmuş ve eski "sömürgeler", kimi zaman çeşitli baskılar da devreye sokularak bu zoraki çatı altına çekilmiştir. Son olarak BDT'de işbirliğini daha arttırmak amacıyla, Entegre Devletler Topluluğu (EDT) adı altında bir gümrük birliği kurulmuştur. Bu oluşuma BDT'den Kazakistan, Belarus ve Kırgızistan katılmıştır. Özbekistan ise Moskova'nın baskılarına karşı direnerek bu birlikte yer almamıştır. EDT'nin oluşumundan sonra Moskova zamanla diğer BDT ülkelerini de kapsayacak, siyasal, ekonomik ve savunma alanlarında bütünleşmeyi öngören Egemen Cumhuriyetler Topluluğu'nu (ECT) kurmuştur. Böylece eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri'ni BDT, EDT ve ECT olarak üç grupta toplayarak kendi liderliğinde bir sistem kurmak amacındadır.

Moskova, bu amacını, Rus Parlamentosu'nun SSCB'ye son veren Aralık 1991 kararının geçersiz olduğunu ilan ederek, Rus İmparatorluğu'nu yaşatmak isteyen güçlerin önündeki hukuksal engelin kaldırılmasıyla da belli etmiştir. Boris Yeltsin'in 12 Aralık 1993'te yapılan seçimlerin sonrasında yeni yasama dönemi ile ilgili bir konuşması oldukça anlamlıdır. Yeltsin konuşmasında, Rusya'nın uluslararası arenada "yitirdiği mevzileri yeniden ele geçirerek Rusya'nın süper güç niteliğini yeniden kazanacağını" belirtmiştir.29 Ayrıca yedi yıl Türkiye'de bulunduktan sonra Mart 1994'de Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Albert Çernişev'in sözleri Rusya'nın hedefini açıkça ortaya koymaktadır: "Sovyetler Birliği'nin dağıtılması büyük hataydı... Şimdi bu hata düzeltilmeye çalışılıyor."30 

"Hata düzeltme"nin en ısrarla uygulandığı bölge ise Orta Asya'dır. Rusya Orta Asya'daki güvenliğin ortak askeri güçle sağlanması yolundaki isteklerine Kazakistan'ın olumlu cevap vermesi ile 21 Ocak 1995'te antlaşma imzalamıştır. Kazak ordusunun 40.000 askerden oluşması ve zaten Kazakistan sınırlarının Rus askerleri tarafından korunuyor olması ordunun birleşmesinin askeri olmaktan çok siyasi bir anlamının olduğunu gösteriyor. Bu da Rusya'nın Orta Asya'daki nüfuzunun genişlemesi çabalarının bir sonucudur.31

Kafkasya da Rusya açısından çok önemli özellikler taşımaktadır. Birincisi Kafkasya coğrafya olarak Orta Asya'nın kapısıdır. Ayrıca Rusya için iki büyük rakip olan Türkiye ve İran'ın kesişme noktasıdır. Bu nedenle Stalin buradaki cumhuriyetlere Ruslar'ı yerleştirmişti. Bugün bile bu Rus nüfus Moskova'nın yeni politika ve hedefleri için zemin olarak kullanılmaktadır. Kafkasya'yı önemli kılan diğer özellik ise Kafkasya'nın Ortadoğu yolunun üzerinde olmasıdır.

Kafkasya'nın Rusya için bir önemi de güvenlik kaygısından ileri gelmektedir. Rusya'nın Batı, Kuzey ve Doğu sınırlarını zor iklim şartlarından meydana gelen doğal bir güvenlik alanı oluşturmaktadır. Napolyon ve Hitler bu iklim şartlarına yenik düşenlerin en ünlüleridir. Rusya'nın güney sınırı ise onun "yumuşak karnı"dır. Bu yüzden Rusya güney sınırını ileriye götürerek güvenlik alanını genişletmek ihtiyacı hissetmektedir. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Rusya'nın Türkiye'den Kars ve Ardahan'ı istemesinin nedeni de budur.

Rusya tüm bu sebeplerden dolayı Kafkasya'daki askeri varlığını her ne şekilde olursa olsun devam ettirme eğilimindedir. Bu nedenle Transkafkasya'da karışıklıkları arttırarak kendi askeri varlığı için bahane yaratmıştır. Bunun yanısıra Rusya, Ermeniler ile Azeriler, Gürcüler ile Abhazlar arasında olan çatışmaların ve Gürcistan'daki iç savaşın çözümlenmesinin ancak Rus varlığı ile son bulacağı telkinini yapmıştır. Bu çatışmaların çözümsüz bir hal alması sonunda bu ülkeler istikrar sağlamak maksadıyla Moskova yönetimine sarılmışlardır. Rusya İmparatorluğu'nun daha önce sayısız kereler kulladığı "kazanmak için bölmek ve sonra zaferi de kuvvet kullanarak perçinlemek" politikası böylece bir kez daha işe yaramıştır.32

"Hata düzeltme"nin en başarılı iki örneği Gürcistan ve Ermenistan'dır. Rusya, bu iki ülke ile, gerektiğinde tehdit yoluyla, anlaşarak topraklarında askeri üsler kurmuştur. Ermenistan sınırı 1992 yılından beri Rus askerleri tarafından korunmaktadır. Ermeni hava sahası ise artık Rus savaş uçakları tarafından denetleniyor. Azerbaycan sınırının Rusya tarafından korunabilmesini sağlayacak anlaşma Mayıs 1996'te imzalanacaktır. Böylece Moskova bölgede bir güvenlik kuşağı oluşturmuş olurken, bir yandan da Çeçen gerillalara gidecek Azeri yardımını engellenmiş olacaktır. Transkafkasya ülkelerinin sınırlarının Rusya tarafından korunmasının Türkiye açısından bir başka anlamı da, SSCB dağıldıktan sonra ortak sınırı kalmayan Türkiye ve Rusya'nın, tekrar sınırdaş ülke konumuna gelmiş olmalarıdır.

Rusya kurduğu 58. Ordu'yu Çeçen topraklarına yerleştirmiş, Rusya Kara Kuvvetleri Komutanı Vladimir Semyonov ise "Kuzey Kafkasya'nın en güçlü ve savaşa en hazır askeri bölge haline geldiğini, en yeni silahların bu bölgeye yerleştirildiğini" belirterek güç gösterisinde bulunmuştur.33 Rusya'nın Ermenistan ve Gürcistan'daki üsleri birinci, 58. Ordu ise ikinci savunma duvarını oluşturma durumundadır. Böylece Kafkasya'ya örülen iki kalın duvarla Türkiye, Nahçıvan'la olan sınırı dışında bölgeden dışlanmış olmaktadır.

Çeçenistan'daki savaş Moskova açısından büyük önem taşımaktadır. Çeçenistan'ın bağımsızlığı kabul edilirse bu isteğin Rusya Federasyonu içindeki diğer cumhuriyetlere de sıçramasından çekinilmektedir. "Domino taşı" etkisinden korkan Rusya, Çeçen bağımsızlığını engellemek amacıyla son derece kanlı bir savaş yürütmektedir.

Aslında, Çeçenistan'daki savaş, Rus ordularının harekete geçmesinden de önce başlamıştır. Bağımsızlık ilanının ardından, Moskova, önce Dudayev'i bir iç çatışma ile iktidardan indirmek istemiştir. KGB, Çeçen muhalefet liderlerinden Ömer Avturhanov ve Beslan Kandemirov'u Dudayev'e karşı kışkırtmış, 26 Kasım 1994'te bu iki muhalefet liderinin hükümete karşı ayaklanması, Moskova'nın planı uyarınca gerçekleşmiştir. Rus Başbakan Viktor Çernomırdin'in bu saldırı öncesi Avturhanov ve Kandemirov'la Moskova'da görüşmesi yeterince anlamlıdır.34 Ancak muhalefet güçlerinin düzenlediği bu ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanmış, bunun üzerine Dudayev'i indirmekten ümidini kesen Rusya, savaşı resmen başlatarak Çeçenistan'a girmiştir.

Savaş iki yıldır sürmektedir. Ve Moskova yönetiminin Çeçenistan politikasında herhangi bir değişiklik gözükmemektedir. Rusya'daki seçimlerin doğurduğu iç hesaplar nedeniyle Yeltsin'in Çeçenistan'ın yeni lideri Yandarbiyev ile barış masasına oturmasının geçici bir manevra olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Çeçenistan'dan geçen petrol boru hattının güvenliğinin sağlanamaması durumunda, Rusya'nın büyük önem verdiği Hazar Petrolleri'nin Gürcistan'ın Poti limanına aktarılması alternatifi güçlenecektir. Bu, Rus politikacılar açısından kabul edilemeyeceğinden Moskova'nın bölgeye daha ağır biçimde yükleneceği kesindir.

Amerikan-Rus "Stratejik Ortaklığı"nın Mantığı



Şimdiye dek incelediğimiz bilgilerin ortaya koyduğu tablo; Rusya'nın eski SSCB coğrafyası, özellikle de Orta Asya ve Kafkasya üzerinde tekrar güçlü bir egemenlik elde etmek istediğini ve bu yolda ciddi bir çaba içinde olduğunu göstermektedir.

Ancak artık "ayan beyan" ortada olan bu gerçekten daha şaşırtıcı ve düşündürücü bir gerçek daha vardır: Rusya'nın emperyal bir güç olarak yeniden sahneye çıkması, SSCB'nin çöküşünün ardından dünyanın tek süper gücü ve en önemli siyasi otoritesi olan ABD'yi pek rahatsız etmemektedir. Aksine, Amerikan yönetimi, bu eski düşmanına ısrarla büyük çaplı ekonomik ve siyasi destekler vermektedir.

Bu, kuşkusuz iyi analiz edilmesi gereken bir durumdur. Çünkü Rus emperyalizminden daha da tehlikelisi, Amerikan destekli ya da Amerikan onaylı Rus emperyalizmidir.

ABD'nin bu tavrını açıklamaya çalıştığımızda, öncelikle herkes tarafından sözü edilen "Rusya'yı yeniden komünist olmaktan koruma" düşüncesiyle karşılaşırız. Buna göre, ABD, Yeltsin'in Rusya'sına, serbest piyasa ekonomisinin gelişmesi ve komünizmin ya da aşırı milliyetçiliğin (Jirinovski sendromu) hortlamaması için için yardım yapmaktadır. Bu siyasi olduğu kadar ekonomik bir gerekliliktir: Amerikalı şirketlerin Rusya üzerinde büyük yatırım projeleri vardır. SSCB sonrası ABD için Rusya büyük bir pazar olarak önem kazanmıştır.

Amerikan desteğinin stratejik anlamı ile ilgili olarak da farklı yorumlar yapılmaktadır. Bir kavle göre, yapılan yardımlarla, Rusya'nın elindeki nükleer gücü gelir elde etmek amacıyla Üçüncü Dünya Ülkeleri'ne satmasının engellenmesi amaçlanmaktadır. Sözü edilen bir diğer hesap, jeopolitik biliminin babası sayılan Harold Makinder'in öne sürdüğü ve Avrupa'da ve dünyada barışın sağlanması için Slavlar ile Germenlerin birleşmelerini engellemeyi öngören stratejik "tedbir"dir: Bu görüş gereğince Rusya'nın ekonomik olarak Almanya'ya muhtaç olmasını engellemek gerekir. Almanya ile birleşmiş bir Rusya'nın daha tehlikeli ve kontrol edilemez olduğu fikri bu argümanın temelini oluşturmaktadır.

Bir başka görüş ise, Washington'ın kendi Asya politikasının bir unsuru olarak Rusya'yı desteklediği yönündedir. buna göre, Asya'da ABD'nin karşısında yer alan Çin ve Hindistan'ın frenlenmesi için Rusya'nın güçlenmesi tercih edilmektedir.

Fakat Rusya'ya verilen Amerikan desteğini açıklamak için kullanılan tüm bu argümanlar, gerçek ve uzun vadeli bir stratejik pozisyondan çok, bazı taktik hesapları ya da en azından kısa vadeli stratejilere dayanmaktadır.

Washington ile Moskova arasındaki yakınlaşmanın uzun vadeli stratejik anlamını çözebilmek içinse, Washington'ın Soğuk Savaş sonrasında oluşacak dünya ile ilgili olarak tahminlerine bakmak gerekir. Bu tahminlerin en önemlilerin biri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" başlıklı ünlü makalesinde tasvir edilen ve gelecekteki dünyanın dinler temelinde bir büyük cepheleşmeye sahne olacağını öne süren tezdir. Huntington'ın makalesinin gerçeklere ne denli uygun olduğu tartışılabilir, ama bu tartışma, bu tezin ABD'deki siyasi elitler ve strateji üretim kurumları tarafından geniş bir kabul gördüğü gerçeğini değiştirmeyecektir.

Sözkonusu tez, bilindiği gibi dünyanın yakın gelecekte medeniyetler bazında siyasi bloklara ayrılacağını ve Batı ile İslam medeniyetleri arasında büyük bir çatışma yaşanacağını kehanet etmektedir. Bunun doğal sonucu da şudur: Batı, yani en başta Amerika, İslam medeniyeti ile girişeceği bu büyük çatışmaya şimdiden hazırlanmalıdır.

Bu hazırlanmanın farklı bir kaç boyutundan biri de, Batı'nın, yani en başta Amerika'nın, "düşman" medeniyete karşı, aynı Sovyetler Birliği'ne karşı yaptığı gibi "Kuşatma" (Containment) uygulamasıdır. Bu kuşatma ise, doğal olarak, "İslam medeniyeti" ile sorunlu olan başka ülke ve medeniyetlerin ABD ile ittifak kurmaları ile gerçekleşecektir.

Rusya ve onun lideri olduğu "Ortodoks-Slav Medeniyeti" işte bu "İslam'ın kuşatılması" planında Washington için vazgeçilmez bir müttefiktir. İslam'la yıldızı tarih boyunca hiç barışmamış olan Rusya ve onun yine geleneksel "anti-İslami" konuma sahip olan Sırbistan ve Yunanistan gibi Slav-Ortodoks dostları, bugün de İslam'a karşı kullanılabilecek ideal bir "kart" pozisyonundadırlar. Özellikle Rusya, Washington tarafından, güneyindeki İslami kuşaktaki "tehlikeli" gelişmelere karşı büyük bir güvence olarak görülmektedir.

Moskova da aynı İslami kuşak ve en iyi örneği Tacikistan'da görülen "tehlikeli" gelişmelere karşı son derece duyarlıdır. Kremlin'in 1979'da Afganistan'ı işgal etmesinin ardındaki asıl hedefin, "İslami bir domino etkisini engellemek" olduğu göz önünde bulundurulursa, Moskova'nın da "İslam'ın kuşatılması" tezine ne denli yatkın olduğu görülebilir.

Amerikan-Rus stratejik ortaklığının örtülü mantığını ortaya koyan bu tablo, Washington'ın en ünlü ve "saygıdeğer" stratejisyenlerinden biri olan eski Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger tarafından henüz 1992 yılında onaylanmıştı. Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonu'nun çıkarlarının uyuştuğunu ileri süren Kissinger, "Orta Asya'da İslami radikalizmin yayılması halinde bunun Ortadoğu'yu da etkileyeceğini" söylemiş, "İslami radikalizmin 'en şiddetli biçimde' Rus çıkarlarına da aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington'ın Moskova ile işbirliği yapabileceğini" açıklamıştı.35

Rusya'nın ABD ile ilişkilerinde kullandığı argümanlara bakıldığında da, bu "İslam'ın kuşatılması planı içinde yer alabilme" çabasının baskın olduğu görülür. Konstantin Peshakov'un ifadesiyle, "Yeni Rus dış politikası, Batının birçok sebeplerle hassas olduğu ve çok tehlikeli olarak algıladığı İslam Fundamentalizmi konusunu ısrarla işlemektedir."36 Yeltsin'in danışmanı Andranik Migranyan ise, "Rusya ve Yakın Sınır Ötesi" başlıklı bir makalesinde, Rusya'nın kendisine biçilen "anti-İslam" misyonu yerine getirmeye hazır olduğunu duyurmaktadır:


...Milli ve dini bağnazlık çizgisinde bulunan ve otoriter devlet yönetimleri benimseyen Türkiye ve İran, Kafkasya'daki Hıristiyan halklar şöyle dursun, Müslüman halklara bile asgari haklar sağlayamazlar... Laik ve bölgesel federasyon ilkelerine göre kurulacak halk ve din gruplarını koruyabilecek yegane devlet Rusya'dır....

...Kafkasya'nın (BDT'den) kopması, İslam hegemonyasının Orta Asya ve Kazakistan'a kolayca girmesine ve Müslümanların yaşadığı Rusya'nın iç bölgelerine ulaşmasına yol açabilir. Bu nedenle Rusya'nın Transkafkasya'da aktif politika izlemesi ve bütün bu bölgenin BDT'nin jeopolitik alanıyla bütünleşmesinin sağlanması, Rusya'nın güvenlik ve istikrarı için öncelikli önem taşımaktadır.37


Amerika ile Rusya arasındaki bu anti-İslami zeminli stratejik işbirliğinin en belirgin örneklerinden biri de Çeçenistan'da görüldü. Çeçen direnişine karşı Amerika'nın Rusya'ya sonuna kadar destek verdiği, Dudayev'in şehit edilmesinden kısa bir süre önce Clinton'ın Rusya'ya yaptığı ziyaret sırasında ayan beyan ortaya çıkmıştı. Clinton, Yeltsin'le yaptığı ortak basın toplantısında, Çeçenistan'ın Rusya'nın bir parçası olduğunu ilan etmiş ve Amerikan İç Savaşı'nın kişi başına düşen ölümler açısından 20. Yüzyıldaki her savaştan daha fazla kayba yol açtığına dikkat çekerek, "Abraham Lincoln, hiçbir devletin bizim Birliğimizden ayrılmaya hakkı olmadığını göstermek için hayatını verdi" demişti.

Çeçen direnişinin büyük lideri, "Kafkas Kartalı" Cahar Dudayev Clinton'ın Rusya ile ittifak ilan eden bu mesajının hemen ardından, 23 Nisan günü, bir Rus füzesi tarafından şehit edildi. Ruslar, Dudayev'in yerini önceden belirlemişler ve hassas bir füze ile vurmuşlardı büyük komutanı.

Ancak bu "yüksek teknoloji" biraz kafa karıştırdı. Hantal ve demode Rus ordusunun bu denli hassas bir operasyonu başarı ile gerçekleştirmiş olması biraz şaşırtıcıydı.

Ne var ki, olayın iç yüzü bir süre sonra anlaşıldı. Anti-İslami ittifak, Çeçen liderinin katledilmesinde de işlemişti. Cahar Dudayev, Amerikan istihbarat servisinin sağladığı uydu ve elektronik destekle toprağa düşmüştü. Dudayev'in korunmasından sorumlu olan Ebu Nukayev, Dudayev'in uydu telefonunun sinyallerinin belirlenmesinde, CIA'nın Rusya Federal Güvenlik Servisi'ne (KGB) yardım ettiğini açıkladı. Nukayev, Rusya'nın Dudayev'i vurmak için daha önce de girişimlerde bulunduğunu, ancak başaramadığını, bu nedenle ABD'ye ait uyduların kullanılması için yardım istediğini söylüyordu.

Sözkonusu anti-İslami ittifak, Kafkas Kartalı'nı ortadan kaldırmayı başardı. Ancak kuşkusuz Çeçen direnişini bitirmeyi başaramayacak. Bu, Çeçenistan'da duvarlara yazılan yazılardan da anlaşılıyor: "Cahar! Halkınla gurur duyabilirsin"...

Amerika ile Rusya arasındaki ittifakın bu "anti-İslami" zemini, SSCB'nin dağılmasının ardından sürpriz bir biçimde bölgeye giren ve beklenmedik bir etkinliğe ulaşan İsrail'in stratejik kaygılarıyla da yakından ilgilidir. Bu nedenle, bu noktada Yahudi Devleti'nin Orta Asya steplerinde ne aradığı sorusuna da değinmek yararlı olacaktır.

İsrail Neden Orta Asya'da?



SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya'daki Müslüman Cumhuriyetlerin birbiri ardına bağımsızlıklarını elde etmesinin önemi, pek çok devletten önce İsrail'in dikkatini çekmişti. Yahudi Devleti, bu gelişmenin ciddi bir stratejik anlam taşıdığının farkındaydı. O sıralar İsrail Genelkurmay Başkanı olan —ve sonra da Peres hükümetinde Dışişleri Bakanlığı yapan— Ehud Barak, bu yeni Cumhuriyetler hakkındaki endişelerini açıkça ifade etmişti. 30 Ağustos 1991 tarihli Milliyet'te şunlar yazılıydı:






İsrail, Türk kökenli cumhuriyetlerden kaygılı. SSCB'nin Asya'daki Cumhuriyetler'inde de bağımsızlık yolunda adımlar atılması, İsrail'i kaygılandırdı. İsrail Genelkurmay Başkanı Ehud Barak, SSCB'nin parçalanarak bağımsız Müslüman devletlerin ortaya çıkmasının, İsrail'in çıkarları açısından iyi olmayacağına inandığını bildirdi.






İsrail'in endişesi o denli büyüktü ki, "İslami fundamentalizmin gelişme riskine karşın" özellikle Özbekistan ve Tacikistan gibi Müslüman cumhuriyetlerdeki, Sovyetler döneminde oluşturulmuş fakat çoğunluğu bu ülke askerlerinden oluşan orduların dağıtılmasını istemişti.38

İsrail'in Orta Asya ve Kafkasya ülkelerine olan ilgisinin ikinci nedeni de bu ülkelerin FKÖ ile yaptığı temaslardı. Yaser Arafat Ocak 1992'de Kazakistan'ı ziyaret etmiş ardından Kazakistan Filistin Devleti'ni tanımıştı. Ayrıca diplomatik ilişkiler büyükelçilik düzeyine çıkarıldı. Nisan 1992'de de bir Özbekistan heyeti Filistin halkının hakları ile ilgili bir toplantıya katıldı.

Bu gelişmeler karşısında, Yahudi Devleti, "endişe bildirimi"nden ve "orduların dağıtılması" gibi ilginç isteklerden kısa sürede vazgeçti ve Orta Asya'yı kendisi açısından tehlikeli gördüğü gelişmelerden "koruyabilmek" için, bölgeye bizzat girmeyi uygun gördü.

Bu nedenle de, İsrail'in bölgedeki varlığı, 1990'ların başından beri giderek artan bir ivmeyle güçleniyor. Yahudi Devleti, Orta Asya ve Kafkasya'daki Türki Cumhuriyetlerle yakın siyasi, ekonomik, hatta askeri ilişkiler kuruyor. Bundaki amaç, ekonomik ve siyasi hesapların yanında, sözkonusu stratejik vizyon. İsrail-Orta Asya ilişkilerini ayrıntılı olarak inceleyen bir uluslararası ilişkiler uzmanı şöyle yazıyor: "İsrail'in (bölgeye girmekte) erken davranmasındaki en önemli sebep, Müslüman karakterli Orta Asya ve Kafkasya bölgesine Arap aleminin nüfuzunu önlemek ve ve İslami fundamentalizmin bölgeye yayılmasının önüne set çekmektir."39

İsrail Türki Cumhuriyetler ile temaslara bir kaç koldan başlamıştır. Birincisi bizzat Mossad'ın bölgede faaliyet göstermesidir. Milli Güvenlik Kurulu'nun yaptığı saptamalara göre Mossad, KGB'den ayrılan ajanları Türkiye üzerinden Türki Cumhuriyetler'e yollamaktadır. Böylece Mossad bölgedeki istihbarat çalışmalarıyla zirveye çıkmayı hedeflemektedir.40

Kurulan ticari ilişkilerde de Mossad'ın gölgesini görmek mümkündür. Örneğin İsrail'in, Kazakistan ve diğer cumhuriyetlerle olan iş ilişkilerini düzenleyen kişilerin başında Shoul Eisenberg adlı bir işadamı gelmektedir.41 Eisenberg'in adı, eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception adlı ünlü kitabında Mossad'ın silah ticaretini organize eden kişi olarak geçer.42

Orta Asya ile kurulan ilişkilerde bir diğer yöntem ise İsrail'in bölge ülkelerine silah satmasıdır. Türkiye'nin Azerbaycan'a yaptığı askeri yardımın sınırlı olması nedeniyle İsrail Azerbaycan'ın bir ordu kurabilmesi için yardım etmeye karar vermiştir.43 Ayrıca İsrail'in Azerbaycan'daki temsilcisi Lev Bardani Azeri üst düzey yetkilileriyle temasa geçmiştir.44 Azeriler İsrail'den Stinger füzeleri ve başka silahlar da almışlardır.45

Öte yandan İsrail Orta Asya'daki varlığını güçlendirmek amacıyla Orta Asya'daki Cumhuriyetler ile karşılıklı elçilikler açmaktadır. Böylece bu ülkeler ile ilişkilerini de hukuki zeminlere oturtmuştur.

Yahudi Devleti sözkonusu Türki Cumhuriyetlerle olan temasları yoluyla bir yandan onları "İslam'dan uzak tutmaya" uğraşırken, öte yandan Rusya ile yakın bağlantılar kuruyor ve "İslam tehlikesi"ne karşı Rusya ile de örtülü bir ittifak oluşturuyor. 1994'te, zamanın Başbakanı Yitzhak Rabin'le Yeltsin'in Moskova'da yaptıkları görüşmede ağırlıklı olarak "İslam tehlikesi"nden söz edilmesi ve Rabin'in "Yeltsin'i radikal İslam konusunda yeterince duyarlı buldum" şeklindeki açıklaması, işbirliğinin ana temasını ortaya koyuyor.

İsrail, bölgedeki Yahudiler içindeki "gönüllü yardımcı"ları (sayanim) ise, hem Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetleri ile kurduğu bağlantılarda, hem de Rusya ile olan ilişkilerinde aracı olarak kullanıyor. Bu aracıların temel misyonu ise, İsrail'in "bölgeyi İslam'dan uzak tutma" ya da "İslam'a karşı Rusya ile ittifak kurma" stratejilerine yardımcı olmak...

Çeçenistan ise, sözkonusu İsrail-yerel Yahudiler-Rusya bağlantısının en etkin olarak kullanıldığı cephelerden biri...

Bu bağlantının Çeçenistan işgalinin öteki rolüyle ilgili önemli bir bilgiyi, Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat vermişti. Murat, "Yeltsin'in Arkasında Yahudiler Var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenistan'ın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti.46 Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri Danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı "Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya" konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.

İsrail'in Çeçenistan'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenistan'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede Yahudi kalmamıştı. Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve onayı ile gerçekleştirilmişti.

Tüm bunlar, İsrail'in Orta Asya'da ne aradığı sorusunun cevabını ortaya çıkarıyordu. İsrail de, dünyayı "Medeniyetler Çatışması" gözlükleri ile gören Amerikalı stratejisyenler gibi, "İslam'a karşı cephe oluşturma" çabası içindeydi. Bu nedenle, sözkonusu stratejik zemin üzerinde oluşan Amerikan-Rus ittifakının içinde o da yer alıyordu. Dolayısıyla, bölgede bir Amerikan-Rus-İsrail ittifakından bile söz edilebilirdi. Washington Post gazetesinde yer alan haber yorumda, İsrail'in ABD için "Akdeniz'deki en büyük uçak gemisi" olmaya hazırlandığı ve iki ülkenin Orta Asya için işbirliği yaptıkları görüşüne yer veriliyordu. Haber yorumda, Orta Asya Cumhuriyetleri'nin İslam radikalizminden uzak kalmasında ABD ile İsrail'in ortak çıkarı olduğu vurgulanmaktaydı.47

Türkiye'nin Yeni Vizyonu



Orta Asya'daki bu stratejik tablo karşısında Türkiye'nin ne yapması gerektiği sorusu kuşkusuz son derece önemlidir.

Bazıları, bunu çok açık bir biçimde ifade etmeseler de, Türkiye'nin, Ortadoğu'da yaptığı gibi Orta Asya'da da Amerika ve İsrail'e endeksli bir politika izlemesi gerektiğini savunuyorlar. Buna göre, Türkiye, laik ve demokratik karakteri sayesinde, ABD ve İsrail'in Orta Asya'yı "tehlikeli" yöndeki bir İslami gelişmeden korumak için tercih edecekleri bir "kart"tır. Eğer Türkiye Amerika'nın politikalarına uyumlu bir politika izlerse, Washington'ın bölge için çizdiği plan içinde kendisine bir yer bulabilir.

Oysa bu tür bir dış politika mantığı, Türkiye'nin kendi kendi aldatmasından başka bir şey olmayacaktır. Çünkü, öncelikle, ortada çok önemli bir Rusya faktörü vardır. Rusya'nın konumu, Orta Asya'da ya da Kafkasya'da gerçek bir "Amerikan-Türk İttifakı"nın oluşmasına kesinlikle engeldir. Bölge üzerindeki hedef ve çıkarları Türkiye'ninkilerle hemen her alanda çatışan Yeltsin'in Rusyası, Washington'ın bölgede kendisine "partner" olarak seçtiği ve her durumda desteklemeye karar verdiği stratejik bir ortaktır. ABD, Türkiye ile Yeltsin Rusyası arasında bir seçim yapmak gerektiğinde, Moskova'dan yana ağırlık koyacaktır. Nitekim son bir kaç yıl içinde yaşanan gelişmeler, Moskova'ya yönelik bu tercihin örnekleri ile doludur.

Bu nedenle, ABD'nin Orta Asya'da Türkiye'ye vereceği kredi, ancak çok sınırlı olabilir. Amerikalılar, her ne kadar çağdaş, laik ve demokrat bir kimliğe sahip de olsa, sonuçta Müslüman kimliğini de taşıyan ve gelecekte bir "Müslüman Türk Birliği" kurma şansına sahip bulunan Türkiye'yi, "Medeniyetler çatışması"na dayalı bir dünyada Rusya'ya tercih etmeyeceklerdir.

Amerika, bu stratejik hesabının yanısıra, var olan "müttefiklik" ilişkisi nedeniyle, Türkiye'ye Orta Asya'ya doğru ancak çok sınırlı bir "hayat sahası" "bahşetme" düşüncesindedir. Türkiye'de "Osmanlılık, yayılma gibi sözlerin fazla yüksek sesle dillendirilmesinin" ABD'yi fazlasıyla rahatsız ettiği ve Washington'ı Türkiye'nin Orta Asya yolunu kesmeye yönelttiği şeklindeki yorumlar, gerçeği yansıtmaktadır.48

Oysa Türkiye, yalnızca kendisine bahşedilecek çok sınırlı bir "ilgi alanı"na değil, gerçek bir hayat sahasına ve gerçek bir Türk Birliği'ne ulaşabilir. Türkiye'nin çağdaş, demokrat ve "sulh-sever" kimliği ise, böyle bir açılıma engel değil, aksine zemin oluşturmaktadır.

Buna karşı öne sürülen argümanlar ise son derece eksik ve hatalı tahlillere dayanmaktadırlar. Bazıları Türki Cumhuriyetler ile işbirliğinin sadece ekonomik zeminde kalması gerektiğini savunmakta, daha geniş çaplı bir politikanın Türkiye aleyhine bazı ittifaklar oluşturacağını öne sürmektedirler. Halbuki bugün görüyoruz ki Rusya, Ankara'nın Türki Cumhuriyetler ile temaslara geçmesini bahane ederek zaten karşı-manevralara girişmiştir. Karşı taraf, bölgeyi egemenlik altına alma yarışını çoktan başlatmıştır. Buna rağmen çekimser davranmak ve "bekle-gör" politikaları ile zaman kaybetmek, ancak "gaflet" olabilir.

Türkiye ve Türki Cumhuriyetler arasında tesis edilecek işbirliği ve bütünleşme politikalarının ilk şartı ülkeler arasında "Türklük" bilincinin geliştirilmesidir. Kültürel işbirliği olanaklarının arttırılması buna yararlı olacaktır. Ortak alfabenin kullanılması, Türk kültürünün yaşanması açısından Türk televizyonlarının Orta Asya'da rahatça izlenmesi, haberleşmenin sağlanması, ortak eğitim politikaları oluşturulması ve öğrencilerin karşılıklı ülkelerde eğitim görmeleri gibi konular Türklük bilincinin gelişmesi açısından önemlidir.

Bu bilincin gelişmesine engel olacak yanlışlar ise mutlaka düzeltilmelidir. Örneğin çeşitli nedenlerden ötürü Türki öğrencilerin ülkelerine dönmeleri önlenmelidir. Maddi koşulların yetersizliği nedeniyle öğrenimlerini yarım bırakan bu öğrenciler aslında Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler ile bütünleşmesinde çok önemli bir aracıdırlar.

Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler ile bütünleşmesinin önemli ayaklarından biri de ekonomik olanakların arttırılmasıdır. Türkiye coğrafi özellikleri ile Türki Cumhuriyetler açısından ürünlerinin dış dünyaya pazarlanması açısından önemli bir kapı görevini üstlenmektedir. Türkiye Avrupa'ya uzanan karayolları ve üç tarafı çevrili denizleriyle büyük bir transit yoludur. Mevcut karayolları ağlarının yanı sıra geliştirilecek yollarla Türkiye'nin rolü daha da arttırılabilir. Ankara-Bakü arasını 300 km. kısaltan Türkgözü sınır kapısı da bu konuda Ankara'nın attığı olumlu adımlardan biridir.

Türkiye etkinliğini arttırıcı manevralar yaparken bölgedeki diğer bazı ülkeler de aynı amaçlarla girişimlerde bulunmaktadır. Örneğin İran, Avrupa ile Asya'yı birbirine bağlayan ulaşım ağı kurmuştur. Böylece Asya, Avrupa ve Ortadoğu arasında bir ticaret kavşağı rolüne soyunmuştur. Türkiye'nin buna benzer projeleri uygulamaya koyması ya da başka ülkelerin projelerine ortak olarak söz sahibi olması gerekmektedir.

Türki Cumhuriyetlerin ekonomileri ile Türkiye'nin ekonomisi birbirlerini tamamlar nitelikler taşımaktadır. Örneğin Türk ekonomisi dış piyasalara açılma ve yeni pazarlar bulma ihtiyacındadır. Bir yanda da endüstriyel hammadde, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları ithal etmektedir. Bu nedenle serbest piyasa ekonomisine dayalı ticari işbirliği olanaklarının araştırılması taraflar açısından yararlı olacaktır. Azerbaycan'la olan mevcut Hazar Petrolleri'nin taşınması projesi yanı sıra Türkmenistan doğalgazını taşıyacak boru hattının Türkiye'den geçip Avrupa'ya pazarlanması projesi Türkiye açısından iyi değerlendirilmesi gereken dev fırsatlardır.

Avrupa Birliği'nin nihai hedefi olan Birleşik Avrupa ideali gibi Türk Dünyası da ortak güvenlik ve siyasi bütünleşmesini oluşturmalıdır. Ekonomik olarak kendine yetebilen bir topluluk olması yanı sıra Çin ve Rusya'nın da bölgede yayılmacılık amaçları engellenmiş olacaktır. Ayrıca Türkiye ekonomik bütünleşme için gerekli hukuki ve ekonomik şartları oluşturmalıdır. Örneğin gümrük duvarlarının indirilmiş bir ekonomik entegrasyon Türkiye olduğu kadar diğer ülke ekonomileri için kaçırılmaz bir fırsat olacaktır.

Öte yanda Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler ile teknolojik işbirliği olanaklarını da araştırması gerekmektedir. Teknolojik bilgi birikimlerinin paylaşılması gerek Türkiye açısından gerekse Türki Cumhuriyetler açısından verimliliği arttırıcı bir unsur olacaktır. Özellikle Kazakistan'ın nükleer enerji ve uzay çalışmalarındaki bilgi birikimi Türkiye için değerlidir. Ayrıca diğer Türki Cumhuriyetler'in petrol ürünlerinin işlenmesi konusundaki bilgi birikimleri de Türkiye açısından gün geçtikçe önem kazanmaktadır.
Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler ile siyasi ve ekonomik bütünleşmeye giderken orta vadede işbirliğini her alanda artırıp, uzun vadede de gerekli altyapıyı hazırlaması gerekmektedir. Ayrıca Türk Topluluğu'na giden süreç içersinde uluslararası gerekli siyasi destek sağlanması çok önemlidir. Çünkü oluşacak bu birliğin, bölgesel güçlere karşı Türk topluluklarının sadece güvenliklerini ve çıkarlarını koruyan bir oluşum olduğunun vurgulanması gereklidir.

Milli ve dini kimliklerin giderek daha çok önem kazandığı ve medeniyetler arası çatışmalara sahne olacağı düşünülen geleceğin dünyasında, bir "Türk-İslam Medeniyeti", ancak bu bilince sahip olduğu ve bu bilince uygun olarak davrandığı takdirde varolabilir.
 

DİPNOTLAR


1. Safa Atalay, "ABD Güvenlik Yardımı-ABD Türkiye İlişkileri", Avrasya Dosyası (İsrail Özel), Cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1994, s. 246.
2. Savaş Süzal, "ABD'yle Krizli Günler", Yeni Yüzyıl, 7 Haziran 1996.
3. Savaş Süzal, "ABD Yardımındaki Koşul Kaldırıldı", Yeni Yüzyıl, 20 Haziran 1996.
4. Oya Akgönenç Mughissuddin, "Rusya/Ortodokslar", Yeni Türkiye (Türk Dış Politikası Özel Sayısı), Sayı 3, Mart-Nisan 1995, s. 446.
5. Şükrü Elekdağ, "Felaketin Önlenmesi ve Montreux Sözleşmesi-1", Milliyet, 15 Ağustos 1993.
6. Eski Rusça'da şehirlerin şahı anlamındadır.
7. Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1948, ss. 140-141.
8. Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, 1.b., Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, s. 3.
9. Cemal Acar, Soğuk Savaş Dönemi Süper Güçlerin Hakimiyet Kavgası, Ankara: AS-TEK, 1991, s. 18.
10. "Boğazlar İçin Ortodoks Dayanışması", Milliyet, 2 Haziran 1994.
11. Cenk Başlamış, "Rusya'dan Türkiye'ye Gözdağı", Milliyet, 16 Mayıs 1996.
12. Şükrü Elekdağ, "Yeni Rus Sömürgeciliği ve AKKA", Milliyet, 3 Ekim 1993.
13. Sami Kohen, "Yeni Askeri Doktrinler (2): Rusya Neyi Amaçlıyor?" Milliyet, 24 Kasım 1994.
14. Cenk Başlamış, "Silah Atağı", Milliyet, 25 Kasım 1995.
15. "Rusya Türkiye'den Rahatsız", Yeni Yüzyıl, 11 Mayıs 1996.
16. "Baltık Cumhuriyetleri Elele Verdi", Yeni Yüzyıl, 5 Mayıs 1996.
17. John J. Maresca, The Wall Street Journal, 25 Ocak 1995.
18. Hasan Köni, "Günümüz Rus Milliyetçiliği ve Sonuçları", Avrasya Dosyası (Rusya Özel), Cilt 1, Sayı 1, İlkbahar 1994, s. 7.
19. Mehmet Öğütçü, "Petrolde Asıl Yarış Şimdi Başlıyor", Milliyet, 7 Ekim 1995.
20. İsmail Soysal, "1936 Montreux Sözleşmesi ve Türk Boğazları'nda Bugün Karşılaşılan Sorunlar", Uluslararası İlişkiler İletişim Eğitimde Ayna, Yaz-Güz 1994, Sayı 3-4, s. 14.
21. Temel İskit, "Turkey: A New Actor in the Field of Energy Politics?", Perceptions: Journal of International Affairs, Cilt 1, Sayı 1, Mart-Mayıs 1996, s. 65.
22. "Tüzüklü Boğazda Sadece 4 Kaza Oldu", Hürriyet, 16 Aralık 1995.
23. Cenk Başlamış, "KGB: PKK Terörist Değil", Milliyet, 21 Mayıs 1996.
24. Cenk Başlamış, "Rusya Kartlarını Açık Oynuyor", Milliyet, 22 Mayıs 1996.
25. Ali H. Yurtsever, "Kürtler Müttefiktir", Milliyet, 13 Haziran 1996.
26. Cenk Başlamış, "Moskova PKK'nın Sesi", Milliyet, 26 Haziran1996.
27. Cenk Başlamış, "Türkiye'yi Bölme Planı", Milliyet, 27 Haziran 1996.
28. Hüseyin Mümtaz, "Golan-Karadeniz Hattı Hangi Amaçlarla Kullanılıyor?", Yeni Yüzyıl, 17 Şubat 1996.
29. "Yeltsin: 'Yine Süper Güç Olacağız'", Zaman, 12 Ocak 1994.
30. Albert Çernişev, "Üçüncü Dünya Savaşı Çıkabilir", Nokta, 13-19 Şubat 1994.
31. "Kazakistan Ordusu Kısmen Rusya'ya Bağlandı", Milliyet, 1 Şubat 1995.
32. Cemal Acar, Soğuk Savaş Dönemi, Süpergüçlerin Hakimiyet Kavgası, Ankara: AS-TEK, 1991, s. 24.
33. Cenk Başlamış, "Kızılordu Sınırımızda: Kafkasya'da Sessiz İşgal", Milliyet, 1 Mayıs 1995.
34. Cenk Başlamış, "KGB'nin 'Çeçen' Çamaşırları", Milliyet, 26 Kasım 1995.
35. Milliyet, 1 Mart 1992.
36. Konstantin Peshakov, "'Russia' a Mission: The Third Epoch", International Affairs Moscow, Şubat 1993, ss. 17-26.
37. Andranik Migranyan, "Rusya ve Yakın Sınır Ötesi", Nezvisiyama Gazeta, 18 Ocak 1994; Şükrü Elekdağ, Milliyet, 13 Şubat 1994.
38. Tercüman, 10 Ağustos 1992.
39. Bülent Aras, "İsrail'in Yeni Stratejisinde Orta Asya ve Kafkasya'nın Yeri", Avrasya Dosyası (Ermenistan Özel), Cilt 2, Sayı 4, Sonbahar 1995-96, s. 187.
40. 2000'e Doğru, 10 Ocak 1993.
41. Le Point, 2 Ekim 1992.
42. Victor Ostrovsky & Claire Hoy, By Way of Deception: An Insider's Devastating Expose of the Mossad, London: Arrow Books, 1991, s. 126.
43. Hürriyet, 18 Kasım 1992.
44. Şalom, 25 Kasım 1992.
45. 2000'e Doğru, 22 Kasım 1992.
46. "Yeltsin'in Arkasında Yahudiler Var", Zaman, 21 Aralık 1994.
47. "ABD Eski Müttefikiyle El Ele: İsrail Orta Asya'da", Günaydın, 30 Temmuz, 1992.
48. "Mossad'ın Türkiye ve Orta Asya Görevlisi Shoul Eisenberg", 2000'e Doğru, 7 Şubat 1993.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü