Harun Yahya


Prof. Ali Demirsoy'un Yanılgıları




Ali Demirsoy


Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programının 1. bölümüne telefonda, 2. bölümüne de stüdyoda katılan Hacettepe Üniversitesi'nden Prof. Ali Demirsoy ise, çeşitli biyolojik olayları aktarmış, ama bunları çarpıtarak evrim delili gibi sunmuştur. Bu bölümde, Prof. Demirsoy'un iddiaları cevaplandırılacak, çelişkileri gözler önüne serilecektir. Ayrıca, evrim teorisine bağlılık adına ne denli dogmatik bir bakış açısı geliştirdiği de, kendi sözleri ışığında, ortaya konacaktır.


Prof. Demirsoy'un Genetik Benzerlikle İlgili Yanılgısı



Prof. Ali Demirsoy, telefonda yaptığı açıklamalar sırasında evrim teorisine delil olarak "genetik benzerlik" kavramını ileri sürmüştür. Bu konuda belirttiği örnek ise, insanlar ile Nematod filumuna bağlı solucanlar arasındaki genetik benzerliktir. Demirsoy şöyle demiştir: "Benzemek önemli bir özelliktir. Ortak genden gelme denir. Örneğin bugün bağırsak solucanının akrabası olan Nematod'un bütün gen şifresi çözüldü. 19 bin geninin tümden insana benzediği saptandı... Hayır ortak atalarımız var."

Görüldüğü gibi, Demirsoy iki farklı canlı türü arasında genetik bir benzerlik olduğunu belirttikten sonra, hemen bir çıkarım yapmakta "ve ortak atalarımız var" demektedir. Yani Demirsoy'a göre canlılar arasındaki her benzerlik, "ortak ata" tezinin, diğer ifadeyle evrim teorisinin kanıtı olmalıdır.

Oysa gerçekte durum böyle değildir.

Farklı canlı türleri arasında benzer yapılar bulunduğu, evrim teorisi ortaya atılmadan önce de bilinen bir gerçektir.

Evrim teorisinin 20. yüzyılın başlarından itibaren bilim dünyasına hakim olmasıyla birlikte, benzerliklere getirilen "ortak ata" yorumu hakim duruma gelmiştir. Canlılardaki her benzerlik, aralarındaki evrimsel bir ilişkinin kanıtı olarak yorumlanmıştır.

Oysa son 20-30 yıl içinde elde edilen bulgular, durumun hiç de öyle olmadığını göstermektedir. Özetle;


evrimcilerin hiçbir evrimsel bağ kuramadıkları, bütünüyle farklı sınıflara ait canlılarda bile "homolog" (benzer) organların var olması,

benzer organlara sahip canlılarda, bu organların genetik şifrelerinin çok farklı olmaları ve,

bu organların embriyolojik gelişim safhalarının birbirinden çok farklı olması, homolojinin evrime hiçbir dayanak oluşturmadığını göstermiştir.


Kısacası, birbirlerine benzer organlara sahip canlıların, aralarında hiçbir evrimsel ilişki kurulamayacak kadar uzak canlılar olduğu anlaşılmıştır.

Örneğin ahtapot ve insan, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her ikisinin de gözleri, yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır. İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olması gibi hayali bir senaryoyu ise evrimciler bile iddia edememektedirler.

Bu durum karşısında, evrimciler bu organların arasında evrimsel bir ilişki olmadığını, ama tesadüfen aynı şekilde geliştiklerini iddia etmek zorunda kalmışlardır. Buna verdikleri sözde bilimsel isim ise "paralel evrim"dir. Ama paralel evrim iddiası, evrimciler açısından bir çözüm değil, aksine daha büyük bir çıkmazdır. Eğer ahtapotun gözü, evrimcilerin iddia ettiği gibi tamamen tesadüfen ortaya çıkmışsa, nasıl olur da omurgalı gözü de tıpatıp aynı tesadüfleri tekrarlayarak ortaya çıkabilir? Bu soruyu düşünmekten "başı ağrıyan" ünlü evrimci Frank Salisbury şöyle yazmaktadır:

Göz kadar kompleks bir organ bile farklı gruplarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Örneğin ahtapotta, omurgalılarda ve artropodlarda. Bunların bir defa ortaya çıkışlarını açıklamak yeteri kadar problem oluştururken, modern sentetik (neo-Darwinist) teoriye göre, farklı defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır.43

Bu örnek, bizi önemli bir sonuca ulaştırmaktadır: Eğer farklı canlı türleri arasında benzer yapılar varsa, ama bu canlı türleri evrim teorisine göre birbirlerine uzak canlılarsa, o zaman bu benzerlikler evrim teorisi için büyük bir problemdir.

Bu sonuca vardıktan sonra, Ali Demirsoy'un nematod solucanları ile insanlar arasındaki benzerlik iddiasına bakalım.

Demirsoy'un sözünü ettiği nematod solucanları, Kambriyen devirde ortaya çıkmış bir canlı filumudur (yani tamamen kendisine has bir vücut planına sahip olan bir canlı grubudur.) İnsanlar ise, biyolojik sınıflandırmaya göre, tamamen ayrı bir filum olan "Chordata"nın içinde yer alırlar. Bu iki farklı filum da Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir ataları yoktur. Evrimciler de, insan ile nematod solucanı arasında hiçbir evrimsel akrabalık kuramazlar.

Dolayısıyla, Demirsoy'un insanla nematod solucanları arasındaki genetik benzerliği belirttikten sonra, "ortak atalarımız var" demesi, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir spekülasyondur. Böyle bir ortak atanın varlığına dair en ufak bir kanıt bulunmamaktadır.

Bunun da ötesinde, nematod solucanları ile insanlar arasındaki genetik benzerlik, "aralarında evrimsel ilişki kurulamayan canlılar arasındaki benzerlik" kategorisine dahildir ve evrim teorisi lehinde değil, aleyhinde bir delildir. Bir başka deyişle, nematod-insan DNA'sı arasındaki benzerlik, gerçekte bir "ortak tasarım" delilidir.


maymun

İnsan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasındaki benzerlik iddiasının bilimsel bir temeli yoktur. Bu iddia belli bazı proteinler üzerine kurulan evrimci bir spekülasyondan ibarettir. Maymunun gen haritası çıkarılmamıştır ki böyle bir benzerlik karşılaştırması yapılabilsin. Ancak DNA gibi muhteşem bir sistemin keşfinden sonra canlılığın "Üstün bir akıl" tarafından var edilmiş olması gerektiğini anlamayıp hala sayısal yakınlık ve benzerlik gibi unsurların evrime delil sanılması şaşırtıcıdır.


Nitekim bu benzerliğin yapısını incelediğimizde, "ortak tasarım" gerçeği daha açık biçimde ortaya çıkar. İnsan-nematod arasındaki genetik benzerlik, her iki canlının DNA'larının, benzer proteinleri sentezleyen DNA bölümlerine sahip olmalarıdır. Ancak bu benzerlik yapısal değil, işlevseldir. Üretilen benzer proteinler tamamen aynı olmadığı gibi, ilgili DNA parçaları da farklı şifre dizilimlerinden oluşmaktadır. Ancak benzer proteinler aynı işlevi görebilmektedirler.

Bu, sırf nematodlar ile insan arasında değil, çok farklı canlılar arasında da rastlanan bir durumdur. Aynı atmosfer ve çevre şartlarını paylaşan, aynı kimyasal molekülleri enerji olarak kullanmak durumunda olan organizmalar, benzer kimyasal tepkimeleri kullanmaktadırlar. Tabii ki bu farklı organizmalar, aynı elementleri ve molekülleri işlemek üzere benzer proteinler ve enzimler üreteceklerdir. Bu benzerlik, onların birbirinden evrimleştikleri anlamına gelmez. Aksine, içinde bulundukları şartlara uygun olarak, her birinde "ortak tasarım" ürünü yapılar bulunduğunu gösterir.

İşte nematodlar ve insan arasındaki benzerlikte de aynı durum söz konusudur. Bu örnek, Ali Demirsoy'un iddia ettiği gibi bir "ortak ata" delili değil, "ortak tasarım" delilidir. Diğer bir deyişle, yaratılışın bir kanıtıdır.


Prof. Demirsoy'un "İnsan Ve Şempanze Genetik Olarak % 99 Benzerdir" İddiası




Prof. Ali Demirsoy


Prof. Ali Demirsoy'un Ceviz Kabuğu programlarında dile getirdiği bir başka iddia "insan ve şempanzenin genlerinin % 99 oranında benzer olduğu" iddiasıdır. Bu, sırf Ali Demirsoy'un değil, hemen her evrimcinin sık sık dile getirdiği klişe bir iddiadır. Ancak tamamen çarpıtılmış bir "sahte delil"dir.

Söz konusu benzerlik oranı kimi zaman % 99, % 98 veya % 97 gibi farklı "versiyon"larla ileri sürülmektedir. Oysa bu tamamen aldatıcı bir iddiadır.

İnsanla şempanzenin genetik yapısının %98 birbirine benzer olduğunu iddia etmek için şu anda insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik haritasının çıkarılması, ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur. Çünkü, şu ana kadar yalnızca insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır.

Peki bu benzerlik oranı iddiası nereden çıkmıştır? Bu benzerlik insanda ve şempanzede bulunan 30-40 civarındaki bazı temel proteinin amino asit dizilimlerinin benzerliğinden yola çıkılarak yapılmış olağanüstü abartılı bir genellemedir. Bu proteinlere karşılık gelen DNA dizilimleri üzerinde "DNA hibridizasyonu" adı verilen bir yöntemle "sekans analizi" (sequence analysis) yapılmış ve sadece bu sınırlı sayıdaki proteinler karşılaştırılmıştır.

Oysa insanda 35 bin civarında gen ve bu genlerin kodladığı 10 bini aşkın protein vardır. Bu yüzden, bunca proteinin sadece 40 tanesinin benzemesiyle insan ve maymunun bütün genlerinin %98 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Kaldı ki, söz konusu 40 protein üzerinde yapılan DNA karşılaştırması da tartışmalıdır. Bu karşılaştırma, 1987 yılında Sibley and Ahlquist adlı iki biyolog tarafından yapılmış ve Journal of Molecular Evolution dergisinde yayınlanmıştır.44 Oysa daha sonra bu ikilinin verilerini inceleyen Sarich isimli bilim adamı, kullandıkları yöntemin güvenilirliğinin tartışmalı olduğu ve verilerin abartılı yorumlandığı sonucuna varmıştır.45 Bir başka biyolog olan Dr. Don Batten, 1996 yılında konuyu incelemiş ve gerçek benzerlik oranının % 98 değil % 96.2 olduğu sonucuna varmıştır.46


İnsan DNA'sı, Solucan, Sinek veya Tavuğa da Benzemektedir!



Kaldı ki söz konusu bu temel proteinler diğer pek çok farklı canlılarda da bulunan ortak hayati moleküllerdir. Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan aynı tür proteinlerin de yapısı insandakilerle çok benzerdir.

Örneğin, New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında %75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.47 Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında sadece %25'lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir! Eğer evrimcilerin kurguladığı soy ağacına bakılırsa, insanın dahil edildiği Chordata filimu ile Nematoda filumlarının 530 milyon yıl önce bile birbirlerinden ayrı oldukları görülür.

Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinlerini karşılaştırmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.48 Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine bunlara tamamen ters sonuçlar vermektedir.


Genetik Benzerlikler, Kurulmak İstenen "Evrim Şeması"nı Alt Üst Etmektedir



Nitekim olaya bir bütün olarak bakıldığında, " biyokimsayal benzerlikler" konusunun evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir. South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş evrimci bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:


Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metod olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.49


Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:


Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.50



Benzerlikler, Evrimin Değil Yaratılışın Delilidir



Elbette insan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olacaktır; çünkü aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla genetik yapıları birbirine benzeyecektir. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili değildir.

Ama bu "ortak malzeme", bir evrimin değil "ortak tasarımın", yani hepsinin aynı plan üzerine yaratılmış olmalarının sonucudur.

Bir örnek konuyu açıklayabilir: Dünya üzerindeki tüm inşaatlar da benzer malzemelerle (tuğla, demir, çimento vs.) yapılır. Ama bu durum bu binaların birbirlerinden "evrimleştikleri" anlamına gelmez. Ortak bir malzeme kullanılarak, ayrı ayrı inşa edildiklerini gösterir. Canlıların durumu da böyledir.

Canlılık evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.


Ali Demirsoy'un Bitki ve Hayvan Yetiştiriciliğini   Evrim Delili Sanma Yanılgısı



Ali Demirsoy, telefonla bağlandığı Ceviz Kabuğu programında, evrim teorisine gerçekte hiçbir delil oluşturmayan bazı biyolojik olguları uzun uzun anlatmış, bunlar sayesinde evrim teorisini destekleyen çok büyük deliller ortaya koyduğunu zannetmiştir. Oysa Demirsoy'un bu açıklamaları, sadece kendisinin konu hakkındaki yanlış bilgi ve hatalı değerlendirmelerini göstermektedir.

Demirsoy'un dile getirdiği biyolojik olgulardan biri, genetik ıslah yöntemleriyle farklı bitki ve hayvan cinslerinin yetiştirilmesi konusudur. Bu konuyu dile getirirken, şu ifadeleri kullanmıştır:


Bu düşünce tarzı bize nelere mal oldu bilir misiniz? Anadolu'da ıslahı başaramadık, çünkü bunun altında çok önemli bir sorun yatıyor. Tüm canlılar ortak bir alfabeye ya da işleyişe sahip olmasaydı son zamanlarda Sayın Cevat Babuna'nın da yemiş olduğu Napolyon kirazı, bilmem ne şeftalisi, bilmem ne elması gibi yan çeşitlenmeler başarılamayacaktı. Bugüne kadar buna ihtimal vermeyen mitlerle yolunu bulmaya çalışan toplumlar bu nedenle ne tarım ürünlerinde ne de hayvanlarda ıslah yapabildi. Ekonomik tarım ürünlerinin yaklaşık % 50'sinin evrimleştiği Ön Asya'da, Anadolu'da, 600'ün egemen olmasına karşın tek bir türde ıslah yapamadık. Laleyi Hollandalılara, kirazı Fransızlara, şekeri Amerikalılara gönderdik. Islah ettirdik ve büyük paralar ödeyerek geri aldık. Niye, çünkü canlıların değişmez olduğunu empoze eden öğretilerle büyütülmüşüz…


Demirsoy'un bu sözlerinde iki ayrı yanılgı vardır:


Yaratılışa inanan insanların, bitki (veya hayvan) türlerinin ıslahına karşı çıktığı yönünde hayali bir iddia öne sürmektedir.

Söz konusu ıslah çalışmalarını evrim teorisi lehine bir delil sanmaktadır.


Bunların her ikisi de, bir bilim adamından beklenmeyecek büyük yanılgılardır. Öncelikle, yaratılışı kabul eden insanların, bitki veya hayvan türlerinin ıslah edilmesine karşı çıktığı iddiası, tamamen temelsizdir. Bitki ve hayvan türlerinin ıslahı, evrim teorisinin Darwin tarafından ortaya atılmasından çok daha önce başlamış bir çalışmadır. (Nitekim Darwin, Türlerin Kökeni kitabında bu ıslah çalışmalarını uzun uzun tartışmıştır.) Köpek, koyun veya inek gibi hayvanlar arasında, en iyi et veya süt veren veya en hızlı koşan cinsleri elde edebilmek için, havyan yetiştiricileri özel bir çiftleştirme programı izlemişler ve böylece birkaç nesil içinde genel ortalamaya göre daha kilolu, daha iyi süt veren veya daha hızlı ve dayanıklı cinsler türemiştir. Bunu yapanlar "evrimciler" değil, çoğu evrim teorisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan hayvan yetiştiricileridir. Geçmişi binlerce yıl öncesine uzanan bu yetiştiricilik geleneği, 19. yüzyılda daha bilimsel bir temele oturmuştur. Bunun sebebi ise -Demirsoy'un sandığı gibi evrim teorisi değil- Mendel'in keşfettiği genetik kanunlardır. Mendel'in, bir din adamı olarak, Allah'a inanan, yaratılışı savunan ve evrim teorisine karşı çıkan bir bilim adamı olduğunu da belirtmek gerekir.

20. yüzyılda ıslah çalışmaları, yaratılışçı Mendel'in kanunlarına göre gelişmiş ve yine yaratılışı savunan pek çok insan bu çalışmalara katkıda bulunmuştur. Halen yaratılışı savunan hiçbir kaynakta hayvan ve bitki yetiştiriciliğine aykırı bir görüş bulunmaz. Eğer bu konudaki çalışmalar Demirsoy'un iddia ettiği gibi ülkemizde geç başlamışsa, bunun nedeni elbette insanlarımızın yaratılışa olan inancı değil, ekonomik ve bilimsel yetersizliklerdir.

Kısacası Demirsoy'un "eğer yaratılışı kabul edersek, bitki ve hayvan ıslahını yapamayız" şeklinde özetlenebilecek iddiası, katıksız bir demagojidir. Tamamen gerçek dışı bir ithamdır. Sayın Demirsoy, bu gibi demagojilerle bir yere varamayacağını bilmelidir.

Öte yandan Demirsoy'un konu hakkındaki ikinci iddiası, yani bitki ve hayvan yetiştiriciliğini bir evrim kanıtı gibi gösterme çabası da boşunadır. Demirsoy bu iddiasıyla, 150 yıl önce Darwin tarafından ortaya atılmış, ama sonra geçersizliği Darwinistler tarafından da kabul edilmiş bir çarpıtmayı tekrar etmektedir.

Bu çarpıtma "bitki ve hayvan yetiştiricileri, birkaç nesil içinde farklı cins hayvanlar türetebiliyorlar, öyleyse milyonlarca yıl içinde bütün türler birbirinden türemiş olabilir" şeklindeki yüzeysel mantığa dayanır. Oysa bu yüzeysel mantık biraz incelendiğinde, iki büyük tutarsızlık ortaya çıkmaktadır:


Hayvan veya bitki türleri üzerinde yapılan bu gibi ıslah çalışmaları, yetiştiriciler tarafından belirli bir amaca göre bilinçli şekilde yapılır. Oysa doğada böyle bilinçli bir evrim mekanizması yoktur.

Daha da önemlisi, bu gibi ıslah çalışmaları, asla belli bir sınırın ötesine geçmez. Bu yöntemle yeni canlı türleri meydana getirilemez. Darwin, kendi zamanında genetik bilinmediği için bitki ve hayvan yetiştiricilerinin "sınırsız değişim" sağlayacaklarını zannetmiş, oysa bu düşünce 20. yüzyıldaki genetik araştırmalarla çürümüştür.


20. yüzyıl bilimi, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik değişmezlik" (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkarmıştır. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm ıslah çabalarının belirli bir sınırda kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyar.


Darwin Retried


Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılanıyor) adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle yazmaktadır:


Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon (değişim) gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir gül elde etmek mümkün olmamıştır.51


Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.52

Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:


Çapraz çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır ve, örneğin, üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız.53


Kısacası bitki ve hayvanlar üzerindeki ıslah çalışmaları, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir ıslah çalışması "evrim" örneği sayılamaz. Farklı köpek, inek ya da at cinslerini ne kadar çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Ali Demirsoy'un sözünü ettiği "Napolyon kirazı, bilmem ne şeftalisi" gibi örnekler için de aynı durum geçerlidir. Danimarkalı bilim adamı W. L, Johannsen bu konuyu şöyle özetler:


Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar ‘sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.54


Anlaşılan Prof. Ali Demirsoy tüm bu gerçeklerden habersiz olduğu veya bunları göz ardı ettiği için, canlılardaki her türlü genetik çeşitlenmeyi "evrim kanıtı" sanmaktadır. Ceviz Kabuğu programında evrim teorisinin geçersizliğini anlatan bilim adamlarına "gelin size laboratuvarımda evrimin kanıtlarını göstereyim" derken ileri sürdüğü sözde kanıtlar, işte bu gibi yanılgılardır.


Ali Demirsoy'un "Türleşme" Yanılgısı



Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde ise (8 Haziran 2001), "evrimin doğada gözlemlenen bir süreç olduğunu" iddia etmiş ve hatta buna delil oluşturması niyetiyle kendi hazırladığı bir çekirge koleksiyonunu ekranlardan göstermiştir. Oysa Demirsoy'un bu iddiası çok kritik bir yanılgıdır. Bu yanılgının temelinde "türleşme" kavramı, yani doğada doğal mekanizmalar yoluyla yeni canlı türlerinin ortaya çıkması kavramı yatmaktadır.

Aslında bu konu, Darwin'den beri tüm evrim teorisi savunucularının içine düştükleri en temel hatalardan biridir. Doğada gözlemlenen biyolojik bir olguyu "türleşme" olarak adlandırmakta, sonra da bu olgu ile tüm canlı türlerinin kökenini açıkladıklarını zannetmektedirler.

Bu konuyu açıklamak için öncelikle "tür" kavramını ele alalım. Bu kavram aslında tartışmalı bir kavramdır ve sorun da büyük ölçüde bu noktadan doğar. "Tür" dendiğinde insanların aklına çoğu zaman "at, deve, kurbağa, örümcek, yunus" gibi "canlı tipleri" gelir. Evrim teorisinin "türlerin kökeni" iddiası ise, insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre bir canlı türü, kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen canlılardır. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek bir "tür" gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla türlere ayırır. Örneğin örümceklerin yaklaşık 30 bin türü tanımlanmıştır.

Evrimcilerin sözünü ettiği "türleşme"yi anlamak içinse, önce "coğrafi izolasyon"u belirtmek gerekir: Bir canlı türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer bu türe ait canlıların arasına coğrafi bir engel girerse, yani birbirlerinden "izole" olurlarsa, o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya başlar. Diyelim ki, bir grupta, daha koyu renkli ve uzun tüylü olan A varyasyonu ağırlık kazanır, diğerinde ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B varyasyonu baskın çıkar. Bu popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa, A ve B karakterleri de o kadar keskinleşir.55

Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara "alt tür" adı verilir.

Türleşme iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de, modern biyolojinin "tür" tanımlamasına göre, "alt tür" olmaktan çıkıp, "ayrı türler" haline gelmiş olurlar. Buna "türleşme" (speciation) adı verilir.

Evrimciler ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı yaparlar: "Bakın doğada türleşme var, yani yeni canlı türleri doğal mekanizmalarla oluşuyor, demek ki tüm türler bu şekilde oluşmuş".

Oysa bu çıkarımda çok büyük bir aldatmaca gizlidir.

Aldatmacanın iki önemli noktası vardır:


Birbirlerinden izole olmuş olan A ve B varyasyonları, biraraya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman "çiftleşme davranışı"ndan kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler, diğer varyasyon kendilerine yabancı göründüğü için, onu "kendilerine yakın bulmadıkları" için çiftleşmezler. Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir genetik uyumsuzluk yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle "tür" kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam etmektedir.)

Asıl önemli nokta ise, söz konusu "türleşme"nin, bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik bilgi eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi biri yeni bir proteine, yeni bir enzime, yeni organa kavuşmuş değildir. Ortada bir "gelişme" yoktur. Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı anda barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem uzun hem de kısa tüy özelliğini, hem koyu hem de açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine, şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki popülasyon vardır.


Dolayısıyla söz konusu "türleşme"nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya "genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar" koyabilmesi gerekir. Gözü, kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri olmayan canlıların, nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten var olan bir canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz bununla hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.

Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve "ikiye bölünerek türleşme" örneklerini "mikroevrim" olarak tanımlarlar. Mikroevrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda "evrim" ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir aldatmacadır. Çünkü mikro bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir.

Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Bu tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konu budur.

Evrimciler bu ikinci konuya da "makroevrim" derler. Aslında evrim teorisi derken kast edilen ve tartışılan kavram da makroevrimdir. Çünkü "mikroevrim" denen genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu olayın -evrimciler her ne kadar tanımının içine "evrim" ifadesini yerleştirmişlerse de- evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Makroevrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır.

İşte burada çok önemli bir "püf nokta" vardır. Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikroevrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on milyonlarca yıl içinde de makroevrim gerçekleşir" gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar. Charles Darwin'in Türlerin Kökeni'nde öne sürdüğü tüm sözde "evrim delilleri" bu şekildedir. Ali Demirsoy'un Ceviz Kabuğu programında öne sürdüğü örnekler (stüdyoya kutu içinde getirdiği çekirge varyasyonları, yabani lahana-brüksel lahanası örneği) de bu şekildedir. Tüm bu örneklerde evrimcilerin "mikroevrim" diye tanımladıkları genetik çeşitlenmenin, yine "makroevrim" diye tanımladıkları teorinin delili olarak kullanılması söz konusudur.

Bu yanılgının mantığını anlatmak için örnek verelim. Eğer birisi size şöyle bir mantık kurarsa, ne düşünürsünüz:

"Bir tabancadan havaya doğru sıkılan kurşun, saatte 400 kilometre hızla ilerler. Dolayısıyla bir kaç hafta içinde atmosferden çıkıp Ay'a varacak, ilerleyen aylarda ise Mars gezegeninin yüzeyine ulaşacaktır".

Eğer birisi size böyle bir iddiada bulunursa, bunun çok basit bir aldatmaca olduğunu anlarsınız. İddiayı öne süren kişi, sadece çok dar bir gözlemi (kurşunun tabancadan çıkış hızını) dile getirmekte, buna karşılık kurşunun ilerlemesini sınırlandıran yerçekimi ve havanın sürtünmesi gibi iki temel gerçeği kasten gizlemektedir. İşte evrimciler de tüm "mikroevrimden makroevrime delil çıkarma" girişimlerinde aynı yöntemi kullanırlar.

Bu yöntemin geçersizliği ise, bilim dünyasında bilinmekte ve kabul edilmektedir. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz, ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:


Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."56


"Mikroevrim" adı verilen varyasyonların "makroevrim" iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, evrimci biyologlar tarafından 1980'lerden bu yana kabul edilmektedir. Ünlü evrimci paleontolog Roger Lewin, Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:


Darwin'in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı "hayır"dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikroevrimi sağlayan mekanizmaların, makroevrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur.... Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır. 57


Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:


Evrimdeki büyük geçişler -örneğin, bir kaçını belirmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler- birer "dengeden uzaklaşma" hali olamazlar. Bunlar, mikroevrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler.58


Ne yazık ki ülkemizdeki evrimci biyologların çoğu bu gerçekten habersizdirler. Hala 1950'lerde, 60'larda okudukları evrimci biyoloji kitaplarının öğretileriyle düşünmekte ve bir türün farklı varyasyonlarının, alt türlerinin oluşmasını "evrim teorisinin tartışmasız" kanıtı zannetmektedirler. Sayın Demirsoy da Ceviz Kabuğu programında verdiği örneklerle aynı yanılgının içinde olduğunu göstermiştir.

Tüm bu mikroevrim-makroevrim tartışmasının özet sonucu ise şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara sahip "tipler" olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu tiplerin içinde, genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı varyasyonlar ve alt türler oluşabilmektedir. Örneğin "tavşan" tipinin kendi içinde, beyaz tüylü, gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri olmakta ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar uygunsa dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar. Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir. Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar, sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip, kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her tipi zengin bir varyasyon potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.

Bu biyolojik görüş, Darwin zamanındaki pek çok biyolog tarafından savunulmuştur. Ama Darwin'in teorisi, hiçbir bilimsel bulguya dayanmamasına rağmen, ideolojik nedenlerle tercih edilmiş ve 20. yüzyılın başlarında bilim dünyasında temel biyolojik kuram haline gelmiştir. Oysa 20. yüzyıl boyunca yapılan tüm çalışmalar, Darwinizm'in geçersizliğini ortaya koymaktan başka bir sonuca varmamıştır. Ve bu nedenle bugün bilim dünyası yeniden her canlı tipinin Yaratıcı tarafından var edildiğini savunan "bilinçli tasarım" (intelligent design) teorisine dönmektedir.

Sayın Demirsoy'un büyük bir hararetle öne sürdüğü çekirge varyasyonları ise, evrim teorisi lehinde bir kanıt değil, ancak kendisinin biyolojideki önemli gelişmelerden habersiz olduğunu gösteren bir kanıt konumundadır.


 

Prof. Ali Demirsoy
Neden  Çekirgeleri Tercih Etmiştir?

Burada incelediğimiz bilgiler, evrimcilerin "türleşme" dedikleri biyolojik olgunun, tüm canlıların doğal mekanizmalarla oluştuğunu öne süren evrim teorisine hiçbir kanıt oluşturmadığını göstermektedir. Ali Demirsoy'un çekirge kolleksiyonunun cevabı budur.

Ancak yine de aklımıza bir soru gelebilir: Acaba Ali Demirsoy pek çok farklı canlı sınıflaması arasından neden özellikle çekirgeleri seçmiş ve beraberinde stüdyoya getirerek tüm Türkiye'ye "evrim delili" gibi göstermiştir? Neden Ali Demirsoy'un favorisi çekirgelerdir?

Bu sorunun cevabı, Florida Üniversitesi'nden bir grup biyoloğun, çekirgeler üzerinde yaptıkları uzun araştırmalar sonucunda kaleme aldıkları Grasshoppers of Florida (Florida Çekirgeleri) adlı bilimsel raporda bulunabilir. Entomoloji ve Nematoloji Profesörü John Capinera ile Clay Scherer ve Jason Squitier adlı iki biyoloji doktceviz kabuğu programı - Prof. Ali Demirsoyorunun yürüttüğü çalışmanın sonuçları 1999 yılında açıklanmıştır. Raporda "What is a Species?" (Bir Tür Nedir?) başlıklı bölümde, "çekirgelerin tür tanımı konusundaki yanılgılar" şöyle açıklanmaktadır:


... Birbirinden izole olmuş ve birbiriyle üremesi imkansızlaşmış çekirge popülasyonları olmuş ve devam etmiştir, çünkü çeşitli adalarda yaşayan bu popülasyonlar birbirleri ile temas etmemektedirler. Ama bunlar gerçekten üreme açısıdan izole durumda mıdırlar? Gerçek bir tür olarak kabul edilecek kadar birbirlerinden ayrılmış mıdırlar?

Çoğu zaman farklı popülasyonların farlı bir tür oluşturup oluşturmadıklarını kesin olarak bilmek zordur. Yine de, eğer görünüş ve davranış açısından büyük farklılıklar gösterirlerse, özellikle bu farklılıklar üreme yapıları ve çiftleşme davranışı ile ilgiliyse, onları ayrı türler olarak kabul etme eğilimi gösteririz. (Yine de) bilim adamları arasında, belirli popülasyonların ayrı bir tür olarak tanımlanıp tanımlanmaması konusunda anlaşmazlık vardır...

Türleşme görünüm ve şekil kadar, davranış, fizyoloji ve genetikle de ilgilidir. Bunlardan sadece morfoloji ulaşılması ve gösterilmesi kolay olandır. Dolayısıyla çoğu taksonomist (sınıflandırmacı) türleri birbirinden ayırmak için morfolojik karakterlere dayanır. Ama ne yazık ki, küçük bir coğrafi alanda dahi kayda değer bir morfolojik çeşitlenme olabilmekte ve tek bir böcekte dev bir varyasyon gözlemlenebilmektedir. Pek çok bilim adamı da, (inceledikleri) çekirgeleri yeni bir tür olarak tanımlamışlar, ama sonra bu yeni türün aslında sadece bir başka türün morfolojik bir varyantı olduğunu keşfetmişlerdir. ÇEKİRGELER RENK VE KANAT UZUNLUĞU KONUSUNDA ÇOK KAYDA DEĞER BİR ÇEŞİTLENMEYE SAHİPTİRLER, DOLAYISIYLA PEK ÇOK HATALI TÜR TANIMINA NEDEN OLMUŞLARDIR.1



çekirgeler

Buradan anlaşıldığı üzere, çekirgeler çok geniş bir genetik varyasyon (çeşitlenme) potansiyeline sahiptirler. Dolayısıyla tek bir çekirge türünün içinde, birbirinden şekilsel (morfolojik) olarak çok farklı görünen varyasyonlar türeyebilmektedir. Üstteki raporda belirtildiği gibi, bunları inceleyen pek çok bilim adamı da, aynı türe ait çekirge varyasyonlarını farklı tür olarak tanımlayıp yanılmıştır. Bir diğer ifadeyle, çekirgeler, "türleşme" konusunda son derece yanıltıcı bir kategoridir.

İşte Ali Demirsoy'un çekirgeleri favori olarak seçmesinin, bu canlılara ait kolleksiyonunu ekranlardan tüm Türkiye'ye göstermesinin nedeni de budur. Demirsoy hatalı tür tanımlamalarına son derece müsait olan çekirgeleri seçmiş, bu örnekle "türleşme" kavramını vurgulamış, sonra da bu kavramı çarpıtarak evrim teorisine (makroevrime) delil gibi göstermiştir. Tüm bunlar Ali Demirsoy'un, iddia ettiği gibi objektif bir biyolog değil, evrim teorisini desteklemek için her yolu deneyen taraflı bir Darwinist olduğunun göstergeleridir.

 

1) John Capinera, Clay Scherer, Jason Squitier, Grasshoppers of Florida, University of Florida, Institute of Food and Agricultural Sciences, 1999, Florida Agricultural Experiment Station,  Publication No: R-05862; (http://www.ifas.ufl.edu/~entweb/ghopper/intro3.pdf )


 


Ali Demirsoy'un Proteinlerin Doğada Tesadüfen Oluşabilecekleri Yanılgısı



Prof. Ali Demirsoy'un evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarında dile getirdiği bir başka iddia ise, "proteinlerin tesadüfen oluşmasının mümkün olduğu" şeklindedir.

Ali Demirsoy, proteinlerdeki amino asit dizilimini tesbih tanelerine benzeterek şöyle söylemiştir: "Elimizde 20 değişik renkli tesbih tanesi olsun. Ve biz gözümüzü kapatarak 100 taneden meydana gelmiş bir tesbih dizelim. Büyük bir tesbih dizme şansımız vardır. Ancak örneğin 1. sırada kırmızı, 20. sırada sarı, 48. sırada yeşil tesbih gibi özel dizilim yapmaya kalkışırsa bunun olasılığı yok denebilecek kadar düşüktür. Hangi renk sırasıyla olursa olsun böyle bir tesbih dizilimini kapalı gözle bir kere daha dizme şansı yoktur. Bunun şansı 20 üzeri eksi 100'dür. Hemen hemen imkansızdır. İşte ben böyle bir yapıyı ekstrem bir şans olarak gösterdim."

Görüldüğü gibi, Ali Demirsoy, son derece özel dizilime sahip olan proteinlerin işlevsel olabilmeleri için sahip olmaları gereken dizilimin tesadüfen meydana gelebilmesinin imkansızlığını bizzat itiraf etmiştir. Nitekim, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, Sitokrom-c proteinini örnek vererek aynı imkansızlığı şöyle dile getirmiştir:


Tek bir Sitokrom-C diziliminin rastlantılarla oluşması, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır.59

Bir Sitokrom-C'nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.60


Ne var ki Ali Demirsoy, bu itiraflarının evrimi kökünden çürüttüğünü fark etmiş olacak ki, "tesbih tanelerinin bir kısmının değişmesinin proteinin görevini yapmasını engellemediği" şeklinde kaçamak ve hatalı bir saptırmaya başvurmuştur.


protein

Proteinler, son derece karmaşık yapıya sahip dev moleküllerdir. Her protein zincirinin özel bir dizilimi vardır. Proteinlerin doğada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı matematik hesaplarıyla ortaya konmuş bir gerçektir.


Ali Demirsoy'un yanılgısını daha net görebilmek için önce proteinin yapısına kısaca bir göz atmamız yeterli olacaktır. Proteinler, en basitleri 50, en karmaşıkları ise 1000 veya daha fazla amino asit zincirinden oluşan dev moleküllerdir. Zincirdeki her halka, 20 çeşidi olan amino asitlerden yalnızca birini içerebilir. Her protein zincirinin bu şekilde özel bir dizilimi vardır.

Amino asit zinciri oluştuktan sonra, bir de bu zincir kendi üzerinde çeşitli şekillerde katlanarak çok özel bir üç boyutlu yapı alır. Bu özel yapı onun görevini belirler. Bu üç boyutlu yapı zincirdeki amino asitlerin karşılıklı etkileşimleri ve aralarında yaptıkları kimyasal bağlar sonucunda otomatik olarak oluşur. Her amino asitin farklı biçimi ve farklı kimyasal özellikleri vardır. Kimisi büyük, kimisi küçük, kimisi artı elektrik yüklü, kimisi eksi elektrik yüklü, kimisi suda çözünen, kimisi yağda çözünen, vs. gibi... İşte her biri farklı özelliklere sahip amino asitlerin farklı sayıda ve sırada dizilmeleri farklı üç boyutlu şekillerin ortaya çıkmasına yol açar. Örneğin artı yüklüler eksi yüklüleri çeker, yağda çözünenler ya da suda çözünenler bir araya gelir, büyük olanlar dar hacimlerden uzaklaşır vs. Bu şekilde zincir üç boyutlu yapısını kazanır.

Canlı organizmalarda bulunan bir proteinin sahip olduğu bu üç boyutlu yapı, onun işlevini yerine getirebilmesini sağlar. Bu üç boyutlu yapıyı sağlayan amino asitlerin yerlerinin değişmesi, eksilmeleri, araya başka amino asitlerin girmesi ise söz konusu yapıyı sağlayan özel dizilimi bozar. Örneğin üç boyutlu yapıyı dağıtır ya da biçimini değiştirir. Bu da o proteinin artık işlevini görememesi ya da çok düşük bir verimle işlev görebilmesi anlamına gelir ki, her iki durum da canlı için ölüm ya da ölümcül bir hastalık sebebidir. Örneğin hücrelere oksijen taşıyan 574 amino asitli hemoglobin proteininin yalnızca iki amino asitindeki değişiklik, bu proteinin işlevini kaybetmesine ve bunun sonucunda "orak hücre anemisi" adı verilen ölümcül hastalığa yol açar. (Bu genetik hastalığı taşıyanların büyük bölümü henüz çocuk yaşta yaşamını yitirmektedir.)

Görüldüğü gibi protein zincirindeki tek bir amino asitin dahi yerinin ve cinsinin çok önemli bir rolü vardır. En küçük bir değişiklik kimi zaman çok büyük zararlarla sonuçlanır.

Öte yandan, yapılan araştırmalar bazı proteinlerin belirli halkalarındaki amino asitlerin değişikliğinde, bu durumun tolere edilebildiğini ve proteinin işlevini kısmen ya da bütünüyle yerine getirebildiğini göstermiştir. İşte Ali Demirsoy'un konuyu saptırmaya çalıştığı nokta da burasıdır. Ali Demirsoy bu gerçekten yola çıkarak, "işte proteinler rastgele dizilseler bile işe yararlar, demek ki yararlı bir proteinin tesadüfen oluşabilmesi o kadar da zor değil" gibi bir yanıltmaya gitmektedir. Bu pek çok açıdan hatalı bir saptırmadır; şöyle ki:


Herşeyden önce söz konusu tolerans, istisnai bir durumdur; yalnızca belirli proteinler için ve bu proteinlerin belirli halkaları için geçerlidir. Bu proteinlerin belirli halkalarında olması gereken amino asitlerin yerine diğer bazı amino asitlerin geçmesi proteinin işlevini çok fazla aksatmasa da bu halkaların sayısı çok sınırlıdır.

Ayrıca söz konusu amino asitlerin yerine geçebilecek diğer amino asitlerin sayısı da sınırlıdır. Yirmi çeşit amino asitin hepsi aynı görevi göremez.

Proteinin esas işlevsel olan aktif bölgeleri vardır ki bu bölgelerde tek bir amino asit değişikliği, eksikliği ya da fazlalığı dahi tüm proteini işe yaramaz hale getirir. Dolayısıyla bu kritik bölgeler için hiçbir tolerans söz konusu değildir.61


Kısacası, istisnai durumlarda protein zincirinde tolere edilebilecek amino asit değişikliklerinin sayısı ve alternatifleri çok sınırlıdır. Bu da o proteinin tesadüfen oluşma imkansızlığında hiçbir azalma meydana getirmez. Örneğin Ali Demirsoy'un verdiği tesbih örneğini ele alırsak, 20 farklı renkten oluşan 100 taneli bir tesbihin belli özel bir dizilimde dizilme ihtimali 20 üzeri 100'de bir ihtimaldir ki bunun gerçekleşmesi kendisinin de ifade ettiği gibi "imkansızdır". Eğer bu tesbihte beş tanelik bir hatanın tolere edildiğini düşünürsek, geri kalan 95 tanenin yerli yerinde olması gerekir ki bu da 20 üzeri 95'te bir ihtimaldir. Bunun da gerçekleşmesi imkansızdır. 10 tanelik, hatta daha da ileri gidelim 20 tanelik bir tolerans olduğunu varsaysak dahi geri kalan 80 amino asitin yerli yerinde olması gerekir. Bunun da tesadüfen oluşma ihtimali 20 üzeri 80'de bir ihtimaldir. Bu da yaklaşık 10 üzeri 104 ihtimalde bir  eder ki matematikte 10 üzeri 50'de birden daha düşük ihtimallerin "0" ihtimal olduğu düşünülürse bunun gerçekleşme imkansızlığının derecesi daha iyi anlaşılır.

Kaldı ki, bu örnekte sözünü ettiğimiz 100 amino asitli bir protein, canlılardaki işlevsel proteinlerle kıyaslandığında oldukça küçük kalır. Böyle küçük bir protein için bile tesadüfen oluşma olasılığı yokken, 300 amino asitli ortalama bir protein için düşünelim: Bir an için böyle bir proteinin yarısının dahi rastgele amino asitlerden oluşabilmesinin tolere edildiğini varsaysak, geriye kalan 150 halkanın istenen zorunlu dizilimde olması gerekir. Bunun tesadüfen olabilmesi ihtimali (yani 20 üzeri 150'de 1 ihtimal) yine insan aklının kavrama sınırlarının çok ötesinde bir imkansızlığı karşımıza çıkarır. Kaldı ki yarı yarıya bir tolerans, olayın imkansızlığını vurgulamak açısından bizim burada verdiğimiz çok teorik ve marjinal bir örnektir. Gerçek hayatta ise hiçbir protein molekülü, zincirindeki halkaların yarısı değiştiği takdirde iş göremez, bu kadar büyük bir değişimi tolere etmez.

Sonuçta, buraya kadar anlatılan gerçeklerden, proteinlerin doğada tesadüfen oluşabilecek rastgele amino asit dizilimleri olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Buna rağmen hala "tesadüf" iddiasında ısrar eden Ali Demirsoy'un temsil ettiği evrimci zihniyetin sağlıklı, bilimsel, mantıklı ve güvenilir olmadığı da ortadadır. Ali Demirsoy'un moleküler evrimin imkansızlığını örtbas etmek için arkasına gizlenmeye çalıştığı mantık, evrimin çaresizliğini ve imkansızlığını bir kez daha gözler önüne sermekten başka bir şeye yaramamıştır.

Konunun detayları incelendikçe, evrimci iddianın saçmalığı giderek daha da açık hale gelir. Tek bir proteinin tesadüfen ortaya çıkması için gördüğümüz bu imkansızlıklar, daha kompleks organik yapılar ve canlı hücreleri için çok daha içinden çıkılamaz bir hal almaktadır. Yüz binlerce çeşidi olan proteinlerin her birinin canlı organizmasında özel bir görevi vardır. En basit canlı olarak bilinen, "Mycoplasma Hominis H 39" bakterisinin bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür.

Gerçekte, bu 600 çeşit (dikkat edin, adet değil çeşit) proteinden tek bir tanesinin dahi raslantısal olarak meydana gelmesinin ihtimal dışı olması, evrimin "canlıların tesadüfler sonucu oluştuğu" şeklindeki safsatasını silip atmaya yeterlidir. İşte evrim savunucuları daha tek bir protein aşamasını dahi geçemedikleri için, evrimin önündeki bu derin çıkmazı Ali Demirsoy'un yaptığı türden saptırmalarla örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Evrimin en büyük açmazlarından biri olan bu imkansızlık evrimciler tarafından çeşitli laf oyunları ve demagojilerle geçiştirilmek istenmektedir.

Ali Demirsoy'un birkaç basit yanıltmayla geçiştirmeye çalıştığı "proteinlerin kökeni sorunu" gerçekte tüm evrim dünyasında içinden çıkılamayan bir numaralı sorun olarak öne sürülmektedir. Örneğin, Science News isimli bilimsel derginin Ocak 1999 sayısında yayınlanan bir makalede de, amino asitlerin nasıl olup da proteinleri oluşturduğuna hala hiçbir açıklama getirilemediği şöyle belirtilmektedir:


Hiç kimse şimdiye kadar nasıl olup da geniş çapta dağılmış yapı taşlarının proteinlere dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamamıştır. İlkel dünyanın varsayılan koşulları, amino asitleri yalıtılmış bir yalnızlığa doğru sürükleyecek şekildedir.62


Evrim dünyası sayısız açmaz, çelişki ve sorun içinde kıvranırken, tüm evrimci literatür evrimcilerin itiraflarını, çaresizliklerini, ümitsizliklerini dile getiren makalelerle doluyken, Ali Demirsoy'un nereden kaynaklandığı belli olmayan bir cesaret ve güvenle "proteinlerin rastgele oluşmasının kolaylıkla mümkün olduğunu" iddia etmesi bilinçli izleyiciler için önemli bir ders ve ibret vesilesi olmuştur. Görünen odur ki, Sayın Demirsoy'un söz konusu cesaret ve güveninin tek kaynağı, evrim teorisine olan körü körüne bağlılığıdır.


Demirsoy'un Çekirdekli Hücrelerin Çekirdeksizlerden Evrimleştiği Yanılgısı



Ali Demirsoy, çekirdeksiz hücrelerin (prokaryotların) dışarıdan fotosentez yapan bakterileri yutarak kendi bünyelerine aldıklarını, böylelikle çekirdekli hücrelerin (ökaryotların) ortaya çıktığını savunmuştur.

Prokaryot hücreler, içlerinde çekirdeği olmayan hücrelerdir. Bu grup içinde bakteriler ve mavi-yeşil algler yer alır. Ökaryot hücreler ise bitki ve hayvan hücreleri olup, prokaryotlardan daha kompleks yapılı hücrelerdir. Evrim teorisi ilk başta ökaryotik hücrenin prokaryot hücreden evrimleştiğini iddia etmekteydi. Ancak bunun imkansız olduğunun anlaşılması üzerine evrimciler bu sefer de ağız değiştirerek tersini savunmaya çalıştılar. Fakat bu iddiaları da bir spekülasyondan öteye geçemedi. Bu konuda evrimcilerin içine düştükleri çelişkiyi kendisi de bir evrimci olmasına rağmen Robert Shapiro şöyle itiraf eder:


Prokaryotik algden ökaryotik alge geçiş oldukça fazla sorgulandı, çünkü geçiş o kadar karışıklık doluydu ve o kadar zıtlık içeriyordu ki, birçok modern biyolog bu konuyla ilgilenmedi ve sonradan tamamen vazgeçtiler. Çelişkiler o kadar büyüktü ki bazı araştırmacılar daha sonra ökaryotların prokaryotlardan değil de, prokaryotların ökaryotlardan evrimleştiğini iddia ettiler. Fosil kayıtları ise daha açık değildi. Prokaryot fosillerinin pre-kambriyen kayalarda mevcut olduğu açıktı, ama onların kökeni ile ilgili zaman ya da şartları bilmiyoruz.63


Evrimcilerin iddia ettikleri gibi, bakterilerin evrimleşerek bitki ve hayvan hücrelerine (ökaryotik hücrelere) dönüşmesi, biyoloji, fizik ve kimya kurallarına aykırı bir senaryodur. Bu imkansızlığı açıkça bilmelerine rağmen, evrim teorisi savunucuları, çaresizliklerinden uydurdukları bu tutarsız teorileri savunmaktan vazgeçmezler. Bununla birlikte bu teorilerinin tutarsızlığını da zaman zaman dile getirmekten geri duramazlar. Yerli evrimci Ali Demirsoy da ilkel olduğu iddia edilen bakteri hücrelerinin ökaryotik hücrelere dönüşemeyeceğini şu sözleriyle itiraf etmektedir:


Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de bu ilkel canlılardan, nasıl olup da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana geldiğini bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek bir geçiş formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık yapıyı tümüyle taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve ilkel formları yoktur.64


Programda Ali Demirsoy'a bu itirafı hatırlatıldığında, tartışmada altta kalmamak kaygısıyla bu açmazın daha sonra çözüldüğü ve aydınlığa kavuştuğunu iddia etmiştir. Delil olarak da bir biyoloji kitabını açıp göstererek, evrimcilerin bu konuyla ilgili klasik senaryolarından birini öne sürmüşür. Bu senaryo ise gerçekte yeni bir buluş değil, 1970 yılında Lynn Margulis tarafından ortaya atılan ve pek çok yönden geçersizliği ve mantıksızlığı ortaya konmuş olan "endosimbiosis" tezidir.

Margulis Ökaryotik Hücrelerin Kökeni isimli kitabında, bakteri hücrelerinin ortak ve asalak yaşamları sonucunda bitki ve hayvan hücrelerine dönüştüklerini iddia etmektedir. Bu teoriye göre, bitki hücreleri bir bakteri hücresinin bir başka fotosentetik bakteriyi yutmasıyla ortaya çıkmıştır. Fotosentetik bakteri ana hücrenin içerisinde evrimleşerek kloroplast haline gelmiştir. Son olarak ana hücrede, "her nasıl olduysa", çekirdek, golgi, endoplazmik retikulum ve ribozomlar gibi son derece kompleks yapılara sahip organeller evrimleşmiştir. Böylece bitki hücreleri oluşmuştur.

Görüldüğü gibi evrimcilerin bu tezleri tamamen hayal ürünü olan bir senaryodan başka bir şey değildir.

Bütün masalsı anlatımına rağmen, bu senaryo evrimciler açısından mutlaka ortaya atılması gereken bir senaryoydu. Çünkü evrimcilerin, hem ökaryotik hücre gibi kompleks bir yapının, hem de fotosentez gibi canlılar alemindeki en hayati reaksiyonun kökenini bir şekilde açıklamaları gerekiyordu. Margulis'in bu senaryosu, hücrenin sahip olduğu bir özelliğe dayandırıldığı için, diğer iddialardan daha avantajlı gibi görünüyordu. Bu yüzden Margulis'in ortaya attığı endosimbiosis tezi, çıkmaz içindeki pek çok evrimci bilim adamı tarafından bir can simidi olarak görüldü.

Evrimciler bitki hücresinin bir özelliğine dayanarak bu teoriyi savundular. Çünkü bu özellik, hücrenin bütünü göz ardı edilerek tek başına ele alındığında, konu hakkında bilgisi olmayan kişileri aldatmaya elverişli bir özellikti. Fakat bu durum konu hakkında önemli çalışmalar yapan pek çok bilim adamı tarafından da çok yönlü olarak eleştirildi: Bu bilim adamlarına örnek olarak D. Lloyd,65 Gray ve Doolittle 66, Raff ve Mahler'i verebiliriz.

Endosimbiosis tezinin dayandırıldığı söz konusu özellik, hücre içerisindeki kloroplastların ana hücredeki DNA'dan ayrı olarak kendi DNA'larını içermesidir. İşte bu özellikten yola çıkarak bir zamanlar mitokondri ve kloroplastların bağımsız hücreler oldukları ileri sürülür. Ne var ki kloroplastlar detaylı olarak incelendiğinde, bu iddianın göz boyamaya yönelik bir senaryodan başka bir şey olmadığı görülür.

Margulis'in endosimbiosis tezini geçersiz kılan noktalar şunlardır:


Öncelikle kloroplastlar iddia edildiği gibi geçmişte bağımsız hücreler iken büyük bir hücre tarafından yutulmuş olsalardı bunun tek bir sonucu olurdu; o da, bunların ana hücre tarafından sindirilmesi ve besin olarak kullanılmasıdır. Çünkü söz konusu ana hücrenin dışarıdan besin yerine yanlışlıkla bu hücreleri aldığını varsaysak bile, ana hücre sindirim enzimleriyle bu hücreleri sindirirdi. Tabii bu durumu bazı evrimciler "sindirim enzimleri yok olmuştu" diyerek geçiştirmeye çalışabilirler. Ama bu, açık bir çelişkidir. Çünkü eğer hücrenin sindirim enzimleri yok olmuş olsaydı bu kez beslenemediği için ölmesi gerekirdi.

Yine de, tüm imkansızların gerçekleştiğini kloroplastın atası olduğu iddia edilen hücrelerin ana hücre tarafından yutulduğunu varsayalım. Bu kez karşımıza başka bir problem çıkar: Hücre içerisindeki bütün organellerin planı DNA'da şifre olarak bulunmaktadır. Eğer ana hücre yuttuğu diğer hücreleri organel olarak kullanacaksa, onlara ait bilgiyi de DNA'sında şifre olarak önceden bulunduruyor olması gerekirdi. Hatta yutulan hücrelerin DNA'ları da ana hücreye ait bilgilere sahip olmalıydı. Böyle bir durumun gerçekleşmesi ihtimalinin olmamasının yanı sıra, ana hücrenin DNA'sıyla, yutulan hücrelerin DNA'larının birbirlerine sonradan uyum sağlamaları da mümkün değildir.

Hücre içinde çok büyük bir uyum vardır. Kloroplastlar ait oldukları hücreden bağımsız hareket etmezler. Kloroplastlar protein sentezlemede ana DNA'ya bağımlı olmalarının yanında çoğalma kararını da kendileri almazlar. Bir hücrede tek bir tane kloroplast ve tek bir tane mitokondri yoktur. Sayıları birden fazladır. Tıpkı diğer organellerin yaptığı gibi bunların sayıları hücrenin aktivitesine göre artar ya da azalır. Bu organellerin kendi bünyelerinde ayrıca bir DNA bulunmasının özellikle çoğalmalarında çok büyük faydası vardır. Hücre bölünürken, çok sayıdaki kloroplast da ayrıca ikiye bölünerek sayılarını 2'ye katladıklarından, hücre bölünmesi daha kısa sürede ve seri olarak gerçekleşir.

Kloroplastlar bitki hücresi için son derece hayati önemi olan güç jeneratörleridir. Eğer bu organeller enerji üretemezlerse, hücrenin pek çok fonksiyonu işleyemez. Bu da canlının yaşayamaması demektir. Hücre için bu derece önemli olan bu fonksiyonlar kloroplastlarda sentezlenen proteinlerle gerçekleştirilir. Ancak kloroplastların bu proteinleri sentezlemek için kendi DNA'ları yeterli değildir. Proteinlerin büyük çoğunluğu hücredeki ana DNA kullanılarak sentezlenir.67


Böyle bir uyumu deneme-yanılma metoduyla elde etmeye çalışırken DNA üzerinde meydana gelebilecek değişikliklerin ne gibi etkileri olabilir? Bir DNA molekülünün üzerinde meydana gelebilecek herhangi bir değişiklik kesinlikle canlıya yeni bir özellik kazandırmaz, aksine sonuç kesinlikle zarardır. Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri adlı kitabında bu durumu şu sözleriyle açıklamıştır:


Hatırlayacaksınız, hemen hemen her zaman bir organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması onun için zararlıdır; başka bir deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya yol açar. Bir benzetme yapalım: Shakespeare'in oyunlarına rastgele eklenen cümlelerin onları daha iyi yapması pek olası değildir... Temelinde DNA değişiklikleri ister mutasyonla, ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme şansını azaltma özelliklerinden dolayı zararlıdır.68


Evrimcilerin öne sürdükleri iddialar bilimsel deneylere ve bu deneylerin sonuçlarına dayanılarak ortaya atılmamıştır. Çünkü bir bakterinin başka bir bakteriyi yutması gibi bir olay hiçbir şekilde gözlenmemiştir. Whitfield, Book Review of Symbiosis in Cell Evolution adlı kitabında bu durumu şöyle ifade etmektedir:


Prokaryotik endosimbiosis (yutma) belki de tüm endosimbiotik teorinin dayandığı hücresel mekanizmadır. Eğer bir prokaryot bir diğerini içine alamaz ise endosimbiozun nasıl kurulduğunu tahmin etmek güçtür. Maalasef, Mangulia ve endosimbioz teori için hiçbir modern örnek yoktur.69


Bunun bilimsel bir iddia olmadığını, How Life Began adlı kitabında L.R.Croft da şöyle ifade etmektedir:


Bir bakterinin başka bir bakteriyi yutması hiçbir şekilde gözlemlenmemişken, böyle bir iddiada bulunmak hiçbir şekilde bilimsel değildir. Kaldı ki kloroplast, ribozom, mitokondri, lizozom gibi organeller hücre dışına alınarak birbirlerinden ayrıldıklarında yaşayamamaktadırlar.70


DNA nükleotid dizilimlerinin detaylı incelemeleri de ökaryot ve prokaryot arasındaki benzerliğin endosimbiosis hipotezinin beklentileriyle uyuşmadığını göstermiştir. Ünlü evrimci biyolog Russel Doolittle Scientific American dergisinde yer alan bir makalede şu itirafta bulunmaktadır.


Pek çok ökaryotik gen, bilinen arkea ve bakterilerinkinden farklı çıkmıştır; sanki hiçbir yerden gelmemiş gibi görünüyorlar.71


Tüm bu açık gerçeklerin yanı sıra, bir prokaryot hücre ile bir ökaryot hücre arasındaki büyük yapısal farklılıklar karşılaştırıldığında da böyle bir dönüşümün hiçbir şekilde mümkün olamayacağı görülür. Bu temel farklılıkları şöyle sayabiliriz:


Prokaryot hücrenin (bakteri hücresi) hücre duvarı polisakarid ve proteinden oluşurken, bir ökaryot hücre olan bitki hücresinin hücre duvarı bunlardan tamamen farklı bir yapı olan selülozdan oluşur.

Ökaryot hücrede zarla çevrili, son derece kompleks yapılara sahip pek çok organel varken, bakteri hücresinde hiç organel yoktur. Bakteri hücresinde sadece serbest halde dolaşan çok küçük ribozomlar vardır. Ökaryot hücredeki ribozomlar ise daha büyük ve zarlara bağlıdırlar. Ayrıca her iki ribozom tipi de farklı yolla protein sentezi gerçekleştirir.72

Prokaryot hücredeki ve ökaryot hücredeki DNA'ların yapıları birbirlerinden farklıdır.

Ökaryot hücredeki DNA molekülü çift katlı bir zarla muhafaza edilirken, bakteri hücresindeki DNA molekülü hücre içerisinde serbest durmaktadır.

Bakteri hücresindeki DNA molekülü biçim olarak kapalı bir ilmik görünümündedir, yani daireseldir. Ökaryot hücredeki DNA molekülü ise doğrusal biçimdedir.

Bakteri hücresindeki DNA molekülünde oldukça az sayıda protein vardır. Ancak ökaryot hücredeki DNA molekülü bir uçtan diğer uca kadar proteinlere bağlıdır.

Bakteri hücresindeki DNA molekülü tek bir hücreye ait bilgi taşımaktayken, ökaryot hücredeki DNA molekülü bitkinin tümüne ait bilgileri taşır.

Bazı bakteri türleri fotosentetiktir, yani fotosentez yaparlar. Ancak bitkilerden farklı olarak bakteriler hidrojen sülfit ile sudan ziyade başka bileşikleri kırar ve oksijen gazı salmazlar. Ayrıca fotosentetik bakterilerde (örneğin cyano bakterisinde) klorofil ve fotosentetik pigmentler kloroplast içinde bulunmazlar. Bunlar hücrenin içinde çeşitli zarların içine gömülü olarak dağılmışlardır.

Bakteri hücresi ile bitki/hayvan hücresindeki mesajcı RNA'ların biyokimyasal yapıları birbirlerinden oldukça farklıdır.73



bakteri

Bugüne kadar bir bakterinin başka bir bakteriyi yutması gibi bir olay hiçbir şekilde gözlenmemiştir.


Mesajcı RNA, 3 tip RNA arasında belki de en önemli olanıdır. Çünkü DNA direkt olarak protein sentezlemez. DNA, mesajcı RNA molekülünü sentezler ve mRNA polipeptid amino asitlerinin zincirleme olarak üretilmesi için gerekli bilgiyi içerir. Mesajcı RNA'nın taşıdığı bu bilgiler gerekli yere ulaşınca amino asitler ve proteinler üretilir.

Hücrenin yaşayabilmesinde mesajcı RNA son derece hayati bir görev üstlenmiştir. Ancak mesajcı RNA hem ökaryotik (canlı hücrelerinde) hem de prokaryotik (bakteri hücrelerinde) hücrelerde aynı hayati görevi üstlenmiş olmasına rağmen, biyokimyasal yapıları birbirlerinden farklıdır. Science'ta  yayınlanan bir makalesinde Darnell konuyla ilgili olarak şöyle yazmıştır:


Mesajcı RNA oluşumunun biyokimyasında ökaryotlar ve prokaryotlar kıyaslandığında fark o kadar büyüktür ki prokaryot hücreden ökaryot hücreye evrim muhtemel değildir.74


Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz bakteriler ve bitki hücreleri arasındaki büyük yapısal farklılıklar evrimci bilim adamlarını büyük çıkmaza sokmaktadır. Bazı bakterilerin ve bitki hücrelerinin sahip oldukları ortak yönler olmasına rağmen, bu yapılar genel olarak birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Hatta bakterilerde hiç organel bulunmamasına rağmen, bitki hücrelerinde çok kompleks işlevlere sahip birçok organel bulunması bitki hücresinin bakteri hücresinden evrimleştiği iddiasını kesin olarak geçersiz kılmaktadır.

Nitekim Ali Demirsoy da bizzat aşağıdaki sözleriyle bu durumu açıkça itiraf etmektedir:


Karmaşık hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek meydana gelmemiştir.75


Ali Demirsoy'un Hastalıklar Hakkındaki Sağlıksız Yorumları



Ali Demirsoy Ceviz Kabuğu programında evrim teorisini büyük bir hararetle savunurken, yaratılışa karşı kendince deliller sunmaya çalışmıştır. Bu konuda öne sürdüğü en önemli delilinin ise hastalıklar olduğu görülmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, insan bedeninin Allah tarafından yaratıldığına karşı çıkmış, "eğer yaratılmış olsaydı, bu kadar hastalığı ve kusuru olmazdı" demiştir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Demirsoy'un bu iddiası bilimsel bir iddia değildir. Çünkü Demirsoy hastalıkların "amacını" konu edinmektedir. Oysa bilim varlıkların ve olguların amacıyla değil, işleyişi ve kökeniyle ilgilenir. Bunu evrim teorisini savunan bilim adamları da kabul edeceklerdir.

İkincisi, Demirsoy'un iddiası son derece mantıksızdır. Kendisi, insan vücudunun tasarlanmış olduğunu gösteren delillere karşı, "ama bu tasarımda kusurlar var, demek ki tasarlanmış değil" şeklinde mantık yürütmektedir. Oysa, bir varlığın tasarlanmış olup olmadığını anlamanın yolu, "kusurlu" olup olmadığını araştırmak değil, "tesadüfen" oluşmasının mümkün olup olmadığını araştırmaktır. Eğer tesadüfen oluşması matematiksel olarak imkansız ise, o zaman o nesnenin tasarlanmış olduğunu kesin olarak anlarız. Canlılarda ise durum tam bu şekildedir. Çünkü her canlının en küçük yapıtaşı olan proteinlerin en basitinin bile tesadüfen oluşma ihtimali, matematikte "imkansız"ın başladığı nokta olarak kabul edilen 10 üzeri 50'de 1'den çok çok daha küçüktür. (Ali Demirsoy'un örneğini tekrarlarsak, tek bir Sitokrom C proteininin tesadüflerle sentezlenmesi, "bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele basarak insanlık tarihini hatasız yazması" gibidir.)

Bu bilimsel ve mantıksal açıklamaların ardından, Allah tarafından yaratılmış olduğu aşikar olan insanda neden hastalık ve kusurlar olduğu sorusuna dini açıdan bakabiliriz. Çünkü başta belirttiğimiz gibi bu bilimsel bir soru değil, dini bir sorudur.

Allah tarafından yaratılmış olan bir beden, yine yaratılış amacına uygun olarak, özellikle yaşlanmaya, kusurlar ve hastalıklarla karşılaşmaya başlayabilir. Çünkü Allah insanları, kibirden, Allah'a karşı büyüklenmekten veya dünyaya hırsla bağlanmaktan korumak için, eksik ve kusurlu olarak yaratmıştır. Nitekim bir ayette "Allah sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa Suresi, 28) buyrulur ve insanın zaafları hatırlatılır. Bir başka ayette ise, insanın yaşlanmasının Allah'ın belirlediği bir plan üzere olduğu şöyle bildirilmektedir:

Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye, ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz, Allah bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70)

Yaratılış, insanın hiç hastalanmayacak, hiç yaşlanmayacak, hiç kusur ve eksiklik göstermeyecek bir bedenle yaratıldığı anlamına gelmemektedir ki, yaşlılık, hastalık ve kusurlar "evrim lehinde" bir delil olsun. Aksine bunlar, çok büyük hikmetlerle ve özel olarak yaratılmış süreçlerdir.

Prof. Demirsoy ve diğer evrimciler, evrim teorisi lehinde bir iddia öne sürmek istiyorlarsa, yapmaları gereken şey, canlıların tesadüfen ortaya çıktıkları iddiasına kanıt bulmaktır. Örneğin insanın solunum sisteminin, beslenme sisteminin, duyma sisteminin, kemik yapısının, eklemlerinin, boşaltım sisteminin nasıl olup da sözde "evrim mekanizmalarıyla" (mutasyonla ve doğal seleksiyonla) ortaya çıktığını açıklamalıdırlar. Bunu ise elbette yapamamaktadırlar; çünkü bu organ ve sistemler, "indirgenemez komplekslik" özelliğine sahip olan yapılardır ve hayali evrim mekanizmalarıyla aşama aşama gelişmeleri imkansızdır.

Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini temelinden yıkmıştır.76

Prof. Demirsoy'un bizzat Darwin tarafından ortaya konmuş olan bu kıstası görmezden gelmesi, buna karşılık "eğer insan yaratılmışsa neden hasta oluyor" gibi bilim ve mantık dışı spekülasyonlara bel bağlaması, bizlere bir kez daha evrim savunucularının içine düştükleri bilimsel krizi göstermektedir.


Ali Demirsoy'un Saat Çarkları Yanılgısı



Philip Johnson, ABD'deki en önde gelen üniversitelerden biri olan California Berkeley'de uzun yıllar boyunca hukuk profesörlüğü yapmış ünlü bir akademisyendir. Kariyerinin bir aşamasında biyoloji ile ilgilenmeye başlamış, bu konuda çok kapsamlı araştırmalar yürütmüş, evrim teorisine yoğunlaşmış ve bu teoriye karşı çok önemli eleştiriler getirmiştir. 1991 yılından itibaren bu konuda pek çok kitap ve makalesi yayınlanmış, evrimci biyologlarla girdiği bilimsel tartışmalarda üstünlüğünü kanıtlamıştır.


Prof. Dr. Philip Johnson

Prof. Dr. Philip Johnson


Profesör Johnson, uzun yıllar süren hukuk kariyerinin ardından neden evrim teorisine ilgi duyduğunu ise şöyle açıklar:


Evrim teorisini savunan kitapları incelediğimde, suçluların hakimleri yanıltmak için başvurdukları küçük mantık oyunlarının benzerleriyle karşılaştım. Ve o zaman tüm bu evrim hikayesinin ardında bir şeylerin gizlendiğini fark ettim.77


Bu küçük mantık oyunlarından biri, Ceviz Kabuğu programında Prof. Ali Demirsoy tarafından da kullanılmıştır. Demirsoy, mutasyonların bir saate isabet eden rastgele değişikliklere benzetilmiş olmasını konu edinmiş ve şöyle demiştir:


Mutasyona çok yüklendiler izin verirseniz anlatayım. Mutasyonla değişim bir aldatmacadır (dediler). Bu bir saatin parçasının değiştirilmesine benzer. Parçası değiştirilen saat çalışır mı yargısına varılmış ve Sayın Babuna'nın da başkan olduğu vakıf yüzbinlerce adet kitap halka, öğretim üyelerine bedava hediye etmiştir. Şimdi mantıklı yargılama gücüne sahip yani düşünen insan kimliğindeki Allah'ın bir kulu bir insan kalkıp da şu soruyu sormamıştır. Parçaları değiştirmeyi akleden birileri çıkmasaydı biz hala devenin kuyruğunu tutarak ya da güneş saatine ya da kum saatine bakıyor olacaktık. Bu parçalar küçük küçük zaman içinde değiştirildiği için on binlerce saat çeşidi ortaya çıkmıştır.


Ali Demirsoy, bu sözleriyle büyük bir çelişkisini ortaya koymaktadır. Bu çelişkiyi ortaya koymak için, öncelikle mutasyonların ne olduğuna kısaca bakalım.

Mutasyonlar, canlıların genleri üzerinde gerçekleşen rastgele değişikliklerdir. Genellikle radyasyon, yüksek ısı gibi dış etkiler sonucu meydana gelirler. Dolayısıyla bir mutasyon, genetik yapıya isabet eden bir "darbe" sayılabilir. Bunun nasıl bir etki oluşturacağını gözümüzde canlandırabilmek için de, Demirsoy'un sözünü ettiği saat örneğini kullanabiliriz. Bir çalar saati alın, gözünüzü kapatıp içindeki çarklardan birini koparın veya saate bir çekiçle vurun; elbette bu şekilde saati bozarsınız. İşte mutasyonlar da genetik yapıyı bu şekilde bozarlar.

Demirsoy ise, üstteki sözleriyle, kendinden çok emin bir görüntü altında, çok büyük bir çarpıtma yapmaktadır. "Eğer birileri saatin içindeki çarkları değiştirmese, saatler gelişmezdi" demektedir. Bunu söylerken de çok önemli bir farkı gizlemektedir. Demirsoy'un sözünü ettiği değişiklikler, saatleri geliştirmek için, bilinçli ve amaçlı olarak yapılan değişikliklerdir. Saat yapımcıları "nasıl daha verimli, daha sağlam, daha iyi bir mekanizma geliştirebiliriz" diye düşünmüşler, hesaplamışlar ve ona göre yeni saat tipleri tasarlayıp üretmişlerdir.

Dolayısıyla Sayın Demirsoy'un da anlaması gerekir ki, tesadüfi değişiklik anlamına gelen mutasyonun, vermiş olduğu "saatçilerin saatleri geliştirmesi" örneğiyle hiçbir ilgisi yoktur. Aslında Demirsoy'un vermiş olduğu bu örnek, evrim teorisinin tamamen aleyhinde bir mantık ortaya koymaktadır. Çünkü saat örneği bize göstermektedir ki, kompleks yapılar, ancak bilinçli tasarımlarla gelişir, bilinçsiz müdahaleler sonucunda ise bozulur.

Sayın Demirsoy bu örneği ya üzerinde fazla düşünmeden, hatalı bir muhakeme sonucunda vermiş ya da Prof. Philip Johnson'ın sözünü ettiği "küçük mantık oyunlarından" biri olarak kullanmıştır. Her iki alternatif de, Sayın Demirsoy'un, evrim teorisi hakkındaki inançlarını bir kez daha ve bu kez objektif bir şekilde gözden geçirmesi gerektiğini göstermektedir.


Ali Demirsoy'un "Gözün Evrimi" Yanılgısı



Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde, gözün kökeni hakkında da evrimci bir iddiada bulunmuştur. Programda insan gözünün son derece kompleks olan tasarımı gündeme gelmiş, bu tasarımda en ufak bir eksiklik olsa gözün görmeyeceği belirtilmiş ve Sayın Demirsoy da bunu onaylamıştır. Ancak buna karşılık, gözün rastlantılarla açıklanabileceği iddiasını korumuş ve "açıklama" olarak da Darwin'in 150 yıl önce öne sürdüğü iddiayı tekrarlamıştır: Bu iddiaya göre, doğadaki canlılarda farklı göz yapıları vardır, bazıları insan gözüne göre daha basit yapıdadır ve dolayısıyla söz konusu "basit" görme organlarından kompleks olanlarına doğru bir evrim gerçekleşmiş olabilir.

Ali Demirsoy bu iddiayı belirtip konuyu geçiştirmek istemiştir, ama orijinali Darwin'e ait olan bu iddia bir hurafeden başka bir şey değildir.

Bunun üç temel nedeni vardır:


1) "Basit gözler zamanla kompleks gözlere dönüştü" iddiasını ele almak için, öncelikle fosil kayıtlarına bakmak gerekir. Acaba bilinen en eski göz "basit" bir organ mıdır? Hayır, tam aksine, bilinen en eski göz, şaşırtıcı derecede kompleks olan trilobit gözüdür. Trilobitler, 500-530 milyon yıl önceki Kambriyen devirde diğer pek çok karmaşık tür gibi aniden ortaya çıkmış canlılardır. Fosil kayıtları, bu canlıların gözleri hakkında da çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer almaktadır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.78

2) Kaldı ki, Darwin'in ve Demirsoy'un "ilkel göz" olarak söz ettiği organlar da, asla rastlantılarla açıklanamayan kompleks ve indirgenemez bir yapıya sahiptirler. En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:

Görmek için çok sayıda düzeneğin işbirliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanısıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça "görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?.. Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibikin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?79



trilobit

Bilinen en eski göz olan trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer alır. Günümüzde yaşayan arı, sinek ve diğer böcek türlerinde bulunan ve son derece kompleks bir yapıya sahip olan bu gözlerin birdenbire 500 milyon yıl önce kusursuz biçimde ortaya çıkmasını rastlantılarla açıklamaya kalkışmak akıl ve bilimle bağdaşan bir tavır değildir.


Görüldüğü gibi, her ne kadar Sayın Demirsoy "gözün kökeni" sorununu 150 yıllık köhne Darwinist masallarla geçiştirmeye çalışsa bile, evrimciler bu sorunun evrim teorisini çıkmaza sokan bir gerçek olduğunun farkındadırlar ve bunu kabul etmektedirler.

3) Ali Demirsoy'un Darwin'den aktararak öne sürdüğü gözün evrimi senaryosunun gizlemeye çalıştığı çok önemli bir nokta da, "ışığa duyarlı hale gelen hücre" hikayesidir. Acaba Darwin'in ve diğer evrimcilerin "görme, tek bir hücrenin ışığa duyarlı hale gelmesiyle başlamış olabilir" derken geçiştirdikleri bu yapı, nasıl bir tasarıma sahiptir?


Bu konuyu Darwin's Black Box adlı ünlü kitabında ele alan Amerikalı biyokimya profesörü, Michael Behe, Darwin'in gözün oluşumu hakkındaki yorumlarının, aslında 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyinin bir ürünü olduğunu şöyle belirtmektedir:


Darwin dünyanın büyük bir kısmını modern gözün basit bir yapıdan yavaş yavaş meydana geldiğine ikna etmiş görünüyordu, ama görme olayının başlama noktasının nereden geldiğini açıklamayı denememişti bile. Aksine Darwin, bu basit ışığa hassas noktanın yani gözün kökeni sorusunu bilerek gözardı etmişti... Bu soruyu gözardı etmek için de mükemmel bir bahanesi vardı: Bu tamamen on dokuzuncu yüzyıl bilimini aşmaktaydı. Gözün nasıl çalıştığı - yani, ışık fotonları retinaya ilk düştüğünde neler olduğu - o dönemde açıklanamazdı.80



van allen kuşakları

Prof. Michael Behe


Peki Darwin'in basit bir yapı olarak görüp geçiştirdiği bu sistem gerçekte nasıl çalışır? Gözün retina takabasındaki hücreler, üzerlerine gelen ışık parçacıklarını nasıl algılarlar? Michael Behe kitabında bu sorunun son 20 yılın bilimsel bulguları sayesinde ortaya çıkan cevabını detaylı olarak vermektedir. Son derece karmaşık olan bu sistemin detaylarına burada girmeyeceğiz, ancak tek söylenmesi gereken, retina hücrelerinin içinde gerçekleşen ve ışığın hücre tarafından algılanması işlemlerinin, domino taşları gibi art arda dizilmiş son derece kompleks bir biyokimyasal sistem olduğudur. Bu sistemin yanında "tesadüf", "doğal seleksiyon" gibi evrimci kavramlar gülünç kalmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul 2000, s. 255-257) Michael Behe, gözün kimyası ve evrim teorisi hakkında şu yorumu yapmaktadır:


Darwin'in 19. yüzyılda açıklayamadığı görme olayı ve gözün anatomik yapısı, gerçekten de hiçbir evrimci mantıkla açıklanamaz. Evrim teorisinin öne sürdüğü açıklamalar o kadar basittir ki, gözde yaşanan ve kağıda dökülmesi bile zor olan inanılmaz derecedeki karmaşık işlemleri asla açıklayamaz.81


Dolayısıyla Prof. Ali Demirsoy'un gözün kökenini evrimci bir mantıkla açıklamak (daha doğrusu geçiştirmek) için öne sürdüğü "ilk başta ilkel gözler ortaya çıktı, sonra bunlar kompleks gözlere evrimleşti" şeklindeki senaryo, hiçbir bilimsel temeli olmayan, hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve zaten gerçekleşmesi imkansız olan bir masaldır.


Çevre Şartlarının Genetik Bilgi Üzerinde Etkisi Olduğu Yanılgısı



Sayın Prof. Ali Demirsoy programda, başlangıçta çevre değişikliklerinin canlıların genetik yapısı üzerinde bir etkisi olmayacağını açıkça kabul etmiştir. Ancak bu ifadesinden birkaç dakika sonra, "zürafada boyu uzatan genler baskın çıkıyor. Uzatan genler yığılıyor, kısa genler eleniyor ve uzun süre sonra uzun boylu olunuyor" ifadesiyle zürafaların boylarının uzamasını çevre değişikliğine bağlayınca, ilk ifadeleriyle çok açık bir çelişkiye düşmüştür. Kendisine çevre değişikliklerinin yeni genetik özellikler meydana getiremeyeceği hatırlatılmıştır. Bunun üzerine, Sayın Demirsoy şu kelimelerle özetleyebileceğimiz bir cevap vermiştir:


"Zürafanın boyunun uzama özelliği sonradan kazanılmıyor. Bu özelliği taşıyan gen zürafada zaten vardı. Ama çevre şartları değişmeden önce baskınlık kazanmamıştı. Çevre şartları değişince boyu uzatan genler baskın hale geldi ve böylece zürafaların boyu uzadı."


Yani Sayın Demirsoy şunu demeye getirmiştir:

"Zürafanın boyunu uzatan gen eskiden beri bu türün kromozomlarında vardı. Bu gene ihtiyaç olmadığı dönemlerde baskın değildi, ama sonradan yüksek dallara uzanması gerektiği ortamda uzun boy geni baskınlık kazandı ve ön plana çıktı."

İşte bu cevap, evrimcilerin, genlerin evrimi konusunda sıkıştıklarında ortaya attıkları en klasik cevaptır. Bu cevapla asıl o genlerin nasıl tesadüfen ortaya çıktığını açıklama imkansızlığını örtbas etmeye çalışırlar. Oysa, bu cevap hem çelişkili, hem mantıksız, hem de dayanaksızdır.

Çelişkilidir, çünkü evrim teorisinin "genler önceden varolageliyordu, uygun şartlarda baskın hale geldiler" gibi bir iddiası hiç olmamıştır. Teori, "mutasyonların ortaya çıkardığı sözde olumlu özelliklerin doğal seleksiyonla seçilmesi" şeklinde temel bir mekanizma tarif etmiş, "evrimin ilerletici gücü" olarak da bunu benimsemiştir. Sayın Demirsoy'un varsayımı ise teorinin bu temel kabulüyle taban tabana zıttır. Zira evrimci otoriteler dahi doğal seleksiyonun fenotipe yansımayan genler üzerinde seçici etkisi olamayacağını bizzat kendileri kabul etmektedirler. Sayın Demirsoy, soruyu cevapsız bırakmama çabasına girince, teorinin temel kabulleriyle çelişkiye düşmüştür.

Mantıksızdır, çünkü böyle bir varsayımın kabulü halinde, tüm türlere ait tüm genetik özelliklerin daha önceki türlerin genlerinde mevcut olduğu, bunların sonradan uygun şartlarda ortaya çıktığı gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Sayın Demirsoy'un kendi örneği üzerinden devam edecek olursak, zürafanın uzun boy geninin, teoriye göre zürafanın atası olan memeli türlerinin, onlardan önce kuşların, onlardan önce sürüngenlerin, onlardan önce de balıkların genlerinde bulunduğu gibi mantıksız bir neticeye ulaşılmaktadır.

Dayanaksızdır, çünkü, eğer Sayın Demirsoy'un iddiası doğru olsaydı, bugün de bunu doğrulayacak genetik veriler bulunurdu. Örneğin, aynı örnek için, zürafanın uzun boy geninin başka türlerin kromozomlarında "saklı" biçimde bulunması gerekirdi. Sadece bu gen değil, insanın iki ayaklı yürüyüşüne ait genetik bilgilerin, kedinin gece görüşüne ait genetik bilgilerin ve buna benzer birçok özelliklerin en azından belli bir kısmının diğer canlı türlerinde de tespit edilmesi gerekirdi. Ama bugüne kadar böyle bir tesbit söz konusu değildir, Sayın Demirsoy'un iddiası mesnetsizdir.


hayvan gözleri

Tek bir tanesi dahi eksik olsa işlev göremeyecek olan sayısız parçadan oluşan gözler evrim teorisi açısından başlı başına bir çıkmazdır.


Ali Demirsoy'un Evrenin Kökeni ve Einstein Hakkındaki Yanlış Yorumu




Albert Einstein


Ali Demirsoy'un Ceviz Kabuğu programında ileri sürdüğü asılsız iddialardan bir diğeri, çağımızın ünlü fizikçisi Albert Einstein hakkındadır. Einstein'in 20. yüzyılın başlarında yaptığı astrofizik hesaplamalara bazı teorik katsayılar eklediği ve bundaki amacının ise hesaplamalarını o dönem yaygın kabul gören "sonsuz evren" modeline uydurmak olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim Einstein daha sonra bunu kariyerinin en büyük hatası olarak nitelemiştir. İşte Ali Demirsoy, Einstein'in bu yanılgısını belirtmiş ama bu arada çok önemli bir çarpıtma yapmıştır: Einstein'in, Allah'a inandığı için bu yanılgıya düştüğünü iddia etmiştir.

Oysa gerçek tam tersidir. Ve Demirsoy'un bu iddiası, son derece temel bir bilgi eksikliğinin ortaya dökülmesinden ibarettir. Şöyle ki:

Birincisi; "Sonsuz evren" düşüncesi Ali Demirsoy'un çarpıtmaya çalıştığı gibi yaratılışın bir iddiası değil, tam tersine materyalistlerin, evrimcilerin ve yaratılış karşıtlarının yüzyıllardır savunduğu bir iddiadır. Kökeni Antik Yunan'a dek uzanan bu "sonsuz evren" fikri, her devirde, ateistlerin, materyalistlerin ve din düşmanlarının felsefelerinin temelini oluşturmuştur. Bu görüş evrenin sonsuz büyüklükte olduğunu, zaman içinde sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini, bir başlangıcı olmadığını, dolayısıyla yaratılmadığını savunur.

Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkmaktaydı:


Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.82


Oysa bilim, Politzer'in ve tüm diğer materyalistlerin derin bir yanılgı içinde bulunduklarını, evrenin "yoktan yaratıldığını" 20. yüzyılda gelişen "Big Bang" teorisi ile kanıtlamış durumdadır.


Edwin Hubble

Edwin Hubble


İkincisi; Ali Demirsoy'un anlattığı olayın aslı şudur: Sonsuz evren modelinin geçersizliğini 20. yüzyılda ilk fark eden bilim adamı Albert Einstein'dir. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin sonsuz ve durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak o ana kadar evrenin sonsuz ve sabit olduğu şeklindeki materyalist görüş astronomiye hakim olduğu için Einstein bu sonuç karşısında son derece şaşırmıştı. Dönemindeki astronomların da baskısıyla buluşunu hakim olan sonsuz evren modeline uydurabilmek için denklemlerine "kozmolojik sabit" adını verdiği bir faktör ilave etmişti.

Görüldüğü gibi Einstein buluşunu, sahip olduğu Allah inancına uydurabilmek için değil, tam tersine o dönemde tüm bilim dünyasına hakim olan materyalist dogmaya ters düşmemek için uyarlamak zorunda kalmıştır.

Üçüncüsü; Ali Demirsoy'un sözünü ettiği Edwin Hubble isimli bilim adamı ise evrenin genişlediğini, dolayısıyla sonlu olduğunu ve bir başlangıcı olduğunu ortaya koyarak "sonsuz ve durağan evren" şeklindeki materyalist görüşü kökünden yıkmıştır. Evrenin bir başlangıcı olması demek onun yoktan var olduğu, diğer bir deyimle, "yaratıldığı" anlamına gelmekteydi. Hubble'ın ortaya koyduğu, Ali Demirsoy'un da tasdik ettiği bu bilimsel gerçek, yani evrenin sonsuz olmadığı, bir başlangıcı olduğu ve genişlediği gerçeği ise büyük bir mucize olarak Kuran'da 14 yüzyıl öncesinden haber verilmekteydi:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz, onu genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew da evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sonlu olduğunu ispatlayan Big Bang teorisinin dini kaynakları doğruladığını şöyle itiraf etmektedir:


İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.83


Görüldüğü gibi Ali Demirsoy'un saptırmaya çalıştığının aksine, evrenin sonlu olduğu ve başlangıcı olduğu yani "yaratıldığı" Kuran'ın bildirdiği bir gerçektir. Evrenin sonsuz olduğu, sonsuzdan gelip sonsuza gittiği şeklindeki bilim dışı ve dogmatik iddia ise materyalistlerin, ateistlerin savunduğu bir safsatadır.

Kısacası modern bilim Ali Demirsoy ve benzeri diğer materyalistlerin ve evrimcilerin iddia ettiklerinin aksine Kuran'ı tasdik etmekte, materyalist görüşü ise reddetmektedir.

Tüm bunlardan çıkan sonuç, Ali Demirsoy ve temsil ettiği evrimci zihniyetin, kendi önyargılarını savunmak ve bilimsel gerçekleri -her ne kadar aksini ispat etseler de- kendi dogmalarına alet edebilmek için ne derece vahim mantık ve muhakeme bozukluklarına düşebildikleridir.


Ali Demirsoy'un "Tercüme Çarpıtması" İddiası



Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde, Darwin'in Türkler aleyhindeki hakaretamiz sözleri de gündeme gelmiştir. Ali Demirsoy, bir Türk olarak Avrupa'da Türk düşmanlığı ile karşılaştığını, buna çok üzüldüğünü anlattıktan sonra, programa katılan diğer yorumcular, bu Türk düşmanlığının temelinde Darwin'in ırkçı teorilerinin ve hatta doğrudan Türkleri hedef alan sözlerinin yattığını haklı olarak belirtmişlerdir. Gerçekten de Avrupa ırkçılığından ve Türk düşmanlığından rahatsızlık duyan Demirsoy'un, aynı zamanda her iki kavramın da sözde bilimsel kökenini oluşturan Darwinizm'e bağlı olması büyük bir çelişkidir.

Demirsoy da bu çelişkiyi fark etmiş olacak ki, "Darwin'in aslında Türk düşmanı olmadığını, buna delil olarak kullanılan alıntının çarpıtılarak tercüme edildiğini" ileri sürerek durumu kurtarmaya çalışmıştır. Oysa Demirsoy'un iddiası doğru değildir:


1) Ali Demirsoy Darwin'in Türkler hakkındaki hakaretamiz sözlerinin "Charles Darwin'in oğlu tarafından" söylendiğini ileri sürmüştür. Oysa gerçekte söz konusu sözler Charles Darwin'e aittir ve Darwin'in W. Graham adlı dostuna yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda geçmektedir. Ancak bu mektubu diğer pek çok mektupla beraber toplayıp kitap halinde yayınlatan kişi Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'dir.

2) Alıntıda Darwin'in Türkler hakkında hakaret boyutunda sözler söylediği tartışılmaz bir gerçektir. Türklerden bahsederken açıkça "lower races" ifadesini kullanmaktadır ki, anlamı "aşağı ırklar"dır.

3) Ali Demirsoy'un "tercüme çarpıtması" derken kast ettiği husus, muhtemelen alıntıda geçen "Turkish hollow" sözcüğünün tercümesiyle ilgilidir. Bu ifade ilgili kaynaklarda genellikle "Türk barbarlığı" olarak tercüme edilmektedir ki, Demirsoy'un itirazı ancak buna yönelik olabilir.


Ancak söz konusu tercümede kesinlikle bir çarpıtma yoktur. "Hollow" sözcüğünün İngilizcedeki ilk anlamı, "boşluk"tur. İçi boş bir yapıyı tarif eder. Örneğin kuş kemiklerinin içi boştur ve bundan "hollow bone structure" diye söz edilir. Ancak eğer Darwin'in "Turkish hollow" sözcüğü bu şekilde tercüme edilirse "Türk boşluğu" demek gerekecektir ki, bunun Türkçede bir mana taşımayacağı açıktır. Darwin'in kastı da bu olmamalıdır.

Nitekim kelimenin ikinci, üçüncü anlamlarına baktığımızda, konu biraz daha anlaşılır. İngilizce'nin en temel sözlüklerinden biri sayılan, 250 bin kelimelik, 1644 sayfalık Webster's New Universal Unabridged Dictionary'de hollow kelimesi "without real of signigicant worth" (gerçek veya kayda değer bir değerden yoksun) olarak tanımlanmaktadır.84 Bunun Türkçe karşılığı ise "değersizdir".

Dolayısıyla Darwin "Turkish hollow" derken "Türk değersizliği" demek istemiştir.

Ancak Türkçe kullanım açısından "Türk değersizliği" ifadesi de gariptir. Dolayısıyla kastedilen manayı tam verebilmek için, uygun bir Türkçe kelime aramak gerekir. İşte "barbar" kelimesi bu noktada tercih edilmiştir. Çünkü Darwin "Türk değersizliği" derken, Türk milletinin kayda değer bir vasfa, kültür ve medeniyete sahip olmadığını iddia etmektedir ki, "medeniyetten yoksun, medenileşmemiş" anlamına gelen "barbar" kelimesi bu manayı birebir karşılamaktadır.

Sonuçta alıntının Türkçe tercümesinde hiçbir çarpıtma bulunmamaktadır. Sadece, kelimenin birebir tercümesi değil, aynı anlamı ifade edecek bir başka Türkçe kelime seçilmiştir ki, bu da tercümelerde kullanılan meşru bir tekniktir. Tüm bunlara rağmen, Ali Demirsoy "barbar" kelimesini kabul etmediği takdirde geriye kalan tek seçenek olan "değersiz" kelimesini tercih etmek zorunda kalacaktır ki bu durumun da ne Türk Milleti'ni bu şekilde tanımlayan Darwin'i ne de ona büyük sevgi ve hayranlık besleyen takipçilerini mazur göstermeyeceği açıktır.


Ali Demirsoy'un "Yaratılışı Savunanı Üniversiteden Atma" Tehdidi



Ali Demirsoy'un "evrim delili" sandığı örnekler bu kadar çürük iken, kendisi, evrim teorisine bağlılık anlamında çok büyük bir dogmatizm sergilemiştir. Canlıları Allah'ın yarattığını savunan bir insanı bilim adamı saymayacağını, böyle bir insanı "kolundan tutup üniversitenin kapısına koyacağını", "asla akademik kariyer yapmasına izin vermeyeceğini" söylemiştir. Bu, evrimcilerin, tamamen yanlış bir teoriye inanmalarına rağmen, ne kadar "gözü kapalı" bir tarafgirlik içinde olduklarını gösteren çok önemli bir örnektir.

Demirsoy'un, programın sunucusu Hulki Cevizoğlu ile diyaloğu sırasında sarf ettiği bu sözlerin dökümü aşağıdaki gibidir:


Hulki Cevizoğlu- Allah inancınızı soruyorum.

Ali Demirsoy- Bakın bir bilim adamına bu sorulmaz. Eğer bir bilim adamı herhangi bir şekilde Tanrı'ya inanırsa üniversitede bulunmaması lazım....

Hulki Cevizoğlu- Demin söylediğiniz çok çarpıcı bir şey. Tanrı'ya inanan bilim adamı olamaz mı dediniz?

Ali Demirsoy- Mümkün değil. Çünkü doğal kuralların konulduğu yerden siz Tanrısal tasarıma inanıldığı bir yerde siz değiştirmeye kalkamazsınız ki. Bu nedenle de semavi dinlerin yoğun olarak uygulandığı yerlerde bilimin gelişmesinde çok büyük engeller olmuştur.

Hulki Cevizoğlu- Siz hala üniversitede devam ediyorsunuz.

Ali Demirsoy- Şimdilik devam ediyoruz.

Hulki Cevizoğlu- Asistanlarınız, sizin yanınızda çalışan akademik çalışma yapan var mı arkadaşlarınız?

Demirsoy- Doğal olarak var tabi. Çok hem de.

Hulki Cevizoğlu- Yani ne bileyim doçentlik tezlerine doktora jürilerine girdiğiniz öğrencileriniz yok mu?

Ali Demirsoy- Var. Olmaz olur mu?

Hulki Cevizoğlu- Ben şimdi size kendimden örnek vereyim de kimsenin adı geçmesin. Ben sizin öğrenciniz olsam sizin üniversitenizde bir doktora öğrenci olsam ve tezimi sizin de bulunduğunuz bir jüride savunuyor olsam, siz önce bana tezimi kabul edip etmemek için önce inançlı olup olmadığımı test edip, ona göre mi…

Ali Demirsoy- Kesinlikle hayır. Öyle birşey soramayız. O insan haklarına aykırı.

Hulki Cevizoğlu- Ama peki Tanrı'ya inanan bilim adamı olamaz derseniz, bilim adamı olmanın temelinde de önce doktora yapmak geliyor.

Ali Demirsoy- Özür dilerim inanma başka şey eylem başka şey siz eğer tezin içerisine yazarsanız ki "Bu Allah'ın hikmetidir yapacak bir şey yok". Ben o gün sizi üniversiteden dışarı atarım.


Demirsoy'un "tezin içine bu Allah'ın hikmetidir yazarsa" ifadesiyle kast ettiği, bir bilim adamının doktora tezinde canlıların yaratılmış olduğu sonucuna varmasıdır. Ve Demirsoy, bu sonuca varan bir kimseyi "üniversitenin dışına atacağını" söylemektedir. Yani ya Ali Demirsoy gibi 19. yüzyıldan kalma Darwinist hurafelere inanmak gerekmektedir ya da üniversitede hayat hakkı yoktur. Hiç şüphesiz Ali Demirsoy'un bu yaklaşımı, bilim adamı kimliğiyle hiçbir şekilde uyuşmayan, son derece baskıcı ve dogmatik bir tavırdır.


Ali Demirsoy'un Biyolojik Faşizm Yanılgısı




Ali Demirsoy


Türkiye'nin en önde gelen Darwinistlerinden biri olan Prof. Ali Demirsoy'un bir özelliği de, 19. yüzyılın sonlarında bazı evrimci biyologlar tarafından geliştirilen ve sonra da Nazi Almanyası'nda uygulanan "öjeni" adlı teoriye inanmasıdır.

Öjeni, "ırk ıslahı" anlamına gelen bir kavramdır. Darwin'in yolunu izleyen biyologlar tarafından ortaya atılmıştır. İnsanları bir hayvan türü olarak gören, dolayısıyla hayvanlar için geçerli kuralları insanlara uygulayan öjeni teorisyenleri, insan neslinin de inekler veya köpekler gibi "hayvan yetiştiriciliği" yöntemiyle geliştirilmesini hedeflemiştir. Öjeni teorisyenlerine göre bir toplumdaki sakatlar ve hastaların çoğalması önlenmeli, (gerekirse bunlar öldürülmeli) sağlıklı bireyler ise bolca "çiftleştirilerek" sağlıklı ve güçlü nesiller oluşturulmalıdır.

Bu teoriyi ilk kez isimlendiren ve uygulayan kişi, Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton'dur. Galton'dan sonra ise, Almanya'nın en ünlü Darwinist biyoloğu Ernst Haeckel (1834-1919), bu teoriyi geliştirmiştir. Haeckel, bir ırkı geliştirmek ve sözde evrimsel ilerlemesini hızlandırmak için, sakat, geri zekalı ve kalıtsal hastalıklara sahip insanların öldürülmesini savunmuştur! Haeckel, Wonders of Life adlı kitabında, "sakat doğan bebeklerin hiç vakit yitirilmeden öldürülmesini" savunmuş ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek "bunun bir cinayet sayılmayacağını" iddia etmiştir.85 Haeckel sadece sakat doğan bebeklerin değil, toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların "evrim yasaları" gereğince ayıklanmasını istemiştir. Hastaların tedavi edilmesine karşı çıkmış, bu tedavinin doğal seleksiyonu engellediğini ileri sürerek şöyle yazmıştır:


İyileşmesi mümkün olmayan yüz binlerce hasta, örneğin akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun geneline hiçbir yarar getirmemektedir... Bu kötülükten kurtulabilmek için, yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemiyle hastalara hızlı ve etkili bir zehir verilmelidir.86



Ernst Haeckel

Ernst Haeckel



Haeckel'in teorisini kurduğu bu vahşet, Nazi Almanyası tarafından uygulamaya kondu. Darwin'in ırk teorisini benimseyen Naziler, iktidara geldikten kısa bir süre sonra, resmi bir öjeni politikası başlattılar. Alman toplumu içindeki akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel "sterilizasyon merkezleri"nde toplandılar. Bu kişilere, Alman ırkının saflığını ve evrimsel ilerleyişini bozan parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre sonra toplumdan soyutlanan bu insanlar, Hitler'den gelen gizli bir talimata göre öldürülmeye başlanacaktı.

Naziler bu insanlık dışı teoriyi uygulamakta gecikmediler. İktidara geldikleri 1933 yılında "ırksal sterilizasyon" kanunları çıkartıldı. Bu kanunlara göre sakatlar, zeka özürlüler, hastalıklı kimseler kısırlaştırılmalı ve böylece üremeleri engellenmeliydi. Hatta, toplumdan soyutlanmalı ve bu nedenle belli merkezlerde toplanmalıydılar. Naziler bu merkezleri vakit yitirmeden kurdular ve pek çok insanı buralara toplayıp hayvan muamelesi gösterdiler. "Nazi Kutsal Sağlık Mahkemeleri" ilk üç yıl içerisinde 80.000 kişiye kısırlaştırma ameliyatı yaptı.

Zaman içinde Almanların öjeni politikaları daha da şiddetlendi ve sonuçta geri zekalılara, delilere ve diğer istenmeyen kişilere "ötenazi" uygulandı. Yani bu kişiler, ilaç verilmek suretiyle öldürüldüler. Bu dönemde kaydedilmiş bazı film ve fotoğraf görüntüleri, Nazi doktorları tarafından zehir enjekte edilerek öldürülen binlerce akıl hastası veya sakat insanın içler acısı durumunu göstermektedir.87 Yaşlılar ve küçük çocuklar dahi bu vahşetin hedefi olmuşlardır.

Nazi Almanyası'nın ortadan kalkmasıyla birlikte, öjeni teorisi de unutulmaya yüz tutmuştur. Ama ne ilginçtir ki, Türkiye'nin en önde gelen Darwinistleri'nden biri olan Prof. Ali Demirsoy, bu vahşet teorisini yeniden uygulama niyetindedir. Prof. Demirsoy, bu konudaki görüşlerini, Aralık 1997'de Ankara'da düzenlenen "Türkiye Sorunlarına Çözüm Konferansı"nda ortaya koymuştur. Demirsoy'un konferans kayıtlarında geçen ilgili ifadesi aynen şu şekildedir:


Her ne kadar politikacılar kürsülerden sık sık 'halkın sağduyusuna güven' diye bağırsalar da, bir toplumun sağduyuyla yönlendirilemeyeceği açıktır. Bakın, bu kayık su alıyor, diyoruz ki; "bu kayığın içerisinden birilerinin ayıklanması lazım". Eğer derseniz ki; "yok illa efendim bir söyleneni anlamayan, hırsızlık yapan adamlar bu kayığın içinde kalsın"... Bana sorarsanız, ben biyolojik bir faşistim, ana karnında dördüncü ayında bu özellikleri gösteren kişileri dışarı almak lazım.88


Kısacası Ali Demirsoy, evrimci biyologların anne rahmindeki bebekleri genetik olarak incelemelerini ve "mahsurlu" gördükleri bebekleri, doğumuna izin vermeden anne rahminden çıkarmalarını, yani öldürmelerini savunmaktadır. Bunun 1930'larda Nazi Almanyası'nda uygulanan vahşetlerden hiçbir farkı yoktur. (Bunun son derece hatalı bir düşünce olduğu da açıktır, eğer bir insan genetik olarak "olumsuz" özelliklere sahip olsa, örneğin Demirsoy'un söylediği gibi, "laf anlamayan", hırsızlık yapmaya yatkın biri olsa bile, eğitim yoluyla kolaylıkla topluma kazandırılabilir. Genler, insan davranışlarını yönlendiren etkenlerden sadece birisidir ve bir insanın kültürü ve dünya görüşü her zaman için daha baskındır.)

Ceviz Kabuğu programında da Ali Demirsoy'un bu görüşü gündeme gelmiş ve kendisi "biyolojik faşizm"in savunmaya devam etmiştir.

Sonuçta, 21. yüzyılda ülkemizde biyoloji konusunda en önde gelen isimlerden biri olan bir bilim adamının hala Nazi teorilerine inanması, bunları ciddi ciddi savunması, ülkemiz açısından oldukça endişe verici bir durumdur. Görülen odur ki, ülkemizdeki evrimci topluluğun acil bir zihniyet değişikliğine ihtiyacı vardır. Yoksa, "Allah yarattı diyeni üniversiteden atarım" veya "genetik yönden uygun bulmadığım bebekleri dördüncü ayda öldürürüm" gibi akıl almaz düşüncelerle, Türkiye'nin toplumsal barış ve huzuruna yönelik büyük bir tehdit haline geleceklerdir.


Sayın Demirsoy'a Bir Tavsiye



Önceki sayfalarda Prof. Ali Demirsoy'un yanılgılarını bilimsel kanıtlarla açıkladık. Ancak tüm bunların yanında, kendisini -ve diğer pek çok evrimciyi- evrimci olmaya zorlayan birtakım ideolojik ve hatta psikolojik etkenler vardır ki, bunları da belirtmeyi gerekli görüyoruz.

Sayın Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde, Türkiye'yi ve İslam dünyasını sevdiğini, "milletine ve hatta ümmetine hizmet etmek için" biyoloji ile uğraştığını belirtmiştir. Bu kuşkusuz takdir edilecek bir yaklaşımdır. Ancak Sayın Demirsoy artık fark etmelidir ki, "hizmet" için seçmiş olduğu yol yanlıştır. Kendisi "yaratılış dogmadır, Darwinizm bilimdir" şeklindeki, sürekli tekrarladığı yanlış ve dar bir şablon içinde düşünmekte, bu yanılgı içinde farkında olmadan hem çevresine hem de kendisine zarar vermektedir. Biyolojik araştırmalarında gösterdiği titizliği, bu araştırmaları yorumlarken de göstermeli, dogmatizmden gerçekten uzak durarak canlılığın kökenini bir kez daha düşünmelidir.

Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, "ben bunca yıl evrim teorisini savundum, bundan vazgeçersem itibarımı yitiririm" şeklindeki muhtemel bir düşünce de son derece yanlış olacaktır. Dürüst, şahsiyetli ve onurlu bir insan, yaptığı hatayı fark ettiğinde, bu hata ne kadar büyük olursa olsun, hiç tereddüt etmeden bunu terk eden ve gördüğü gerçeği kabul eden insandır. Hatasını görmek ve düzeltmek insanı küçültmez, büyütür. Büyük insanlar, kibirlerini, gururlarını, "insanlar ne der" endişelerini bir kenara bırakıp, tam bir samimiyet içinde sadece gerçeğin peşinde giden insanlardır.

Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde, Sayın Demirsoy'un iç dünyası da kısmen ekranlara yansımıştır. Kendisinin katı, duygusuz, ruhsuz bir insan olmadığı tüm izleyiciler tarafından görülmüştür. Ailesinin kaybından dolayı yaşamış olduğu derin üzüntü ve onlara karşı olan sevgisi aşikardır.

Peki ama Sayın Demirsoy hiç düşünmüş müdür; "seven, üzülen, hatıraları olan, sevdiklerine özlem duyan, merhamet eden, tüm bunları hisseden ben kimim" diye?

Sayın Demirsoy'un inandığı evrim teorisine göre, insan, rastgele yan yana gelmiş atomlardan, moleküllerden ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan ibarettir. Oysa bizzat Sayın Demirsoy'un—ve tüm insanların—duyguları, bu iddianın saçmalığını göstermeye yeter. Seven, üzülen, hatıraları olan, özlem duyan, ağlayan, kimi zaman öfkelenen insan, nasıl olur da "atomlar, moleküller ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar"dan ibaret olur? Hangi atom hissetmeyi bilir? Hangi atom ailesini sever, sevdiklerini özler, hayal kurar, kendisine amaç belirler?

İnsanın bir "atom yığını" olmadığı, bunun çok daha ötesinde, farklı bir benliğe sahip olduğu aşikardır. Bu benlik, şu veya bu atom, mokekül veya reaksiyon değil, madde ötesi bir varlık olan "ruh"tur.

Ve bu ruhu yaratmış olan sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı vardır.

Sayın Demirsoy'a bu gerçek üzerinde tekrar düşünmesini tavsiye ediyoruz. Belki şimdiye kadar bu konu ne zaman aklına gelse, "bunlar dogmatik fikirler, düşünmemem lazım" gibi yanlış bir mantıkla kendisini aldatıp düşünmekten kaçınmış olabilir. Ama gerçeği görmenin ve kabul etmenin yaşı yoktur. Ve başta belirttiğimiz gibi, bu gerçeği görmek Ali Demirsoy'u küçültmeyecek, aksine büyütecektir. Ve ona bambaşka bir hayatın kapılarını açacaktır.


Dipnotlar



       43   Frank Salisbury, "Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution", American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 338.
44   Journal of Molecular Evolution, sayı 26, s. 99-121.
45   Sarich et al. 1989, Cladistics 5:3-32.
46  C. E. N. 19(1), Aralık. 1996-Şubat. 1997, s. 21-22.
47   New Scientist, 15 Mayıs1999, s. 27.
48   New Scientist, cilt 103, 16 Ağustos 1984, s. 19.
49  Christian Schwabe, "On the Validity of Molecular Evolution", Trends in Biochemical Sciences, cilt 11, Temmuz 1986.
50   Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 290-91.
51   Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33.
52   Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
53   Edward S., Jr. 1967, The reply: Letter from Birnam Wood, Yale Review, 61:631-640.
54   Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227.
55   Aslında aynı durum insanlarda da yaşanmaktadır. Yeryüzündeki farklı ırklar, coğrafi izolasyon aracılığıyla farklı ırk özelliklerine sahip olmuşlardır. Bir grup insanda siyah derililik özelliği baskın çıkmış, bunlar aynı bölgede yaşadıkları ve kendi içlerinde çoğaldığı için siyah derili bir ırk meydana gelmiştir. Çekik gözlü Uzakdoğu ırkları aynı şekildedir. Söz konusu farklı ırk özellikleri (deri rengi, göz rengi, göz şekli, boy uzunluğu, saç rengi vs.) ilk insanların genetik bilgilerinde bir arada bulunmasına karşın, zamanla dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insan popülasyonlarında bu özelliklerin bazıları baskın çıkmış ve baskın çıkan özelliğe göre ırklar meydana gelmiştir. Eğer coğrafi izolasyon olmasaydı, yani dünyadaki tüm ırklar asırlardır birbirleriyle sürekli karışık evlilikler yapıyor olsalardı, o zaman herkes "melez" olurdu; zenciler, beyazlar, çekik gözlüler olmaz, insanların tümü bir "ortalama"da buluşurdu.
56   Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, "Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology", Developmental Biology 173, makale no. 0032, 1996, s. 361
57   R. Lewin, "Evolutionary Theory Under Fire", Science, cilt 210, 21 Kasım, 1980, s. 883
58   Fagerstrom, T. P. Jagers, P. Schuster, and E. Szathmary. 1996. Biologists put on mathematical glasses, Science 274: 2039-2040.
59   Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 64.
60   Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 61.
61   Bu konuda ayrıntılı bilgi için; Michael J. Behe, "Experimental Support for Regarding Functional Classes of Proteins to be Highly Isolated from Each Other", The Weekly Standard, Haziran 7, 1999; Access Research Network; Jonathan Sarfati, "Origin of Life: Instability of Building Blocks", Creation Ex Nihilo Technical Journal, cilt 13, No. 2, 1999.
62   Sarah Simpson, "Life's First Scalding Steps." Science News, 155(2):25, 9 Ocak 1999.
63   R.Shapiro, Origins: A Skeptic's Guide to the Creation of Life on Earth, 1986, s.90-91.
64   Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, s.79
65   D.Loyd, The Mitochondria of Microorganisms, (1974), s.476.
66   Gray & Doolittle, Has the Endosymbiant Hypothesis Been Proven? s. 46, Microbilological Rev.1,30 (1982)
67   Biology-The Science of Life, s. 94, Wallace-Sanders-Ferl, 4th Edition, Harper Collins College Publishers / Invitation to Biology, s. 253, Curtis-Barnes, Worth Publishers Inc.
68   Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, TÜBİTAK 12.Basım, Mayıs 1998, s. 153.
69   Whitfield, Book Review of Symbiosis in Cell Evolution, 18 Biological J.Linnean Soc. 1982, s.77-79.
70   L.R.Croft, How Life Began, s.93-94, Evangelical Press (1988).
71   Doolittle, D.F., 2000. Uprooting the Tree of Life. Scientific American 282(2): s.72–77.
72   Prof. İlhami Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, s.22.
73   Biology-The Science of Life, s.283.
74   Darnell, Implications of RNA-RNA Splicing in Evolution of Eukaryotic Cells, Science, cilt 1257, 1978, s.202
75   Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, s.79
76  Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
77   Philip E. Johnson, Darwin on Trial, InterVarsity Press, ikinci baskı., Illinois 1993.
78   David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24.
79   Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59.
80   Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18.
81   Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996. s. 31.
82   Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s. 84.
83   Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL: Open Court Publishing, 1992, s. 241.
84   Webster's New Universal Unabridged Dictionary, Barnes & Noble, New York, 1994.
85   Ernst Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, s. 21.
86   Ernst Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, ss. 118-119.
87   In the Shadow of The Reich: Nazi Medicine, Medical Experiments and Nazi Doctors, A Film by John J. Michalczyk, First Run Features, New York, 1997
88   Türkiye Sorunlarına Çözüm Konferansı, VIII. Oturum, Siyasal ve Yönetsel Sorunlar – 2, Oturum Başkanı: Prof. Taner Timur, 26 Aralık 1997


 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü