Harun Yahya

Canlılardan Bazı Sistemler



Canlılığı konu edinen programlara ya da yazılara baktığınızda, ilginç bir üslupla sık sık karşılaşırsınız. "Doğa canlılığı yarattı", "doğa insanı ortaya çıkardı", "tabiat ana hayatın kanununu koydu" gibi ve buna benzer kalıplarla ifade edilen bu üslubun altında çok önemli bir amaç ve bir aldatmaca vardır. Amaç, Allah'ın varlığını gözardı etmek, aldatmaca ise doğanın kendisini bizzat bir yaratıcı gibi göstermektir.

Oysa doğayı bir bakıma üstün yetenekli bir makine olarak görüp "doğa icat etti", "doğa harikası", "tabiat ana" vs. gibi yorumlara yönelenler de gayet iyi bilirler ki "doğa" olarak adlandırdıkları şey, hava, su, toprak, ağaç, çiçek, böcek kısaca dünyayı ve dünyanın içinde bulunduğu güneş sistemini ifade etmektedir. İnsanlara tüm canlıları, tüm güzellikleri "dünya yaptı" veya bunlar "toprağın eseri" denmiş olsa herhalde gülüp geçerlerdi. Ama "tabiat-doğa" gibi kelimelerle yapılan geniş çaplı propagandalar, kişilerin doğayı neredeyse bilinçli bir güç olarak görmeye başlamasına sebep olabilmektedir. Oysa unutmamak gerekir ki doğa, gördüğümüz olağanüstü düzenli ve mükemmel sistemin adıdır, bu sistemi kuran ve ona sürekli olarak hayat verenin değil. Dünya üzerinde hayatını sürdüren her canlı Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah kendilerini hangi özelliklerle yarattıysa, onlarla varlıklarını sürdürmektedirler.

İlerleyen sayfalarda, doğadaki bazı canlıların sahip oldukları ilginç özellikleri inceleyeceğiz. Öncelikle de bazı canlıların avlanma ve savunma yöntemlerine bakacağız. Bunu yaparken akılda tutmamız gereken en önemli nokta, doğanın canlılar arasında sürekli devam eden bir avlama-avlanma ilişkisi üzerine kurulu olduğudur. Bu ilişki öyle hassas bir dengeye oturmuştur ki, milyonlarca yıldır, milyonlarca tür canlı bir diğerini yiyerek beslenmekte, ama bu canlılar yok olmamaktadır. Eğer avlama-avlanma zinciri içindeki önemli türlerden birinin soyu tükense, büyük bir dengesizlik ortaya çıkar. Örneğin dünyadaki karıncayiyenlerin soyu tükense, karıncalar kısa sürede büyük toprakları istila edebilirler.

Canlılar arasındaki bu avlama-avlanma ilişkisi, insanoğlunun zararlı müdahaleleri olmadığı sürece, büyük bir uyum içinde devam etmektedir. Bu dengenin sürmesini sağlayan en önemli sistem ise, canlıların sahip oldukları avlama ya da savunma sistemleridir.

Her canlı, kendisini savunmak için farklı yeteneklerle birlikte var edilmiştir. Kimisi çok hızlı ve çeviktir; kendini kaçarak kurtarır. Kimisi yerinden kımıldayamaz, ama sağlam zırhlarla kaplıdır. Kimisi, olağanüstü "korkutma" becerilerine sahiptir. Bazıları, zehirli, yakıcı, ya da kötü kokulu gazlar püskürtür. Daha başkaları, ölü taklidi yapabilecek yetenekte yaratılmıştır. Vücutları kamuflaj için olağanüstü derecede uygun olarak varedilenler de bulunur.

İlerleyen sayfalarda, bu avlanma ve savunma sistemlerinin en çarpıcı ve en şaşırtıcı olanlarından bazı örnekler göreceğiz. Ama unutmamak gerekir ki, bunlar yalnızca birer örnektir ve canlılar burada değinemediğimiz ve hatta insanoğlunun henüz keşfedemediği daha binlerce ilginç sistemle donatılmışlardır. Ve tüm bu sistemler, Allah'ın yaratışının üstünlüğünün birer kanıtıdırlar.

Çıngıraklı Yılanın Zehiri



Sesi ve görünümü ile oldukça korkutucu bir canlı olan çıngıraklı yılan, çok ilginç bir avlanma tekniğine sahiptir. Yılanın başının ön kısmındaki yüz çukurlarında bulunan ısı algılayıcılar, çevresindeki avın vücut sıcaklığının neden olduğu infrared ışınını saptar. Bu saptama ortam sıcaklığındaki 1/300'lük bir derece artışını tespit edebilecek kadar hassastır. Yılan, bir yandan da koku alma organı olan çatal diliyle sürekli etrafını tarar. Bu iki özelliği sayesinde, koyu karanlıkta yarım metre ilerisinde yere çömelmiş hareketsiz bir sincabı farkedebilir.

Avının yerini hatasız tesbit eden yılan önce ona sessizce sokulur ve saldırı mesafesine girer, ardından boynunu yay gibi gerer ve avının üzerine büyük bir hızla atılır. Bu sırada 180 derece açılabilen güçlü çenesindeki dişlerini avına geçirmiştir bile. Tüm bunlar, bir otomobilin yarım saniye içinde sıfırdan 90 km/saat hıza erişmesine eşdeğer bir süratte olup biter.

Yılanın, avını etkisiz hale getirmek için kullandığı en büyük silahı olan 'zehir dişleri'nin uzunluğu 4 cm kadardır. Bu dişlerin içi oyuktur ve zehir bezlerine bağlıdır. Bez kasları, yılan ısırdığı anda büzülür ve zehiri önce diş kanalına, oradan da avın cilt altına basınçla püskürtürler. Yılan zehiri, ya merkezi sinir sistemini felce uğratır ya da kanı pıhtılaştırarak ölüme neden olur. Bazı yılanların 0.28 gramlık zehiri, 125.000 fareyi öldürecek kadar güçlüdür. Zehir, avın yılana bir zarar vermesini engelleyecek kadar çabuk etki eder. Artık yılanın yapacağı iş, felç geçiren avını son derece esnek olan ağzıyla yutmaktır.




Manzara



1. Burun Deliği
2. Isı Algılama Çukuru
3. Kapaksız Göz
4. Zehir Bezi
5. Diş Kılıfı
6. Uzun Sivri Diş


7. Yedek Uzun Sivri Dişler
8. Kavrama Dişleri
9. Beslenme Sırasında Nefes Alma
10. Kavrama Dişleri
11. Koku Algılayıcı Dil


12. Alt Çene Kemikleri Arasındaki Esnek Doku
13. Kuvvetli Kaslı Kuyruk
14. Safra Kesesi
15. Çıngırak
16. Erkek Çiftleşme Organları


17. Yağ Tabakası
18. Bağırsak
19. Böbrekler
20. Mide
21. Deri




Yılanın vücudundaki zehir sistemi de tartışmasız üstün bir tasarım örneğidir.





Yılanın zehirli oluşu herkesçe bilinen bir konu olduğundan, hemen hiç kimse bunun nasıl olabildiği üzerinde düşünmez. Oysa, bir hayvanın bir başka hayvanı zehirleyerek öldürme gibi bir "teknoloji"ye sahip olması, gerçekten de şaşırtıcı ve olağanüstüdür.

Yaratıcı'yı inkar etmekte diretenler, yani evrimciler, yılanın nasıl böylesine olağandışı bir yeteneğe sahip olduğunu açıklayamazlar elbette. Çünkü yılanın ağzında yer alan zehir sistemi, son derece karmaşık ve hesaplı bir sistemdir. Bu sistemin işlemesi için hayvanın içleri oyuk özel "zehir dişleri" olması, bu dişlere bağlı zehir bezleri olması, bu bezlerin içinde düşmanlarını anında felç edecek kadar güçlü bir zehrin oluşması ve hayvan avını soktuğu anda bu sistemi çalıştıracak bir refleksin ortaya çıkması gerekir. Bu çok parçalı sistemin tek bir parçası dahi olmasa, sistem çalışmaz. Bu da yılanın avlamak için seçtiği hayvanlara yem olmasıyla sonuçlanacaktır. Hayvanın ısı değişikliklerini ve kokuları algılamadaki olağanüstü yetenekleri de karşı karşıya olduğumuz "dizayn"ın ne denli detaylı olduğunu gösterirler.

Tüm bunlar, yeryüzündeki ilk çıngıraklı yılanın, hiçbir evrim geçirmeden, bugünkü mükemmel haliyle ortaya çıkmış olması gerektiğini göstermektedir. Yani yılan yaratılmıştır. Bunun dışında kalan her açıklama, bilimsel bulgulara ve mantığa aykırıdır. Nitekim fosil kayıtlarında rastladığımız durum da budur; fosiller canlıların dünya üzerinde hiçbir ortak ata ve ara form olmadan ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.

Canlıları incelemeye devam ettiğimizde, sürekli olarak bu gerçekle karşılaşmaya devam ederiz.

Sondajcı Arı



İlginç avlanma tekniklerinden birisi de, "sondajcı arı" olarak bilinen canlıya aittir. Bu arı cinsi yavrularını sireks adı verilen başka bir arının larvası ile besler. Ama karşılaştığı bir sorun vardır: Sireks larva dönemini, ağaç kabuğunun 4 cm. kadar altında geçirir. Bu nedenle, sondajcı anne göremediği sireks larvalarının önce yerini tespit etmelidir.

Arı, sireks larvasının yerini tesbit için vücuduna yerleştirilmiş olan çok hassas alıcıları kullanır ve ilk sorun, yani yer tespiti böylece çözümlenmiş olur. Peki ya ikincisi?... Bunu da ağaç kabuğunu delerek yapar.

Arının ağaç kabuğunu delmek için sahip olduğu organa 'Ovipositor' adı verilmiştir. Bu özel organ, arının tüm vücudundan daha fazla bir uzunluğa sahiptir. Bu organ kuyruktan çıkan iki uzantının birleşmesiyle oluşur ve ucu keskin bir bıçak gibidir. Bıçağın ağzı kullanım amacına uygun olarak tırtıklı olarak yaratılmıştır.

Sondajcı arı, kabuk altındaki sireksin yerini bulur bulmaz delme uzantılarını en kestirme yolu izleyecek biçimde hedefine yöneltir. İki uzantı, bir testere gibi ileri geri hareket ederek kabuğu deler. Arı sirekse isabet eder etmez, kendi yumurtasını borusu aracılığıyla larvanın içine bırakır.

Ve yavru yaban arısı, annesinin bulup kendisine hem yem, hem sığınak olarak bıraktığı kurtçuğun içinde büyüyerek hayata başlar.

Elbette ki sondajcı arının sahip olduğu tüm bu sistem, sadece çok bilinçli ve üstün bir yaratılışın ürünü olabilir. Hayvanın sistemlerinin evrimle açıklanması ise mümkün değildir. Çünkü hayvanın sahip olduğu "sondaj" yeteneğinin işlemesi için, hem ağaç kabuğu altındaki larvaları tespit edecek bir alıcı sistemine, hem de çok özelleşmiş bir delici kuyruğa sahip olması gerekir. Bu iki ayrı özellik tesadüfi değişimlerle ortaya çıkamayacak kadar komplekstirler. Dahası, iki ayrı özelliğin aynı anda ortaya çıkmış olması zorunludur. (Aksi halde hayvan larvalarını besleyemeyecek ve soyunu devam ettiremeyecektir.) Açıktır ki hayvanın bu özelliklerinin kaynağı evrim değil, yaratılıştır.







 




Et Yiyen Bitki






Manzara




Şaşırtıcı yöntemlerle "avlanan" bitkiler de vardır. Örneğin "venüs" isimli bitki üzerinde dolaşan böcekleri yakalar ve bunlarla beslenir.

Bu bitkinin avlanma sistemi son derece komplekstir. Çeşitli bitkiler etrafında gezinerek kendine yiyecek arayan bir sinek, birdenbire oldukça cazip bir bitki ile, yani venüsle karşılaşır. Bir çanağı kavramış ellere benzeyen bitkiyi cazip kılan şey, yapraklarının dikkat çekici kırmızı rengi ve daha da önemlisi, bu yaprakların çevresindeki bezlerden salgılanan şeker kokulu salgıdır. Kokunun dayanılmaz cazibesine kapılan sinek fazla tereddüt etmeden bu ilginç bitkinin üzerine konar. Yiyecek kaynağına doğru ilerlerken bitki üzerindeki zararsız görünümlü tüylere de ister istemez dokunur. İşte bunun üzerine bitki aniden kapanıverir. Sinek, ansızın üzerine sımsıkı kapanan bir çift yaprağın arasında sıkışıp kalır. Venüs bitkisi biraz sonra "et eritici" sıvısını salgılamaya başlayacak ve kısa bir süre içinde sineği bir tür pelteye dönüştürecek, sonra da emerek tüketecektir.

Bitkinin sineği yakalamaktaki hızı son derece etkileyicidir. Bitkinin kapanma hızı, insan elinin maksimum kapanma hızından daha fazladır (eliniz açıkken ortasına konan bir sineği yakalamayı denerseniz, büyük olasılıkla başaramazsınız, ama bitki bu işi başarabilmektedir). Peki kasları, kemikleri olmayan bir bitki nasıl olup da böyle ani bir hareket yapabilmektedir?

Araştırmalar venüs bitkisinin içinde elektriksel bir sistem olduğunu ortaya koymuştur. Sistem şöyle çalışır: Bitkinin tüycüklerinde sineğin çarpmasıyla oluşan mekanik etki, tüycüklerin altındaki alıcılara iletilir. Eğer mekanik itme yeterince güçlüyse, alıcılardan tıpkı bir havuzdaki dalgalar gibi tüm yaprak boyunca elektriksel sinyaller yollanacaktır. Sinyaller yaprakları ani bir biçimde hareket ettiren motor hücrelere ulaşır ve sineği yutacak mekanizma harekete geçer.

Bitkinin uyarı sisteminin yanında, yapraklarının kapanmasını sağlayan mekanik sistem de son derece mükemmel bir yaratılıştadır. Bitki içindeki hücreler elektriksel uyarı alır almaz bünyelerindeki su dengelerini değiştirirler. Yaprakların oluşturduğu kapanın iç tarafındaki hücreler bünyelerindeki suyu bırakıp çökerler. Bu olay havası alınmış bir balonun sönmesine benzer. Kapanın hemen dışındaki hücreler ise aşırı su alarak şişer. Böylece insanın kolunu hareket ettirmesi için bir kasın gevşerken ötekinin kasılmasına benzer şekilde, kapan kapanır. İçerde hapsolan sinek ise her çırpınmasında tüylere tekrar tekrar değerek, elektriksel itmenin tekrar oluşumuna ve dolayısıyla da yaprağın daha sıkı kapanmasına neden olmaktadır.




Manzara



Bir fare kapanı gördüğünüzde, bunun bir tasarım örneği olduğunu bilirsiniz. Çünkü hassas mekaniz- manın her parçası, fareyi yakalamak için özel olarak ayarlanmıştır. Sinek yakalayan bu bitki ise, bir fare kapanından çok daha karmaşık ve ince bir tasarımdır. Bu tasarımın tesadüfen oluşamayacağı ve bir Yaratıcı'nın eseri olduğu ise elbette çok açıktır





Bu arada kapanın yüzeyindeki hazım bezleri de uyarılmaktadır. Uyarı sonucunda bezler sineği yavaşça eritecek sıvıyı salgılamaya başlarlar. Böylece bitki, protein bakımından hayli zengin bir çorba haline gelen sineğin peltesini kullanarak beslenir. Sindirimin sonunda ise, tuzağını kapanmasını sağlayan mekanizma tersine işleyerek kapanın açılması sağlanır.

Ayrıca sistemin bir ilginç özelliği daha vardır: Tuzağın harekete geçmesi için tüylere üst üste iki kez dokunulması şarttır. İlk dokunma elektrik potansiyelini oluşturmakta fakat tuzak kapanmamaktadır. Tuzak ancak ikinci bir dokunmayla elektrik potansiyelinin belirli bir boşalma düzeyine ulaşması sonucu kapanmaktadır. Sinek tuzağı bu çift hareketli mekanizma sayesinde gereksiz yere kapanmaz. Örneğin bitkinin içine bir yağmur damlasının düşmesi durumunda kapan harekete geçmez.

Şimdi bu etkileyici avlanma sistemi üzerinde düşünelim. Bitkinin avını yakalayabilmesi ve sindirilebilmesi için tüm sistemin varolması gereklidir. Birinin bile eksikliği bitki için ölüm demektir. Örneğin; yaprak içindeki tüyler olmasa böcek içerde gezmesine rağmen reaksiyon hiçbir zaman başlayamayacağından bitki kapanamayacaktır. Veya kapanma sistemi olsa ancak böceği sindirecek salgılar olmasa, tüm sistem boşa gidecektir. Kısaca sistemin eksik olması demek bitkinin beslenememesi ve sonuçta yok olması demektir.

Ortada öyle büyük bir tasarım ve kusursuz bir planlama vardır ki, bunun sahibinin hem venüs bitkisini, hem de tüm doğayı yaratmış olan Allah olduğu apaçıktır.

Yaban Arısı "Pepsis"in Tarantula ile Savaşı






Manzara



Pepsis tarantulayı karnının sol üst tarafından sokar. Bu bölge tarantulanın felç olması için en uygun noktadır.





Tarantulalar genellikle toprak altında kazdıkları tünellerde saklanırlar. Ancak yaban arısı, tarantulanın kokusuna hassas özel algılayıcılarla donatılmıştır ve bu nedenle avını bulması pek de zor olmaz. Ancak tarantula sık rastlanacak türden bir hayvan değildir. Bu yüzden yaban arısının tek bir tarantula bulmak için saatlerce toprak üzerinde yürüdüğü olur. Bu yolculuk sırasında duyargalarının hassasiyetlerini kaybetmemesi için onları sık sık temizlemeyi de ihmal etmez.

Tarantula bulunduğunda ise büyük bir savaş başlar. Tarantulanın en büyük silahı öldürücü zehiridir. Mücadelenin ilk başında da tarantula hemen arıyı sokar. Ama bu yaban arıları (pepsis) tarantulanın zehirine karşı özel bir panzehirle korunmuştur. Vücutlarındaki özel bir salgı sayesinde örümceğin kuvvetli zehirinden etkilenmezler.

Bu durumda örümceğin arıya karşı yapabileceği pek bir şey yoktur. Sokma sırası arıya gelmiştir. Örümceği karnının sol üst tarafından sokan arı zehirini buraya boşaltır. Örümceğin vücudunun bu kısmının seçilmesi son derece ilginçtir; çünkü örümceğin en hassas yeri bu bölgedir. Olayın en ilgi çekici yanı bu aşamadan sonra başlar:Arının zehiri, tarantulayı öldürmek için değil onu felç etmek için vücuduna konulmuştur.

Hareketsiz kalan tarantulayı sürükleyerek uygun bir yere taşıyan yaban arısı, burada bir çukur kazar ve tarantulayı çukurun içine taşır. Bundan sonra tarantulanın karnında bir delik açan yaban arısı buraya tek bir yumurta bırakır

Birkaç gün içinde yumurtadan pepsisin yavrusu çıkar. Yavru değişim geçireceği koza dönemine kadar tarantulanın etini yiyerek beslenecek ve onun vücudu içinde korunacaktır. Anne pepsis ise, üreme mevsimi boyunca bırakacağı 20 yumurtanın her biri için ayrı bir tarantula bulmak zorundadır.

Bu inanılmaz yönteme baktığımızda görünen, arının üreme sisteminin özel olarak tarantulaya ayarlanmış olduğudur. Aksi halde, arının vücudunda tarantula zehrine karşı panzehir bulunması, ya da hayvanın tarantulayı felç edecek nitelikte bir sıvı salgılaması hiçbir şekilde açıklanamaz. Hayvanlar arasında "birebir" uyum vardır ve bu da bilinçli bir tasarımın ispatıdır. Açıktır ki, her iki canlı da aynı Yaratıcı tarafından yaratılmışlardır.

Baraj Yapan Kunduzlar



Bazı hayvanların özelliği, şaşırtıcı derecede iyi birer mimar olmalarıdır. Bir mühendis kadar ince hesaplar ve akılcı tasarımlar gerçekleştirirler. Aslında, bağımsız bir bilince sahip olmadıkları için, kendilerine Allah tarafından ilham edilen yetenekleri sergilemiş olurlar. Nitekim Kuran, Allah'ın balarısına "dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver" diye ilham ettiğini haber vermekle, canlıların yeteneklerinin Allah'tan gelen özel ve metafizik bir emrin sonucu olduğunu haber vermektedir. (Nahl, 68-69)

Allah tarafından verilen mühendislik yeteneğiyle kendisine evler edinen hayvanların biri kunduzdur. Kunduzlar, yuvalarını durgun bir göletin içinde yaparlar. Ancak bu göletin özelliği, kunduzların dere üzerinde inşa ettikleri bir "baraj" ile suni olarak oluşturulmuş olmasıdır.




Manzara




Kunduz, suyun önünü kesmek ve kendisine yuva yapabileceği durgun bir gölet oluşturabilmek için bir baraj inşa etmeye koyulur. Bunun için, ilk olarak kalın dalları dere yatağının içine iter. Ardından daha ince dalları, daha ağır olanların üzerine yığar. Ama karşısına çıkan en büyük sorun akan suyun bu kitleyi alıp götürme tehlikesidir. Eğer baraj dere yatağına sağlam bir şekilde kenetlenemezse akan su kısa sürede onu tahrip edecektir. Barajın su tarafından dağıtılmaması için yapılacak en güzel şey, önce dere yatağına kazıklar çakmak ve bu kazıklar üzerine barajı inşa etmektir. Bu nedenle kunduzlar, barajlarını yaparken ana taşıyıcı olarak büyük kazıklar kullanırlar. Ama bu kazıkları dere yatağına çakmakla uğraşmazlar, onların yaptığı kazık olarak kullanacakları parçaları taşlarla ağırlaştırarak su içinde sabitlemektir. Kunduzlar, en son olarak yığdıkları dalları, kil ve ölü yapraklardan yaptıkları özel bir harçla birbirlerine yapıştırırlar. Bu harç su geçirmediği gibi, suyun aşındırıcı gücüne karşı da çok dayanıklıdır.

Kunduzun inşa ettiği baraj, suyun önünü tam 45 derecelik bir açıyla keser. Yani hayvan barajını, dalları suyun önüne rastgele atarak değil tamamen planlı bir şekilde inşa etmektedir. Burada ilginç olan günümüz hidroelektrik santrallerinin tümünün bu açıyla inşa edilmesidir. Kunduzlar, bunun yanısıra, suyun önünü tamamen kesmek gibi bir hata da yapmazlar. Barajı istedikleri yükseklikte su tutabilecek şekilde inşa eder, fazla suyun akması için özel kanallar bırakırlar.




Manzara



1. Havalandırma Deliği
2. Yuva Zemini
3. Su seviyesi


4. Akarsu Zemini
5. Su altı




Kunduz yuvası, aynı zamanda oldukça geniş bir barajdır.

Kunduzlar nehir yataklarında dev barajlar inşa ederler. Bu hayvanların bedenleri yaptıkları bu işe tam uygun biçimde yaratılmıştır. Ayakları yüzmelerini kolaylaştıracak biçimde perdelidir. Palete benzeyen büyük bir kuyrukları vardır. Dahası, kunduzların ön dişleri yaşamları boyunca sürekli uzar. Bu amaçsız bir özellik değildir; çünkü hayvanların dişleri sürekli kemirdikleri ağaç parçaları nedeniyle yıpranır ve sık sık da kırılır.





Kunduzun yaratılışı, yapacağı inşaatçılık işi için özel tasarımlarla doludur.

Bu iş için kunduzun en önemli aleti, dişleridir. Yaptığı barajı, dişleriyle kemirip-kestiği ağaç dallarıyla inşa eder. Doğal olarak da, dişleri sürekli yıpranır, aşınır, sık sık da kırılır. Eğer bu iş için özel bir sistemle donatılmış olarak yaratılmasaydı, hayvan kısa sürede dişlerini yitirebilir ve aç kalarak ölebilirdi.

Ancak, dediğimiz gibi, hayvanın bu problemi, en baştan çözülmüştür. Çünkü ağaçları kemirmek için kullandığı dört tane ön dişi, aynı bizim tırnaklarımız gibi, hayvanın hayatı boyunca sürekli uzar.

Acaba dişler nasıl olmuştur da böyle bir özelliğe sahip olmuşlardır? Kunduz, dişlerinin kırıldığını görünce, onları uzatmaya mı karar vermiştir? Yoksa, tesadüfen, ilk barajı yapan kunduzun dişleri uzamaya mı başlamıştır? Açıktır ki, hayvan, böyle bir özellikle yaratılmıştır. Bunun özel bir yaratılış olduğu, arka dişlerin boyunun sabit kalmasından da anlaşılmaktadır. Çünkü eğer hayvanın bütün dişleri sürekli olarak uzasaydı, aşınmayla karşılaşmayan arka dişler, aşırı büyüyecek, hayvanın çenesini zorlayacak, ağzı kullanılmaz hale gelecekti. Ama yalnızca öndeki dört diş uzamaktadır: Yani ağaç kemirirken kullandığı dişler...

Kunduzun dişlerinden başka pek çok organı özel olarak yaptığı işe uygun şekilde yaratılmıştır. Su altında çalışırken gözün zarar görmesini engelleyen şeffaf perdeler, burnuna ve kulak içlerine su kaçmasını engelleyen özel kapakçıklar, su içinde bir balık gibi hareket etmesini sağlayan taraklı arka ayaklar, ayrıca yassı, geniş ve sert bir kuyruk hayvanın yaratılıştan sahip olduğu ayrıcalıklardır. Tüm bunlar açık bir tasarımın, daha doğru bir ifadeyle açık bir yaratılışın işaretleridir.

Termit Gökdelenleri






Manzara




Doğadaki mimarlar arasında termitlerin yeri tartışılmazdır. Görünüş olarak karıncalara çok benzeyen bir böcek türü olan termitler, topraktan yaptıkları görkemli yuvalarda yaşarlar. Bu yuvaların yüksekliği 6 metreyi, genişliği ise 12 metreyi bulur. İşin en ilginç yanı ise, bu hayvanların kör olmalarıdır.

Yuvanın yapı malzemesi işçilerin salyalarını toprakla karıştırarak yaptıkları, sert ve dayanıklı bir harçtır. Termitlerin yapı sanatının en olağanüstü özelliği ise, koloniye düzenli hava ve şaşılacak bir sabitlikte ısı ve nem sağlamasıdır. Topraktan yaptıkları gökdelenlerin kalın ve sert duvarları, yuvanın iç kısmının dışarıdaki sıcaktan uzak tutulmasını sağlar. Hava çevirimi için yuvanın iç duvarları boyunca uzanan özel koridorlar vardır. Diğer taraftan gözenekler havayı sürekli filtre eder.

Orta boydaki bir yuvanın sakinlerinin ihtiyaç duyduğu oksijen için, hergün 1500 litre hava gereklidir. Eğer bu hava doğrudan doğruya içeri alınırsa, yuvada oluşan ısı termitler için son derece tehlikeli boyutlara çıkacaktır. Ancak termitler başlarına geleceği biliyormuşçasına bunun tedbirini almışlardır.




Manzara



Boyları birkaç santimi geçmeyen termitler hiçbir araç-gereç kullanmadan yüksekliği 4.5 metreye ulaşan gökdelenler yapabiliyorlar. Bu görkemli yuva, içinde yaşayan ve sayıları bir milyonu aşan termit kolonisini düşmanlarından ve dışarıdaki elverişsiz yaşam koşullarından mükemmel bir biçimde koruyor.





Aşırı ısınmaya karşı yuvanın altına nemli mahzenler yaparlar. Büyük Sahra'da yaşayan türler ise çöl zemininin 40 metre kadar aşağısına bir su cetveli kazıp, yukarıdaki yuvaya suyun buharlaşarak ulaşmasını sağlar. Gökdelenin kalın duvarları ise içerdeki nemin korunmasına yardımcı olur.

Sıcaklık kontrolü de nem gibi büyük hassasiyetle yapılır. Dıştaki hava, yuvanın yüzeyine yapılmış ince kanallardan geçerek nemli mahzenlere girer ve buradan yuvanın en üstünde bulunan bir hole uzanır; orada hava, böceklerin bedenleriyle temas edip ısınarak yükselir. Böylece basit bir fiziksel ilke yoluyla, koloni işçilerinin sürekli olarak denetlediği bir hava dolaşımı sistemi sağlanmış olur.

Ayrıca yuva dışında, su baskınlarına karşı eğimli bir dam ve oluklar göze çarpar.

Görme yeteneğinden yoksun, bir milimetreküpten bile küçük bir beyine sahip olan bu canlılar, bu kadar karmaşık bir inşaatı nasıl başarmaktadırlar?

Termitlerin yaptığı bu iş, açıktır ki, hayvanlar arasındaki kollektif bir çalışmanın sonucudur. Çünkü "hayvanlar birbirlerinden bağımsız tüneller kazıyorlar da, bunlar tesadüfen birbirine uygun çıkıyor" demek yalnızca bir safsatadır. Ama bu noktada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Hayvanlar bu karmaşık işi yaparken birbirleriyle nasıl uyum içinde çalışabilmektedirler? Bu tür bir inşaat insanlar tarafından yapıldığında, inşaatın bir mimar tarafından önceden çizildiğini, sonra planlarının işçilere dağıtıldığını ve tüm inşaatın bir şantiyede organize edilip düzenlendiğini biliyoruz. Ama aralarında bu tür bir iletişim olmayan, üstelik bir de kör olan termitler, nasıl böyle dev bir inşaatı uyum içinde başarmışlardır?




Manzara



1. Merkez Baca
2. Yan Bacalar
3. Besin Deposu
4. Mantar Bahçeleri
5. Yeraltına Çıkan Tüneller


6. Kraliçe Odası
7. Larvaların Bırakıldığı Odalar
8. Yeraltındaki Yuvanın Üzerine İnşa Edildiği Destek
9. Termit Yuvasının İçi




Termitler inşa ettiği dev kulelerin iç kesiti





Aklın Kaynağı



Konuyla ilgili yapılmış olan bir deney, yukarıda sorduğumuz soruya cevap bulunmasını kolaylaştırmıştır.

Deneyde, inşasına başlanan bir termit evi, daha ilk aşamada ikiye ayrılmıştır. İnşaat boyunca iki grup termitin birbirleriyle temasları engellenmiştir. Sonuç oldukça şaşırtıcıdır. Ortaya iki ayrı yuva değil, bir yuvanın iki parçası çıkmış-tır. Parçalar bir araya getirildiğinde, yapılan tüm kanal ve yolların birbirini tuttuğu görülmüştür.

Bu olay nasıl açıklanabilir?...

Açıktır ki, tüm termitleri yönlendiren ayrı bir irade vardır. Kaldı ki bu örnek tek değildir. Örneğin çekirgeler, topluca uçtukları zaman çoğunlukla belirlenmiş bir yöne uçarlar. Şimdi bu topluluktan bir çekirgeyi ayırıp kapalı bir kutuya koysak, hareket yönünü o anda kaybeder ve panik içinde her tarafa uçmaya çalışır. Eğer bu kutuyu uçan grubun ortasına koysak kutunun içindeki çekirge birdenbire doğru olan istikameti bulur ve şimdi ancak bir yöne, yani grubun uçtuğu yöne süratle uçmağa başlar!

Kısacası, bireylerin toplu olarak meydana getirdikleri eserlere ve organizasyona ait bilgi, ancak topluluk düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Bireylerde ayrı ayrı mevcut değildir. Bir başka deyişle, termit ve arı gibi kollektif "inşaat"lar yapan hayvanlar, bireysel olarak ne yaptıklarının farkında değillerdir. Ancak tüm bunların ötesinde, hepsini kontrol eden ve hepsinin yaptığı işi biraraya getirerek mükemmel sonucu var eden bir başka akıl vardır.

Kuran'da bu konuyu açıklayabilecek çok önemli bir bilgi vardır. Önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi, Nahl Suresi'nde bal yapımının arılara Allah tarafından "vahyedildiği" haber verilir. Yani arıların yaptıkları iş, Allah'ın onlara verdiği özel bir ilhamla gerçekleşmektedir.

Anlaşılan aynı şey termitler ve diğer bütün hayvanlar için de sözkonusudur. Açıktır ki, bu hayvanların yaptıkları mükemmel işler, hayvanlara "öğretilmiş", hayvanlar bu işi yapacak şekilde programlanmışlardır. Çünkü yaptıkları inanılmaz inşaatı, insanlar ancak yıllarca mimarlık eğitimi gördükten sonra ve pek çok teknik alet kullanarak gerçekleştirebilirler. İnsan gibi akıl ve bilinç sahibi olmayan bu canlıların, bu işi yapacak şekilde özel olarak yaratıldıkları ve böylece kendilerini Yaratan'ın sonsuz bilgi ve gücünü göstermeye aracı oldukları apaçık ortadadır.

Yaptıkları büyük mimari harikaların sonucunda övülmeye ve hayran olunmaya layık olan ise, kuşkusuz bu küçük yaratıklar değil, onları bu yetenekle var edip-yaratan Allah'tır.

Üreme



Şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan yüzbinlerce farklı türe ait trilyonlarca canlı vardır. Ancak bu canlıların hepsi de çok kısa bir süre içinde ölecek ve yeryüzünden silineceklerdir. Canlıların ölmesine rağmen canlılığın devam etmesini sağlayan hayati sistem ise, üremedir.

Eğer canlıların üreme sistemleri olmasaydı, canlılık bir nesil içinde yok olurdu. Bu sistemlerin, örneğin erkek ve dişi üreme organlarının varlığı ise, yine tesadüfle açıklanması mümkün olmayan ve yaratılışı ispatlayan delillerdir. Erkek ve kadındaki üreme organlarının birbirlerine ne kadar uyumlu olduğu düşünülürse, buradaki tasarımın mükemmelliği çok kolaylıkla görülür.

Ancak insan ve hayvanlarda üreme organlarının varolması yeterli değildir; üremeyi cazip görmeleri için özel bir dürtü de (cinsellik dürtü) gereklidir. Aksi halde, üreme şansları olmasına rağmen, çoğu bu işe kalkışamayacaktır.

Tek başına cinsel istek de yetmez.Canlılar çiftleşip dünyaya yeni bir canlı getirseler bile, eğer ona bakma, onu koruma isteğine sahip olarak yaratılmazlarsa türleri sona erebilir. Eğer, canlı türlerinin çoğunun sahip olduğu anne-baba şefkati olmasaydı türler yok olacaktı. Burada evrimci mantıktaki kimseler "nesilleri devam ettirme bilinci"nden bahsederler. Onlara göre nasıl her fert, kendini savunmak için olağanüstü çaba gösteriyorsa neslinin devamı için de çaba harcamaktadır. Oysa bir hayvanın "benden sonra soyum devam etmeli, onun için de yapmam gerekenleri yapmalıyım" diye düşünemeyeceği ortadır. Hayvan bir şeyler umarak veya gelecekle ilgili menfaat beklentileriyle değil, o içgüdüyle yaratıldığı için yavrusunu kollayıp-gözetir.

Buna karşın bazı canlılarda bu şefkat yoktur ve dünyaya getirdikleri yavrularını bırakıp giderler. Fakat bu canlılar bir kerede çok fazla yavru dünyaya getirmekte ve hiçbir koruma olmaksızın da bunların bazıları sağ kalabilmektedir. Eğer bu canlılar yavrularını korumaya çalışacak şekilde yaratılmış olsalar, bu kez türlerinde büyük bir nüfus patlaması yaşanır ve doğanın dengesi bozulurdu.

Kısacası canlılığın sürmesinin birinci şartı olan üreme, çok kompleks bir sistemdir ve her aşamasında bilinçli bir yaratışın izlerini görmek mümkündür.

Penguenler ve Yavruları



Penguenlerin yaşadığı kutup dairesinde hava sıcaklığı -40°C'ye kadar düşer. Penguenlerin bu denli soğuk bir ortamda hayatlarını sürdürebilmeleri için vücutları kalın bir yağ tabakasıyla kaplanmıştır. Bunun dışında besinleri çok hızlı parçalayan bir sindirim sistemine sahiptirler. Bu iki unsur bir araya geldiğinde ortalama +400C'lik bir vücut ısısına kavuşan penguenler için soğuğun pek önemi kalmaz. Ama penguen yavruları için şartlar çok daha zordur ve bu nedenle iyi bakılmaları gerekir.

Penguenlerin kuluçkaya yattıkları dönem kutup kışına rastlar. Üstelik kuluçkaya yatan dişi değil, erkek penguendir. Penguen çiftini bu zamanda -40°C'ye kadar düşen soğuğun yanında bir de buzul dağları zorlayacaktır. Kış boyunca buzullar gittikçe büyüyecek, kuluçka yeri ile en yakın besin kaynaklarının bulunduğu deniz kıyısı arasındaki mesafe fazlasıyla artacaktır. Bu mesafe bazen 100 km'yi geçebilmektedir.

Dişi penguenler sadece bir yumurta yumurtlar ve kuluçka görevini erkeklerine devredip denize dönerler. Erkek kuluçkaya yattığı dört ay boyunca hızı zaman zaman 120 km'yi bulan kutup fırtınalarına karşı koymak zorundadır. Bu süre içinde sürekli yumurtaların başındadır, bu yüzden avlanma imkanı da bulamaz. Zaten en yakın yiyecek kaynağı birkaç günlük mesafededir. Dört ay boyunca hiçbir şey yemeden yatan erkek bu süre zarfında yarı yarıya kilo kaybeder. Ama asla yumurtayı terk etmez. Aylarca aç kalmasına rağmen kendisi için av bulmaya çıkmaz, açlığa katlanır.




Manzara



Penguenler, son derece soğuk olan kutup ikliminin etkisinden korunmak için biraraya toplanırlar. Böylece bu topluluğun üyesi olan yavrular soğuk rüzgarların da etkisinden korunarak toplanma imkanı bulabilirler.





Dört ay sonunda yumurtalar kırılmaya başladığında birden dişi belirir. Bu dört ay boyunca boş durmamıştır, sürekli yavrusu için çalışmış, kursağında yemek biriktirmiştir.

Anne yüzlerce penguenin arasından eşi ve yavrus unu güçlük çekmeden bulur. Geçen zaman içerisinde sürekli olarak avlandığından son derece dolu bir kursakla gelmiştir. Kursağındakileri boşaltarak yavrunun bakım işini üstlenir.

Bahar geldiğinde buzul erimeye başlamış ve buz tabakası üzerinde denizin ortaya çıktığı delikler belirmiştir. Artık anne ve baba bu deliklerden balık avlayarak beslenecek, yavrularını da aynı yiyecekle besleyeceklerdir.

Yavruya bakmak oldukça zahmetli bir iştir; onun beslenmesi için ebeveynler bazen uzun süre hiçbir şey yemezler. Ayrıca her yerin buzlarla kaplı olduğu ortamda yuva yapma olanağı da yoktur. Anne ile babanın, yavruyu buzun soğuğundan korumak için yapabilecekleri tek şey, yavruyu ayaklarının üstüne koyup, karınlarıyla ısıtmaktır.




Manzara



Penguenler yavrularını soğuktan korumak için onları ayaklarının üzerine oturtup haftalarca ıstırlar. Bir yandan da yavruya yemek taşırlar. Bu büyük fedakarlık, Darwinizm'in tüm temel önkabullerini yıkan bir davranıştır.





Peki neden? Darwin'in evrim teorisi, tüm canlıların bencil olduklarını ve sadece kendi yaşamlarının devamı için mücadele ettiklerini öngörmektedir. Penguenlerin davranışının bunu yalanladığı ise açıktır. Açık olan bir ikinci nokta, hayvanın sahip olduğu bu inanılmaz fedakarlığın ona "ilham" edilmiş bir içgüdü olduğudur. Allah, pnguen türünün devamını, hayvana yaratılışından verdiği bu fedakarlık ile sağlamıştır.

Bir başka bilinçli tasarım örneği ise, penguenlerin yumurtlamak için seçtikleri zamandır. Acaba niçin penguenler yazın değil de kışın yumurtlarlar? Bunun tek sebebi vardır: eğer yazın yumurtlanmış olsa, yavrunun büyümesi kışa rastlayacak o zaman da etraftaki denizler donmuş olacaktı. Bu durumda hem hava şartları çok ağır olduğundan, hem de besin kaynağı olan deniz çok uzaklarda kaldığından ebeveynler yavruyu besleyecek besini zor bulacaklardı.

Megapod Kuşu ve Kuluçka Makinesi



Pasifik adalarında yaşayan megapod isimli kuş, yavruları için ilginç bir "kuluçka makinesi" hazırlar.

Dişi megapod, yaz mevsimi boyunca her 6 günde bir tane yumurta yumurtlar. Ancak megapodun yumurtaları kendi boyutuna göre oldukça büyük, neredeyse devekuşu yumurtası kadardır. Bu nedenle de anne megapod, ancak birinin üzerinde kuluçkaya oturabilir. Bu durumda, ilerleyen her altı günde bir annenin yumurtlayacağı yeni yumurtalar, açıkta kalma, dolayısıyla da ısı yetersizliğinden ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa megapod için bu bir sorun değildir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi, bu sorun, bir tür kuluçka makinesi sayesinde çözülür. Baba megapod, doğada en kolay bulunan materyalleri yani kum ve toprağı kullanarak, kuluçka makinesi üretecek yetenekte yaratılmıştır.

Bunun için baba megapod, daha yumurtlama devresi başlamadan 6 ay önce, dev pençeleriyle 5 metre çapında ve 1 metre derinliğinde bir çukur kazmaya başlar. Ardından çukuru yaş otlar ve yapraklarla doldurur. Bundaki amaç, çürüyen bitkilerdeki bakterilerin ürettiği sıcaklığı, yumurtalar için kullanmaktır.

Ancak bu işlemin gerçekleşmesi için ek düzenlemeler de gerekmektedir. Çünkü bitkilerin çürümelerinin ve ısı açığa çıkarmalarının asıl nedeni, megapodun bitki yığını içine yaptığı huni biçimindeki deliktir. Bu delik kış boyunca yağmurun içeri sızmasını ve organik maddelerin nemli tutulmasını sağlar. Böylece nem nedeniyle üzeri kumla örtülmüş olan bitkilerde çürüme başlar ve ısı açığa çıkar. İlkbaharın, yani Avusturalya için kurak mevsimin başlamasından az önce erkek, çürümüş bitki tabakasını havalandırmaya başlar. Bu, ısı dengesinin korunması içindir. Dişi kuş da arasıra çukurun yanına gelerek erkeğin çalışıp çalışmadığını kontrol eder. Sonunda dişi, çürüyen bitkilerin üzerindeki kuma yumurtlar.




Manzara




"Kuluçka makinesi"nin üstündeki yavruların gelişebilmesi için, ısının + 33oC'de sabit tutulması gerekmektedir. Erkek, bunu sağlayabilmek için, bir termometre kadar hassas gagası ile sık sık kumların ısısını ölçer. Gerekirse yükselen ısıyı düşürmek için havalandırma delikleri açar. Öyle ki dışarıdan kum öbeğinin üzerine 1-2 avuç toprak atılacak olsa, erkek megapod hemen fazla kumu ayaklarıyla dışarı atarak, ısıdaki en küçük bir değişimi bile engeller. Bu koruma altında yavrular dünyaya gelir. Dünyaya yeni gelen yavrular o kadar gelişmiştir ki, yumurtadan çıktıktan birkaç saat sonra uçabilirler.

İnsanoğlunun bile yapmakta zorlanacağı böyle bir işi, bu hayvanlar milyonlarca yıldır nasıl başarmaktadır? Hayvanlarda, insan gibi bir bilinç olmadığını bildiğimize göre, bu olayın tek açıklaması, hayvanın bu iş için "programlanmış", önceden bu işi yapacak şekilde yaratılmış olduğudur. Aksi halde, ne bu iş için altı ay önceden hazırlık yapmasının, ne de karmaşık kimyasal işlemleri bilmesinin açıklanması mümkün değildir. Neden yumurtaları korumak için böyle bir zahmete giriştiği ise başlı başına bir sorudur. Tek cevabı ise, Allah'ın canlılara verdiği çoğalma ve yavruları koruma isteğinde gizlidir.




Manzara



Baba megapod, yumurtalar için çukur kazarken, dişi bu işe hiç müdahale etmeden yanlızca denetçilik yapar. Yumurtalar, çatlama vakti geldiğinde, kum yığını içinden çıkarılırlar.

Pasifik adalarında yaşayan megapod kuşları, inanılmaz bir kimyasal düzenek kurarak yavruları için bir tür kuluçka makinası üretirler. Hayvanın bu bilgiye özel bir "ilham" olmadan ulaşması ise mümkün değildir.





Göçmen Kuşlar



Kuşların nasıl ve neden göç etmeye başladıkları, "göç kararı"nı neye dayanarak aldıkları yüzyıllardır merak ediliyor. Önceleri hayvanların mevsim değişikliğinin bir sonucu olarak göçe başladığı düşünülmüştü. Yani, "yıllar önce göç diye birşey yoktu. Ama şartlar değişince göçler başladı" diyordu bazıları. Oysa göç olayı yön bulma, gıda depolama, uzun süre uçabilme gibi şartlar gerektirmektedir. Bu şekilde yaratılmamış bir hayvanın birdenbire göç eden bir hayvana dönüşmesi mümkün değildir. Zaten yapılan deneyler göç olayının mevsim değişiklikleri ile alakalı olmayıp yeryüzünde kurulmuş bulunan ekolojik dengenin bir parçası olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Konuyla ilgili bir çalışmada, bahçe bülbülleri ısı ve ışık gibi iç koşulları değiştirilebilen bir laboratuarda deneylere tabi tutuldu. İçerideki koşullar dışardakinden farklı olarak düzenlendi. Örneğin dışarıda kış mevsimi yaşanırken, laboratuarda bahar ortamı sağlandı. Kuşlar içerdeki şartlara göre vücutlarındaki düzenlemeleri yaptılar. Aynı göç vaktinin yaklaştığı zamanlarda yaptıkları gibi, yakıt için yağ depoladılar. Fakat görüldü ki, kuşlar, yapay mevsime göre kendilerini ayarlayıp, erkenden göç edecekmiş gibi hazırlansalar da, göç hareketine vaktinden önce girişmediler. Dışardaki mevsime uydular. Bu da kuşların göçe başlama kararını mevsim şartlarını gözlemleyerek almadıklarının ispatıydı.




Manzara




Peki kuşlar göç vaktini neye dayanarak belirliyorlardı? Bilim adamları bu sorunun cevabını bulabilmiş değiller. Bu nedenle, canlılarda, kapalı bir ortamda zamanlama yapabilmelerini ve mevsim değişikliklerini ayırdedebilmelerini sağlayan bir "iç saat"in varolduğunu düşünüyorlar. Ama, "kuşların bir iç saati var, bu sayede göç vaktini anlıyorlar" demenin bilim dışı, kaçamak bir cevap olduğu açıktır. Bu nasıl bir saattir, vücudun hangi organına bağlı olarak çalışmaktadır ve nasıl oluşmuştur?

Aynı sistemin sadece tek bir göçmen kuş için değil, bütün göç eden canlılar için geçerli olduğunu düşünürsek bu sorunun cevabı daha da önem kazanır.

Dahası, bilindiği gibi göçmen kuşlar aynı yerden göçe başlamazlar, çünkü hepsi aynı yerde bulunmamaktadır. Çoğu tür, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlarlar. Ama bu zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Acaba nasıl olup da, bu kuşların sahip oldukları kabul edilen "saat"ler, birbiriyle bu denli uyumludur? Bu denli düzenli bir sistemin bilinçli bir yaratılış olmadan ortaya çıkması elbette mümkün değildir.

Enerji Kullanımı






Manzara



Çok küçük olmasına rağmen uzun göç yolculukları yapabilen kolibri.





Kuşlar uçmak için büyük bir enerji sarfederler. Harcanan bu enerjiyi karşılayabilmek için, kara ve denizdeki tüm canlılardan daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar.

Mesela 3.000 km.'lik Hawaii-Alaska mesafesini katedebilmek için birkaç gramlık, minik "sarısalkım kuşu" yolculuğu boyunca 2.5 milyon kez kanat çırpmak zorundadır. Buna rağmen 36 saat gibi uzun bir süre havada kalabilmektedir. Bu yolculuğu sırasındaki sürati ise saatte ortalama 80 km.dir. Bu kadar yorucu bir uçuş sırasında, kuşların kanındaki asit miktarı aşırı derecede artar ve yükselen vücut ısısı nedeniyle de kuş bayılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bazı kuşlar bu tehlikeyi karaya inerek engellerler. Peki engin denizlerin üzerinde göç etmekte olanlar nasıl kurtulacaktır? Onun denizin üzerindeyken inebileceği bir kara parçası bulması imkansız gibidir. Ünlü bilimadamı Wöerner Nachtiyall, bu durumda kuşun kanatlarını mümkün olduğu kadar açıp kendini bırakarak serinlediğini gözlemiştir.

Göçmen kuşların metabolizmaları da, bu işi kaldıracak kadar güçlüdür. Örneğin göçeden en küçük kuş olan "kolibri"nin vücudundaki metabolizma hareketi, bir filinkinden 20 kat daha fazladır. Bu sebeple kuşun vücut sıcaklığı 62°C'ye ulaşır.

Yüksek İrtifada Uçuş






Manzara



A. Sarı Salkım Kuşu
B. Sarı Salkım Kuşunun Göç Yolları


1. Kuluçka ve Üreme Alanı
2. Kışlama Yeri





Göçmen kuşların bir bölümü çok yüksek irtifada uçarlar. Örneğin kazlar 8.000 metre yükseklerde uçabilirler. Atmosferin, 5.000 metrede bile deniz seviyesine kıyasla % 63 oranında daha az yoğun olduğu hatırlandığında kazların uçtuğu yüksekliğin ne denli akılalmaz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, atmosferin bu denli seyrek olduğu bir yükseklikte uçan kuş, daha hızlı kanat çırpmak ve dolayısıyla daha fazla oksijen bulmak zorundadır.

Ancak bu hayvanların ciğerleri, yükseklerdeki oksijenden maksimum oranda faydalanabilecek şekilde yaratılmıştır. Memeli hayvanlarınkinden farklı bir şekilde çalışan akciğerler, kuşların seyrek havada normalden fazla enerji almalarını sağlar.

Mükemmel Duyma Yeteneği



Kuşlar göçleri sırasında hava olaylarına da dikkat ederler. Örneğin yaklaşan bir fırtınanın odağına girmemek için yollarını değiştirirler. Kuşların bu özelliğini araştıranlardan ornitolog Melvin L. Kreithen bazı kuşların atmosferde çok uzak mesafelere yayılan son derece küçük frekanslı sesleri işittiklerini saptamıştır. Bu sayede göçmen kuş, bulunduğu yerden çok uzaktaki bir dağın üzerinde patlayan fırtınayı veya yüzlerce kilometre ileride, denizin üzerindeki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Ayrıca, kuşların göç yollarını, hava şartlarının genelde tehlikeli olduğu bölgelerden uzak tuttukları da bilinmektedir.

Yön Algılama



Kuşlar, binlerce kilometrelik uçuşları sırasında, pusula, harita ya da benzeri yön belirleyicilerden yoksun olarak, nasıl doğru yönü bulmaktadırlar?...

Bununla ilgili olarak ilk öne sürülen teori, kuşların yer şekillerini ezberledikleri ve böylece yolu şaşırmadan katedebildikleri şeklindeydi. Ama yapılan deneyler, bu teorinin yanlış olduğunu göstermiştir.

Konuyla ilgili olarak güvercinler üzerinde yapılan bir deneyde, hayvanların gözlerine etrafı görmelerine engelleyen donuk lensler takılmıştır. Ancak, böylece yeryüzü şekillerini görmeleri engellenmiş güvercinler, sürülerinden birkaç kilometre ötede bırakılsalar bile, yine gidecekleri yolu bulabilmişlerdir.

Daha sonra yapılan araştırmalarda, dünyanın manyetik alanının özellikle kuş türleri üzerinde etkili olduğu anlaşılmıştır. Yapılan çeşitli çalışmalarla, kuşların yerin manyetik alanından yararlanarak yönlerini bulmalarını sağlayan oldukça gelişmiş bir "manyereseptör" (manyetik alan algılayıcısı) sistemine sahip oldukları ortaya konmuştur. Bu sistem sayesinde, kuşlar, göç sırasında dünyanın değişen manyetik alanını hissederek, yönlerini belirlemektedirler. Deneyler, göçmen kuşların, manyetik alandaki % 2'lik bir değişimi bile algıladıklarını göstermiştir.

Bazıları, kuşların vücudunda bir tür pusula olduğunu söyleyerek, konuyu açıkladıklarını zannetmektedirler. Ancak, asıl büyük soru bu noktadan doğmaktadır.

Soru şudur: Kuşlar nasıl olmuş da birer "doğal pusula" ile donatılmışlardır? Pusulanın, "icad" edilen bir şey olduğunu, insan aklı tarafından yapıldığını biliyoruz. Peki insanın bilgi birikimiyle ortaya çıkardığı bir aygıt olan pusula, kuşların vücudunda nasıl var olmuştur? Acaba yıllar önce, bir kuş türü, yön bulurken dünyanın manyetik alanından yararlanmanın faydasını düşünmüş ve kendi vücudu için bir "manyereseptör" mü icad etmiştir?Yoksa yine yıllar önce, bir kuş türü "tesadüfen" böyle bir mekanizma ile mi donanmıştır? Kuşkusuz hayır...

Ne kuşun kendisi, ne de bir tesadüf, vücuda son derece gelişmiş bir pusula ekleyemez. Kuşun vücut yapısı, akciğeri, kanatları, sindirim sistemi vb. gibi, yön bulma yetenekleri de Allah'ın kusursuz yaratışının örneğidir. Kuran, O'nun yaratışından şöyle söz eder:




Manzara



Aşağıdaki illustrasyon, kuşların uçarken faydalandıkları 12 unsuru göstermektedir.




1- Uygun Rüzgarlar,
2- Ultraviyole Işınları,
3- Yıldızların Konumları,
4- Güneş,
5- Zamanlama Hissi,
6- Polariza Işık,


7- Çok Düşük Frekanslı Sesler,
8- Çok Uzaklardan Gelen Dalga, Gökgürültüsü gibi Sesler,
9- Dünyanın Manyetik Alanı,
10- Meteoroloji Değerlendirmesi,
11- Uygun Rüzgarlar,
12- Yeryüzü Şekilleri.





"O Allah ki, yaratandır, kusursuzca varedendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O Azizdir, Hakimdir. (Haşr, 24)

Monark Kelebeklerinin Yolculuğu



Güneydoğu Kanada'da yaşayan Monark kelebeklerinin göç öyküsü, kuşlarınkinden daha da karmaşıktır.

Monark kelebekleri, normalde tırtıllıktan kurtulup tam bir kelebek olduktan sonra ancak 5-6 hafta yaşarlar. Bir yıl içinde dört Monark nesli yaşar. Bu dört neslin üçü, ilkbahar ve yaz aylarında yaşar.

Sonbahar geldiğinde durum değişir. Çünkü sonbaharla birlikte, göç başlayacaktır ve bu göçü üstlenecek olan Monark nesli, aynı yıl içinde gelip-geçmiş olan diğer nesillerden çok daha uzun yaşayacaktır. Göç edecek olan Monarklar, mevsimin dördüncü kuşak kelebekleridir.

Göç, çok ilginç bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Güneye göçen bu kelebekler, önceki diğer üç kuşaktan altı ay daha fazla yaşayacaklardır. Çünkü çıktıkları yolculuğu tamamlayıp geri dönebilmeleri için bu kadar süre yaşamaları şarttır.




Manzara




Güneye inen kelebekler, Yengeç Dönencesi'ni geçip soğukları geride bıraktıklarında dağılmazlar. Kıtanın yarısını aşan bir göçten sonra milyonlarca kelebek Meksika'nın ortasında konaklar. Burası üzeri zengin bitki örtüsü ile kaplı volkanik dağların sırtlarıdır. 3000 m. yükseklikteki bu yer kelebeklerin yaşayabileceği kadar sıcaktır. Burada Aralıktan Mart'a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler.

İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Artık Kuzey Amerika'ya dönüş için gerekli enerjiyi depolamışlardır. İki aylık yaşam süresini sekiz aya genişletilmiş olarak yaşayan bu kuşağın başka yönlerden diğerlerinden hiçbir farkı yoktur. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüz eşitlendiği gün koloni kuzeye uçmaya başlar. Yolculuklarını tamamlayıp Kanada'ya vardıktan az sonra da ölürler. Ancak, ölmeden önce, soylarının devamı için gerekli olan kuşağı da dünyaya getirirler.

Yeni doğan kuşak, yılın ilk neslidir ve yaklaşık bir buçuk ay yaşayacaktır. Daha sonra ikinci ve üçüncü kuşaklar... Dördüncü kuşağa gelindiğinde göç yine başlayacak, bu kuşak yine diğerlerinden altı ay daha fazla yaşayacaktır ve zincir böyle sürüp gidecektir...




Manzara



Sözünüzi ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. (Mülk Suresi, 13-14)





Bu ilginç sistem, akla bir çok soru getirmektedir: Nasıl olmaktadır da, her dört nesilden biri altı ay daha uzun yaşayacak şekilde doğmaktadır? Nasıl olmaktadır da, bu uzun yaşayan nesil binlerce yıldır tam kış aylarına denk gelmektedir? Nasıl olmaktadır da, kelebekler göçe tam gece ile gündüzün eşit olduğu günde başlamakta, bu ince hesabı tutturabilmektedirler; yoksa takvim mi kullanmaktadırlar?

Kuşkusuz bu soruların Evrim ya da benzeri teorilerin içinde hiçbir cevabı bulunamaz. Çünkü, kelebekler bu ilginç özellikleri var oldukları andan beri taşımaktadırlar. Eğer dünya üzerindeki ilk dördüncü Monark nesli uzun yaşama özelliğine sahip olmasaydı, bütün kelebekler o kış içinde ölürdü ve hayvanların nesli tükenirdi.

Monarklar, var edildikleri andan itibaren bu olağanüstü özelliği taşıyor olmalıdırlar. "Tesadüf"ler ise, hayvanın neslini göçe göre ayarlama gibi bir yeteneğe şüphesiz sahip değildir. Kelebekler, şöyle bir düşünüp, dördüncü nesillerini uzun yaşatmaya karar vermiş, sonra da metabolizmalarını, DNA'larını, genlerini buna göre ayarlamış da olamazlar.

Açıktır ki, Monarklar, böyle bir özelliğe sahip olarak yaratılmışlardır.

Arı Taklidi Yapan Orkide



Nadir bitkilerden biri olan orkidelerin insanları hayrete düşüren bir üreme sistemi vardır. Bazı orkide türleri, üremek amacıyla kullandıkları çiçek tozlarını karşı cinsteki bitkiye ulaştırmak için "aracı" kullanırlar. Bu aracılar da genellikle bitkideki nektarı emmeye gelen böceklerdir. Doğadaki birçok bitki türünün de kullandığı bu üreme sistemi genelde söyle işler:

Bitkideki cazip balözünü emmeye gelen bir böcek, bitkinin çiçek tozu kesesinin olduğu bölgeye konar. Balözünü alırken ayakları ve antenleri çiçek tozlarına bulaşır ve diğer bir çiçeğe konduğunda ulaştırdığı bu tozlar sayesinde bitki döllenir. Yani bitki, karşı cinsine kendisinin ulaştıramayacağı tohumlarını, balözü sayesinde cezbettiği böcekler kanalıyla yollar. Dolayısıyla bu yöntemle çoğalan orkideler için balözü, türün devamı için hayati önem taşıyan bir maddedir.

Peki bu yöntemle çoğalan, ama balözüne de sahip olmayan bir bitkinin durumu ne olabilir?

Ophrys speculum isimli orkidenin durumu işte buna örnektir. Bitkinin böcekleri kendisine çekecek bir balözü salgısı yoktur. Ama bitkinin bir başka özelliği onun da diğerleri gibi çoğalabilmesine olanak tanır. Bu özellik, çiçeğinin biçimidir.




Manzara



Orkidenin alt kısmı, dişi yaban arısına inanılmaz derecede benzemektedir





Çiçeğin alt dudağı renk, şekil ve hatta üzerindeki sık tüylere varıncaya kadar kanatları açık dişi bir yaban arısına benzemektedir. Erkek yaban arısı çiftleşmek amacıyla bir dişi aradığında, orkideden yayılan çekici kokunun da etkisiyle çiçeğe yönelir. Herşeyiyle tam bir dişi yaban arısına benzeyen çiçeğin alt dudak kısmına konar ve onunla çiftleşmeye çalışır. Bu sırada tam kafasının hizasındaki çiçek tozlarının bulunduğu bölüme de değer ve çiçek tozları kafası ve antenlerine bulaşır. Arı bir süre sonra bu çiçek tozlarıyla beraber orkidenin üzerinden havalanacak, ve kendisini cezbedecek bir başka orkideyi gördüğünde aynı işlemi tekrarlayacaktır. Bu esnada yine tam kafasının hizasına gelen üreme organına başındaki ve antenlerindeki tozları bırakacak, ve orkideyi döllemiş olacaktır.

Şimdi bu mükemmel mekanizmayı tekrar gözden geçirelim:

1. Orkidenin çoğalabilmesi için böcekleri kendine çekmesi gerekir, ama bunu sağlayabilecek balözüne sahip değildir.

2. Bunun yerine orkidenin alt dudağı, kanatları açık duran bir dişi yaban arısına benzemektedir.

3. Orkidenin çıkardığı bir kokudan etkilenen erkek yaban arısı ona yönelir.

4. Dişisini gördüğünü zanneden arı, çiftleşmek üzere çiçeğe konduğunda çiçek tozlarını taşıyan kese arının kafasına ve antenlerine yapışır.

5. Aynı işlemi bir başka orkidede tekrarlayan yaban arısı, kafasına ve antenlerine yapışmış olan çiçek tozu kesesini diğer çiçeğe getirir ve tam üreme organının bulunduğu yere bırakır.




Manzara



Erkek yaban arısı, dişisi sandığı orkidenin üzerine konar ve bir süre onu döllemeye çalışır. Orkidenin tam arının baş kısmına gelen üreme organı ise, polenlerini arıya bulaştırmış olur. Bu o denli büyük bir uyumdur ki, oluşması için her ayrıntının ince ince tasarlanmış olması gerekmektedir. Evrimle asla açıklanamayacak olan bu büyük dizayn, bize yaratılışın çok çarpıcı delillerinden birini sunar.





Bu beş aşamalı üreme mekanizması, ortada çok açık bir "tasarım" olduğunu göstermektedir. Orkidenin dişi bir yaban arısına tıpatıp benzemesi, üstelik de erkeğini kendisine çekecek bir kokuyu salgılayabilmesi "rastgele" ve "bilinçsiz" değişimlerle oluşamayacak kadar ince bir dizayndır. Şimdi kendimize şu soruları soralım:

◉ Şuursuz bir bitki bir böceğin şeklini, özelliklerini ve hatta cinsiyetini nereden bilir?

◉ Diyelim ki orkide erkek yaban arısını "tanıyor" (!) ve "biliyor" (!). Kendisini ona benzetecek iradeye, güce ve tekniğe nasıl sahip olabilir? Bilinçsiz bir bitkinin böyle bir gücü olabileceğini düşünmek ne kadar akılcıdır?

◉ Bu benzediği böceğin karşı cinsini cezbedecek kokuyu nasıl bilebilir? Farzedelim ki bildi, bunu kendinde nasıl üretebilir?

◉ Dişi yaban arısına benzeyen şeklin biçimini ve pozisyonunu kendisi mi belirlemiştir?

◉ Bu soruların hepsine arka arkaya "tesadüf" diye cevap veren bir evrimcinin inanılırlığı, güvenilirliği ne olabilir?

Her aşamasında ince bir plan, hesap ve estetik bulunan bu üreme yöntemi, elbette ki bilinçsiz bir bitki tarafından geliştirilemez. Her parçası tam bir uyum içinde çalışmadığı sürece bitkinin üremesi mümkün değildir. Yani evrim teorisinin iddia ettiği gibi zaman içinde, yavaş yavaş gelişerek bu sistemi kazanmış olamaz. Bitkinin ilk oluştuğu anda tüm bu mekanizmanın tam teşekküllü biçimde bulunmaması orkidenin kesin ölümüyle sonuçlanacak ve türün devamı da söz konusu olmayacaktı.

Başından sonuna kadar büyük bir düzen ve intizam içinde çalışan bu mekanizma, Allah'ın yaratışının ve canlılar üzerindeki hakimiyetinin açık bir göstergesidir. Mükemmel bir "tasarım" vardır, ve bir tasarım varsa, bunun elbette ki bir tasarımcısı da olacaktır. Evrimciler bu tasarımcıyı "şans eseri gelişmeler" olarak tanımlamaya çalışırlar. Oysa şans eseri gelişmeler mevcut sistemi bozar, çalışmaz hale getirir ve yok eder. Bir bitkinin "şans eseri" bir yaban arısına benzediğini, yine "şans eseri" benzediği yaban arısının karşı cinsini cezbedecek bir kokuyu salgılayabildiğini iddia etmek, sadece açık gerçeklere yüz çevirmektir.

Bu orkide bizlere göstermektedir ki, bu orkideyi yaratan güç onu da, dişi ve erkek yaban arısını da çok iyi bilmekte ve birbirlerine uygun olarak yaratmaktadır. Bu güç, tüm evrenin ve tüm canlıların yaratıcısı olan Allah'tır.

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü