Harun Yahya

Pasif İnsanların Özellikleri



Akılsız Olmaları



Müslümanların en önemli özelliklerinden biri akıl sahibi olmalarıdır. Akıl, zekadan farklı olarak, sadece samimi iman eden insanlarda Kuran'la hükmetmeleri sonucunda oluşan isabetli teşhis etme ve karar verme yeteneğidir. Doğruyu yanlıştan ayırt edebilme ve doğru davranabilme yeteneğidir.

Zeki insanlara dünyanın hemen her yerinde rastlanabilir ama akıllı insan yeryüzünde çok azdır. Çünkü akıl eğitimle, kültürle, görüp geçirmişlikle ilgili değildir. Akıl sonradan gayretle de elde edilmez. Akıl samimi iman eden bir insana Allah tarafından an an ilham edilir.

Samimiyetle akıl doğru orantılıdır. Samimiyet devam ettikçe Allah da o insana an an akıl ilham eder. Samimiyet kaybolduğu anda akılcı tavır da anında yok olur.

Akıl ve zeka arasındaki diğer bir fark ise konfordur. Müslüman aklın getirdiği sadelik ve samimiyetin konforunu yaşar. Çünkü akıl sadeliğin içindedir. Ancak zeka insanı detaya boğar. Akılda doğru tektir ancak akıl bir kenara bırakılıp zeka kullanıldığında insanın karşısına bir çok alternatif çıkar. Tek bir doğru varken, bu gibi insanlar detayların içinde kaybolur, boğulurlar.

Bu nedenle akıl insana huzur ve rahatlık verirken salt zeka o kişiyi sürekli beladan belaya sürükler. Örneğin suç işlemeye meyilli olan ya da suç işlemiş olan insanların kimi son derece zeki olabilmektedir ancak akıllı değildirler. Zekasıyla hareket ederek banka soyar, dolandırıcılık yapar, insanları aldatır. Bu işlerin tümünü yaparken zekasını kullanır ancak akılsızlık onu beladan belaya sürükler. Akıllı bir insan ise kendisine ve çevresine zarar verecek bir tavrın içine girmekten şiddetle sakınır. Aklını ve zekasını rahmani yönde kullanır.

Pasifistler de sırf zeka kullanmanın sıkıntı ve belasını en yoğun yaşayan insanlardandır. Her ne kadar Müslümanların aklını taklit etmeye çalışsalar da, bunu bir türlü beceremezler. Çünkü aklın ve akıllı olmanın taklidi yapılamaz. Bu nedenle bir Müslüman pasif karakterli kişilerdeki akılsızlığı anında görür ve teşhis eder.

Pasifistlerdeki akılsızlık alametlerinin en önemlilerinden biri ellerini attıkları her işin bereketsizlikle sonuçlanmasıdır. Samimiyetsizliklerinin karşılığında Allah bu insanların hayatından bereketi kaldırır. Ancak bereketi salt bolluk olarak algılamamak gerekir. Bir insan zengin olsa da hayatında müthiş bir bereketsizlik hakim olabilir. O zenginliğin konforunu, nimetini yaşayamaz. Allah o kişiden zenginlikten keyif alma duygusunu ve imkanını alır. Parası vardır ancak manevi bereketi yani mutluluğu, huzuru, ferahlığı o parayla elde edemez. Parası, hayatını adeta manevi bir sürünme içinde geçirmesini engelleyemez. Pasifistler de attıkları her adımda bir bereketsizlikle karşılaşırlar. Çoğunlukla işleri rast gitmez. Rastgidiyor gibi görünen işler de onlara bereket getirmez. Bütün hayatları boyunca görünen ve görünmeyen belalar, sıkıntılar peşlerini bırakmaz. Akılsızlık onları beladan belaya sürükler.

Pasifistlerin akılsızlıklarının diğer bir alameti yüzlerindeki ifadenin farklılığıyla ortaya çıkar. Akılsızlığın kaynağı samimiyetsizliktir. Samimiyetsizlik ise yüzdeki nuru ve pırıltıyı alır. İnsanın yüzüne bir pus olarak yerleşir. Bakışlardaki anlam ve derinlik yok olur. Allah iman edenlerin heybetini ve etkileyiciliğini bu insanlara vermez. Üstlerinde ve yüzlerinde akılsızlığın getirdiği bir hafiflik yani basitlik hakimdir. Bunların dışında da akılsızlığın pek çok belirtisi vardır. Teşhis bozuklukları, kişinin dünyasına ve ahireti zarar verecek konulardan kaçınmaması, zaaf sahibi olması, olumsuz etkilenmeye açık bir yapısının olması, kişilik zayıflığı, yönlendirilmeye açık olması, hikmetsiz konuşması bunlardan bir kısmıdır.

Allah akılsız insanların şuurundaki bulanıklığa bir ayette şu şekilde dikkat çekmektedir:

Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 44)

Kuran'ı Hayata Geçirme Konusunda Pasif Davranmaları



Müslümanlar içinde sürekli pasif bir ruh hali yaşatmaya çalışan ve bu yönleriyle tanınan kişiler Kuran'da yer alan ayetleri, Allah'ın emirlerini bilirler. Ancak müminlerden farklı olarak bu onlarda sadece bilgi olarak bulunur. Müslümanlara ait inanç şeklini ve güzel ahlak özelliklerini tam olarak benimsemez ve yaşamazlar.

Bu kişilerin Kuran'a uygun bir ahlaka sahip olmamaları, Müslümanlar arasında sürekli olarak bu yönleriyle dikkat çekmelerine, bozuk ahlak ve karakter yapılarıyla ön plana çıkmalarına neden olur. Pasiflikte direten bu insanlar, aslında en başından itibaren din ahlakını katıksız ve samimi olarak yaşamak için niyet etmemişlerdir. Allah'ın emir ve yasaklarına uyuyor gibi görünseler de, eskiden beri getirmiş oldukları bozuk cahiliye mantıklarını hayatlarından çıkarmazlar.

Bu durumu meşru gösterebilmek için de Kuran ayetlerini samimiyetsiz bir şekilde açıklamaya çalışırlar. Bu nedenle Müslümanların genel inanç ve anlayışlarından çok farklı bir anlayış geliştirirler. Menfaatleriyle çatışan, rahatlarını bozan bir olayla karşılaştıklarında hemen tevekkülsüz, sabırsız, korkak, paniğe kapılmış, dengesiz bir ruh haline bürünebilirler. Din ahlakını gerçek Müslümanlar gibi, Kuran'da bildirildiği doğru şekliyle yaşamaya razı olmazlar. Zaten ahlaklarına ve yaşam şekillerine bakıldığında Müslümanların genel hallerinden çok farklı oldukları hemen görülebilir. Kuran'a uyan Müslümanların samimi, teslimiyetli, akıllı davranışları, hikmetli konuşmaları ve Allah'a yakınlıkları bu kişilerde hissedilmez. Aksine çevrelerindeki insanlara din ahlakını benimsemiş bir kişinin yaşaması imkansız olan bir soğukluk, resmiyet, samimiyetsizlik, yapmacıklık ve gerilim hissi verirler.

Kuran'da, Peygamberimiz (sav)'in yanında yer alan insanlar arasında da bu karakterde kişiler olduğuna işaret edilmektedir. Bu kişiler Peygamber Efendimizin çok yakınında oldukları, onunla konuşabildikleri, onun tebliğlerine şahit oldukları halde, Kuran ahlakına uygun yaşamak konusunda ciddi bir pasiflik içinde olmuşlardır. Hatta Peygamber Efendimiz (sav) gibi mübarek bir insana karşı yalana başvurmakta bir mahsur görmemişlerdir. Allah münafık karakterine sahip insanların bu ahlaklarını şu şekilde deşifre ederek bizlere bildirmektedir:

Münafıklar sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahitlik eder. (Münafikun Suresi, 1)

Bu kişiler Peygamberimiz (sav)'i yakından tanımalarına ve Kuran ayetlerini bilmelerine rağmen, Hz. Muhammed (sav)'in hak peygamber olduğuna kalben inanmamışlardır. Ancak kendilerini belli bir süre Müslümanlardan gizlemek ve onların kendilerine sağladığı imkanlardan faydalanmak amacıyla Peygamberimiz (sav)'e karşı yalan söylemekte bir sakınca görmemişlerdir.

Bu insanlar sabır gösterme, tevazu, fedakarlık, sadakat, vefa ve benzeri mümin özelliklerini yaşama konusunda da hep geridedirler. Hareketlerinde cahiliye karakteri, alışkanlıkları, tepkileri ve tavırları hakimdir. Örneğin, tevazunun nasıl olması gerektiğini bilmelerine rağmen kibirlidirler, kendi akıllarını beğenirler, yanına yaklaşılıp samimi diyaloğa geçilemeyen bir insan olurlar. Ne şekilde sabır göstermeleri gerektiğini bilmelerine rağmen son derece aceleci, beklemekte zorlanan, taleplerinin hemen gerçekleşmesini isteyen yüzeysel bir kişilik gösterirler. Aynı şekilde tevekküllü ve kaderin işlediğini bilen bir insanın genel halini çok iyi bilmelerine rağmen sürekli bu konuda sorun yaşayan, olayların sonucunu beklemeye dayanamayan, yaşadıklarını hayır gözüyle değerlendirmekte zorlanan bir yapı sergilerler. Hemen paniğe kapılır, şüpheye düşer ve korkarlar. Allah'ın, meydana gelen tüm olaylardaki mutlak kontrolünü kavrayamadıklarını tepkileriyle açık bir şekilde belli ederler.

Her konuda vicdana uyarak hareket etmek güzel ahlakın temelidir ve Müslüman özelliğidir. Müslümanların arasındaki pasifist insanlar ise vicdanlarını tam olarak kullanmazlar. Kolaylarına gelen konularda vicdanlarına uyar, nefislerine ağır gelen, çıkarları ile çatışan ya da üşendikleri konularda uymazlar. Örneğin bu insanlar affediciliği, mutedil bir ahlakı anlatabilir, konuyla ilgili ayetleri de söyleyebilirler. Ne var ki böyle bir ahlakın gösterilmesi gereken bir an geldiğinde nefislerine uyarlar. Örneğin vicdanları diğer Müslümanlar gibi canlı olmayı, her konuda tam bir Müslüman şevki içinde yaşamayı söylerken bu insanlar nefislerine uyarak işleri yavaşlatmayı, ağırdan almayı çıkarlarına daha uygun bulurlar. Oysa gerçek bir Müslümanın vicdanı, nefsine daima üstün gelir. Allah bir ayetinde Müslümanların bu ahlak özelliğini şöyle bildirmiştir:

İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır... (Bakara Suresi, 207)

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da bu insanların güzel ahlak sergilememeye özellikle itina etmeleridir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kişiler insaniyeti, fedakarlığı, sadakati, merhameti, sabrı kısaca güzel ahlakı bilmeyen insanlar değillerdir. Aksine bunların her birini çok iyi bilir, sorulduğunda Kuran'da yer alan ayetlerle anlatabilirler. Fakat hem imani zafiyet içinde oldukları hem de Müslümanlara kendilerince değer vermediklerini vurgulamak için bunları kasten uygulamazlar. Yoksa bu insanlar karşılığında yüklü bir maddi çıkar elde edeceklerini bilseler, gereken her türlü fedakarlığı yaparlar. Kendilerinden istenen ahlakı kusursuz denecek bir şekilde yerine getirirler. Örneğin çıkar elde edecekleri kişi bir şirketin üst düzey yöneticisi ise o kişinin her dediğini eksiksiz yerine getirir, son derece uyumlu bir tavır sergiler, o kişinin her türlü tavrına karşı alttan alan, itaatli ve tevazulu bir tavır içinde olurlar. Gerektiğinde güzel davranmayı çok iyi bildikleri halde bunu uygulamamaları, bu kişilerin sinsiliğinin açık bir delilidir.

Bu kişilerde dikkat çeken bir önemli nokta da -Kuran ahlakından son derece uzak olmalarına rağmen-, nefislerine zor gelen bir durum oluştuğunda, ayetleri Müslümanlara karşı kullanarak kendilerini savunmaya kalkışmalarıdır. Bu durumda karşı tarafa; yaptıklarının kaderde olduğunu, hataları kendi istekleriyle yapmadıklarını, kendilerine karşı hüsn-ü zanla yaklaşılması gerektiği yönünde hatırlatmalar yaparlar. Amaçları karşı tarafın tebliğini engellemek, kişiyi konuşamaz, Kuran'la hatırlatma yapamaz hale getirmektir. Oysa Müslümanlar herşeyin kaderde olduğunu ve Allah'ın izniyle meydana geldiğini zaten bilirler. Ancak dünyadaki imtihanlarının bir gereği olarak olayları görünen şekilleriyle ve Kuran'da verilen ölçüler doğrultusunda değerlendirirler. Bu nedenle Müslümanları pasifize etme amacı taşıyabilecek her türlü tavra ve münafık alametlerine karşı her an dikkatli olmak ve gereken tedbirleri almak durumundadırlar.

Bu kişilerin, ayetleri kendi çarpık zihniyetleri doğrultusunda yorumlamaya kalkıştıkları bir ayette şöyle haber verilmiştir:

Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan, Kitab'ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)

Salih Ameller Yapmak Konusunda Şevksiz ve İsteksiz Olmaları



Allah Kuran'da pek çok ayetle salih amellerde bulunmanın önemini bizlere hatırlatmıştır. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Şüphesiz, iman edip salih amellerde bulunanlar; onlar için kesintisiz bir ecir vardır. (Fussilet Suresi, 8)

Artık iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; Rableri onları Kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur. (Casiye Suresi, 30)

İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar da, yaratılmışların en hayırlılarıdır. (Beyyine Suresi, 7)

Din ahlakını tam olarak kabullenmeyen insanların en dikkat çeken özelliklerinden biri ise, salih amel konusundaki isteksizlikleri ve ağırlıklarıdır. Allah "Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır..." (Nisa Suresi, 72) ayetiyle Müslümanlar arasındaki bu tür şahıslara dikkat çekmiştir. Bu insanlar hayırlı işler yapmak konusunda son derece çekimser bir tutum gösterirler. Kendi çıkarları için olmadığı sürece Müslümanların faydasına olacak bir iş yapmaya yanaşmazlar. Allah ayetinde salih amellerde bulunanlar ile çekimser davranan insanlar arasındaki farkı şu şekilde bildirmiştir:

Ama iman edenler ve salih amellerde bulunanlar, onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara Kendi fazlından ekleyecektir de. Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azapla azaplandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)

Söz konusu insanlar İslam ahlakını sadece Müslümanlar arasında yer edinmek ve çıkar amacıyla kabul ettikleri için dine hizmet etmeyi ve salih amel işlemeyi kendilerince vakit kaybı olarak görürler. Minimum emekle olabildiğince çok kişiye kendilerini dindar tanıtmaya gayret ederler. Allah için karşılıksız yapılan salih amellere vakit ayırmayı gereksiz görür, bütün dikkatlerini ve güçlerini dünyevi çıkarlarına yöneltirler. Örneğin pek kimsenin görmeyeceği veya bilmeyeceği bir yerde Allah’ı anmak, dini anlatmak istemez ama herkesin toplandığı ve bir çok Müslümanın bir arada bulunduğu bir ortamda sanki dillerinden Allah’ın adı hiç düşmüyormuş izlenimi veren konuşmalar yaparlar.

Allah'a kesin bir bilgiyle inanan bir insan ise Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmak için elinden gelenin en fazlasını yapmak ister. Bir işi bitirip hemen diğer bir hayırlı işe geçer; olabilecek en süratli, en kapsamlı ve en doğru şekilde dine hizmet etmek için çalışır. Allah'a olan bağlılığını elinden gelen en hayırlı hizmetleri yaşamına sığdırarak göstermek için ciddi bir çaba harcar. Daima İslam'ın, Müslümanların yararına düşünür, tüm insanların barış, dostluk, güven ve huzur içinde yaşamaları için fikirler getirir ve bunları uygular. Bu nedenle gerçek dindarlığın önemli alametlerinden biri Allah rızası için yapılan hizmetlerdeki şevk ve istektir.

Ancak kalbinde hastalık olan insanlar, karşılıksız yapacakları hayırlı bir hizmet girişiminde bulunmazlar çünkü onları karşılıksız hizmete yöneltecek güçte bir Allah sevgisi ve korkuları yoktur. Bu nedenle karşılıksız olarak yorulmak, gerektiğinde uykusuz kalmak, fedakarlıkta bulunmak ağırlarına gider. "Eğer dünyevi bir menfaatim olmayacaksa neden kendimi yorayım" şeklinde hatalı düşündükleri için üzerlerinde daima bir yavaşlık olur. Maddi kazanç elde etme ihtimali olan işler için gece gündüz uykusuz kalmayı, yorulmayı hatta her türlü fedakarlığı göze alırken, Allah rızası için yapılacak bir çalışmayı kendilerince büyük bir yük olarak görür ve yaptıkları her işte müminleri minnet altında bırakmak isterler. Ancak elbette ki yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu hiçbir iş yapmazlar anlamına da gelmez. Bu sinsi karakterli insanlar kendilerini çevrelerine dindar gösterecek, dikkat çekmeyecek kadar hizmet eder ve minimum emek sarf ederek hayatlarını sürdürmek isterler. Çoğu zaman da kendilerini belli etmemek için çeşitli entrikalara başvururlar. Hastalık, yeteneksizlik, beceriksizlik, kavrama güçlüğü çekme gibi bahanelerle kendilerini her zaman geride tutarlar. Böylece hayır işlemeyi istediklerine ama beceremediklerine ve zeka olarak da kavrayamadıklarına Müslümanları inandırmaya çalışırlar. Allah bu sinsi mantığı kullanan insanlara, Asr-ı Saadet döneminde yaşayan münafıkların Peygamberimiz (sav) ile birlikte bir savaşa girmekten nasıl kaçındıklarını bildirerek dikkat çekmiştir:

Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. (Al-i İmran Suresi, 167)

Münafık karaktere sahip bu insanların cahiliyeye yani din dışı ahlakın yaşandığı ortam ve kişilere olan sevgileri Allah'a olan sevgilerinden daha güçlüdür. Bu nedenle o ortamlardaki hareketlilikleri, canlılıkları, neşeleri müminlerin arasındayken yerini bıkkınlığa, üşengeçliğe ve ağırlığa bırakır. Bu karakterdeki insanların Allah anıldığı zaman öfke duydukları, Allah'ın anılmadığı ortamlarda ise sevince kapıldıkları bir ayette şöyle bildirilmiştir:

Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar. (Zümer Suresi, 45)

Gerçek dindarlar ise, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanacak olmanın umudu ve sevinci ile, her anlarında çok şevkli, canlı ve çalışkandırlar. Allah ayetlerde müminlere şöyle buyurmuştur:

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 7-8)

Allah bir başka ayetinde ise müminlere "… hayırlarda yarışınız..." (Bakara Suresi, 148) diye emreder. Bu ayetlere uyan müminler, bir an dahi boş kalmadan, gün boyunca sürekli olarak hayırlı işlerin peşinde olurlar. Her konuda birbirlerine öncelik tanıyan, asla rekabete girmeyen olmayan müminler, hayır işlemek ve iyilik yapmak konusunda ise birbirleriyle tam anlamıyla bir yarış içindedirler. Her an fırsat kollar, hiçbir zaman üşenmeden, başkasına bırakmadan, ertelemeden önlerine çıkan her salih ameli yerine getirirler. Yorulduklarında ise, bunu dile dahi getirmeden başka bir işe yönelirler. Yaptıklarından dolayı ise hiç kimseyi minnet altında bırakmaz, kimseye iyilik yapıyormuş edasında olmazlar. Aksine Allah'a, Allah'ın rızasına ve rahmetine ve ölmeden önce kazanacakları sevaplara muhtaç olduklarını bilerek, tevazu ve kanaatkarlık içinde, hiç kimseden tek bir teşekkür dahi beklemeden salih amellerde bulunurlar.

Görüldüğü gibi din ahlakını benimsemeyen, "Allah'a bir ucundan ibadet eden" (Hac Suresi, 11) insanlar ile, gerçek, samimi müminlerin halleri, tavırları ve dünyaya bakış açıları tamamen birbirinden farklıdır. Elbette her insan “Ben Müslümanım” dediği sürece Müslüman olarak kabul edilir. Her insanın Allah Katındaki durumunu bilen sadece Yüce Rabbimizdir. Ancak Kuran’da işaret eedilen münafık ahlakını gösteren kişilere karşı Müslüman tetikte olur. Çünkü Allah bu insanlara karşı dikkatli davranılmasını ve güvenilmemesini tavsiye eder. Müslüman da bir ibadet olarak bu emri yerine getirir. Müslüman İslam ahlakının bir gereği olarak her insana karşı sevgi ve saygı dolu davranır ancak asıl güvendiği ve kalben derinden sevdiği kişiler güzel huylu, samimi, vicdanlı, merhametli olan, Allah’ın emrettiği ahlakı tüm gayretiyle yaşamaya çalışan insanlardır.

Zorluk Dönemlerinde Bahaneler Öne Sürerek Geri Kalmaları



Pasifizm taraftarları İslam'ı ve Müslümanları ilgilendiren konularda geride kalmayı tercih eden insanlardır. Hep dıştan, sinsi bir şekilde, ses çıkarmadan gelişmeleri izlerler.. Hiçbir zaman olaylara müdahele eden, zararı ya da tehlikeyi ortadan kaldırmak için akıl kullanan kişiler olmazlar. İslam'ın menfaatini korumaya yönelik bir yaklaşımları yoktur. Bir insanın sonsuz cennet hayatını kaybetmesine, imanını yitirmesine seyirci kalabilirler. Müslümanların faydalı çalışmalarına ve güzel çabalarına şahit oldukları halde kendileri tembelce oturmayı tercih ederler. Uyguladıkları sistem, ya kolay işlere talip olmaktır ya da birtakım aslı olmayan bahaneler ortaya atarak salih amellerden uzak durmaktır. Allah onların cahilce bir uyanıklık içinde izledikleri bu sinsi politikalarına karşı Müslümanları uyarır. Onların, Allah yolunda samimiyetle bütün güçleriyle gayret eden Müslümanlarla aynı olmadıklarını haber verir:

Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cehd edenin (çaba harcayanın) (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 19)

Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cehd edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cehd edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)

Müslümanları cahilce yöntemlerle kandıracaklarını uman bu karakterdeki kişiler için elde ettikleri küçük bir çıkarın ya da kazancın önemi çok büyüktür. Onlar biraz daha az iş yapmak ya da yaptığını biraz daha az zaman harcayarak baştan savma bir şekilde bitirmekle kazançlı olduklarını zannederler. En önemlisi de bu şekilde kendilerince uyanıklık yaptıklarını, kendilerini yormayarak, samimi Müslümanlar gibi dikkat ya da irade sarf etmeyerek kazançlı olduklarını zannederler.

Bu kişilerin asıl amaçları Müslümanlar içinde pasif bir harekete öncülük etmek olduğundan, bu amaçlarına uygun her türlü ahlaki zaafı gösterirler. Örneğin Müslümanlar Kuran ahlakının tebliğ edilmesi, insanların kalplerinin İslam ahlakına ısındırılması için tüm gayretleriyle çalışırlarken, onlar aksine, Müslümanların bu çalışmalarından kaçmanın yollarını ararlar. Bu amaçla akla gelmedik bahaneler ortaya atmakta da bir mahsur görmezler. Allah, Müslümanlarla bu kişiler arasında en belirleyici özelliklerden birinin iki grup arasındaki şu fark olduğunu haber vermektedir:

Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cehd etmekten (çaba harcamaktan) (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir. Senden, yalnızca Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister. (Tevbe Suresi, 44-45)

Ayetlerden anlaşıldığı gibi bu insanlar Müslümanlar gibi samimi bir çaba harcamak niyetinde olmadıklarından hemen bahaneler öne sürerek kaçma eğilimi gösterirler. Kuran'da Peygamber Efendimiz (sav) döneminde de yaşamış olan bazı zayıf karakterli kişilerin öne sürdükleri kimi bahaneler şöyle bildirilmektedir:

Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp-anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)

"... Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)

"Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık."... (Tevbe Suresi, 42)

Dünya hayatına duydukları tutkulu bağlılıktan uzaklaşamayan bu insanlar, dünyayı ahirete tercih ettiklerini açık açık ifade edemezler. Bu nedenle niyetlerini, ortaya attıkları çeşitli bahanelerle iman edenlere hissettirirler. Yukarıdaki ayetlerde işaret edildiği gibi; kimi bedensel olarak diğer Müslümanlar gibi güçlü ve sağlıklı olmadığı, kimi hayatın kendisine farklı öncelikler getirdiği, kimi de sosyal durumunun İslam ahlakını gereği gibi yaşamasına engel olduğu gibi gerekçeler ortaya atarak dini yaşamaktan kaçarlar.

Bu kişiler izin isterken öne sürecekleri bahaneyi ve kullandıkları ifadeleri de sinsice seçerler. Öne sürdükleri bahanelerle Müslümanları pasifize edebileceklerini, onların kendilerine hak vereceklerini zannederler. Nitekim Kuran'ı iyi bilmeyen bir insan, bu kişilerin İslam’ın emirlerini yerine getirmemek için öne sürdükleri mantıkları ya da ortaya attıkları bahaneleri makul karşılayabilir. Oysa Kuran'da anlatılan münafık karakterini çok iyi tanıyan Müslümanlar, söz konusu kişilerin din ahlakından uzaklaşmak amacıyla kullandıkları bu ifadelerin, onların gerçek niyetlerini ortaya koyduğunun farkındadırlar. Bu esnada Allah'ın adını anarak sözde samimiymiş gibi görünmeye çalışmaları ve sürekli yemin etmeleri de Müslümanların onlardaki bu bozuk mantığı görmelerine engel olmaz. Hatta Allah onların bu yola başvuracaklarına dikkat çektiği için sürekli yemin ederek konuşmaları iman edenlerin onlardaki samimiyetsizliği daha net görmelerine sebep olur.

Nitekim Peygamberimiz (sav) döneminde de münafıklar benzer taktiklere başvurmuşlardır. Bu insanlar kendilerince samimi olduklarına Hz. Muhammed (sav)'i inandıracaklarını düşünmüş, O'nun kendilerine hak vermesini sağlamaya çalışmışlardır:

Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)

Münafıklar sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahidlik eder. Onlar, yeminlerini bir siper edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey yapıyorlar. (Münafikun Suresi, 1-2)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi münafık karakterli insanlar, yeminler ve süslü ifadeler kullanarak kendilerini iyi niyetli ve imanlı göstermeye çalışırlar. Ancak Allah Kuran’da verdiği örneklerle onların gerçek niyetlerini tüm Müslümanlara deşifre ederek bildirmektedir.

Sevgi ve Saygı Göstermekte Pasif Olmaları



Dünyada gerçek anlamda sevme yeteneği olan, sevgiden zevk alan, derin ve tutkuyla sevme gücüne sahip insanlar saedce samimi iman edenlerdir. Elbette bu diğer insanların sevgisiz ve duygusuz olduğunu anlamına gelmez. Ancak dünya üzerinde bir gerçek sevgi, bir de sevgiye benzeyen veya sevgiyi andıran ve sevgiyle karıştırılan bazı duygular vardır. Çoğu zaman çok sevdiğini hatta sevgiden delirdiğini, uyuyamadığını ya da sevgisinden öldüğünü söyleyen kişilerin bahsettiği duygu aslında gerçek sevgi değildir. Bu gibi kişilerin çoğu iki üç ay içinde ya da en fazla bir kaç yıl içinde “sensiz yaşayamam” benzeri konuşmalar yaptığı insanı terk ederler. Hatta ayrılığın ardından o kişiyi bir daha görmek, sesini duymak, adını anmak istemediklerini ifade ederler. Pek çoğu da bu ayrılığın gerekçesini sebepsiz ve ani olarak “soğumak, sıkılmak, eskisi gibi hissedememek” gibi son derece anlamsız gerekçelerle açıklarlar.

Peki sevginin birdenbire bitmesinin ya da zamanla azalmasının sebebi nedir?

Bu durumun sebebi söz konusu duygunun gerçek sevgi olmamasıdır. Sevgiye benzeyen, sevgiyi andıran ama sevgi olmayan bir heves ya da istekten ibaret olmasıdır. Peki gerçek sevgi nasıl bir duygudur ve gerçek sevgiyi nasıl anlayabiliriz?

Gerçek sevgi, içinde affedicilik, merhamet, fedakarlık, saygı, derinlik, sabır, cömertlik gibi güzel ahlak özellikleri barındırır. Örneğin “çok seviyorum” diyen bir insanın sevgisi fedakarlık barındırır, seven insan bencillikten uzaktır. Gerçek sevgide egoistlik yoktur, seven insan kendini ön planda tutmaz, affedicidir, kolay öfkelenmez, kin tutmaz... İşte bütün bunlar sözkonusu duygunun gerçek sevgi olup-olmadığının alametlerindendir. Nitekim fedakarlık, affedicilik, sabır, şefkat, derinlik gibi duyguları içinde barındırmayan sevgi kısa sürede yanar gider, yok olur.

Tüm bu güzel ahlak özellikleri sevginin gıdasıdır. Bunlar olmadan sevgi ayakta duramaz, ölür veya sevgi olmaktan çıkar. İmansız bir insanın karşılıksız olarak affedici, sabırlı, cömert ya da fedakar olması ise mümkün değildir. Dolayısıyla iman sevginin temel ihtiyaçlarını sağlar. Bu nedenle derin sevme yeteneğine ve gücüne yalnızca samimi inananlar sahiptir.

Allah’tan korkmayan insanların bu derin sevgiyi yaşamaları çok zor hatta imkansızdır. İşte ayrılıkların gerçek sebebi budur. İmana dayalı olmayan gerçek sevgi yaşanmadığında ayrılık, aldatma, vefasızlık, sadakatsizlik, soğuma ya da sıkılma kaçınılmazdır. Samimi iman yok olduğunda sevginin dayandığı temel direkler de tek tek yıkılmaya başlar. Sabırsızlık artar, bencillik artar, saygı azalır, egoistlik gelişmeye başlar ve zamanla birbirlerini sevdiğini söyleyen iki insan birbirlerini görmeye tahammül edemez hale gelebilirler.

Müslüman ise kalbinde sürekli Allah korkusu taşıdığı için ve karşısındakini Allah rızası için sevdiğinden sevgisi hiç bitmeyen bir kaynak gibi hep çağlar, hiç azalmaz hatta zamanla coşkusu ve şiddeti artar. Bu nedenle diyebiliriz ki; samimi inananları dünya üzerindeki diğer insanlardan ayıran en büyük farklardan biri sevgi konusundaki bu coşkuları, duyarlılıkları ve yetenekleridir.

Pasifist insanlar pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Müslümanlardan ayrılırlar. Samimiyetsizlikleri ruhlarındaki sevme yeteneğini adeta öldürür, kavurur. Dillerinde her ne kadar sevgi sözcüğü olsa da gözlerinde ve yüzlerinde asla sevginin getirdiği derinlik ve anlam oluşmaz. Çünkü sevginin en güzel görüldüğü yer aslında insanın bakışlarıdır.

Derin sevme yeteneği olan bir insanın ruhundaki sevgi coşkusu ve tutku gözlerine müthiş güzel bir anlam ve derinlik verir. Sevgi o gözlerden adeta akar ve karşı tarafta olağanüstü bir etkilenme meydana getirir. Ama sevgi taklidi yapan insanların yani sevgiyi bilmeyen insanların gözlerinde hiç bir zaman bu derin anlam oluşmaz. Çok güzel bir yüze, çok güzel renkte ve biçimde gözlere sahip olsalar bile bakışları cam gibi donuk olur. bu kişilerin yüzleri adeta çok ince bir sanatla yapılmış gösterişli bir bibloyu andırır. Bir biblonun güzelliği de etkileyicidir ama bir biblonun bakışları insan için hiç bir anlam ifade etmez çünkü derinliği yoktur. Pasifist insanların gözlerindeki anlam da işte böyledir. İnsanı etkileyen bir sevgi ve derinlik oluşmaz. Yüzleri ve bakışları mat olur.

Sevgisiz Olmaları



Pasifist kişilikleriyle Müslümanlar içinde ayrı bir yapı ve kültür oluşturma çabasında olan kişilerin tanınmasında belirleyici olan diğer bir faktör de bu kişilerin iman edenlere karşı mesafeli yaklaşımlarıdır. Aslında sadece iman edenlere değil Allah’ın tüm yarattıklarına karşı soğuk ve sevgisizdirler.

Müslümanlar Allah aşkından kaynaklanan sevgiyi en mükemmel şekliyle kendi aralarında yaşar ve Allah’ın tecellisi olarak gördükleri her varlığa da sevgi ve saygıyla davranırlar. Allah iman edenlerin kendi içlerinde yaşadıkları bu mükemmel sevgi anlayışını "birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağladıklarını" (Saf Suresi, 4) bildirerek tarif eder. Bu ayetle iman edenler arasındaki güçlü yakınlık, samimiyet ve dostluğa dikkat çeker.

Müslümanlar arasındaki özel sevgi bağını anlatan diğer ayetler de şu şekildedir.

Mü'minler ancak kardeştirler... (Hucurat Suresi, 10)

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız... (Al-i İmran Suresi, 103)

Müslümanların arasındaki derin ve Allah'a imana dayalı güçlü bağ, beraberinde birbirlerine yoğun bağlılık, sevgi ve saygıyı getirir. Ancak Müslümanlar arasındaki sevgi ve saygı cahiliye insanlarında görülen geçici ve güçsüz temellere dayalı sevgi gibi değildir. Yaşanılan sevgi, tümüyle Allah'a olan derin sevgi ve korkuya dayalı son derece güçlü bir histir. Müslümanlar Allah'a olan iman ve sadakatlerinden kaynaklanan bir sevgiyle birbirlerini severler. Karşılarındaki kişilerde gördükleri iman alametleri ne kadar güçlüyse o kişilere olan güvenleri, sevgi ve saygıları da o derece güçlü olur.

Allah başka ayetlerde de sevgi duyarlılığına sahip olmayı üstün bir meziyet olarak bildirir:

Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik)… (Meryem Suresi, 13)

Bu ayet bize sevme yeteneğinin samimi inananlara ilham edilen bir nimet olduğunu da bildirmektedir.

Ancak karşısındaki insanlara iman gözüyle bakmayan, Müslümanların Allah'ın rızasını kazanmak için gösterdikleri samimi gayreti değerlendirmekten yoksun olan kişiler, onlara karşı sevgi ya da bağlılık hissetmezler. Bu tarz insanlar maddi çıkar elde edemedikleri insanlaraa bağlanmayı akılcı bulmazlar. Pasifist insanların münafıklarla benzerliklerinden biri de sevgisizlikleridir. Allah Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan münafıkların bakışlarındaki sevgisizliğe şu ayetle dikkat çeker:

O inkar edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. "O, gerçekten bir delidir" diyorlar. Oysa o (Kur'an), alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir. (Kalem Suresi, 51-52)

Pasif karakterli kişilerin de Müslümanlarla hiç bir zaman çok samimi ve sıcak bir dostluk kuramadıkları, onların dışında da hayatlarında yakın diyebilecekleri bir dostlarının olmadığı görülür. Bu kişilerin kurdukları sahte dostluklar da kendilerine benzer münafık karakterli, zayıf kişilikli insanlarla çıkar dayanışması tarzında olur. Allah kalbinde hastalık olan insanların birbirlerini tanıyıp kolladıklarına ve birbirlerine yakınlık gösterdiklerine ayetlerde şöyle dikkat çekmektedir:

Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi. (Mutaffifin Suresi, 30-31)

Salih Müslümanların Kuran'a dayalı olan ahlak anlayışlarında sevginin, samimiyetin ahirete yönelik güçlü bir dostluğun son derece önemli yeri vardır. Müslümanlar samimi bir insanı güzel bakışlarından, sevgi duyarlılığından ve yakınlığından tespit edebilirler. Bu ölçülerin dışındaki insanlara; yani soğuk, mesafeli, sevgisini hissettirmeyen bir kişilik sergileyenlere ise haklı olarak kuşkuyla bakarlar. Onların bu tavırlarının altında bir samimiyetsizlik, öfke ya da düşmanlık olabileceği ihtimali üzerinde dururlar. Bu haklı bir kuşkudur çünkü Allah üslubu ve tavrı sevgisiz olan insanların içlerinde daha büyük bir sevgisizlik hatta düşmanlık besleyebileceklerini belirtir ve Müslümanları şu ayetle uyarır:

Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. (Al-i İmran Suresi, 118)

Allah'ı Anmamaları



Müslümanların en önemli özelliklerinden biri sürekli olarak Allah'ı anmalarıdır. Onlar konuşmalarında daima Allah'ı över, O'nu en içten bir saygıyla yüceltirler. Müslümanlar arasında pasifizmi yaymaya çalışan kişiler ise Allah'ı olabildiğince az anarlar. Hatta Allah'ın anıldığı ortamlardan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışırlar. Bir ayette şöyle buyurulmuştur:

Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur'an'da sadece Rabbini "bir ve tek" (İlah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)

Allah'ın ayette bildirdiği gibi "şeytan bu insanları sarıp-kuşatmıştır ve onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur." (Mücadele Suresi, 19) Yeme, içme, giyim kuşam, müzik, spor gibi konularda son derece neşeli ve coşkulu konuşmalar yapan bu insanlar, Allah'ın anıldığı sohbetlerde aynı canlılık ve şevk içinde olmazlar. Son derece durgun ve tutuk bir üslup kullanırlar. Fakat tamamen suskun kalmaktan da çekindiklerinden olabildiğince ezbere konuşmalar yapar, konuyu bir an önce başka yönlere çekerek değiştirmeye çalışırlar. Bu insanların samimi olarak Allah'ın Zatı'nı övdüklerini, yüceliğini anlattıklarını duymak neredeyse mümkün değildir.

Konuşmaları Müslümanlardan farklı olarak samimiyetten uzak, yapmacık bir üslupla dini konular üzerine kendilerince felsefe yapmaya (dini konuları tenzih ederiz) yöneliktir. Allah'ın ismini zikretmekten, imani konuları, güzel ahlakı konuşmaktan bilinçli olarak kaçınırlar. Çünkü kalben tam olarak benimsemedikleri bir inancı savunmak ve anlatmak gururlarına ağır gelir. Bu nedenle de Allah'ı anarken çoğu zaman hafızalarında saklı kalan bilgileri, başkalarından duydukları belli kalıplarla dile getirir, samimi bir konuşma yapamazlar.

Müslümanların ise kalplerinde ve düşüncelerinde sürekli Allah olduğu için dile getirdikleri düşünceleri de hep samimi kanaatleridir. Allah Kuran'da müminlerin bu düşünce şekillerini, "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191) ayetiyle haber verir. Bir başka ayetinde ise Allah, müminlerin kalplerinin ancak Allah'ı anarak tatmin olduğunu bildirmektedir:

Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)

Müslümanların Allah'a olan sevgisi, pasifizmi savunan insanların ticarete, eşlerine, dostlarına, ailelerine ya da herhangi bir konuya duydukları düşkünlük ve sevgiyle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Bu yüzden de düşüncelerinde ve dillerinde sürekli Allah'ın zikri vardır. Allah bir ayetinde gerçek dindarların Allah'a duydukları sevginin gücünü şu şekilde bildirmektedir:

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)

Konuşmalarında Hikmetsiz ve Soğuk Bir Üslup Kullanmaları



Gerçek dindarların aksine pasifist bir karakter sergileyen kişiler, kendileri Allah'ı anmaktan uzak oldukları gibi başkalarını da alıkoymaya çalışırlar. Allah, "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir?..." (Bakara Suresi, 114) ayetiyle söz konusu insanların bu yönlerine Kuran'da dikkat çeker.

Ayrıca ayette bu insanların konuşmalarındaki üslup farklılığından tanınacaklarına da işaret edilir. Allah Muhammed Suresinde "... sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın" (Muhammed Suresi, 30) buyurmaktadır.

Pasifistlerin konuşma tarzı, onların Müslüman ahlakını yaşamadıkları hissini verir. Müslümanların asla tenezzül etmeyecekleri, basit şeylere fazlasıyla değer veriyor hissi uyandıran, olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu unutmuş bir insanın kullanabileceği bir konuşma tarzları vardır.

Müslüman ise hikmet insanıdır. Anlatımlarında hidayet hedefi vardır. Allah’ın Hadi isminin üzerinde tecelli etmesini ve insanların kalbinin imana ısınmasını hedefler. Konuşmalarında hep maneviyat vardır, olumludur, çözümcüdür, sadedir, anlaşılır ve hikmetlidir. Müslümanların sohbeti gönül sohbetidir. Bu sohbetlerde gösteriş ve sükse yoktur. Kalplere hitap eder çünkü Müslüman kalpleri hedefler. İnsanlar samimi Müslümanların konuşmalarını ve sohbetlerini dinlerken farkına bile varmadan manevi olarak çok büyük hal alırlar. Kalben çok etkilenirler. İç dünyalarında bir ferahlık ve sükunet oluşur. Kalpleri yumuşar, ruhlarında bir sıcaklık ve sevgi hissederler.

Pasifistlerin konuşmalarında ise ana hedef kendini beğendirme ve gösteriştir. Buz gibi, soğuk ve entel bir üslupla konuşurlar. Bir konuyu karşı tarafın anlamasını değil o konuyu ne kadar iyi bilip ne kadar ustaca anlattıklarını göstermeye çalışırlar. Bu nedenle soğuk, ruhsuz, entel kelimelerle, dünyanın süsüne çeken, basit ve hikmetsiz konuşmalar yaparlar. Pasifist insanların konuşmalarını ve entel üsluplarını dinlemek çok zordur. İnsanların kalbini karartır, zihinlerini yorar. insanlar dinledikleri konuşmadan zevk almak yerine o konuşmaya tahammül etmeye çalışırlar.

Olumsuz Telkine ve Dinde Gevşekliğe Düşmeye Yatkın Olmaları



Pasif karakterli kişiler imani zaafları nedeniyle her türlü olumsuz telkine de açıktırlar. Öyle ki kendilerine dinin gerekli olmadığı, sadece dünyaya bağlı bir hayat şeklinin yeterli olacağı yönünde Kuran’a tam zıt açıklamalar yapılsa bile, bunu seve seve tasdikleyebilirler. Ya da bir kişi bu kimselere gidip "ben inkarcı oldum, artık dine ve ibadetlerin gerekliliğine inanmıyorum, dinsiz bir hayat yaşayacağım" dese, bu da onların hoşuna gidebilir. Bu ve benzer olumsuz telkin ve teklifler karşısında bu kişilerin iradesi hemen kırılır ve din ahlakından uzak yaşayan insanlara kolayca uyum sağlarlar. Çünkü her ne kadar namaz, oruç gibi şekli ibadetleri yerine getirseler de, dini Allah’ı sevdikleri ve derin bir imana sahip oldukları için değil sadece çevrelerine uyum sağlamak için zahiri olarak yaşarlar. Gönülsüz ve isteksizdirler. Halbuki din ahlakını yaşamak gönül ve sevda işidir.

Müslüman Allah’a aşık ve Allah’a tüm varlığıyla bağlı olduğu için dini içinden gelerek yaşar, ibadetlerini sevgiyle ve coşkuyla yapar. Pasifistler ise dinleri konusunda bukalemun gibidirler. Çevre değişince hemen tavırları, değerleri ve üslupları da değişir. Müslümanların olduğu bir çevrede Müslüman gibi hareket ederken, dine karşı gevşek ve lakayt insanların bulunduğu ortamda gevşek ve lakayt, dinsizlerin bulunduğu bir çevrede ise dinsiz gibi görünür ve davranırlar.

Bu kişiler çevrelerinde gördükleri geleneklerin etkisiyle doğrudan dini inkar etmekten ilk anda çekinebilirler. Ve bu nedenle "Kuran ahlakından uzak bir hayat yaşa" diyen kişiye karşı usulen bir tepki verebilirler. Ama usulen karşı çıksalar da, pratikte onlar gibi bir hayat tarzı gördükleri takdirde bunu sevinçle karşılarlar. Böyle bir hayat yaşamak için şiddetli bir istek duyarlar. Açık açık "biz inkarcı olduk, dine ve Kuran'a inanmıyoruz" diye açıklamasalar da, bu hayatın içinde yaşayan insanların gösterdikleri din dışı ahlakı, çirkin davranış biçimlerini, batıl inanç şekillerini benimseyen ve destekleyen bir hayata olumlu bakarlar.

Çevrelerindeki kişilerin ahiretin varlığını tamamen unutup dünyaya bağlanmalarından, Allah’ın adını anmak istememelerinden, salih amellerde bulunmak yerine boş ve amaçsız bir hayat yaşamalarından, samimiyetsizliklerinden, basitliklerinden ya da hayasızlıklarından rahatsız olmazlar. Hatta kalplerinde hastalık olan insanlar, böyle bir yaşam tarzı sürdüren insanların bu din dışı anlayışlarını ve dünya görüşlerini desteklediklerini çeşitli şekillerde onlara belli ederler. Allah Kuran'da böyle insanların durumunu şöyle açıklamaktadır:

Kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkara göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır. Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkar eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl Suresi, 106-107)

Allah imandan sonra şeytani telkinlere aldanarak dini inkara kadar gidebilen inancı zayıf insanların her dönemde Müslümanların yakınında bulunabileceklerine pek çok ayetinde dikkat çeker. Kuran'da dikkat çekilen bu insan topluluklarından biri de Hz. Musa'nın kavmi içinde yaşayan zayıf iradeli insanlardır.

Bunlar, Allah'ın sevdiği ve seçtiği bir Peygamber olan, üstün ve güzel ahlaklı Hz. Musa'nın tebliğini ve manevi eğitimini birebir alan, gösterdiği mucizelere şahit olan insanlardır. Hz. Musa bu insanları, Allah'ın izniyle "kendilerini dayanılmaz işkencelere uğratan" Firavun'un esaretinden kurtarmış, onlara Allah'ın ayetlerini tebliğ etmiş ve hidayetlerine vesile olmuştur. Fakat Hz. Musa Allah'tan vahiy almak üzere kavminden ayrıldığında bu insanlar, Hz. Musa'nın yokluğunu fırsat bilerek Samiri adındaki bir put ustasının, şeytani telkinlerine kapılmışlardır.

Samiri o dönemin zengin kişilerine altından buzağı heykeli yapan bir put ustasıydı. Aynı zamanda putlara tapan ve bu felsefeyi savunan bir kişiydi. Altından yaptığı dev buzağı heykeli ise eski Mısır’da bulunan çok sayıda puttan biri olan Hathor’du. O dönemde bu buzağı heykelinin yani Hathor’un doğurganlığı ve sudan canlılığın türemesini temsil ettiği biliniyor. Hatta bu putun Nil nehrinin taşma dönemlerini kontrol eden ve Nil’i kontrol altında tutan bir put olduğuna inanılıyordu. İşte Samiri de bu sapkın inancı kullanarak, orada yaşayan insanlara bu putun onların ilahı olduğunu, hatta Hz. Musa’nın da ilahı olduğunu ancak Musa Peygamberin bunu unutttuğunu anlattı. Samiri’nin bu sapkın, mantıksız ve din dışı telkinlerinden pek çok zayıf karakterli insan etkilendi.

Allah Hz. Musa'ya kavminin bu durumunu, "Dedi ki: "Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı." (Taha Suresi, 85) şeklinde buyurarak haber vermiş ve bunun üzerine Hz. Musa kavmine geri dönmüştür. Bundan sonra olanları Allah ayetlerinde şöyle haber verir:

... Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"

Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı." Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. (Taha Suresi, 86-88)

Görüldüğü gibi bu insanlar, sözlerinden kendiliklerinden dönmediklerini, Samiri'nin etkisiyle bunu yaptıklarını dile getirmişlerdir. Samiri'nin sapkın telkinleriyle imanlarından dönüp bir buzağı heykelini ilah edinir duruma gelmişlerdir. Samiri denilen sapkın kişi ise "... Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi." (Taha Suresi, 96) ifadesinden de anlaşılacağı gibi nefsine uyan bir kişidir. Bu topluluk vicdanlarını kullanmadıklarından bir kişinin telkinlerinin vesile olmasıyla Allah'a kulluktan vazgeçip kendi yaptıkları bir buzağı heykeline yönelme sapkınlığına kapılmışlardır. Ancak Hz. Musa aralarına döndüğünde, içine düştükleri durumu anlamalarına vesile olmuştur.

Hz. Musa'nın kavminin bir başka sapkınlığı da, Allah kendilerini denizden geçirerek, Firavun'u suda boğduktan sonra, yine doğru yoldan sapıp dinden uzak bir yaşam tarzına özenmeye başlamalarıdır. Bu özentileri o kadar ileri bir boyuta varmıştır ki, putlara tapan bir topluluk gördüklerinde, Hz. Musa'dan kendilerine put yapmasını isteyecek kadar çirkin bir cesaret ve ahlaksızlık gösterebilmişlerdir. Konuyla ilgili Kuran'da bildirilen ayetler şu şekildedir:

... Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.

"Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım?

Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı." (Araf Suresi, 138-141)

İmani zaafiyet içinde olan bu insanların putlara ibadet eden bir topluluğu görmeleri sapmalarına neden olmuştur. İçlerinde hemen, bu sapkın inanca karşı bir eğilim meydana gelmiştir. Din ahlakından uzaklaştıran telkinlerin etkisine kapılmak, tarih boyunca pasifizmi savunan tüm insanların ortak bir özelliğidir.

Allah, Kuran'da bu insanların fitneye açık karakterlerini, "Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı." (Ahzab Suresi, 14) ayetiyle bildirmiştir. Bir başka ayette ise Allah "... Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı (balıklama) dalarlar..." (Nisa Suresi, 91) buyurmaktadır.

Bu insanların fitneye bu derece açık olmalarının temelinde, şeytanın telkinine kapılmaları vardır. Allah'a iman ve itaatten uzaklaşan bu kişiler, Allah'ın "İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanın peşine düşer." (Hac Suresi, 3) ayetinde bildirdiği gibi şeytanın yolundan giderler. Ayette bildirilen "azgın-kaypak şeytanın peşine düşmeleri" ifadesi ise çok dikkat çekicidir. Çünkü bu kişiler, hayatlarının amacı yalnızca Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti olan Müslümanların arasında yaşarken, onlara benzemek ve Kuran ahlakına uymak imkanları varken, bile bile azgınlık yolunu tercih ederler. Allah bu durumlarını bir ayetinde "... Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır." (Araf Suresi, 146) şeklinde buyurarak bildirmektedir.

Bundan dolayıdır ki bu insanların zihinleri sürekli olarak şeytanın fısıltıları ve onun telkin ettiği vesveseler ile doludur. Allah'ın "(Şeytan) Onlara vaatler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez." (Nisa Suresi, 120) ayetinde bildirdiği şeytani vaatler, bu insanları Allah'ın yolundan çevirerek din ahlakından uzak bir hayat şekline çekmektedir. Dolayısıyla birtakım dünyevi kaygılar taşıyarak din ahlakını yaşamaktan uzaklaşıp cahiliye yaşantısını benimseyen bu insanlar, aslında şeytanın bu boş vaatlerine aldananlardır. Allah bu gerçeği, "Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır." (Muhammed Suresi, 25) ayetinde de açıkça bildirir.

Nefislerini Dinin Çıkarlarına Tercih Etmeleri



Müslüman Allah’ın dinini yaşama konusunda geri dönülmez şekilde karar vermiş kişidir. Kalben, zihnen ve ruhen dini yaşama konusunda sarsılmaz bir kararlılık gösterir. Bu nedenle hayatının her anı Allah’ın dinini, Allah’ın rızasını ve emirlerini önplanda tutarak geçer. İçinde bulunduğu şartların, zamanın, mekanın ya da çevrenin bir önemi olmaz. Önüne pek çok seçenek çıksa bile aralarından Allah’ın rızasının en çoğuna yani Allah’ın kendisinden en razı olacağını düşündüğü seçeneğe yönelir. Müslümanın hayatında bu kesin bir ölçüdür.

Ancak pasif karakterli insanların tercihleri çok oynaktır. Bunlar çıkarlarının, şartların ya da çevrenin durumuna göre sürekli değişkenlik gösterir. Özellikle toplumun hassas konuları olan evlilik, eğitim, kariyer gibi konularda çıkarlarına daha uygun olacağını düşündükleri bir teklif aldıklarında hemen ona yönelir, Allah'ı ve din ahlakını unuturlar.

Allah Kuran’da nefislerini dine ve Allah’ın rızasına tercih eden zihniyete dikkat çeken pek çok ayet indirmiştir. Cuma Suresinde Peygamberimiz (sav) döneminde mesleği ya da eğlenceyi Peygamber Efendimize ve dine tercih eden bu tip insanların varlığı anlatılır. Allah bu kişilerin durumunu şöyle haber vermiştir:

Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11)

Burada unutulmaması gereken husus şudur. Dünyadaki nimetler iyi, samimi, temiz, imanlı, inançlı insanlar için yaratılmıştır. Her ne kadar ruhlarında ve kalplerinde kötülük olan insanlar bu nimetlerden faydalanıyor gibi görünseler de, dünya nimetleri aslında inananlar içindir. Ahirette ise yalnızca inananlarındır. Bu nedenle Müslüman gerektiği zaman herkesten iyi eğlenmesini, herkesten güzel ve keyifli vakit geçirmesini bilir. Kariyerine, eğitimine, sosyal hayatına, sanata, estetiğe, bilime gereken önemi verir. Ancak bunları yaparken kalbinde hep Allah’ın kendisinden razı olması arzusu, Allah aşkı ve ahiret inancı vardır. Tüm bunları İslam’ı yaşayarak, dindar olarak yapar. Çünkü zaten insanları bilime, estetiğe, sanata, helal yoldan kazanca, neşeli olmaya, gülmeye, en kaliteli ve temiz şekilde eğlenmeye sevk eden İslam’ın kendisidir. Ancak Müslüman bunları yaparken, ahireti, Allah’a karşı sorumluluğunu, dünyanın geçiliğini ve bu hayata geliş amacını unutmaz.

Ticareti de, eğlenceyi de, evliliği de, kariyeri de, güzelliği de Allah’a yaklaşmaya vesile ve aracı olarak görür. Aracı amaç yapmaz. Ancak pasifist insanlar araçla amacı birbirine karıştırırlar.

Allah’a sevgileri ve ahirete inançları zayıf olduğu için, kendilerini dünyaya kaptırırlar. Sözde Müslümanlar gibi konuşabilirler örneğin “Eğitim ya da kariyer bizim için Allah’a yaklaşma amacı” diyebilirler ama pratikte bu söze uymazlar. Eğitime ve kariyere Allah’ı unutmuş, ahireti unutmuş buz gibi bir hırsla ve gözü dönmüş bir bakış açısıyla sarılırlar. Mesleklerinde yükselmekle, dinin menfaatleri doğrultusunda hizmet etmek arasında kaldıklarında hiç düşünmeden mesleklerini tercih ederler. Halbuki kariyerini Allah’ı unutarak yapan bir insanın işinde ve geleceğinde bir bereket olmaz. Allah o insana o mesleğin bereketini göstermez. Ki bereketi sadece para ve ekonomik güç olarak ele almamak gerekir. Bereket o mesleğin o insana hem manen, hem madden fayda getirmesi ve tatmin etmesiyle olur.

Bir insan düşününki 60-70 katlık bir gökdelenin en tepesinde dünyanın en büyük şirketinin yöneticiliğini yapıyor. 70. katta 50 metrekarelik bir odanın içinde tek başına mutsuz, sevmeyi ve sevilmenin hazzını yaşamadan, huzuru olmadan, kalbinde sıkıntı ve acı hissiyle, manen bomboş, vicdanı rahatsız bir şekilde ömrünü tüketiyor. Bu insan için için çürümüşken dünyanın en zengin insanı olsa ne olur. Nitekim pek çok zengin ve şaşaalı yaşayan insan geceleri başını yastığa koyduğunda ağlayan, dengesiz, mutsuz, kendinden ve çevresinde nefret eden, sinir hastası kişiler olarak ömrünü tüketir. İşte pasifistlerin dünyaya düşkünlükleri de onlara hiç bir fayda sağlamadığı gibi sadece bereketsizlik, huzursuzluk ve sıkıntı olarak geri döner.

Kuşkusuz inananların içinde böyle zayıf kişilikli insanların olmasında Müslümanlar için büyük hayırlar vardır. Çünkü kalbinde hastalık olan insanlarla Allah'tan korkan samimi insanlar bu vesileyle birbirinden ayrılmakta ve Müslümanlar bu insanları tanıyıp bilmektedirler. Allah bu gerçeği "Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah'ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler." (Hac Suresi, 53) ayetiyle haber vermektedir. Bir başka ayetinde ise Allah, "Bu, Allah'ın murdar olanı temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir..." (Enfal Suresi, 37) şeklinde buyurmakta ve bunun Müslümanlar için ferahlık veren bir temizlik olduğuna işaret etmektedir.

Tavır ve Konuşmalarının Samimiyete Değil Taklide Dayalı Olması



Müslümanlar arasında olup da pasifizm yanlısı olan kişilerin en dikkat çekici özelliklerinden biri de, samimiyetsizlikleridir. Bu, konuşmalarında ve tavırlarında kolaylıkla fark edilebilen bir durumdur. Kendilerini dindar gibi gösterebilmek amacıyla bazı ibadetleri yerine getirir, Müslümanlar gibi tavırlar sergiler, onlar gibi konuşurlar. Fakat tüm bunları inandıkları için değil, iman edenler arasında bir yer edinebilmek için taklidi olarak yaparlar. Her hal ve tavırlarında Müslümanları taklit ettiklerinden, dışarıdan bakan bir insan ilk bakışta bu kişileri Müslümanlardan herhangi biri sanabilir. Bu kişiler Allah'ın, "İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar." (Ma'un Suresi, 4-6) ayetlerinde bildirdiği gibi namaz kılar, "İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir." (Tevbe Suresi, 54) ayetinde bildirildiği gibi mallarından ve paralarından ihtiyaç içinde olan insanlara göstermelik de olsa bazen yardımlarda bulunabilirler. Ancak yine ayetlerde açıkça görüldüğü üzere, Rabbimiz samimiyetsizlikleri nedeniyle onların ibadetlerini kabul etmeyecektir.

Pasifist ahlaktaki kişiler şekli ibadetlerin yanı sıra Müslümanların tavır ve konuşmalarındaki pek çok ayrıntıyı da taklit edebilirler. Müslümanların bir konuyu dile getiriş biçimlerinden, kullandıkları üsluptan, oturup kalkmalarına kadar görünürdeki pek çok özellikleri onlarda da görülebilir ancak bu yanıltıcı olmamalıdır. Allah bu kötü ahlaka münafık karakterli insanların özelliklerini bildirerek dikkat çekmiştir.

"Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler..." (Münafikun Suresi, 4)

Oysa samimiyetin taklidi yoktur. Bir insanın görünürdeki özellikleri taklit edilebilir, fakat samimiyet tam olarak yaşanmadan kişinin gösterebileceği bir özellik değildir. Bu nedenle onların gerçek yüzlerini ancak müminler Kuran'ın kendilerine yol göstermesiyle hissedip görebilirler. Allah Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde de din ahlakını yaşamakta kasten pasif davranan bu tip insanların olduğunu bildirir. Bu kişiler Müslümanları taklit ederek Hz. Muhammed (sav)’in yakın çevresine kadar girebilmişlerdir. Allah dilediği takdirde bu tarz insanları Peygamber Efendimize yüzlerinden tanıtacağını haber vermiştir:

Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın... (Muhammed Suresi, 30)

Bu insanlar samimiyetsiz ve yapmacık tavırlarla kendilerini Müslüman gibi tanıtmaya çalışırlarken aslında içlerinde fırtınalar kopar. Kalben inanmadıkları, tasdik etmedikleri bir hayatı yaşamak, sürekli taklit yapmak zorunda olmak onlar için bir tür azaptır. Gösteriş için namaz kılmak, güzel söz söylemek, tevazulu görünmek, seviyormuş gibi yapmak, içinden gelmediği halde İslam'a faydalı çalışmalarda bulunmak dine ve Müslümanlara karşı sevgisiz ve duyarsız bu insanlar için hiç kolay değildir. Yine de çıkarlarına daha uygun olduğunu düşünerek; nefisleriyle çatışan bir ortam oluşana dek kendi kendilerine oluşturdukları bu sahte kimlikte yaşamaktan vazgeçmezler. Ancak nefislerini iyice zorlayan büyük bir zorlukla karşılaştıkları takdirde artık taklit yapacak güçleri kalmaz ve yavaş yavaş gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başlar. Umdukları gibi çıkar elde edemediklerini gördüklerinde eskiden taklidi olarak yaptıklarını da yapmamaya ve kinlerini açığa vurmaya başlarlar.

Din ahlakını yaşamakta pasif davranan bu kişiler taklit yeteneklerini kimi zaman da dikkati dağıtmak için kullanırlar. Özellikle yaptıkları samimiyetsiz tavırlar Müslümanlar tarafından anlaşıldığında, dikkatleri kendi üzerlerinden dağıtmak için duruma uygun gördükleri bir kişilik taklidinin arkasına sığınırlar. Yerine göre kendilerini saf, çocuksu, olayları kavrayamayan kişiler olarak tanıtır yerine göre de bunun tam tersi yırtıcı, kavgacı, son derece ters ve saldırgan bir kimliğe bürünürler. Bunu yaparken akıllarınca Müslümanları aldattıklarını sanırlar. Oysa Allah'ı ve iman edenleri aldattığını düşünen kimse, yalnızca kendi kendini aldatmaktadır:

Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)

Yüzlerinin Nursuz Olması



Kendilerini Müslüman gibi tanıtmalarına rağmen aslında dine ve iman edenlere karşı sevgisiz olan bu insanların yüzleri samimi Müslümanlarda olduğu gibi temiz ve nurlu değildir. Allah Kuran'da iman edenler için "... onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir..." (Fetih Suresi, 29) buyurmakta ve yüzlerinden Müslüman olduklarının anlaşıldığına dikkat çekmektedir. Bir başka ayette ise, Müslümanların cennette de yüzlerinde aydınlık ve nurlu bir ifade olacağı şöyle bildirilmiştir:

"Nimetin parıltılı sevincini sen onların yüzlerinden tanırsın." (Mutaffifin Suresi, 24)

Söz konusu insanların ise bunun tam aksine yüzlerindeki ifade son derece esrarengiz ve karanlıktır. Yüzlerinde samimi, güven telkin eden, aydınlık bir ifade oluşmaz. Bunun sebebi aslında bu insanların ruhlarında yaşadıkları karanlıktır. Kötülük tasarlamaları ve Müslümanlara yalan söylemeleri nedeniyle Allah bu insanların kalplerine sıkıntılı, huzursuz ve tedirginlik dolu bir karanlık çökertir. Kalplerindeki bu şiddetli baskı ise yüzlerine nursuzluk olarak yansır. Allah ayetinde bu insanların üzerlerindeki nursuzluğu şöyle bildirmiştir:

Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 27)

Peygamberimiz (sav) de bu tarz insanların nursuzluklarına dikkat çekmiş ve yalanlarından dolayı kalplerinin karardığını ifade etmiştir:

Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. (Muvatta, Kelam 18- 2, 990)

Gerçek bir Müslümanın yüzü ise, "Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır." (Yunus Suresi, 26) ayetinde bildirildiği gibi her zaman aydınlıktır, çevrelerindekilere de ferahlık verir. Ayette işaret edildiği gibi hayır ve güzellik yapanlara buna uygun güzel bir karşılık vardır. Söz konusu insanlara da yine kendi ahlaksızlıklarına uygun bir karşılık. Allah bir ayetinde dünyada yaptıklarından dolayı yüzleri kararan bu insanların ahirette de benzer bir durumda olduklarını bildirir:

Bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kararacağı gün. Yüzleri kapkara-kesilecek olanlara: "İmanınızdan sonra inkar ettiniz, öyle mi? Öyleyse inkar etmenize karşılık olarak azabı tadın" (denilir). (Al-i İmran Suresi, 106)

Bu kişilerin bakışlarındaki bozukluğun ortaya çıktığı anlardan biri de, kendilerinde İslam'a hizmet etmelerinin istendiği veya kendilerince rahatlarının bozulacağını düşündükleri anlardır. Hz. Muhammed (sav) döneminde yaşayan benzer ahlaktaki insanlardan, Peygamber Efendimiz (sav)'le birlikte savaşa çıkmaları istendiğinde bakışlarında oluşan ifade bu durumun örneklerinden biridir. Ayette şöyle bildirilmiştir:

İman edenler, derler ki: "(Savaş izni için) Bir sûre indirilmeli değil miydi?" Fakat, içinde savaş (kıtal) zikri geçen muhkem bir sure indirildiği zaman, kalplerinde hastalık olanların, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların bakışı gibi sana baktıklarını gördün... (Muhammed Suresi, 20)

Dünya Hırsları Nedeniyle Din Ahlakından Taviz Vermeleri



Bazı insanların dinden uzak yaşamalarının altında aşağı yukarı hep ortak sebepler vardır. “İnandığın halde neden namazlarını kılmıyorsun, neden Kuran’ın istediği şekilde yaşamıyorsun, neden din ahlakına gereği gibi uymuyorsun?” diye sorulduğunda hep aynı bahaneleri öne sürerler. Bunlar arasında en dikkat çekenler ailevi durumları, eğitim durumları, ticari durumları, kariyerleri ve çevre faktörüdür. Nitekim Allah Kuran’da her insanın nefsinde bu tip kişisel hırslar olabileceğine şu ayetle dikkat çekmiştir.

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Bir hadisinde de Peygamberimiz (sav) bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir:

"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır."

Ayette geçen “Mal ve çocuk” kavramı kariyer, eğitim, meslek, ticaret, madden iyi ve kazançlı bir evlilik, soyun devamı gibi hırsların tümünü kapsar. Kendini “Müslüman” olarak tanıtan pek çok insan için mesleği, yaptığı ticaret, kendisine para kazandıracak herhangi bir faaliyet, ailesiyle çıkacağı tatil, okul durumu, çocuk sahibi olmak ya da iyi bir evlilik yapmak dinden önce gelir. Hatta o kadar önce gelir ki kimileri toplantısı bölünmesin diye namazını kılmaz, tatilde keyfi kaçmasın diye orucunu tutmaz, sosyal çevresini kaybetmemek için Allah’ın adını anmaz, ekomonik durumu bozulmasın diye Allah’ın dinin yaymak için vakit ayırmaz. Dünyada iman edenlerin sürekli şehit edilmesi, yaşadığı coğrafyanın kan gölüne dönmesi, Allah’a ve dine karşı dünya çapında bir mücadele olması böyle kişilerin umurlarında bile olmaz.

Pasif karakterli kişilerin de bu tip hırsları kuvvetlidir. Ancak bunu diğer insanlar gibi açık açık yapmak yerine dini ifadeler kullanıp, kamufle ederek yapmaya çalışırlar. “Kendimi ne kadar çok geliştirirsem dine o kadar faydam olur, o yüzden eğitime bu kadar önem veriyorum” gibi bahaneler öne sürerler ancak amaçları gerçekten dine hizmet etmek değil sadece iyi bir kariyer yapmaktır. “Allah yolunda harcamak için daha fazla kazanmam gerek” derler ancak amaçları infak etmek değil geleceğini garanti altına alacağı bir birikim yapmaktır. Bütün hayatları bu tip samimiyetsizliklerle geçer.

Allah malların ve çocukların insanlar için bir fitne konusu olduğunu Kuran’da bildirmiştir. (Enfal Suresi, 28) Bu nedenle, müminler Allah'ın dünya hayatında kendilerine verdiği nimetlerin birer deneme olduğunu bilir ve buna göre davranırlar. Allah kendilerine nimet verdiğinde buna sevinir, şükreder ve bu nimeti Allah yolunda en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Eğer Allah mal verdiyse bu malı İslam'ın hayrı için en iyi şekilde kullanmanın yollarını bulurlar. Allah'ın kendilerine çocuk vermesi durumunda da, çocuklarını samimi bir mümin olarak yetiştirme konusunda ellerinden gelenin en fazlasını yaparlar. Tüm bunları yaparken her zaman Allah'ın rızasını öncelikli tutar ve hep İslam'ın hayrına olacak şekilde hareket ederler. Ayrıca eğer Allah kendilerine verdiği bu nimetleri bir sebeple onlardan alacak olsa, yine çok teslimiyetli ve tevazulu davranır, Allah'ın yarattığı herşeyde bir hayır olduğunu bilirler.

Kuran ahlakını yaşamak konusunda çekimser davranan kimseler ise sahip olduklarını sandıkları herşeyi hırsla korumaya çalışırlar. Bu korumacılık cimriliğe varan boyutlara ulaşır. Bu sırada sahip olduklarını kendilerine verenin Allah olduğunu akıllarına getirmez, türlü düzenler kurarak ellerinden geldiğince bunları kendilerine saklamaya çalışırlar. Allah onların bu cimriliklerini Kuran'da şöyle bildirmektedir:

İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz... (Muhammed Suresi, 38)

Kendilerine ait eşyaları özenle korur, ancak başkalarının malına kendilerininki gibi titizlenmezler. Kendi eşyalarına olan koruma duygusu onlarda bir nevi refleks gibi işler. Diğer kişilerin mallarına karşı ise titizlikten uzak, hatta müsrif denebilecek bir yaklaşım içinde olurlar. Bunları son derece hor kullanır, sağlam ve temiz kalması için itina etmezler.

Aynı tutumları kendileri ile ilgili diğer konularda da gösterirler. Kendi yemelerine, içmelerine, sağlıklarına çok itina eder ama mazlumların ihtiyaçlarını karşılamak için hiçbir girişimde bulunmazlar. Bir insanın kendi sağlığını koruması, yemesine, içmesine dikkat etmesi, hastalanmamak için çaba harcaması son derece makuldur. Ancak müminler Allah'tan korktukları ve vicdanlı oldukları için kendileri kadar hatta kendilerinden çok daha büyük bir titizlikle başta iman edenler olmak üzere başkalarını da koruyup kollar ve gözetirler. Allah müminlerin bu tavrını Kuran'da şöyle bildirmektedir:

... Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler... (Haşr Suresi, 9)

Bu kişilerin çocuklarına duydukları ilgi ve alaka ise Allah'a şirk koşma boyutlarına kadar varabilmektedir. Allah bir Müslümana bir çocuk nasip ettiyse, onun yapması gereken çocuğuna hayırlı ve temiz bir hayat sunmak, onun Allah'a iman eden samimi bir mümin olması için çaba harcamaktır. Ancak bu kişiler hem çocuklarının salih bir Müslüman olması için gereken özeni göstermez, hem de onları kendilerinin mücadeleden geri kalmalarına bir bahane olarak göstermek isterler. Allah Kuran'da, Peygamberimiz (sav) döneminde de münafıkların benzer şekilde kendi sosyal durumlarını öne sürdüklerini bildirmiştir:

Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar... (Fetih Suresi, 11)

... Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)

Kıskanç ve Kibirli Olmaları



Allah her insana doğuştan birtakım özellikler ve yetenekler vermiştir. Bu özellikler var olan diğer herşey gibi, bir kader üzerine yaratılmıştır. Herkesin güzelliği, zekası, yetenekleri ve diğer tüm özellikleri Allah'ın dilediği kadardır. Bu açık gerçeğe rağmen bazı insanlar özelliklerini sahiplenirler. Büyük bir cehaletle, "... Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar..." (Furkan Suresi, 21) ayetinde haber verildiği gibi, bu özellikleri nedeniyle şımarır, kibirlenirler. Örneğin, kimi zaman unuttuğu için kurduğu cümlenin bile sonunu getiremeyen ve Allah dilemese asla da hatırlayamayacak olmalarına rağmen, sahip oldukları bilgi birikimini kendilerinden sanırlar. Ya da bunun aksine diğer insanlara nazaran daha kusurlu görünen bir yönlerini kompleks haline getirirler. Bu şekilde Allah'ın herşeyin yaratıcısı ve hakimi olduğunu unutarak, kendilerini müstakil birer varlıkmış gibi (Allah'ı tenzih ederiz) değerlendirirler.

Onların bu çarpık mantıklarının temelinde ise enaniyet yatmaktadır. Oysa Allah tüm varlıklar gibi kendilerini de yoktan var etmiştir, onlar da tüm varlıklar gibi büyük bir acizlik içindedirler. Onların da tüm alemlerin de sahibi Allah'tır. Kendisi farkında olsun ya da olmasın Allah'a boyun eğmiştir ve O'nun dilemesi dışında tek bir adım atması, tek bir kelime dahi sarf etmesi mümkün değildir. Aklından geçen her düşünceyi, gizlediği veya açığa vurduğu her konuyu, duyduğu her acıyı, yaşadığı her sıkıntıyı, kalbine gelen her vesveseyi, ettiği her duayı, hissettiği her sevinci, mutluluğu, huzuru yaratan Allah'tır ve bunları tüm detayları ile bilir. Hud Suresi'nin 56. ayetinde bildirildiği gibi Allah'ın, '... alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur...'

Söz konusu kişilerin bu gerçekleri bildikleri halde görmezlikten gelmelerinin sebebini Allah bir ayetinde şöyle bildirir:

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)

Müslümanlar bu kişileri sürekli olarak gerçeklere davet etmelerine rağmen, onlar Allah'ın "Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir..." (Lokman Suresi, 7) ayetinde haber verildiği gibi haktan yüzçevirirler. Kendi kendilerini gözlerinde öylesine büyütürler ki Allah'ın, "... Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz." (Kamer Suresi, 24) ayetinde bildirdiği hem bir kibirlenme hem de samimi iman edenlere karşı kıskançlık içindedirler.

İman edenleri pasifize etmeyi amaçlayan kişiler kibirli ve kıskanç tavırları ile dikkat çeken insanlardır. Bu insanlar, kitabın başından beri belirttiğimiz gibi, Müslümanlara karşı kalplerinde öfke gizleyen ve onlara gelecek her türlü hayra engel olmayı hedefleyen kimselerdir. Müslümanların sahip oldukları güzellik ve nimetlerde bir artış olması bu insanlara ciddi bir sıkıntı verir. Müslümanlara karşı duydukları kıskançlık öyle bir aşamaya varır ki, müminlerin yaşadıkları yerlerin güzelleşmesi, sahip oldukları imkanların artması onlarda büyük rahatsızlık oluşturur. Hatta bu nimet artışı onları o kadar rahatsız eder ki bu sebeple aralarında fiziksel sıkıntılar çekenler dahi olur.

Allah, bu kişilerin müminlerin iyiliğine olan gelişmelerden duydukları rahatsızlığı, "Sana iyilik dokunursa, bu onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise: "Biz önceden tedbirimizi almıştık" derler ve sevinç içinde dönüp giderler." (Tevbe Suresi, 50) ayetiyle müminlere haber vermiştir. Küçük büyük, maddi manevi tüm güzelliklerin ve nimetlerin artması Müslümanlara şükür ve sevinç vesilesi olurken, bu insanların kıskançlıklarının daha da artmasına neden olur.

Allah'ın "... Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder..." (Bakara Suresi, 105) ayetinde bildirdiği gibi Müslümanların hayrını ve iyiliğini istemezler. Hatta istememekten de öte, "Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isabet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size hiçbir zarar veremez..." (Al-i İmran Suresi, 120) ayetinde bildirildiği gibi, Müslümanların arasında yaşamalarına rağmen onlara kötülük isabet edecek olması ihtimalinden sevinç duyarlar. Bu ruh halleri onların gerçek niyetlerini gösteren açık bir delildir.

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü