Harun Yahya


Atatürk'ün Hayatı




Atatürk


Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi Selanik'in yerlilerindendir; önceleri gümrük memurluğu yapmış, daha sonra kereste ticaretiyle iştigal etmiştir. Annesi Zübeyde Hanım, Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasındandır ve eski bir Türk ailesine mensuptur. Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek anne gerekse babasının soyu, Rumeli'nin fethinden sonra bu topraklara Anadolu'dan göç eden Yörük veya Türkmenlerden gelmektedir. 1870'de evlenen Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın altı çocukları olmuştur. Mustafa ailenin dördüncü çocuğudur; Fatma, Ahmet, Ömer ve Naciye adlı kardeşleri küçük yaşlarda salgın hastalıklar nedeniyle vefat etmişlerdir. 1893 yılında Ali Rıza Efendi'nin ölümünün ardından Mustafa'nın yetiştirilmesini Zübeyde Hanım tek başına üstlenmiştir.

Mustafa Kemal ilk öğrenimine Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde başladı; ancak daha sonra çağdaş bir eğitim programı uygulayan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokul eğitimini bu okulda tamamladı. Ne var ki babasının 12 yaşındayken vefat etmesi, eğitim hayatına kısa bir süre ara vermesine neden oldu. Zira Zübeyde Hanım, onu da yanına alarak, subaşı olan kardeşi Hüseyin Efendi'nin görev yaptığı Selanik yakınlarındaki Rapla Çiftliği'ne yerleşti. Dolayısıyla Mustafa Kemal'in öğrenimi çiftlik hayatı nedeniyle bir müddet aksadı. Bir müddet sonra Selanik'te ikamet eden halasının yanına taşındı ve öğrenimini sürdürdü.
 




Zübeyde Hanım ve Mustafa Kemal




Annesi Zübeyde Hanım ve Mustafa Kemal





 


Öğrenim Hayatı




Atatürk harp okulundaMustafa Kemal İstanbul'da Harp Okulu öğrencisiyken (1899 - 1902)


Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Mektebi'nden mezun olduktan sonra Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti. 1894 yılının Temmuz-Ağustos aylarında kendi kararı ile Askeri Rüştiye'ye başladı. Okul döneminde Selanik'te, yaz aylarında ise çiftliğe giderek dayısı Hüseyin Efendi'nin yanında kalıyordu. Öğretmenleri Mustafa Kemal'in zeki ve yetenekli bir genç olduğunu hemen fark ettiler ve ona büyük bir sevgi ve ilgi gösterdiler.

Genç Mustafa'nın, "Kemal" ismini alması ise, adı geçen okulda gerçekleşti. Matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, yetenekleri ve zekası ile dikkat çeken Mustafa'yı sınıftaki diğer Mustafalardan ayırt etmek için, öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ekledi. Böylece genç öğrenci tüm dünyanın tanıdığı yeni ismiyle anılmaya başlandı: Mustafa Kemal.

Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896'da Manastır Askeri İdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci ve Ali Fethi (Okyar) ile arkadaş  oldu. Mustafa Kemal, hem askerlik eğitimine devam ediyor hem de Fransızca dersleri alarak yabancı dil eğitimine büyük önem veriyordu.

Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi'ni başarı ile bitirerek, 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. Üç yılda Harbiye öğrenimini tamamlayıp 10 Şubat 1902'de bu okulu teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisinde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen oldu. 11 Ocak 1905 tarihinde de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu.

Burada şu gerçeğin üzerinde özellikle durmak gerekir: Mustafa Kemal söz konusu okullarda üstün kişiliği ve seciyesiyle herkesin sevgisini, saygısını kazanmıştır. Harbiye ve Harp Akademisi'nde okuduğu sırada, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu durumla yakından ilgilenmiş ve ülkenin zorlukların üstesinden gelebilmesi için çözüm önerileri üretmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ali menfaatleri açısından bir an önce yapılması gerektiğine inandığı düzenlemeleri büyük bir içtenlikle savunmuştur. Dahası, görüş ve düşüncelerini her ortamda dile getirmekten çekinmemiştir. 5 Şubat 1905 tarihinde Şam'a atanması ise, askeri hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.


Askerlik Hayatı




Atatürk askerlik
Subay arkadaşları ile birlikte
(Beyrut, 15 Temmuz 1907)



Şam'da yer alan 5. Ordu'daki görevi, Mustafa Kemal'e İmparatorluk sınırları içindeki aksaklıkları, hem devlet yönetimindeki hem de ordudaki hata ve eksiklikleri daha yakından görmesini sağladı. Bu zor durumdan kurtuluş ve çıkış yolları aramaya başladı. 1906 yılının Ekim Ayı'nda bazı arkadaşlarıyla gizli olarak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu; cemiyetin Beyrut, Yafa ve Kudüs'te örgütlenmesini gerçekleştirdi. Daha sonra Selanik'e giderek, burada Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü.

Mustafa Kemal 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası, yani günümüzdeki adıyla kıdemli yüzbaşı oldu. 13 Ekim'de ise merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargahı'na atandı ve bu ordunun Selanik'teki bölümünde göreve başladı. Ayrıca 22 Haziran 1908'de, 3. Ordu Karargahı'ndaki görevine ek olarak Üsküp-Selanik demiryolu müfettişliği de kendisine verildi.

Mustafa Kemal o günlerde Rumeli'de önemli bir faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı. Bu cemiyetin o sıradaki başlıca hedefleri, 1876 Anayasası'nın tekrar yürürlüğe konmasını ve kapalı durumdaki Meclis-i Mebusan'ın yeniden toplanmasını sağlamaktı. Nitekim Sultan Abdülhamit'in onayıyla 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyet'te İttihat ve Terakki büyük bir rol oynadı.


Atatürk Hareket Ordusu subayları ile birlikte (Selanik, 1909)
Hareket Ordusu subayları ile birlikte
(Selanik, 1909)



Kişiliğinde tamamen özgürlükçü bir yapıya sahip olan Mustafa Kemal, Meşrutiyet'in ilanını olumlu, ancak yetersiz bir gelişme olarak değerlendiriyordu. Hürriyetin tam anlamıyla gelmesiyle ülkenin daha hızlı ilerleyeceği ve kalkınacağını savunuyor, yönetimin gerçek sahiplerine, yani millete verilmesini istiyordu. İşte bu noktada onun, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile önemli bir fikir ayrılığı ortaya çıktı. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti II. Meşrutiyet'in ilanını yeterli buluyor, Mustafa Kemal'in inkılapçı düşüncelerini kabul etmek istemiyordu. Bu şartlarda bile O, cemiyete gerekli uyarıları yapmaktan çekinmedi.

13 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'da, 31 Mart Vakası olarak bilinen büyük bir ayaklanma patlak verdi. Mustafa Kemal, işte bu olumsuz gelişme üzerine Rumeli'de kurulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu orduyla birlikte 19 Nisan 1909'da İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelişinin ardından yapılan açıklamayı kaleme aldı ve söz konusu isyanın bastırılmasında etkili oldu. Ordunun kontrolü tamamen ele geçirmesinden sonra Sultan Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine Sultan Reşat geçirildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1909'da tekrar Selanik'teki görevinin başına geri döndü.


Pikardi (Picardie) Manevralar›'nda <br>
(Fransa, 1910)
Pikardi (Picardie) Manevraları'nda
(Fransa, 1910)



Mustafa Kemal'in Selanik'e dönüşü İttihat Terakki Cemiyeti ile olan görüş ayrılığını daha da ön plana çıkarır. 22 Eylül 1909'da İttihat Terakki Kongresi'nde ordunun siyasete karışması ve bunun doğuracağı muhtemel olumsuz sonuçlar üzerine bir konuşma yapar. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin izlediği siyasetin yanlış olduğuna ve ülke yararına olmadığına kanaat getirir. Tüm vaktini ordudaki görevine ayırır.

Mustafa Kemal Selanik'teki görevini sürdürdüğü dönemde, Eylül 1910'da gözlemci sıfatıyla Fransa'daki Pikardi Manevraları'na gönderildi. Daha önce önemini fark ederek aldığı Fransızca eğitimi kendisine büyük kolaylık sağlamıştı. 1911'in Mart ayında ise, Arnavutluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere oluşturulan Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın komutasındaki birlikte yer aldı. 3. Ordu Karargahı'nın ardından sırasıyla 5. Kolordu Karargahı ve 38. Piyade Alayı'nda görev aldı. Aslında bu görevler ile bazı çevreler Onu yıpratmak, şevk ve heyecanını kırmak istiyorlardı. Diğer bir deyişle, hedeflenen, Mustafa Kemal'in yükselmesini engellemekti. Fakat O, bütün görevlerinde olduğu gibi, burada da başarılı oldu; çalışma arkadaşlarının ve kumandanlarının takdirlerini topladı.


Atatürk Kızılay Heyeti ile birlikte (Derne, 1912)
Kızılay Heyeti ile birlikte (Derne, 1912)


Vatan sathında yapmış olduğu görevler Mustafa Kemal'in yenilikçi ve inkılapçı düşüncelerini olgunlaştırmış ve etrafında birçok genç subayın toplanmasını sağlamıştı. Fakat bu yeni yapılanma Osmanlı Devleti'nin kimi kesimleri tarafından tehlikeli görülüyordu. Nitekim onun, 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da bulunan Genelkurmay Başkanlığına tayin edilmesi, bu çarpık bakış açısının bir sonucu oldu. 1908 Meşrutiyeti'nden sonra bazı Osmanlı birliklerinin buradan ayrılması ve askeri gücün zayıflamasını fırsat bilen İtalyanlar, 1911'in son aylarında Trablusgarp'a saldırdılar. Mustafa Kemal bu gelişmenin ardından Tobruk ve Derne Bölgeleri'nde gönüllü mahalli kuvvetlerin başına, sonra Derne Komutanlığına atandı. 27 Kasım 1911 tarihinde Binbaşılığa terfi etmesi de söz konusu dönem içinde gerçekleşti.

Mustafa Kemal'in önderliğindeki Türk birliklerinin ve yerli halkın kahramanca karşı koyması nedeniyle İtalyanlar ancak kıyıda tutunabilmişlerdi. Fakat bu sırada Balkanlar'da başlayan karışıklık nedeniyle buradaki mücadele sona erdi ve 15 Ekim 1912 tarihinde Uşi Barışı imzalandı. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti Afrika'daki son topraklarını da kaybetmiş oldu.

1912 yılının Ekim ayında Balkan Harbi'nin başlaması üzerine Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan ayrılarak İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefid (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu sırada Selanik düşmüş, Bulgar Ordusu Babaeski-Lüleburgaz Savaşı'nı kazanarak Çatalca'ya kadar gelmişti. Osmanlı adeta Avrupa'dan itilip Asya'ya sürülmek isteniyordu. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, 30 Mayıs 1913'de Midye-Enez hattını kabul etmek zorunda kalmıştı. Osmanlı mirasını paylaşmada anlaşamayan Balkanlılar Bulgaristan'a karşı savaşa tutuşmuşlardı. Bu sırada Türk Ordusu hemen harekete geçti. Mustafa Kemal ise Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi; Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınmasında oldukça emeği geçti.


Bedevi Kuvvetleri ile birlikte (Derne, 1912)<br>
<br>
Bedevi Kuvvetleri ile birlikte (Derne, 1912)


Balkan Harbi'nin neticelenmesinden sonra 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı; aynı zamanda Belgrad ve Çetine Askeri Ataşeliği görevini de üstlendi. 1915 yılının Ocak ayına kadar süren bu görevi sırasında yarbaylığa terfi etti.


Derne Komutanı Kurmay Yüzbaşı (1912)
Solda, Derne Komutanı Kurmay Yüzbaşı (1912).
Sağda ise, Mustafa Kemal'in askeri ateşe iken yapılan kostümlü balodaki görünümü (Sofya, 1914)



I. Dünya Savaşı'nda Atatürk




Yavuz Zırhlısı
Yavuz Zırhlısı


Mustafa Kemal'in Sofya'da yarbay olarak bulunduğu dönem, aslında I. Dünya Savaşı'nın arifesiydi. Mustafa Kemal, gelişen olayları dikkatle gözlemliyor ve Osmanlı İmparatorluğu'nun izlemesi gereken stratejiyi Harbiye Nezareti'ne (Milli Savunma Bakanlığına) özenle bildiriyordu. Onun yakında patlak vermesi kuvvetle muhtemel kanlı savaş hakkındaki düşünceleri açıktı: "Katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı." Çünkü Atatürk ileriyi görebilme özelliği ile Osmanlı'nın bu savaşı kaldıramayacağını anlamıştı.


Midilli Zırhlısı
Midilli Zırhlısı


Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu'nun o dönemdeki yöneticileri, Mustafa Kemal'in değerli görüşlerini göz önüne alacak kadar anlayışlı değillerdi. Bu kişiler arasında Alman taraftarlığı "moda" haline gelmişti. Oldu-bittilerin birbirini izlediği bu dönemde İngiltere ve Rusya'ya savaş açan Almanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun kendi yanlarında savaşa girmesini istiyorlardı. Bu sırada iki Alman savaş gemisi Karadeniz'e çıkarak Rusya'nın Sivastopol, Odesa ve bazı Rus limanlarına saldırdı. Enver Paşa ve Almanların ortak geliştirdikleri senaryo "başarıyla" uygulanıyordu. Atatürk'ün itirazlarına rağmen olaylar çok hızlı bir şekilde gelişti ve 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devleti İttifak Devletleri'nin yanında savaşa girdi.




Alman Generali Otto Liman von Sanders




Alman Generali
Otto Liman von Sanders






Mustafa Kemal 20 Ocak 1915'de, Tekirdağ'da kurulacak olan 19. Tümen Komutanlığına tayin edildi. O da vakit kaybetmeden yeni görev yerine ulaşarak tümenini kurdu. Bu tümen, daha sonra 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos'a (Eceabat) kaydırıldı. Ayrıca 9. Tümen'in 2. Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verildi. Atatürk böylece büyük savaşın başında Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak hizmet etmeye başladı.

İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye çalıştı; ama kıyıdaki Türk topçusunun etkili savunması sayesinde başarılı olamadı ve ağır kayıplar verdi. Düşman birlikleri Çanakkale Boğazı'nı geçemeyince taktik değiştirdiler ve Gelibolu Yarımadası'na çıkarma yapmaya karar verdiler. Bu sırada Gelibolu'da, Alman Generali Otto Liman von Sanders'in komutanlığında 5. Ordu oluşturuldu. Mustafa Kemal ise, General von Sanders'in savunma planı çerçevesinde, tümeniyle birlikte 18 Nisan 1915 günü Bigalı'ya geçti.


Çanakkale Geçilmez!



Düşman birlikleri Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinde ilk çıkarma hareketini başlattıklarında tarih, 25 Nisan 1915'i gösteriyordu. Ancak Mustafa Kemal'in komutasındaki vatansever kahraman askerlerin karşılarına çıkacaklarını bilmiyorlardı. Daha doğrusu ne ile karşı karşıya geleceklerini tam olarak hesap etmemişlerdi. Mustafa Kemal, çıkarma başlar başlamaz kuvvetlerini Bigalı'dan Conkbayırı'na sevk etti. Karaya çıkan İngiliz kuvvetlerine karşı Mustafa Kemal'in önderliğindeki 19. Tümen kuvvetleri kahramanca mücadele ettiler ve onları geri püskürttüler. Elbette bu zafer, Mustafa Kemal'in üstün liderlik ve yöneticilik özelliklerinin de açık bir göstergesidir. Büyük Komutan, ordusunu gerçekleşeceğine kesin olarak inandığı zafer için yüreklendirmiş ve onlara şu emri vermişti:


"Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!"


Verdikleri ağır kayıplara rağmen, düşman kuvvetleri kolay kolay pes etmemekte kararlıydı. 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de İngilizlerin çıkarma girişimlerine sahne oldu. Ancak bunlar kahraman Türk askerinin başarılı savunmasıyla durduruldu. Çanakkale Cephesi'nde elde edilen zaferler sonucunda, Mustafa Kemal 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.


Çanakkale Deniz Savaşı'nı anlatan bir tablo (Tahsin Bey)
Çanakkale Deniz Savaşı'nı anlatan bir tablo (Tahsin Bey)


Düşman kuvvetleri Ağustos ayının başında daha da güçlü olarak saldırıya başladılar. Mustafa Kemal'in yönlendirdiği Türk askerinin kahramanca müdafaası neticesinde bu taarruz da durduruldu. Ancak İngilizler, 6 Ağustos akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına asker çıkarmaya başladılar. Böylece Anafartalar Bölgesi'nde tehlikeli bir durum oluştu.




18 Mart 1915 Çanakkale Deniz<br>
Savaşları'nda 215 okkalık (275 kg) <br>
top mermisini sırtında taşıyan er Seyit.<br>




18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Savaşları'nda 215 okkalık (275 kg) top mermisini sırtında taşıyan er Seyit.





Söz konusu durumu iyi analiz eden Liman von Sanders, yerinde bir müdahalede bulunarak Anafartalar Grubu Komutanlığına Albay Mustafa Kemal'i atadı. Komutayı derhal ele alan Mustafa Kemal ve yiğit askerleri ilerleyen İngiliz kuvvetlerinin üzerine atıldılar ve düşmanları durdurdular. Askerimizin kahramanca çarpışmaları sonucunda Anafartalar kısa sürede düşman askerinden arındırıldı.

Bu muharebeler sırasında askerleriyle yan yana ateş hattında bulunan Mustafa Kemal'e isabet eden bir mermi cebindeki saate çarpmış; bu sayede büyük komutan ölümle sonuçlanabilecek bir tehlikeden kurtulmuştur. Bundan sonra O, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılmaya başlanmıştır. Başarıları ve cesareti, ününün her yerde duyulmasını sağlamıştır.

Sonuç olarak, Çanakkale'yi geçemeyen ve umduklarını bulamayan düşman kuvvetleri 1915 yılının sonunda geri çekildiler. Bu zafer, İstanbul'un düşmanlar tarafından işgal edilme tehlikesini ve İngilizlerin Boğazlar kanalıyla Rusya ile bağlantı kurma imkanını ortadan kaldırmıştır. Burada üzerinde durulması gereken bir nokta ise, düşmanların asker sayısı, silah, cephane ve teknoloji bakımından Türklerden daha üstün olmalarıdır. İşte bu gerçek dikkate alındığında, Çanakkale'de yazılan destanın arkasında Türk askerinin olağanüstü kahramanlığı ve Mustafa Kemal'in örnek komutanlığının bulunduğu daha iyi anlaşılır.

 




Solda, Mustafa Kemal Anafartalar Grubu Komutanı iken muharebe arkadaşları ile. Sağda, Çanakkale'de savaşan 3. Kolordu erkanı.




Solda, Mustafa Kemal Anafartalar Grubu Komutanı iken muharebe arkadaşları ile. Sağda, Çanakkale'de savaşan 3. Kolordu erkanı.





Çeşitli Cephelerde






Mareşal Fevzi Çakmak




Mareşal Fevzi Çakmak





Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915 tarihinde Çanakkale'deki görevini Fevzi Çakmak'a devrederek İstanbul'a gitti. 27 Ocak 1916'da Edirne'deki 16. Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa bir süre sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesi'nde görevlendirildi. 1 Nisan 1916 ise, Mustafa Kemal'in genç yaşta General olduğu tarihtir.

1916 yılı, Mustafa Kemal ve komutasındaki askerlerin Ruslarla göğüs göğüse çarpıştığı bir dönemdir. Bu zaman zarfında Muş ve Bitlis, Rus kuvvetlerinin işgalinden kurtarılmıştır.

Vekaleten yürüttüğü 2. Ordu Komutanlığı sırasında Mustafa Kemal, bu ordunun Kurmay Başkanı olan Albay İsmet İnönü ile tanışır. Böylelikle ileride kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini atan iki büyük devlet adamı ilk defa biraraya gelmiş olurlar.

Mustafa Kemal 14 Şubat 1917'de Hicaz Ordu Komutanlığına atandı ve Sina Cephesi'ni teftiş etti. 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'daki 2. Ordu'ya vekaleten komutan olarak atandı; 16 Mart 1917'de ise 2. Ordu Komutanlığına asaleten getirildi. 5 Temmuz'da Halep'teki 7. Ordu'nun başına getirildi. Ancak birkaç ay sonra, Halep cephesinin genel idaresini üstlenen General Falkenhein ile arasında baş gösteren bazı görüş ve uygulama farklılıkları nedeniyle Mustafa Kemal, bu görevinden ayrılmak durumunda kaldı.


Anafartalar'da askerlerle beraber
Anafartalar'da askerlerle beraber


Mustafa Kemal 7 Kasım 1917'de İstanbul Genel Karargahı'ndaki görevine başladı. Veliaht Vahdettin Efendi ile birlikte Almanya'yı ziyaret etti; Alman Genel Savaş Karargahı'nı ve Alman Cephelerini gezdi. Alman İmparatoru II. Wilhelm ve  tanınmış komutanlarla görüştü; onlara savaşın sonuçları hakkındaki görüşlerini anlattı.




Tümgeneral rütbesi ile<br>




Tümgeneral rütbesi ile





Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'a döndükten sonra böbreklerinden rahatsızlandı; tedavi olmak amacıyla Viyana ve Karlsbad'a gitti. Seyahat dönüşü, General Falkenhein'in yenik olarak bıraktığı Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu. 15 Ağustos 1918 günü Halep'e ulaştı ve emrindeki kuvvetleri İngiliz kuvvetleri karşısında müdafaa savaşı yaparak Halep'e kadar çekmeyi başardı. Bu esnada Vahdettin'in özel isteği doğrultusunda yaverliğe getirildi. Almanya gezisi sırasında Vahdettin'in Mustafa Kemal'in düşüncelerinden etkilenmesi, Onun yaver oluşunda önemli bir etken olmuştu.

İttifak Devletleri'nin aleyhine devam eden savaşta, 29 Eylül 1918'de Bulgaristan savaştan çekildi; 4 Ekim 1918'de de Almanya ateşkes talebinde bulundu. İstanbul'da, bu askeri gelişmeler ve Almanya'nın mağlubiyeti sonucunda siyasi durum değişti; istifa eden Talat Paşa'nın yerine Ahmet İzzet Paşa hükümet kurmakla görevlendirildi. Bu şartlar içinde, her ne kadar Mustafa Kemal Paşa çözüm yolları üreterek devlet yetkililerine bildirmişse de görüşlerine gereken değer verilmedi. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği büyük savaşın sonunda Osmanlı, 30 Ekim 1918'de Alman İmparatorluğu ile mağluplar safında yer alarak Mondros Mütarekesi'ni imzaladı ve I. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yıkımla ayrıldı.

Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş süresince, hatta savaşın en zorlu zamanlarında, Osmanlı Devleti'nin aleyhine olabilecek kararlar ve uygulamalara karşı çıkmış, fikirlerini devleti ve Türk Milleti adına korkmadan cesurca ifade etmiştir. Bu dönemde birçok yerde görev almış, devletinin gönderdiği her cephede kahramanca savaşmış, ülkenin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Bu tarihten sonraysa asıl mücadelesi başlayacak, tarihin akışını değiştirecek olaylara ve büyük başarılara imza atacaktır.




Solda, subay arkadaşları ile Halep'te (1917).




Solda, subay arkadaşları ile Halep'te (1917). Sağda, Vahdeddin ve Mustafa Kemal.





Atatürk Milli Birliği Kuruyor



Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmesinin ardından, 7 Kasım 1918'de bu komutanlığın kaldırılmasıyla 13 Kasım 1918'de İstanbul'a geri döndü. O günlerde Ateşkes şartları gereğince ordumuz dağıtılmış, silah ve cephanesi elinden alınmıştı. Tarihin en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu galip devletler tarafından paylaşılmaktaydı. Anadolu toprağı İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar ve Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. Çanakkale Savaşı'nda kahraman Türk Ordusu'nu geçemeyen düşman gemileri, Boğazlar'ı ve İstanbul'u işgal etmişlerdi. İstanbul Hükümeti tamamen İtilaf Devletleri'nin kontrolü altına girmişti. İtilaf Devletleri subay ve ajanları, Anadolu'nun hemen her yerinde azınlıkları kışkırtıyorlardı. Kısacası, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında eşine daha önce rastlanmamış bir karışıklık hüküm sürüyordu.

Ülkenin içine düştüğü olumsuz şartlar, aslında Mustafa Kemal Paşa'nın daha önceden tahmin ettiği gelişmelerdi. Büyük Önder, 5 Kasım 1918'de orduların terhis edilmesi hakkında, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya bir uyarı mahiyetindeki şu telgrafı çekmişti:

"Ciddi olarak arz ederim ki, gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır."1

Bu telgraf Mustafa Kemal'in kişiliğinde ümitsizliğe asla yer olmadığının da bir kanıtıdır. Vatanın düşmanlar tarafından tamamen işgal altında olduğu zor şartlar içinde dahi O, inancını kaybetmemiş, kurtuluş çareleri aramaya başlamıştı. Fakat aynı kararlılığı İstanbul Hükümeti gösteremiyordu.

Dönemin Osmanlı Hükümeti düşmana karşı ne kadar teslimiyetçi ise, halk da o kadar tepkili idi. Yüzyıllardır Türklere vatan olmuş Osmanlı topraklarını işgale yeltenenler karşılarında mahalli kuvvetleri buluyorlardı. Taraflar arasında kanlı çarpışmalar cereyan ediyordu. Trakya ve Anadolu'nun her bölgesinde kurulan teşkilatların başlıca amacı, Türk topraklarını düşmanlar ve işgalcilerden temizlemekti. Bunlar Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi isimler altında toplanmışlardı. Ancak milli teşkilatların birlik ve beraberlik içinde değil, dağınık kuvvetler şeklinde hareket etmeleri, Milli Mücadele'de arzu edilen nihai başarıyı getirmiyordu.


Çanakkale Deniz Savaşı'nı anlatan bir tablo (Tahsin Bey)
Yunan askerleri İzmir'de


Bu hareketlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da kurtuluşu İngiliz, Fransız veya Amerikan mandası altında arayan, büyük devletlerin himayesinden medet uman, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti gibi birtakım teşkilatlar türemişti. Adı geçen cemiyetlere mensup pek çok insan Anadolu'dan doğacak milli bir harekete inanmıyordu.

Büyük Önder Mustafa Kemal ise, ülkenin içinde bulunduğu karmakarışık durumdan tek bir çıkış yolu olduğuna inanıyordu: Milli egemenlik esası üzerine kurulmuş tam bağımsız yepyeni bir Türk Devleti. Nitekim Atatürk'e göre önemli olan: "Türk Milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi."2 Bundan böyle gerçek kurtuluşu isteyen Milli Mücadele'nin parolası şu olacaktı: "Ya istiklal ya ölüm!"

Gerçekten de yıkılmış bir imparatorluğun enkazından milli ve bağımsız bir devlet inşa etmek için başka bir çözüm yolu yoktu. Atatürk'ün düşüncesi, başarısızlığa uğramakla öteki kararlara boyun eğmek arasında fark olmadığıydı. Dahası, Hükümet ve İstanbul basını Ateşkes Antlaşması'nı överken, Mustafa Kemal dönemin Genelkurmay Başkanlığına bir rapor gönderdi. Raporda Büyük Osmanlı Devleti'nin, bu antlaşma ile kendini hiçbir koşula bağlı olmaksızın düşmanlarına teslim etmeyi kabul ettiğini, dahası ülkeyi ele geçirmesi için yardım ettiğini söylüyordu.

Düşmanlar tarafından ölmeye mahkum bir hasta olarak görülen memleketin kurtuluşu için artık Anadolu'ya geçerek Milli Mücadele bayrağını açmak bir zorunluluk haline gelmişti. İşte bu sıralarda, Hükümet Mustafa Kemal'in beklenmedik bir hareket yapmasından korkuyor ve Ona şüpheyle bakıyordu. Atatürk'ü İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine 9. Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş imkanlar tanıyan bu görevi hemen kabul etti. Çünkü bu yetki ile Sivas'ta bulunan 3. Kolordu, Erzurum'daki 15. Kolordu'yu ve diğer bazı askeri birlikleri kontrolü altına alabilecekti. Atama kararnamesi Takvim-i Vakayi'de yayımlandı.

Bu görev ve yetkileri alan Mustafa Kemal  şu sözleri söylüyordu:


"Talih bana öyle uygun şartlar hazırlamıştı ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar mutluluk duydum tarif edemem. Nezaretten çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş gibiydim."3


Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal'i Ordu Müfettişi olarak buraya gönderirken, kendisinden, Anadolu halkının Ateşkes koşullarına uymasının sağlamasını istemişti. Çünkü bu bölgede Mavri Mira Cemiyeti adında, Pontus Rum Devleti kurma idealinde olan bir grup Türklere baskı yapıyor, onları bu bölgeden çıkarmaya çalışıyordu. Türk halkı da bunlara karşı üstün bir mücadele sergiliyordu. Aslında sadece Karadeniz Bölgesi'nde değil, ülkenin işgal altındaki her yerinde bir karşı koyma hareketi başlamıştı. Özellikle Yunanlıların İzmir'i işgali bu hareketlerin bir çığ gibi büyümesini sağladı.




Samsun'a çıktığı Bandırma vapuru




Samsun'a çıktığı Bandırma vapuru





Mustafa Kemal Paşa'nın düşünceleri ise, Hükümet'in görüşleri ile taban tabana zıttı. İstanbul'dan ayrılmadan önce gerçek niyetini bazı arkadaşlarına şu sözlerle ifade etti: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum." Sonunda Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı için ilk ve en önemli adımı atarak 16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan ayrıldı. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastı ve üzerinde taşıdığı sıfatın avantajı ile kurtuluş planını gerçekleştirmek için hemen harekete geçti. Anadolu'nun çeşitli yerlerine telgraflar çekiyor, mitingler ve gösteriler düzenliyordu. 21 Mayıs 1919'da Kazım Karabekir'e çektiği telgrafta şöyle diyordu:


"Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim."4


Mustafa Kemal'in Samsun'a vardıktan sonraki birkaç gün içinde İstanbul'a gönderdiği telgraf ve raporlar, Hükümet ve işgalci İtilaf Devletleri görevlileri tarafından hoş karşılanmadı. Zira bunlar, onun milli iradeye dayanarak birliği yeniden sağlamak için faaliyet göstereceğinin ilk işaretleriydi. Milli Mücadele'nin ancak Atatürk gibi bir lider sayesinde başarıya ulaşabileceği de bir gerçekti. İstanbul'a ulaşan raporlardaki ifadeler, o sırada 38 yaşında bir general olan Mustafa Kemal'in siyaset bilimine ilişkin engin bilgilerini de ortaya koymaktaydı.

Ülkenin her yanında olduğu gibi İstanbul'da da mitingler düzenlenmeye başlanmıştı. İşgali protesto amacıyla okullar, mağazalar ve bazı kuruluşlar üç gün süreyle kapatılmıştı. Tüm bu gelişmeler üzerine İstanbul'daki Hükümet Mustafa Kemal'i geri çağırdı.


Amasya Genelgesi



Ne var ki, Milli Mücadele Atatürk'ün önderliğinde artık başlamıştı; İstanbul Hükümeti ve işgalci devletlerin bu şanlı direnişi durdurmaları ise mümkün değildi. Türk Milleti tarihe yön verecek yeni bir girişimi başlatmıştı bir kere. Mustafa Kemal Hükümet'in yanlış çağrısına uymayı reddetti ve 22 Haziran'da Amasya'da, milli bağımsızlık hareketini yaymak, Erzurum ve Sivas'ta kongreler toplamak amacıyla bir genelge hazırladı. Amasya Tamimi olarak bilinen bu genelge ile kendisinin önderliğinde başlatılan Kurtuluş Hareketi'nin ana hatları belirlenmiş oldu:


1.   Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.

2.   İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.

3.   Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

4.   Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.

5.   Anadolu'nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas'ta bir kongre toplanacaktır.

6.   Bunun için her ilden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu temsilciler, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.

7.   Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır.

8.   Doğu illeri için, 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas'a gelebilirlerse; Erzurum Kongresi'nin üyeleri, Sivas Genel Kongresi'ne katılmak üzere hareket edecektir.





Amasya'ya giderken




İstanbul Hükümeti temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Hulisi Paşa ile görüşmek üzere Amasya'ya giderken Tokat'ta karşılanışı (17 Ekim 1919) .





Erzurum Kongresi






Erzurum'daki Kongre Binası




Tarihi kararların alındığı
Erzurum'daki Kongre Binası






Mustafa Kemal Paşa Amasya'dan sonra Sivas'ta bir gün kaldı ve burada yapılacak olan kongrenin çalışmalarını gözden geçirdi. 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a ulaştı ve şehirde halkın büyük desteğini arkasına alarak çalışmalarına başladı. Bu sırada Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı), Mustafa Kemal Paşa'nın görevden alındığını ve kendisiyle hiçbir resmi görüşmenin yapılmayacağını duyurmuştu. O da 8-9 Temmuz 1919'da "sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere" görevinden istifa etti. Artık sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak görev yapacaktı. Ancak sahip olduğu maddi imkanlar çok yetersizdi. Öyle ki, istifa ettiği zaman yanında giyecek sivil elbisesi bile yoktu. Üniformasını çıkardığı gün giydiği elbiseyi Erzurum Valisi Münir Bey'den, başına taktığı fesi ise Müfit Bey'den almıştı. Erzurumlular kendisine asla unutmayacağı bir sevgi gösterdiler ve onu Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi Başkanı ilan ettiler.

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da 62 delegenin katılımıyla toplandı ve 14 gün boyunca faaliyetlerini sürdürdü. Yapılan oylama sonucunda Mustafa Kemal başkan seçildi. Kongre yerinin özellikle Erzurum olarak belirlenmesi bilinçli bir tercihti. Çünkü Doğu Anadolu'nun tamamını kapsayan bir "Ermenistan" kurulmaya çalışılıyordu. Elbette Türk halkı böyle bir oluşuma asla göz yumamazdı. İşte hem kabul edilemez bu girişime hem de Türk topraklarının işgaline karşı birlik ve beraberlik içinde mücadele yürütmek için Erzurum önemli bir merkezdi.

İstanbul Hükümeti'nin kesinlikle karşı çıkmasına, dahası kongreyi engellemek için bazı valilere baskı yapmasına rağmen toplanan Erzurum Kongresi'nde şu kararlar alınmıştı:


1.   Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.

2.   Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekün kendisini savunacak ve direnecektir.

3.   Vatanı korumayı ve istiklali elde etmeyi İstanbul Hükümeti sağlayamadığı takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri Milli Kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa, bu seçimi Temsil Heyeti yapacaktır.

4.   Kuva-yı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel esastır.

5.   Hıristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.

6.   Manda ve himaye kabul edilemez.

7.   Milli Meclis'in derhal toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.

8.   Milli irade padişahı ve halifeyi kurtaracaktır.





Erzurum Kongresi üyeleri ile toplu halde




Erzurum Kongresi üyeleri ile toplu halde





Yukarıdaki maddelerin anlamı şudur: Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren tarihi kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemiş bir oluşumdur. Daha sonra yapılan Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandırılmış, Misak-ı Milli'nin temelinde Erzurum Kongresi kararları yer almıştır. Dahası, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarından kaynaklanmaktadır. Yine Mudanya ve Lozan Antlaşmaları'nın bağımsızlığı savunan maddelerinin dayanağı Erzurum Kongresi'dir. Tüm bunların yanı sıra Atatürk inkılâplarının tohumları da Erzurum Kongresi'nde atılmıştır.

Atatürk 24 Nisan 1920'de TBMM'deki konuşmasında Kongre kararlarından bahsetmiş ve şunu özellikle belirtmiştir:


"Erzurum Kongresi'nin milliyet esasından birisi, işbu hududu milli dahilindeki idarenin hakimiyeti milliye esasına müstenit olmasıdır."5


Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü 9 kişilik bir Temsil Heyeti seçerek çalışmalarına son verdi; bu heyeti ve başkanını büyük bir görev bekliyordu.


Sivas Kongresi



İşgal kuvvetlerinin tüm ülkede hızla ilerlediği ve Türk Milleti'nin büyük haksızlıklara maruz kaldığı bir dönemde, Mustafa Kemal Paşa Erzurum'dan Sivas'a geldi ve 4 Eylül 1919'da Kongre'yi bu şehirde başlattı. Erzurum gibi Sivas da özellikle seçilen bir şehirdi. Zira Sivas hem işgal edilmemiş durumdaydı hem de ulaşım açısından nispeten uygun bir konumdaydı. Ayrıca Mustafa Kemal, Sivas'ın kolaylıkla işgal edilemeyeceğini düşünüyordu ve bu öngörüsünde de haklı çıktı.

Sivas Kongresi çok büyük zorluklar altında toplanmıştır. İstanbul'daki yönetim Mustafa Kemal hakkında tutuklama emri çıkarmış, delege seçimlerini ve seçilen delegelerin kongreye katılımlarını engellemek için her yola başvurmuştur. İngiliz ve Fransızlar ise, Sivas'ı işgal etme tehditleri savurmuşlardır. Ancak tüm bu girişimler Mustafa Kemal'in azmi, hedefe yönelik kararlılığı ve isabetli uygulamaları sayesinde sonuçsuz kalmıştır. Dolayısıyla Sivas Kongresi Batı, Orta ve Doğu Anadolu'dan gelen temsilcilerin katılımıyla toplanmıştır.

Mustafa Kemal'in başkanlığını yaptığı Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir: 


1.   Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.

2.   Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekün kendisini savunacak ve direnecektir.

3.   İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.

4.   Kuvayı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel esastır.

5.   Manda ve himaye kabul olunamaz.

6.   Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan'ın derhal toplanması mecburidir.

7.   Aynı gaye ile, milli vicdandan doğan cemiyetler, "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir.

8.   Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir.


Sivas Kongre Heyeti tarafından alınan kararlar Damat Ferit Paşa Hükümeti'ne, İtilaf Devletleri Temsilcileri'ne ve Türk Milleti'ne duyuruldu. Bu durum toplumun her kesiminde büyük yankı uyandırdı. Bundan böyle tüm Türkler tek bir vücut halinde işgalcilere ve düşmanlara karşı koyacaktı.




Solda, Sivas Kongresi üyeleri ile beraber.<br>
<br>
Sağda, Sivas Kongresi'nden Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy'la (1919)<br>




Solda, Sivas Kongresi üyeleri ile beraber. Sağda, Sivas Kongresi'nden Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy'la (1919) .





Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti'nin talebi üzerine 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde Amasya'da hükümet temsilcileriyle görüştü. Bu görüşmelerin sonucunda Mustafa Kemal'in amacı gerçekleşmiş, bir millet meclisinin toplanmasına karar verilmişti. Mustafa Kemal, İstanbul'da toplanacak bir meclisin işgal kuvvetleri tarafından mutlaka bir tuzağa uğrayacağını düşünmesine ve  Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Birçok milletvekili Mustafa Kemal Paşa'ya söz vermelerine rağmen, Milli Mücadele'den yana bir grup oluşturamadılar. Atatürk bu durumdan şöyle bahsetmiştir:


"Bu grubu kurmayı vicdan borcu, millet borcu bilmek durum ve kabiliyetinde bulunan efendiler inançsız idiler!.. Korkak idiler!.. Cahil idiler!.. İnançsız idiler, çünkü milli davanın ciddiliğine ve kesinliğine ve bu davanın dayanağı olan Milli teşkilatın sağlamlığına inanmıyorlardı. Korkak idiler, çünkü tek kurtuluş dayanağının millet olduğunu ve olacağını takdir edemiyorlardı. Padişah'a dalkavukluk ederek, yabancılara hoş görünerek, yumuşak ve nazik davranarak büyük gayelerin gerçekleştirilebileceği gafletini gösteriyorlardı."6


Bu meclisin kayda değer tek faaliyeti, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin esaslarını Misak-ı Milli olarak kabul etmek olmuştur.


Kurtuluş Savaşı ve Atatürk



Mustafa Kemal, Temsil Heyeti üyeleriyle birlikte 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geçti ve Milli Mücadele'yi buradan yönetmeye başladı. Bu sırada Anadolu'daki direniş tüm hızıyla devam ediyordu. Sivil halk kahramanca vatan toprakları için mücadele ediyordu. Yurdun her yanında cepheler açılmıştı; Yunan işgaline karşı Ege Cephesi, Fransız işgaline karşı Güney Cephesi, Ermeni işgaline karşı Kuzeydoğu Cephesi açılmış durumdaydı.

Mustafa Kemal 16 Mart 1920'de İstanbul'un tamamen işgalinden sonra, Ankara'da bir meclis toplamak için yeni temsilcilerin seçilmesini istedi. Böylece tüm ülkeden gelen halkın temsilcileriyle 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, milleti temsil etmesi için 110 delegenin oybirliği ile başkan seçildi. Böylece temelleri atılan yeni Türk Devleti'nin de lideri belli oluyordu. Yine Türk Milletinin ölüm-kalım savaşının, varoluş-yokoluş mücadelesinin, yani Kurtuluş Savaşı'nın lideri seçiliyordu. Kurtarılmayı bekleyen vatan için mevcut son derece kısıtlı imkanlar ancak Mustafa Kemal gibi bir önderin sorumluluğuna verilebilirdi.




Solda, Mustafa Kemal Anafartalar Grubu Komutanı iken muharebe arkadaşları ile. Sağda, Çanakkale'de savaşan 3. Kolordu erkanı.




Solda, Yunan askerlerinin gemiyle İzmir'e gelişi. Sağda, Mustafa Kemal’in Kongrelerden sonra Ankara'ya dönüşü.





Bu gelişmeler karşısında İstanbul Hükümeti boş durmuyor; Milli Mücadele'yi engellemek daha doğrusu ortadan kaldırmak için her yola başvuruyordu. Bu amaçla başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Mücadele'ye katılanları idama mahkum etti. Bu sırada düşman işgali olanca hızıyla devam ediyor, Anadolu'da çıkan iç isyanlar düşmanla göğüs göğüse çarpışan mahalli kuvvetler ve gönüllülerin işini daha da zorlaştırıyordu. Tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen Türk Milleti çeşitli cephelerde savaşıyor, önemli başarılara imza atıyordu. Bunlardan biri Doğu Cephesi'ydi. 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz, Ermenilere karşı mücadele vererek 29 Eylül 1920'de Sarıkamış'ı, 30 Ekim 1920'de Kars'ı işgalden kurtardılar. Türklerin tarihe geçen savunması karşısında çaresiz kalan Ermeniler barış istediler; 2-3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı ve böylece Türkiye ile Ermenistan Cumhuriyeti arasındaki savaş durumuna son verildi. 18 maddeden oluşan bu antlaşma ile Türkiye-Ermenistan sınırı belirlendi ve iki ülke arasındaki sorunlar çözüme bağlandı.


Kurtuluş Savaşı'nda mermi hazırlayan kadınlarımız
Kurtuluş Savaşı'nda mermi hazırlayan kadınlarımız


Güney Cephesi'nde Fransızlar ve onlara destek veren Ermenilerle cesurca savaşan Kuvayı Milliye birlikleri, işgalcileri 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan'da ise Urfa'dan kovmayı başardılar. 21 Ekim 1921'de yapılan Ankara Antlaşması ile işgal altındaki Adana, Mersin, Gaziantep gibi şehirlerimiz özgürlüğüne kavuştular. Ayrıca  Hatay için özel bir idare kurularak resmi dilinin Türkçe olmasına izin verilecekti. Böylece Fransa Misak-ı Milli'yi resmen tanımış oluyordu.

1920 yılının yaz aylarında yeni kurulmuş olan Hükümet Ankara'da iş başındaydı. İşte bu sırada Türk Ordusu'nun elinde oldukça yetersiz silah, cephane, araç ve gereç olmasını fırsat bilen Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de elinden gelen herşeyi yapan Kuvayı Milliye'yi aştılar; 8 Temmuz'da Bursa'yı, 29 Ağustos'da ise Uşak'ı ele geçirdiler. Yine bu dönemde İstanbul Hükümeti İtilaf Devletleri'yle Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Böylece Babıali'deki Hükümet Türk Milleti'nin yok oluşu anlamına gelen bir kararın altına imza atarak tarihi bir hata yaptı.

Yunanlılar Batı'da hızla ilerliyor ve buna karşı bölge kuvvetleri yetersiz kalıyordu. Bu duruma artık bir son verilmeliydi. Mustafa Kemal hemen harekete geçti ve cephe komutanları Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ile biraraya gelerek onlara bulduğu çözüm yolunu iletti. Bu çözüm ise dağınık ve disiplinsiz hareket eden gönüllülerin birleştirilerek düzenli bir ordunun kurulmasıydı.


Çerkez Ethem ve arkadaşları Mustafa Kemal ile beraber
Çerkez Ethem ve arkadaşları
Mustafa Kemal ile beraber



Kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden oluşturulan milli ordunun çatısı altında toplanmayı reddeden bazı gruplar da olmuştu. Bunlardan biri önceleri bazı başarılar kazanan, ama sonra kendi başına hareket eden Çerkez Ethem ve kardeşleriydi. Onların yaptığı, milli hükümete karşı bir isyan niteliği taşıyordu. Bu yüzden söz konusu durumun ortadan kalkması için, 29 Aralık 1920'de Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey ile Güney Cephesi Komutanı Refet Bey harekete geçtiler. Türk kuvvetlerinin ısrarlı takibi üzerine Çerkez Ethem ve yandaşları önce Gediz'e, daha sonra Simav'a çekilmek zorunda kaldılar. Bu kovalamaca lehimize gibi görünse bile aslında durum aleyhimize dönebilirdi. Çünkü Türk askerinin cepheden uzaklaştığını fark eden Yunanlılar, doğan fırsattan faydalanmayı düşünmüş ve 6 Ocak 1921 günü Bursa ve Uşak'tan harekete geçmişlerdi. Böylece Türk birliklerini ani bir baskınla aşmayı, Eskişehir ve Afyon'u alarak Ankara'ya ulaşmayı hedefliyorlardı.

Kısacası, hem asiler hem de işgalci Yunan kuvvetlerine karşı mücadele veriyor, Kurtuluş Savaşımızın en zorlu dönemini yaşıyorduk. Aynı günlerde Mustafa Kemal, TBMM'de şu sözlerle başarıya olan inancını dile getiriyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir amaç izleyenlerde olacaktır."


Birinci ve İkinci İnönü Savaşları




Birinci İnönü Muharebesi'nin krokisi
Birinci İnönü Muharebesi'nin krokisi


Başgösteren tehlike üzerine, Albay İsmet Bey ve arkadaşları, hemen Çerkez Ethem'i bırakarak orduyu İnönü ve Dumlupınar'a  sevk etmeye karar verdiler. Fakat bir sorun vardı; Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü arasındaki 3 günlük yol daha kısa sürede aşılmalıydı. Çünkü Yunanlılar, bizden daha önce İnönü'ye ulaşırlarsa fazla güçlük çekmeden Eskişehir'e varacaklardı. Dönemin zor şartları içinde İnönü'ye doğru yolculuk başladı. Bu arada ordunun gücünü arttırmak için, Ankara'da yeni kurulan 4. Tümen de cepheye çağrıldı.

Bu sırada Yunanlılar da boş durmamış, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü ele geçirmişlerdi. Aynı gün öğleden sonra Yunanlılar Bozüyük istikametinden saldırıya geçtiler; böylece çok şiddetli bir savaş başladı. Türk askeri Yunanlıların tüm girişimlerine olağanüstü karşı koyuyor, düşmanın ilerlemesine fırsat vermiyordu. Böylesine bir karşı koyuş Yunanlıların hiç beklemediği bir hareketti. 10 Ocak'ta savaşa bizzat katılan ve bu savaştaki başarısından ötürü soyadını bu savaştan alan Albay İsmet Bey ve askerlerimiz, vatanın kurtulması uğruna canlarını ortaya koymaktan çekinmiyorlardı. Bu azmin karşısında daha fazla duramayan Yunanlılar ikinci günün sonunda geri çekilmeye karar verdiler. 11 Ocak sabahı Bursa'ya doğru çekilme hareketi başlamış oldu. Mustafa Kemal 11 Ocak 1921'de bir telgraf çekerek Batı Cephesi'nin tüm subay ve erlerini tebrik etti; kazanılan başarının kesin zafer için "hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diledi".

Kazanılan bu zafer Milli Mücadele'nin dönüm noktasını teşkil etmiştir. Ayrıca daha sonra kazanılacak olan zaferlerin öncüsü olmuş, canını dişine takan Türk halkının şevk ve heyecanını, kurtuluş umudunu artırmıştır. Sıranın kendisine geldiğini anlayan Çerkez Ethem, ileri harekata geçen Türk kuvvetlerinin karşısında dayanamayarak Yunanlılara sığınmıştır. Böylece bölgedeki iç isyan da başarıyla bastırılmış ve tam bir birlik sağlanmıştır. Tüm dünya ordumuzun gücüne şahit olmuştur.

Birinci İnönü, askeri bir zaferle birlikte siyasi bir zaferi de getirmiştir: Yabancı devletlere artık, Milli Hükümetin göz ardı edilmemesi gereken bir oluşum olduğunu göstermiştir. Nitekim İtilaf Devletleri bu zaferin getirdiği askeri ve siyasi gelişmeler karşısında, 1921'in Şubat ayındaki Londra Konferansı'na hem İstanbul hem de Ankara Hükümetini davet etmiştir. Böylece, bir anlamda Ankara hükümeti büyük devletler tarafından resmen tanınmıştır. Konferansın hemen ardından 16 Mart 1921'de Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Bu ise, TBMM'nin devletlerarası alanda söz sahibi olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır.


İkinci İnönü Muharebesi'ne ait kroki
İkinci İnönü Muharebesi'ne ait kroki


Yunanlılar, kaybettikleri mevzileri ve itibarı geri kazanma ümidiyle, 23 Mart'ta aynı cephelerden tekrar taarruza geçtiler. Ancak ilk savaşta olduğu gibi, İnönü'deki mevzileri geçemediler ve Türk kuvvetlerinin karşı taarruzu karşısında 31 Mart 1921'de geri çekilmeye başladılar. Yunanlıların 1 Nisan'da ağır kayıplar vererek savaş alanını terk etmeleriyle, tarihe İkinci İnönü Zaferi olarak geçen bir başarı daha kazanıldı.


Başkomutan Mustafa Kemal



Zafer inancıyla cepheden cepheye koşan Türk askerleri, kısa bir süre sonra toplanarak harekete geçen Yunanlılarla tekrar karşı karşıya geldiler. Temmuz ayının başlarında, Batı Cephesi'nin çeşitli yerlerinde geçen şiddetli çarpışmalar sırasında Türk Ordusu zorlanmaya başlamıştı. Zira Yunanlılar asker sayısı, silah ve cephane gücü açısından Türklere kıyasla çok üstün konumdaydılar. Bu avantajlarını iyi değerlendirerek bazı bölgeleri ele geçirdiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya ve Bilecik düşmanlarca işgal edildi.

Bu olumsuz gelişmeler üzerine Ankara'da bulunan Mustafa Kemal, derhal Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargahı'na geldi. Türk Ordusu'na göre imkanları çok geniş olan Yunanlılara karşı farklı bir strateji geliştirmeyi uygun gördü ve bunu İsmet Paşa'ya bildirdi. Atatürk'e göre, "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lazımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Böylece Türk kuvvetleri Sakarya'nın doğusuna kadar çekildiler.

Gerçekten de bu, verilebilecek en doğru karardı. Çünkü  sayısı azalan kuvvetlerimizin kendilerinden oldukça avantajlı durumdaki Yunan Ordusu'na karşı dayanabilmesi uzun sürmeyecekti, ki bu büyük kayıplara neden olabilirdi. Kütahya-Eskişehir Savaşları olarak bilinen geri çekilme ve mücadelede yaklaşık kırk bin şehit verildi; büyük miktarda askeri malzeme ve mühimmat kaybedildi.

Gelişen tehlikeli durum karşısında bazı tedbirler almak gerekiyordu. Örneğin Hükümet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye taşınması düşünülmüştü. Ama Türk'ün yüksek onur ve seciyesi beklenen cevabı verdi: "Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Sonuç olarak, milletin temsilcileri kanlarının son damlasına kadar savaşma ve sonuna kadar mücadele etme gerekliliğini savundular; Ankara'nın savunulması için yapılması gereken çalışmaların hızlandırılmasına karar verdiler.

Mustafa Kemal zafere dair inancını hiçbir zaman kaybetmemiş, her zaman şerefli bir geçmişe sahip olan Türk halkını bu konuda yüreklendirmişti. Dahası ordumuzun belirlediği noktada düşmanın yok edilmesi için geri çekilme hareketinin gerekçesini her fırsatta dile getirmişti. Fakat bazı kesimler geri çekilmeyi yenilgi olarak kabul edip, Ordumuzun, Meclis'in ve halkın kayıpta olduğunu söylüyorlardı. Bunun sonucunda ülkede bir tedirginlik başgösterince Mustafa Kemal yeni bir girişimde daha bulundu ve ordunun başına geçti. 5 Ağustos 1921'de çıkarılan bir kanunla kendisine Başkomutanlık görevi verildi. Mustafa Kemal Paşa aynı gün Meclis kürsüsünden şu açıklamayı yaptı:

"Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün aleme karşı ilan ederim."

Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride ise şu cümleler yer alıyordu:


"... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkan olmayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır."7


Böylece Mustafa Kemal tekrar askeri kimliğine kavuşmuş oluyordu. Ayrıca bu görevle Osmanlı'da bir ilki daha gerçekleştirmiş oldu. Çünkü o zamana kadar padişaha ait olan başkomutanlık görevi, milletin seçimiyle halktan birine verilmişti.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğinde tarihte eşine az rastlanır bir seferberlik başladı. Bu öyle bir seferberlikti ki, Türk Milleti ve Ordusu el ele vermiş, neyi varsa ortaya koyarak bir ölüm-kalım mücadelesine girişmişti.


Sakarya Meydan Savaşı



Mustafa Kemal'in Polatlı'daki karargaha ulaştığı 1921 Ağustosu'nun ortalarında, Yunanlılar, Sakarya'ya doğru harekete geçtiler; hedefleri Ankara'yı ele geçirmekti. Geçtikleri yerdeki birçok şehir ve kasabayı işgal ederek sonunda Sakarya'ya Türk Ordusu'nun karşısına gelmişlerdi. Bu savaşta, İngilizler tarafından her bakımdan desteklenen Yunanlılara karşı, ayağında çarık bile olmayan askerlerin, çağdaş silahlardan yoksun Türk Halkı'nın, sırtında bebeğini taşıyan kahraman Türk kadınlarının verdiği mücadele söz konusuydu. 

23 Ağustos 1921'de Yunan Ordusu'nun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Savaş çok çetin geçiyor, Türk askeri görülmemiş bir başarı sergiliyordu. Kimi zaman top sesleri Ankara'dan bile duyuluyor, buna karşılık düşman kuvvetleri ağır kayıplar verdirilerek durduruluyordu. Türk kuvvetleri her noktada inancını bir an olsun kaybetmeden azimle mevzilerini koruyor, ne pahasına olursa olsun düşmanın ilerlemesini engelliyorlardı. Başkomutan'ın bu savaştaki stratejisini yansıtan şu sözler oldukça manidardır:


"Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur."


Mustafa Kemal'in bu ifadesini herkes düstur olarak benimsedi. Savaşın ilerlediği günlerde düşman kuvvetleri mevzilerinden uzaklaştılar. Mustafa Kemal Paşa'nın en başta istediği şey gerçekleşmiş, düşman kendi istediği yere doğru gelmeye başlamıştı. 10 Eylül 1921'de onun planı doğrultusunda Türkler karşı saldırıya geçtiler. Düşman kesin bir yenilgiyle karşı karşıya geldi ve bu taarruzla birlikte batıya doğru çekilmeye başladı. Elbette bu zaferde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın mükemmel planlamasının yanında, savaşın her aşamasına bizzat katılmış olmasının payı da büyüktü.


Sakarya Muharebesi'ne ait kroki
Sakarya Muharebesi'ne ait kroki


Yunanlıların "Büyük Yunanistan", Türklerin ise "Vatan Ülküsü" için çarpıştığı savaş tam 22 gün devam ederek 13 Eylül 1921'de sona erdi. Düşman kuvvetleri büyük bir yenilgiye uğratıldılar. Milli Mücadele tarihi içinde bu başarının anlamı çok büyüktü. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mareşal rütbesi ve Gazi ünvanı ile onurlandırıldı. Yine askeri alanda kazanılan başarı beraberinde siyasi başarıyı da getirdi. Ekim ayında Fransızlarla Ankara Antlaşması, Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması imzalandı. Böylece düşman birliklerinin elinde İstanbul ve Boğazlar ile Gemlik-Eskişehir-Afyon-Çivril-Nazilli genel hattının batısı ile Doğu Trakya kalmış oluyordu.


Büyük Taarruz



Bu ağır yenilgiden sonra Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar geri çekildiler ve savunmaya geçtiler. Sahip oldukları bu geniş hatta üç kolorduları vardı ve buradan çıkacak olurlarsa savaşı kaybettiklerini kabul etmek zorunda kalacaklardı. Ama buna pek ihtimal vermiyorlardı. Çünkü Türk Ordusu'nun zaten yetersiz olan kaynaklarının iyice tükenmesi, kış mevsiminin olumsuzlukları gibi nedenlerin Türkleri kaçınılmaz bir yenilgiye mahkum edeceğini düşünüyorlardı. Bunun tarihi bir yanılgı olduğunu anlamaları ise çok uzun sürmedi.

Kocatepe'deYunanlıların zannının aksine, Başkomutan Mustafa Kemal taarruz hazırlıklarını hızlandırmıştı. Düşmanları Türk topraklarından tamamen söküp atacak nihai saldırıya ilişkin planını büyük bir gizlilikle uyguluyordu. Ancak taarruzun zamanı ve yöntemine dair hiç kimseye bilgi vermiyordu. Onun bu bekleyişi muhalefeti kızdırmaya başlamış, daha neyin beklendiği konusunda tartışmalara yol açmıştı. Oysa Büyük Komutan bu sırada tüm imkanları biraraya getirmek için çaba gösteriyordu. Sonunda 27 Temmuz gecesi Akşehir'e çağırdığı ordu komutanlarına planını açıkladı; 6 Ağustos 1922'de ise taarruza hazırlık emrini verdi.

Kalan imkanlar dahilinde bütün ülke seferber olmasına rağmen Yunanlılar her bakımdan üstündüler. Bir konu hariç; Türk'ün sahip olduğu yüksek manevi güç...


26 Ağustos 1922 Harekatı'na ait kroki
26 Ağustos 1922 Harekatı'na ait kroki


Büyük Taarruz topçularımızın ateşiyle 26 Ağustos 1922'de Kocatepe'den başladı ve kısa sürede Afyon-Konya demiryolu hattı boyunca başarıyla gelişti. Bu hattın güneyinden taarruz eden 1. Ordu'ya Nurettin Paşa, kuzeyinden saldıran 2. Ordu'ya ise Yakup Şevki Paşa komuta ediyordu. Süvari Kolordusu'nun başında Fahrettin (Altay) Paşa bulunuyordu. Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa idi. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise Büyük Taarruz'u, tartışmasız bir cesaret örneği sergileyerek ateş hattından yönetiyordu.

Yunan kuvvetleri son derece süratli gelişen Türk taarruzunu beklemiyorlardı; şaşkınlık içinde geri çekilmeye başladılar. 27 Ağustos 1922'de ordumuz Afyon'a girince Yunan Ordusu da Dumlupınar'a doğru çekilmeye başladı. Bunun üzerine hemen girişimde bulunun Türk kuvvetleri 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da 200.000 askerden oluşan Yunan Ordusu'nu kuşatma altına aldılar. Düşmanların kayıpları büyük oldu. Aynı gece Kütahya da düşman işgalinden kurtarıldı.

Tüm bu gelişmelerin ardından düşman ile Türk kuvvetleri arasında amansız bir kovalamaca başladı. Başkomutan, 1 Eylül 1922'de şu emri veriyordu: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" 

Bu emri alan Türk askeri, 1 Eylül'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 Eylül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu sırada 1. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bazı yüksek rütbeli Yunan subayları esir düştüler. Türk kuvvetleri en sonunda 9 Eylül 1922'de İzmir'i düşman işgalinden kurtardılar ve kesin zafer sağlanmış oldu.

Bu zaferle düşmanın bütün ümitleri yıkılmış, Türk'ün yüksek manevi gücü ve zekası tüm dünya tarafından bir kere daha anlaşılmış oldu. Bu başarıyı körükleyen ise, Mustafa Kemal başta olmak üzere aziz Türk Milleti'nin "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti" isteği oldu.

Türk Milleti artık yeni bir döneme adım atıyordu. 11 Ekim 1922'de İtilaf Devletleri'yle Mudanya Mütarekesi imzalandı ve silahlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yunanlılar Edirne ve Doğu Trakya'dan vazgeçtiler. İstanbul ve Boğazlar bazı şartlarla idaremize bırakıldı.





Türk Ordusu İzmir'e giriyor (9 Eylül 1922).





Türk Ordusu İzmir'e giriyor (9 Eylül 1922).





Lozan Barış Konferansı






İsmet İnönü'nün Lozan dönüşü<br>




İsmet İnönü'nün Lozan dönüşü





Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce alınan bir kararla 1 Kasım 1922'de saltanat ile hilafet birbirinden ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Bundan böyle, Atatürk'ün ifadesiyle, "Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi olacaktı." Bu önemli gelişmenin ardından 20 Kasım 1922'de Lozan Konferansı toplandı. Lozan'da yapılan sadece bir barış antlaşması değildi; burada Türk Milleti ile dönemin büyük devletleri arasında geçmişten gelen anlaşmazlıklar da bir karara bağlanacaktı. Birkaç ay sürecek olan görüşmelere TBMM'yi temsilen İsmet Paşa katılıyordu. En sonunda 24 Temmuz 1923'te imzalanan, bir önsöz, beş bölüm ve 143 maddeden oluşan antlaşma ile bağımsız Türk Devleti'nin varlığı bütün dünyaca onaylanmış oldu.

Bu antlaşmada yeni sınırlarımız şöyle belirlenmiştir: Güneyde Ankara Antlaşması'nda belirlenen sınırlar kabul edilmiş; fakat Irak sınırı sorunu çözülemeyip, 9 ay sonraya bırakılmıştır. Batı sınırı olarak Meriç Nehri kabul edilmiş; Karaağaç ve çevresi, Ege Denizi'nde Bozcaada ve İmroz Türkiye'ye bırakılmıştır. Yunanlıların elinde kalan Anadolu kıyısına yakın adalar ise, askersiz hale getirilmiştir.

Azınlıkların himayesi konusundaki gelişmelere gelince, Türk tebaasından sayılan gayrimüslimlerin kanun ve hukuk düzeni önünde eşitliği sağlanmıştır. Böylece Patrikhanelerin eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açan yetkileri ortadan kaldırılmıştır.

Lozan Konferansı'nda karara bağlanan önemli diğer bir konu ise kapitülasyonlara ilişkindir. Osmanlı mirası olan kapitülasyonlar kaldırılmış ve böylece yeni Türk Devleti ağır bir yükten kurtulmuştur.

Lozan Barış Antlaşması Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir. Böylece Kurtuluş Savaşı'nda elde edilenler ve Türk Milleti'nin hakları güvence altına alınmıştır. Savaş alanında kazanılan başarılar diplomasi alanında teyit edilmiştir. Atatürk'ün deyişiyle Lozan Antlaşması, "Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesikadır... Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir."

Diğer taraftan Lozan Antlaşması dünya barışına da büyük hizmet etmiştir. Zira stratejik açıdan dünyanın en sıcak bölgelerinden birinde, uzun yıllar boyunca barış ve güvenlik ortamını ayakta tutmak bu sayede mümkün olmuştur.


İzmir İktisat Kongresi



Atatürk'ün büyük önem verdiği İzmir İktisat Kongresi, 1135 delege ile 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. İzmir İktisat Kongresi'nde Yeni Türkiye'nin ekonomik sorunları tartışıldı ve çözüm önerileri gözden geçirildi. Ayrıca, Lozan'da devam edilmesi istenen kapitülasyonların  ve diğer ayrıcalıkların kabul edilemeyeceği dile getirildi. Bu kritik devrede, ekonomik sorunları düzenlemek için kararlar alan İzmir İktisat Kongresi'nin başlıca amacı, savaşlardan yorgun çıkan halka ve ekonomiye yön verilmesi ve yurdun kalkınması için yapılması gerekenlerin belirlenmesiydi. Bu kongrenin sonunda, oybirliği ile Misak-ı İktisadi kabul edildi; Atatürk'ün gösterdiği hedefler doğrultusunda modern ve kalkınmış bir Türkiye için canla başla çalışmaya başlandı. Kongrede ;


• Hammaddesi yurt içinde olan endüstri kollarının kurulmasına,

• Özel girişimcilerin desteklenmesine,

• Yatırımcılara kredi sağlayacak bankaların kurulmasına,

• Günlük tüketim mallarına öncelik verilmesine,

• Önemli kuruluşların millileştirilmesine,

• Sanayii teşvik edici yasaların çıkarılması, özellikle gümrük tarifelerinin milli sanayiin kalkınma ihtiyaçlarına göre değiştirilmesine,

• Yerli malların karada ve denizde ucuz tarife ile taşınmasına,

• Sanayi bankası kurulmasına karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Atatürk



13 Ekim 1923'de Ankara, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla, Türkiye Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu. Artık yönetime isminin verilmesinin zamanı gelmişti. Sonunda 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan edildi. Yapılan değişiklikler 364 numaralı kanunda şöyle belirtiliyordu:


Atatürk



Madde 1) Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın kendi yönetimini bizzat ve fiili olarak idare etmesine dayanır. Türkiye Devleti'nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir.

Madde 4) Türkiye Devleti, TBMM tarafından idare olunur. Meclis hükümeti meydana getiren bakanlıkları, bakanlar kurulu vasıtasıyla idare eder.

Madde 10) Türkiye Cumhurbaşkanı, TBMM genel kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Bu görev, yeni cumhurbaşkanının seçimine kadar devam eder. Tekrar seçilmek mümkündür.

Madde 11) Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerek görüldükçe meclise ve bakanlar kuruluna başkanlık eder.

Madde 12) Başbakan, cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, başbakan tarafından yine meclis üyeleri arasından seçildikten sonra, bakanlar kurulu cumhurbaşkanı tarafından meclisin onayına sunulur. Meclis toplantı halinde değil ise, onaylama meclisin toplanmasına bırakılır.


Milletvekilleri Cumhuriyet'in ilanını ayakta alkışlayarak ve "Yaşasın Cumhuriyet!" şeklinde duygularını ifade ederek kutladılar. Hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. İlk kabine İsmet Paşa tarafından kuruldu ve Meclis Başkanlığına da Fethi Bey (Okyar) getirildi.

TBMM'nin 1921 tarihli ilk anayasası sadece 3 yıl yürürlükte kalabildi. Çünkü önemli eksiklikleri vardı ve yetersizdi. Bu sebeple yeni anayasa hazırlıklarına girişildi ve Cumhuriyet döneminin ilk anayasası, 20 Nisan 1924'de TBMM'de büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Bu anayasa güçler birliği esasına dayandırıldı. 105 maddeden oluşuyordu; siyasi partilerin kurulmasına ve dolayısıyla demokrasiye açıktı; klasik hak ve özgürlüklere yer veriyordu. 1924 Anayasası zaman içinde yapılan değişiklik ve düzenlemelerle çağa uygun bir hale getirildi.


İnkılapçı ve Reformcu Atatürk



Cumhuriyet'in ilanının ardından, yine Mustafa Kemal'in önderliğinde, devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş anlayış ile uyumlu duruma getirilmesi için büyük inkılaplar gerçekleştirilmiştir. Daha sonra ayrıntılarıyla işleyeceğimiz inkılapların isimlerini burada kısaca belirtelim:


I. Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar:




1- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
2- Cumhuriyet'in İlanı (29 Ekim 1923)
3- Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)


II. Sosyal Hayatın Düzenlenmesi:




1- Şapka Kanunu (25 Kasım 1925)
2- Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklar ile Birtakım Ünvanların Kaldırılması (30 Kasım 1925)
3- Milletlerarası Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925)
4-   Milletlerarası Rakamların Kabulü (20 Mayıs 1928)
5-  Ölçülerin Değiştirilmesi (1 Nisan 1931)
6-  Lakap ve Ünvanların Kaldırılması (26 Kasım 1934)
7-  Kılık-Kıyafet Değişikliği (3 Aralık 1934)
8-  Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
9-  Mustafa Kemal'e Atatürk Soyadı Verilmesi (24 Kasım 1934
10- Kadınların Medeni ve Siyasi Haklara Kavuşmaları:
a) Medeni Kanun'la sağlanan haklar (17 Şubat 1926)
b) Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü (3 Nisan 1930)
c) Anayasa'da yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (5 Aralık 1934)


III. Hukuk Alanında Yapılan İnkılaplar:




1-   Şeriye Mahkemeleri'nin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatı'nın Kurulması Kanunu (8 Nisan 1924)
2-   Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926)
3-   Ceza Kanunu (1926)
4-   Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927)
5-   Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (1929)
6-   İcra ve İflas Kanunu (1932)
7-   Kara ve Deniz Ticareti Kanunu (1926, 1929)


IV. Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkılaplar:




1-   Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu (3 Mart 1924)
2-   Yeni Türk Harflerinin Kabulü  (1 Kasım 1928)
3-   Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Nisan 1931)  Cemiyet daha sonra Türk Tarih Kurumu adını almıştır.  (3 Ekim 1935)
4-   Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Temmuz 1932)  Cemiyet daha sonra Türk Dil Kurumu adını almıştır. (24 Ağustos 1936)
5-   İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına, Milli Eğitim            Bakanlığınca yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun.        (31 Mayıs 1933) İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933 günü        öğretime açılmıştır.


Ne var ki, Türk Milleti'ni çağdaş uygarlık seviyesine taşıyan bu gelişmeler karşısında, sayıları az da olsa bazı muhalif gruplar ortaya çıkmıştır. Hatta Büyük Önder'e suikast girişiminde bulunacak kadar ileri gitmişlerse de başarılı olamamışlardır. Türk Milleti tek bir vücut olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında yer almış; gerek kendisine gerekse inkılaplarına gönülden destek vermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, bir taraftan da Milli Mücadele'yi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu anlatan Nutuk adlı eserini kaleme almış ve bunu 1927 yılında, Parti Kongresi'nde altı gün süren unutulmaz bir söylevle okumuştur. Bilim adamları ve uzmanların ortak kanaatiyle, "Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yerini almıştır."


Cumhuriyet Dönemi'nde Dış Siyaset



Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasıyla, devlet olmanın temel özelliklerinden biri olan, devletlerarası ilişkiler dönemi başlar.

24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması sonrası antlaşma sağlanamayan ve ilerde çözülmek üzere aksayan yönlerin düzeltilmesi için bir dizi çalışmalar yapılır. Bu konuların başlıcaları;


Musul Sorunu






İlk Başbakan İsmet İnönü ile beraber<br>




İlk Başbakan İsmet İnönü ile beraber





Mondros Mütarekesi gereğince savaşan birliklerin bulundukları yerlerde kalması hükmüne İngiliz birlikleri uymayarak ve mütareke kararlarını hiçe sayarak haksız bir şekilde Musul'u işgal ederler. İşgal sonrası Musul'da yaşayan taraflar dahi Ankara Hükümeti'ne destek vererek tutumlarını belirtmişlerdir.8

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk 1920 tarihli Musul meselesi hakkında Meclis'te yapmış olduğu yukarıdaki konuşmayla konunun önemini şöyle belirtmiştir:


"Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"9


Lozan görüşmeleri çok çetin tartışmalarla geçmesine rağmen, bu konuda mutabakat sağlanamaz ve görüşmeler ileri bir tarihe ertelenir. Konunun Millet Meclisi'nde tartışılması da şiddetli olur ve Türkiye'nin içerisinde bulunduğu durum ve muhtemel bir İngiliz savaşı tehlikesine karşılık meselenin çözümüne erteleme kararı çıkar. "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki, bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır... Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek; bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul'u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız."10

Türkiye'nin İngiltere tarafından itildiği çözümsüzlük problemi ve İngiltere'nin Milletler Cemiyeti üzerindeki etkisi sebebiyle, 5 Haziran 1926 yılında Misak-ı Milli sınırları içinde kabul edilen Musul'u çok istememize rağmen sınırlarımızın dışında bırakarak bugünkü sınırları kabul etmiş olduk.


Türk-Yunan İlişkileri



Bu ilişkilerin en önemli konusu Kurtuluş Savaşı sırasında her iki devlet sınırı içinde kalan karşılıklı azınlıkların mübadelesidir. Dönemin şartları ve Yunanistan'ın işi zora sokması neticesinde durum bir ara bozulur olsa da, Türkiye'nin haklı istekleri ve ortaya koyduğu kararlı tutum neticesinde Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar mübadelenin dışında tutularak 30 Ekim 1930 yılında yapılan antlaşmayla birlikte görüş birliğine varılır.




Türk Yunan Mübadelesi




Türk Yunan mübadelesi.





Boğazlar Sorunu



Karadeniz'e kıyısı bulunan ülkelerin dünya denizleri ile bağlantısını sağlayan İstanbul ve Çanakkale Boğazları önemli bir yer teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nda yenilmesi sonucu Boğazlar düşman devletleri tarafından işgal edilir. Sevr Antlaşması hükümlerince Boğazlar silahsızlandırılacak, savaş sırasında diğer devletlerin savaş gemilerine açık olacak ve Boğazlar'ın yönetimi ise Osmanlı Devleti'nin içinde olmadığı bir devletler arası komisyona bırakılacaktı.

Lozan görüşmelerinde de dayattırılan ve Türkiye'nin aleyhine olacak şartlar sonucunda Boğazlar sorunu tam bir çözüme kavuşturulamaz.

Yaklaşan Dünya Savaşı yıllarında dünya siyasetinin içine girmiş olduğu tehlikeli hal Boğazlar sorununu tekrar gündeme getirir. 20 Temmuz 1936 yılında İsviçre'nin Montreux şehrinde yapılan antlaşmayla Lozan da Boğazlar için konulan bütün maddeler iptal edilerek, Boğazlar'ın savunma hakkı tamamen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne geçer. Bu şartlar kısaca; Türkiye'nin tarafsız kaldığı bir savaşta, savaşan tarafların savaş gemileri Boğazlar'ı kullanamayacak, eğer savaş tehlikesi varsa ya da savaş çıkarsa Boğazlar'ı istediği gibi kullanacaktır, şeklinde belirtilmiştir.11


Hatay Sorunu



20 Ekim 1920 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması hükümleri gereğince Fransızlarla yapılan savaş sona ermiş, İskenderun ve Hatay'a özel statü verilerek sınır çizilmişti. Fakat Fransa'nın artan siyasi bunalım neticesinde Suriye ile bir antlaşma yapması, İskenderun ve Hatay'ın bağımsızlığı tehlikeye düşmüş oluyordu.

Türkiye'nin haklı ve ısrarlı tavırları neticesinde İngiltere'nin arabuluculuğu ile 24 Ekim 1937 yılında Fransa'yla imzalanan antlaşma ile Hatay'a Suriye'den ayrı yarı-bağımsız bir devlet statüsü tanınarak önü açılmış oldu. Fakat uygulama aşamasında Fransa işleri ağırdan alarak geciktirmeye çalıştı. Atatürk Fransızların bu gayri-siyasi hareketine karşılık güney sınırlarımıza bir seyahat düzenleyip, konuya olan hassasiyetini ve ilgisini göstererek ordumuzu denetlemesi Fransızların bu hareketlerine son verdirdi.

Başlayan siyasi bunalım ve savaş sebebiyle Fransa'nın Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek ve arttırmak istemesi neticesinde 23 Haziran 1939 yılında yapılan antlaşmayla Milli Misak sınırları içirisinde bulunan Hatay, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne katılarak, Atatürk'ün isteği gerçekleştirilmiş oldu.

Milletler Meclisi'ne Kabul:

Türkiye kurduğu yeni devlet ve yaptığı antlaşmalarla kendini dünya siyasetinde göstermeye başladı.

1930'lu yıllarda Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki gruplaşmaları yine kendi barışlarının tehlikeye girmesine neden oldu. Avrupalı devletler, kilit ülke durumuna yükselen Türkiye'yi kendi aralarında görmek istediler. Sonuçta Türkiye 6 Temmuz 1932 yılında yapılan bir antlaşmayla Milletler Meclisi'ne kabul edildi.


Balkan Antantı



Gerek Türkiye'nin gerek Türkiye'ye komşu ülkelerin güvenliğinin sağlanması amacıyla, söz konusu ülkeler olan Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya'nın katılımıyla 9 Şubat 1934 tarihinde Balkan Antantı imzalandı.




SYugoslavya Kralı ile birlikte




Yugoslavya Kralı ile birlikte.






Sadabat Paktı



Yaklaşan savaş tehlikesine, özellikle de İtalya tehdidine karşı, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan tarafından, kendi sınırlarını koruma, ortak çıkarlarda ortak hareket etme ve saldırmazlık prensipleri göz önünde bulundurularak, 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran'daki  Sadabat Sarayı'nda Sadabat Paktı imzalandı.




Solda, İran Şahı Rıza Pehlevi ile beraber. Sağda, Ürdün Kralı Abdullah ile birlikte.




Solda, İran Şahı Rıza Pehlevi ile beraber. Sağda, Ürdün Kralı Abdullah ile birlikte.





Türkiye Cumhuriyeti Antlaşmaları (1923-1938)



Büyük Önder Atatürk, ülkesinin geleceği, güvenliği ve medeni devletler arasında yerini alabilmesi için, zor zamanlarda yapılan bu antlaşmalarla dış siyasetteki yolu tespit ederek, ülkemizi bizlere emanet etmiştir.


24 Temmuz 1923 Lozan Barışı imzalandı.

10 Aralık 1923 Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Hükümeti arasında Ankara'da Dostluk Antlaşması imzalandı.

15 Aralık 1923 Türkiye ile Arnavutluk arasında İkamet Mukavelesi imzalandı.

15 Aralık 1923 Türkiye-Macaristan Dostluk Antlaşması İstanbul'da imzalandı.

28 Ocak 1924 Türkiye-Avusturya Dostluk, Ticaret ve İkamet Antlaşmaları İstanbul'da imzalandı.

31 Mayıs 1924 Türkiye Cumhuriyeti ile İsveç Kraliyeti arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.

4 Ağustos 1924 Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi.

21 Eylül 1924 Samsun-Çarşamba Demiryolu'nun temeli Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından atıldı. Gazi Mustafa Kemal, törende yaptığı konuşmada 'Bu memlekete iki şey gerek: Yol ve okul.' dedi.

27 Eylül 1924 Türkiye-İspanya Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.

11 Ekim 1924 Türkiye-Çekoslavakya Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.

1 Aralık 1924 Türkiye ile Estonya arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.

9 Aralık 1924 Türkiye-Finlandiya Dostluk Antlaşması imzalandı.

15 Ağustos 1925 Kayseri'de tayyare ve motor fabrikası kurulması için Junkers Firması'yla antlaşma imzalandı.

19 Eylül 1925 Türkiye-İsviçre Dostluk Antlaşması Cenevre'de imzalandı.

18 Ekim 1925 Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.

28 Ekim 1925 Türkiye-Sırp-Hırvat-Sloven Dostluk Antlaşması imzalandı.

28 Ekim 1925 Türkiye ile Sırp-Hırvat ve Sloven Devleti arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.

17 Aralık 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması ve bağlı üç protokol Paris'te imzalandı. (SSCB bu antlaşmayı 7 Kasım 1945'te bozdu.)

30 Ocak 1926 Türkiye-Şili Dostluk Antlaşması imzalandı.

18 Şubat 1926 Türkiye ile Amerika arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.

11 Mart 1926 Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

25 Mart 1926 Türkiye ile Almanya arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.

2 Haziran 1926 Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

5 Haziran 1926 Musul sorunu, Türkiye, İngiltere ve Irak arasındaki Ankara'da imzalanan antlaşma ile çözümlendi.

20 Aralık 1926 Türkiye-Macaristan Ticaret Antlaşması imzalandı.

20 Aralık 1926 Türkiye-Macaristan Krallığı İkamet Mukavelenamesi imzalandı.

4 Mayıs 1927 Türkiye ile İsviçre arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

31 Mayıs 1927 Türkiye ile Çekoslovakya arasında Ticaret ve İkamet Antlaşması imzalandı.

28 Ağustos 1927 Türkiye, Belçika ve Lüksemburg arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

4 Şubat 1928 Türkiye-İsveç Ticaret Antlaşması imzalandı.

12 Şubat 1928 Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

12 Mart 1928 Türkiye-Estonya Ticaret Antlaşması imzalandı.

9 Aralık 1928 Türkiye-İsviçre Uzlaşma ve Adli Tesviye ve Tahkim Muahedenamesi imzalandı.

4 Ocak 1929 Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması imzalandı.

27 Mart 1929 Yunan-Yugoslav Dostluk Antlaşması imzalandı.

11 Haziran 1929 Türkiye-Romanya Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması imzalandı.

12 Ağustos 1929 Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

29 Ağustos 1929 Türkiye ile Fransa arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

4 Aralık 1929 Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması imzalandı.

9 Aralık 1929 Türkiye-İtalya Tahkimnamesi imzalandı.

21 Aralık 1929 Türkiye ile İrlanda arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.

21 Mayıs 1930 Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

22 Haziran 1930 Türkiye ile Avusturya arasında Ticaret ve Hukuk Antlaşması imzalandı.

17 Eylül 1930 Türkiye-Litvanya arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.

17 Ocak 1931 Türkiye-Çekoslovakya Ticaret Antlaşması imzalandı.

16 Mart 1931 Türkiye-Norveç İkamet, Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması imzalandı.

5 Aralık 1931 Başbakan İsmet İnönü ile Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın Yunanistan'ı ziyaretleri sırasında, 1930 Türk-Yunan Dostluk Antlaşması yürürlüğe konuldu.

3 Temmuz 1932 Türkiye ile Fransa arasında Antakya'da Askeri Antlaşma imzalandı. Antlaşma uyarınca Türk askeri birlikleri 5 Temmuz'da Hatay'a girdi.

22 Nisan 1933 Osmanlı Duyun-u Umumiye (genel dış borçlar) İdaresi arasında imzalanan antlaşma ile Osmanlı dönemi borçlarının tasfiyesine başlandı.

8 Mayıs 1933 Türkiye ile Yunanistan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.

21 Ocak 1934 Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Kredi Antlaşması imzalandı.

9 Şubat 1934 Türkiye, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya arasında Balkan Paktı imzalandı.

20 Temmuz 1936 Türkiye'nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki tüm haklarını tanıyan ve kabul eden Monteux Antlaşması imzalandı.

9 Kasım 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi resmen yürürlüğe girdi.

24 Ocak 1937 Bulgaristan ile Yugoslavya arasında "Ebedi" Dostluk Antlaşması imzalandı.

7 Nisan 1937 Türkiye ile Mısır arasında Dostluk, İkamet ve Tabiiyet antlaşması imzalandı.

8 Temmuz 1937 Sadabat Paktı, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalandı.

12 Ocak 1938 Türkiye-Letonya Ticaret Antlaşması imzalandı.

14 Ocak 1938 Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında aktedilen Sadabat Paktı, TBMM'de onaylandı.

8 Mayıs 1938 Türkiye ile Almanya arasında Kredi Antlaşması imzalandı.

27 Mayıs 1938 Türkiye ile İngiltere arasında Kredi Antlaşması imzalandı.

4 Temmuz 1938 Türkiye ve Fransa, Hatay'da eşit sayıda asker bulundurmaları konusunda

antlaşma yaptı. Türk birlikleri 4 Temmuz'da Hatay'a girdi.12


Aramızdan Ayrılışı



Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet'in ilanını yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak gördü; bitmek tükenmek bilmeyen bir çabayla, inkılaplarını tüm vatan sathına yayma işine girişti. Diğer bir deyişle, kendini tamamıyla bu anlamlı çalışmaya adadı. Ancak bu değerli çalışmaları sekteye uğratacak bir gelişme kapıda bekliyordu. 1937 yılının başından itibaren sağlığı bozulmaya başladı. "Karaciğer yetmezliği" nedeniyle çeşitli rahatsızlıklar duyuyordu. Bu nedenle doktorların tavsiyelerine uyarak tedavi gördü. Ne var ki, söz konusu rahatsızlığı gitgide ağırlaştı. 10 Kasım 1938'de saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu.


Çanakkale Deniz Savaşı'nı anlatan bir tablo (Tahsin Bey)



Dipnotlar



1-    www.kho.edu.tr

2-    www.kho.edu.tr

3-    www.kho.edu.tr

4-    F. Rıfkı Atay, Atatürk'ün Hatıraları, Ankara, 1965, s.111

5-    F. Rıfkı Atay, Atatürk'ün Hatıraları, Ankara, 1965, s.111

6-    Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, İstanbul, 1945, s. 29

7-    Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt 1, s. 247

8-    www.kho.edu.tr

9-    Mim Kemal Öke; Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31

10-   Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri; Cilt I, s. 74

11-   T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları; Cilt IV, s. 173 -176

12-   Prof.Dr. Ahmet Mumcu, Atatürk İnkılapları ve İnkılap Tarihi, Anadolu Üniversite Yayınları, s. 93


 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü