Harun Yahya


K



Kademeli Evrim Komedisi



(bkz. Sıçramalı evrim hikayesi)


Kalıtım Kanunları



Darwin'in evrim teorisini geliştirdiği dönemde canlıların özelliklerini sonraki nesillere nasıl aktardıkları, yani kalıtımın nasıl gerçekleştiği tam olarak bilinmiyordu. Bu nedenle kalıtımın kan yoluyla sağlandığı gibi ilkel düşünceler yaygın kabul görüyordu. Kalıtım hakkındaki bu belirsizlik, Darwin'in teorisini geliştirirken tümüyle yanlış birtakım varsayımlara dayanmasına neden oldu.

Darwin, "evrim mekanizması" olarak temelde doğal seleksiyonu gösteriyordu. Ama doğal seleksiyon vasıtasıyla seçilecek olan "yararlı özellikler" nasıl ortaya çıkacak ve nesilden nesile nasıl aktarılacaktı?

İşte Darwin bu noktada Lamarck tarafından ortaya atılmış olan "kazanılmış özelliklerin sonradan aktarılması" tezine sarıldı. Evrim teorisini savunan bir araştırmacı olan Gordon Taylor, The Great Evolution Mystery adlı kitabında Darwin'in Lamarckizm'den yoğun biçimde etkilendiğini şöyle anlatır:

Lamarckizm, kazanılmış olan özelliklerin kalıtsal olarak aktarılması olarak bilinir... Darwin'in kendisi, açık konuşmak gerekirse, böyle bir kalıtımın gerçekleştiğine inanmış ve hatta parmaklarını kaybettikten sonra çocukları parmaksız olarak doğan bir adamı kaynak olarak gösterip bu olayı anlatmıştır... Darwin, Lamarck'tan tek bir fikir bile almadığını iddia etmiştir. Bu son derece ironiktir, çünkü Darwin sürekli olarak kazanılmış özelliklerin aktarılması fikriyle oynamıştır ve (bu nedenle) eleştirilmesi gereken, Lamarck'tan ziyade Darwin'dir. Kitabının (Türlerin Kökeni) 1859 baskısında "dış şartların değişiminin" varyasyonlara kaynaklık ettiğini söylemekte, ama hemen ardından bu şartların varyasyonları yönettiğini ve bunu yaparken de doğal seleksiyonla işbirliği yaptığını açıklamaktadır. Her geçen yıl, (organların) kullanılması ya da kullanılmaması konusuna daha fazla önem vermiştir... 1868'de "Varieties of Animals and Plants under Domestication" isimli kitabını yayınladığında, Lamarkist kalıtıma delil oluşturduğunu düşündüğü bir dizi örnek vermiştir... Bazı erkek çocuklarının organlarının ön derilerinin, nesiller boyu yapılan sünnet nedeniyle kısaldığı gibi.1

Ancak Lamarck'ın tezi, Avusturyalı botanikçi Rahip Gregor Mendel'in keşfettiği kalıtım kanunları tarafından yalanlandı. Bu durumda "yararlı özellikler" kavramı da havada kalmış oluyordu. Genetik kanunları, kazanılmış özelliklerin aktarılmadığını ve kalıtımın değişmez bazı yasalara göre gerçekleştiğini gösteriyordu. Bu yasalar, türlerin değişmezliği görüşünü destekliyordu.

Gregor Mendel, uzun deney ve gözlemler sonucunda belirlediği kalıtım kanunlarını 1865 yılında açıklamıştı. Ancak bu kanunların bilim dünyasının dikkatini çekmesi yüzyılın sonlarında mümkün oldu. 20. yüzyılın başlarında bu kanunların doğruluğu tüm bilim dünyası tarafından kabul edildi. Bu durum, "yararlı özellikler" kavramını Lamarck'a dayanarak açıklamaya çalışmış olan Darwin'in teorisini ciddi bir açmaza sokmuş oluyordu.

İşte bu nedenle Darwinizm'i savunan bilim adamları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir evrim modeli geliştirmeye çalıştılar. Böylece neo-Darwinizm doğdu. (bkz. Neo-Darwinizm komedisi)


Kambriyen Devri



Kambriyen devri günümüzden 520 milyon yıl önce başladığı ve 10 milyon yıl sürdüğü hesaplanan jeolojik dönemdir. Bu devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli olanlar dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen devri gibi son derece kısa bir dönem içinde ise (10 milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda ortaya çıkmışlardır. Sonraki devirlerde de balıklar, böcekler, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar gibi temel canlı sınıflamaları ve bunların alt grupları hep aniden ve hiçbir ataları olmadan belirir.


kambriyen devri

Kambriyen devri canlılarını tasvir eden bir illüstrasyon


Bu durum, evrim teorisinin temel iddiası olan "uzun zaman içinde tesadüfler yoluyla kademe kademe gelişim" kavramını yıkmış durumdadır. Dahası bu durum, yaratılış gerçeği için kuşkusuz çok büyük bir delildir. Evrimci bir fosil bilimci olan Mark Czarnecki, bu gerçeği bir itiraf niteliğindeki şu açıklamasıyla kabul etmektedir:


Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin yaratıldığını savunan argümana destek sağlamıştır.2



deniz yıldızı

Denizyıldızı, denizanası gibi pek çok kompleks omurgasız canlının, günümüzden yaklaşık 500 milyon yıl önce Kambriyen devirde, hiçbir sözde evrimsel ataya sahip olmadan, birdenbire ortaya çıkmış olmaları, Darwinist teoriyi en baştan geçersiz kılmaktadır.


Kambriyen Patlaması (Cambrian Explosion)



Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller; salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, denizyıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. (bkz. Trilobit) İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin bir anda ve hiçbir ataları olmaksızın ortaya çıkmalarıdır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.

Bu tabakadaki canlıların çoğunda, günümüz örneklerinden hiçbir farkı olmayan göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Bu kompleks omurgasızlar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar olan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır.

kambriyen fosili

Kambriyen kayalıklarında bulunan bir fosil


Evrim literatürünün popüler yayınlarından Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monastersky, evrimcileri şaşırtan Kambriyen Patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir:

Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen devirde zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.3

Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire, birbirlerinden çok farklı omurgasız türleriyle dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en önde gelen savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, savunduğu tezleri temelinden geçersiz kılan bu gerçek hakkında şunları söylemektedir:


... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Tabii ki bu ani ortaya çıkış yaratılışı savunanları oldukça memnun etmektedir.4

Dawkins'in de kabul ettiği gibi, Kambriyen Patlaması yaratılışın açık bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları olmadan aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Evrimci biyolog Douglas Futuyma da, "canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir" diyerek bu gerçeği kabul eder.5


Nitekim Darwin de, "eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu" diye yazmıştır.6 Kambriyen devri ise, tam olarak Darwin'in "öldürücü darbe" olarak tarif ettiği tabloyu ispatlamaktadır. Bu yüzden İsveçli evrimci Stefan Bengston, Kambriyen devrinden söz ederken ara formların yokluğunu itiraf etmekte ve "Darwin'i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır" demektedir.7

Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların, evrim teorisinin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Canlılar evrimle oluşmamış, hepsi ayrı ayrı yaratılmıştır.


kambriyen

Farklı hayvan filumlarına ait canlıların, son derece kompleks yapıları ile, Kambriyen devirde aniden ortaya çıkmaları, bu canlıların yaratıldıklarının açık bir delilidir.


Kanapoi Dirsek Kemiği Fosili Sahtekarlığı



Evrimcilerin fosilleri tamamen kendi önyargılarına göre yorumladıklarını gösteren en iyi örnek, Kenya'nın Kanapoi bölgesinde bulunan dirsek kemiği fosilidir. Kenya Doğu Rudolf Müzesi'ne KP 271 adıyla tescil ettirilen fosil, üst kol kemiğinin dirseğe yakın olan bölümünden oluşmaktadır. 1965 yılında Harvard Üniversitesi'nden Bryon Patterson tarafından çıkarılan fosil, çok iyi korunmuştur. Evrimcilerin yaptıkları en son tarihleme testleri 4.5 milyon yıl yaşında olduğunu göstermektedir.8 Bu sebeple bu fosil bugüne kadar bulunan en eski hominid fosili ünvanını taşımaktadır.

KP 271'i tanımlamak amacıyla 1967 yılında biraraya gelen B. Patterson ve W. W. Howells isimli araştırmacılar bu fosillerin insan anatomisine yakın olmakla beraber, Australopithecus'a ait olduğunu ileri sürdüler. Howells ve yardımcısı Patterson, araştırmalarıyla ilgili raporu 7 Nisan 1967 tarihli Science dergisinde açıkladılar. Bu raporda şöyle diyorlardı:

Bu ölçümlerin sonunda, Kanapoi Hominid 1'in (fosile verilen orijinal isim) insan örneğine çarpıcı bir şekilde yakın olduğu görülüyor.9

Howells ve Patterson, günümüz insanı kemiğine olan benzerliğini kabul etmelerine rağmen, yine de bu fosilin bir Australopithecus'a ait olduğunu savunmaya devam ettiler. Çünkü bu denli yaşlı bir fosilin bir insana ait olabilmesi, onlar için kabul edilemez bir durumdu.

Ancak daha sonraları diğer bazı araştırmacıların bilgisayar aracılığıyla yaptıkları incelemelerde, KP 271 fosilinin günümüz insanının kemikleriyle aynı olduğu bir kez daha ortaya çıktı. California Üniversitesi'nden Henry McHenry, 1975 yılında yaptığı bilgisayar destekli araştırmalar sonucunda yayınladığı makalede şöyle diyordu:

Sonuçlar şunu gösteriyor ki 4-4.5 milyon yıl yaşındaki Kanapoi örneği, Homo sapiens'ten ayırt edilemiyor...10

Bunu izleyen tarihlerde, başka araştırmacılar da (örneğin David Pilbeam ve Brigette Senuts) KP 271 fosilinin Homo sapiens kemiği ile aynı olduğunu birçok defalar deneyler ve karşılaştırmalı çalışmalar sonucu ispat ettiler. Ancak bütün bu araştırmalara ve göz önündeki kanıtlara rağmen bu araştırmaları yapan evrimciler bile, önyargıları nedeniyle hiçbir zaman bu fosilin Homo sapiens'e ait olabileceğini kabul edemediler.


Kanatların Kökeni



Kanatların kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen tesadüfi mutasyonlar sonucunda meydana geldiği sorusu, evrimciler tarafından cevaplanamamaktadır. Bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen bir bozulma (mutasyon) sonucunda nasıl kusursuz bir kanada dönüşeceği asla açıklanamamaktadır.

Türk evrimci bilim adamlarından Engin Korur, kanatların evrimleşmesinin imkansızlığını şöyle itiraf eder:

Gözlerin ve kanatların ortak özelliği, ancak bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Başka bir deyişle, eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz. Bu organların nasıl oluştuğu doğanın henüz iyi aydınlanmamış sırlarından birisi olarak kalmıştır.11

(bkz. Kuşların kökeni)


Kaos Kuramının Çıkmazı



(Bkz. Termodinamiğin İkinci Kanunu (Entropi Kanunu))

Termodinamiğin İkinci Kanunu'nun evrimi imkansız kıldığının farkında olan bazı evrimci bilim adamları yakın geçmişte Termodinamiğin İkinci Kanunu ve Evrim teorisi arasındaki uçurumu kapatabilmek, evrime bir yol açabilmek amacıyla çeşitli spekülasyonlar üretme gayretine girmişlerdir.

Termodinamiği ve evrimi uzlaştırma umuduyla ortaya atılan iddialarla en fazla adı duyulmuş olan kişi Belçikalı bilim adamı Ilya Prigogine'dir. Prigogine, Kaos Kuramı'ndan hareket ederek kaostan (karmaşadan) düzen oluşabileceğine dair birtakım varsayımlar ortaya atmıştır. Oysa bütün çabalarına rağmen, Prigogine termodinamiği ve evrimi uzlaştırmayı başaramamıştır. Bu durum aşağıdaki ifadelerinde de açıkça görülmektedir:

Yüzyılı aşkın bir süredir aklımıza takılan bir soru var: Termodinamiğin tanımladığı ve sürekli artan bir düzensizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, canlı bir varlığın evriminin nasıl bir anlamı olabilir?12

Moleküler düzeyde ürettiği teorilerin canlı sistemler için, örneğin bir canlı hücresi için geçerli olmadığını bilen Prigogine bu problemi şöyle ifade etmektedir:

Kaos teorisi ve... canlıların oldukça düzenli olan hücreleri ele alındığında, bunlardaki biyolojik düzenlilik, teorinin karşısına net bir problem olarak çıkmaktadır.13

Kaos kuramı ve buna dayalı spekülasyonların vardığı son nokta budur. Evrimi destekleyen, doğrulayan, evrim ile Entropi Kanunu ve diğer fizik yasaları arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıran hiçbir somut sonuç elde edilememiştir. Bilim, her alanda olduğu gibi termodinamik açıdan da evrimin imkansız olduğunu ve canlılığın varoluşunun yaratılış dışında bir açıklaması olamayacağını gözler önüne sermiştir.


Kaplumbağaların Kökeni



kaplumbağa

Bir sürüngen sınıfı olan kaplumbağalar, fosil kayıtlarında kendilerine özgü kabuklarıyla birlikte bir anda belirirler. Evrimci kaynakların ifadesiyle "kaplumbağalar diğer omurgalılardan çok daha fazla ve iyi korunmuş fosiller bırakmalarına rağmen, bu canlılar ile kendisinden evrimleştikleri varsayılan diğer sürüngenler arasında hiçbir geçiş formu bulunmamaktadır".14

Omurgalılar paleontolojisi uzmanı Robert Carroll ise aynı konuda şu bilgileri verir:

En eski kaplumbağalara Almanya'daki Triasik devri fosil yataklarında rastlanır. Bugün yaşayan örneklerine çok benzeyen sert kabukları sayesinde kolaylıkla diğer türlerden ayırt edilirler. Daha erken ya da daha ilkel kaplumbağalara ait hiçbir iz tanımlanamamıştır. Oysaki kaplumbağalar çok kolaylıkla fosilleşirler ve fosillerinin çok küçük parçaları dahi bulunsa kolaylıkla tanınırlar.15

Bu canlı sınıfı, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmıştır ki, bu durum onları Allah'ın yaratmış olduğunun bilimsel kanıtlarından biridir.

kaplumbağa fosili

Sağ Resim: Bilinen en eski deniz kaplumbağası kalıntısı: Brezilya'da bulunan 110 milyon yıllık bu fosil, bugün yaşayan örneklerinden farksız.

Sol Resim: 45 milyon yıllık tatlı su kaplumbağası fosili.


Karadan Havaya Geçiş Kandırmacası



Evrim iddialarının imkansız senaryolarından biri de, sudan karaya çıkmış canlıların "uçması" ile ilgilidir. Evrimciler, kuşların bir şekilde evrimleşmiş olmaları gerektiğine inandıkları için, bu canlıların sürüngenlerden geldiklerini iddia ederler. Evrimcilerin uçuşun kökenini açıklamak için ortaya attıkları teorilerden biri sürüngenlerin sinek avlamaya çalışırken kanatlandıkları şeklindedir. Oysa, kara canlılarından tamamen farklı bir yapıya sahip olan kuşların hiçbir vücut mekanizması kademeli evrim modeli ile açıklanamaz. Herşeyden önce, kuşu kuş yapan en önemli özellik, yani kanatlar, evrim için çok büyük bir çıkmazdır. Kanatların kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana geldiği sorusu evrimciler için cevapsızdır. Evrim teorisi bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen bir bozulma (mutasyon) sonucunda nasıl olup da kusursuz bir kanada dönüşebildiğini asla açıklayamamaktadır. Meydana gelecek mutasyonlarla yeni bir organ oluşamayacağı gibi ön ayaklarının da işlevini yitirmesi sonucu canlı doğal seçilimde dezavantajlı hale gelecektir. (bkz. Kanatların kökeni; Uçuşun kökeni)

dinozor, hayali ara form

 

 

 

 

1. Dinozordan kuşa hayali geçiş

2. Kanatlı dinozora hayali geçiş

Evrimcilerin, var olması gerektiğini iddia ettikleri ara geçiş formlarına ait tek bir fosil dahi bugüne kadar bulunamamıştır. Bu nedenle evrimci kitaplar hayali çizimlerle doludur. Bu resimde de karadan havaya geçişin hayali bir canlandırması görülmektedir.

 


Ayrıca, bir kara canlısının kuşlara dönüşebilmesi için sadece kanatlarının olması da yeterli değildir. Kara canlısı, kuşların uçmak için kullandıkları diğer birçok yapısal mekanizmadan yoksundur. Örneğin, kuşların kemikleri kara canlılarına göre çok daha hafiftir. Akciğerleri çok daha farklı bir yapı ve işleve sahiptir. Değişik bir kas ve iskelet yapısına sahiptirler ve çok daha özelleşmiş bir kalp-dolaşım sistemleri vardır. Bu mekanizmalar, yavaş yavaş, "birbirine eklenerek" oluşamazlar. Kara canlılarının kuşlara dönüştüğü teorisi bu nedenle tamamen bir safsatadır.

Tüm bunların ötesinde sinekleri kovalarken dinozorların kanatlandığını iddia eden evrimciler, sineğin sahip olduğu kanatların nasıl oluşmuş olacağı konusunda da bir açıklama getiremezler. Oysa iddialarına göre çeşitli mutasyonlarla oluşmuş olması gereken kanatlar, senaryolarında var olan sineklerde en kompleks halleri ile zaten mevcuttur. Bu durum, evrimcilerin iddialarının birer senaryodan oluştuğunu açıkça gösterir. Ayrıca bu bilim dışı hikayeyi doğrulayacak hiçbir fosil kaydı yoktur. Kuşların mükemmel hallerine ait binlerce fosil mevcutken, "yarım kanatlı" kuşumsu hayali canlılara ait tek bir tane fosile bile rastlanmamıştır.


Karbon-14 Testi



Karbon-14 testi bir tür radyometrik testtir. Ancak bunu, diğerlerinden ayıran önemli bir özellik vardır. Diğer radyometrik testler sadece volkanik kayaların tarihinin belirlenmesinde kullanılabilir. Oysa karbon-14 testi canlı varlıkların yaşlarının belirlenmesinde kullanılabilmektedir. Çünkü canlı varlıkların bünyelerinde bulunan tek radyoaktif madde Karbon-14'tür.

Dünya her an uzaydan gelen kozmik ışınların bombardımanı altındadır. Bu ışınlar dünyanın atmosferinde bol miktarda bulunan nitrojen-14'e çarparak bunu radyoaktif bir element olan karbon-14'e çevirirler. Yeni üretilen bir madde olan radyoaktif karbon-14, atmosferde oksijenle birleşir ve bir başka radyoaktif bileşik olan C-14 O2 yi oluşturur. Bilindiği gibi bitkiler, besin elde etmek için CO2 (karbondioksit), H2O (su) ve güneş ışığını kullanırlar. İşte bitkinin bünyesine aldığı bu karbondioksit moleküllerinin bir kısmı, radyoaktif karbon olan karbon-14'ten oluşmuş olan moleküllerdir. Bitki, bu radyoaktif maddeyi bünyesinde toplar.

Bazı canlılar bitkilerle beslenirler. Bazı canlılar da bitkilerle beslenen canlılarla beslenirler. Böylece beslenme zincirinin etkisiyle, bitkilerin havadan aldıkları radyoaktif karbon diğer canlılara da aktarılır. Böylece yeryüzündeki her canlı, atmosferdekiyle aynı oranda karbon-14'ü bünyesine alır.

Bir bitki veya hayvan öldüğünde, artık beslenemediğinden bir daha bünyesine karbon-14 alamaz. Karbon-14 radyoaktif bir madde olduğundan, yarılanma ömrü vardır ve zaman içinde kütlesi eksilmeye başlar. Böylece bir canlının bünyesinde bulunan karbon-14 miktarı ölçülerek yaşının hesaplanabileceği düşünülür.

fotosentez

1.Güneş ışığı, 2.6CO2 Karbondioksit, 3.6H2O Su, 4.Klorofil, 5.C6H12O6 Glikoz, 6.6O2 Oksijen

Bitkiler, besin elde etmek için CO2 (karbondioksit), H2O (su) ve güneş ışığını kullanırlar. İşte bitkinin bünyesine aldığı bu karbondioksit moleküllerinin bir kısmı, radyoaktif karbon olan karbon-14'ten oluşmuş olan moleküllerdir. Bitki, bu radyoaktif maddeyi bünyesinde toplar ve beslenme zincirinin etkisiyle, bitkilerin havadan aldıkları radyoaktif karbon diğer canlılara da aktarılır.


Karbon-14'ün yarılanma ömrü yaklaşık 5570 yıldır. Yani her 5570 yılda bir, ölmüş olan canlının bünyesindeki karbon-14 miktarı yarıya iner. Örneğin eğer canlının vücudunda 5570 sene önce 10 gram karbon-14 varsa, bu miktar bugün 5 grama inmiş olacaktır. Bu test, karbon-14'ün kısa bir yarılanma ömrünün olması sebebiyle, diğer radyometrik testler gibi, çok yaşlı olduğu düşünülen örneklerin yaşlarının belirlenmesinde kullanılmaz. Karbon-14 testinin, yaşı 10 bin ila 60 bin yıl olan örneklerin belirlenmesinde doğru sonuçlar verdiği kabul edilir.

Karbon-14 testi günümüzde en fazla kullanılan tarihlendirme testleri arasındadır. Evrimciler, fosil kayıtlarını incelerken yaş tesbiti için bu metodu kullanırlar. Ne var ki, tıpkı diğer radyometrik testler gibi karbon-14 testinin de güvenilirliği hakkında ciddi kuşkular bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, tarihi belirlenecek olan örneğin dışarıyla gaz alışverişinde bulunma olasılığının yüksek olmasıdır. Bu gaz alışverişi, en çok karbonat veya bikarbonatlı sular aracılığıyla olur. Karbon-14 içeren bu çeşit doğal sular, eğer örnekle temas ederlerse, içlerindeki karbon-14 örneğe geçecektir. Bu durumda örneğin yaşı olduğundan daha genç çıkacaktır.

Bunun tam tersi bir durum da meydana gelebilir. Belli şartlar altında, tarihlemesi yapılacak örneğin içerdiği karbon-14, karbonat ve bikarbonat şeklinde dış ortama verilebilir. Bu durumda ise örneğin yaşı olduğundan daha fazla çıkacaktır.

Nitekim karbon-14 testinin pek güvenilir olmadığı birçok somut bulguyla anlaşılmış bulunmaktadır. Yaşları kesin olarak bilinen örnekler üzerinde yapılan karbon-14 testlerinin birçok kez hatalı sonuçlar verdikleri bilinmektedir. Örneğin, yeni ölmüş bir fok balığının derisi 1.300 yıl yaşında çıkmıştır.16 Henüz canlı bir istiridyenin yaşı 2.300 yıl olarak görünmektedir.17 Bir geyik boynuzu aynı anda 5.340, 9.310 ve 10.320 yaşlarında çıkmaktadır.18

Yine bir ağaç kabuğu hem 1.168 hem de 2.200 yıl yaşında görünmektedir.19 500 yıldır içinde insanların yaşadığı Kuzey Irak'taki Jarmo Kenti, karbon-14 testi sonucu 6.000 yıl yaşında çıkmıştır.20

Tüm bu nedenlerle, karbon-14 testi de diğer radyometrik testler gibi güvenilir sayılamaz.


Karbon Temelli Yaşam



Tüm canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde yaşadıkları ortamlara uyum sağlayarak yepyeni canlı türlerine dönüştükleri iddiasındadırlar. Aslında adaptasyonla evrim kavramı, Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir. (bkz. Adaptasyon)

Ancak bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, adaptasyon fikri çoğu kişiyi etkiler. Özellikle de Dünya'nın yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında, hemen "bu tür bir gezegenin şartlarında böyle bir yaşam çıkmış, başka gezegenlerde ise başka türlü yaşamlar gelişebilir" gibi bir düşünceye kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi insanlar yaşarken, Pluton gibi bir gezegenin üzerinde de, -238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen canlıların yaşayabileceğini düşünürler. Fakat bu tür bir hayal gücünün temelinde cehalet yatmaktadır. Nitekim biyoloji ve biyokimya hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi fantezileri savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini gayet iyi bilirler.

Söz konusu adaptasyon yanılgısı da bu tür bir cehaletin ürünüdür. Çünkü hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir. Bilimsel gerçekliği olan yegane hayat modeli "karbon temelli bir hayat"tır ve bilim adamları evrenin hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın olamayacağı sonucuna varmışlardır.

Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Bu atom, dünya üzerindeki yaşamın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller (amino asitler, proteinler, nükleik asitler gibi) karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon; hidrojen, oksijen ve azot gibi diğer atomlarla birleşerek vücudumuzdaki farklı türlerdeki proteinleri meydana getirir. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element yoktur; çünkü başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir.

karbonifer dönemi bitki fosili

Karbonifer devrine ait 300 milyon yıllık at tırnağı bitkisi, günümüzde yaşayan benzerlerinden farksız bir yapıdadır.


Dolayısıyla evrendeki herhangi bir gezegende hayat var olacaksa, bu mutlaka "karbon temelli" bir hayat olmak durumundadır.21

Ayrıca karbon temelli yaşamın değişmez bazı kuralları vardır. Örneğin karbon temelli organik bileşikler (proteinler) sadece belirli bir ısı aralığında var olabilirler. 120°C'den yüksek ısılarda parçalanmaya, -20°C'den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece ısı değil, ışık, yerçekimi, atmosfer bileşimi, manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı bir yaşama izin verebilmeleri için çok dar ve belirli bazı sınırlar içinde olmaları gerekmektedir. Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki sınırlara sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi biri bozulsa, örneğin Dünya'nın yüzey ısısı 120°C'yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.

Hayat, ancak çok özel ve belirli şartların yerine getirildiği bir ortamda var olabilir. Bir başka deyişle, canlılar ancak kendileri için özel olarak yaratılmış bir mekanda yaşayabilir. Dünya da, Rabbimiz'in özel olarak yarattığı bir mekandır ve bütün detaylar Allah'ın üzerimizdeki rahmetini göstermektedir.


Karbonifer Dönemi Bitki Fosilleri (360-286 milyon yıllık)



Karbonifer döneminin en önemli özelliği, bu döneme ait çok fazla çeşitte bitki fosili bulunmasıdır. Bu döneme ait bulunan fosillerin bugün yaşayan bitki türlerinden hiçbir farkı yoktur. Fosil kayıtlarında aniden beliren bu çeşitlilik evrimcileri tekrar çıkmaza sokmuştur. Çünkü yeryüzünde birdenbire, her biri çok mükemmel sistemlere sahip bitki türleri oluşmuştur.

Evrimciler bu çıkmazdan kurtulmanın yolunu, bu olaya evrimi çağrıştıran bir isim takmakta bulmuşlar ve bunu "Evrimsel Patlama" olarak nitelendirmişlerdir. Tabii bu durumu "Evrimsel Patlama" olarak isimlendirmek, evrimcilerin bu konuda yapabilecekleri bir açıklamalarının olmadığını gösterir.

Bitkiler milyonlarca yıl önce de aynı bugünkü gibi fotosentez yapmaktaydılar. Betonları çatlatacak kadar güçlü hidrolik sistemlere, topraktan emilen suyu metrelerce yukarıya çıkaracak pompalara, canlıların besinini üreten kimyasal fabrikalara sahiplerdi. Bu durum şu gerçeği gösterir: Bitkiler yüz milyonlarca yıl önce yaratılmışlardır. Onları yaratan Alemlerin Rabbi olan Allah, bugün de onları yaratmaya devam etmektedir. Günümüz teknolojisinin sağlamış olduğu en gelişmiş imkanları kullanarak, bitkilerdeki yaratılış mucizelerini anlamaya çalışan insanoğlunun tek bir tür bitkiyi hatta onun tek bir yaprağını bile yoktan var etmesi mümkün değildir.


Karma Yürüyüş



(bkz. İki ayaklılık)


Kayırılmış Irklar İlkelliği



(bkz. Darwinizm ve Irkçılık)


Kenyanthropus Platyops



Kenya'da Meave Leakey ve ekibi tarafından bulunan bir kafatası fosili, düz bir yüze sahip olması nedeniyle "Düz Yüzlü Adam" (Flat Faced Man) olarak anıldı. Bu fosile verilen "bilimsel isim" ise Kenyanthropus platyops'tu. 3.5 milyon yıllık bu fosilin evrimcilerin hayali evrim şemasını altüst etmesinin nedeni, kendisinden sonra yaşamış olan bazı maymun türlerinin (Lucy gibi), evrimci kıstaslara göre Kenyanthropus platyops'tan daha "geri" olmasıydı.22 (bkz. Lucy kandırmacası)

Kenyanthropus platyops

Kenya'da bulunan 3.5 milyon yıllık kafatası fosili Kenyanthropus platyops, evrimcilerin hayali evrim şemasını altüst etti.


Aslında bugüne kadar bulunan fosillerin tamamına bakıldığında, maymunla ortak bir atadan evrimleşen, yavaş yavaş insana doğru yükselen bir "evrim şeması" olmadığı açıkça görülmektedir.

George Washington Üniversitesi Antropoloji bölümünden Daniel E. Lieberman ise, Nature dergisinde yazdığı makalesinde Kenyanthropus platyops hakkında şu yorumu yapmıştır:

İnsanın evrim tarihi çok karmaşık ve çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllık başka bir türün bulunması ile durum daha da karışacak gibi görünüyor... Kenyanthropus platyops'un yapısı genel olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı konuları hakkında birçok soruyu beraberinde getiriyor. Örneğin neden alışılmışın dışında olarak küçük bir çene dişine ve öne doğru kavisli çene kemiği olan büyük düz bir yüze aynı anda sahip? Büyük yüzü ve benzer şekilde yerleştirilmiş çene kemiği olan tüm diğer insanımsı türlerin büyük bir dişi var. K. platyops'nun önümüzdeki birkaç yıl içindeki en başlıca rolünün, ortak kanaatleri bozmak ve insanımsılar arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan kargaşayı vurgulamak olacağını düşünüyorum.23

Ünlü TV kanalı BBC ise haberi "Düz yüzlü adam bir bilmece", "Akıl karıştıran tablo", "Bilimsel Çelişki" başlıkları ile vermiş ve haberde şöyle denilmiştir:

Meave Leakey, ekibi ve Kenya Milli Müzesi'nin buluşu, zaten bulanık olan insanın evrimi tablosunu daha da bulanıklaştırıyor.24

Londra College Üniversitesi'nden ünlü evrimci Dr. Fred Spoor ise yeni bulunan fosil için "Birçok soruyu gündeme getirdi" yorumunu yapmıştır.25

Kısacası, evrim teorisi, yukarıdaki açıklama ve itiraflarda da görüldüğü gibi büyük bir çıkmaz içindedir. Özellikle paleontoloji dalında her yeni bulgu, evrim teorisine yeni bir çelişki daha getirmektedir. İnsanın sözde evrimi için hayali bir şema belirleyen evrimciler, soyu tükenmiş farklı maymun türlerine ve insan ırklarına ait fosilleri art arda dizerek şemalarına uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak hiçbir fosil, şemalarına uymamaktadır. Çünkü insan maymunla ortak bir atadan evrimleşmemiştir. İnsanlar tarih boyunca hep insan olmuşlar, maymunlar da hep maymun olarak kalmışlardır. Bu nedenle evrim teorisi, her yeni bilimsel buluşla bir çıkmaz içine daha girecektir.


Kesintiye Uğratılmış Denge (Punctuated Equilibrium)



(bkz. Sıçramalı evrim hikayesi)


Kimyasal Çorba Uydurması



Evrim teorisine göre canlılık, yaklaşık 3.5-4 milyar yıl önce "kimyasal çorba" denilen bir ortamda, okyanuslarda ortaya çıktı. Evrim hikayesine göre ilk önce proteinlerin, sonra da tek hücreli canlıların oluşmasıyla başlayan ve yaklaşık 2 milyar yıl boyunca okyanuslarda devam eden bu ilkel canlılık, omurga sistemine sahip balıkların evrimleşmesiyle en son noktaya ulaştı. Bu noktadan sonra ise, hikayeye göre, o ana kadar suda yaşamakta olan balıkların bir kısmı kara ortamına geçme ihtiyacı hissettiler ve böylece karalarda da canlılık başladı.

Hiçbir delile dayanmayan ve sadece kurgudan ibaret olan bu hikaye, her aşamasında ayrı bir açmaz içindedir aslında. Herşeyden önce, ilk proteinin nasıl oluştuğu, hatta ondan önce, proteini oluşturan amino asitlerin nasıl oluştukları ve düzenli bir biçimde birbirlerine nasıl eklenebildikleri sorusunun bilimsel bir cevabının olmaması, evrim teorisini daha ilk aşamasında çökertir. Çünkü proteinlerin yapıları o denli komplekstir ki, evrimcilerin bile kabul ettiği üzere, bunların "tesadüfen" oluşmaları ihtimali pratikte sıfırdır.

Bu alandaki en önemli isimlerden biri olan San Diego Scripps Enstitüsü'nden jeokimyacı Jeffrey Bada, Şubat 1998 tarihli Earth dergisinde şöyle yazmaktadır:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?26

Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose ise, Interdisciplinary Science Reviews dergisinde şunları ifade etmiştir:

Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyor ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyor.27

Darwinizm'in ortaya attığı ve aslında 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyinin bir sonucu olan "organik maddeleri karıştırın, kendi kendilerine hücre oluştururlar" şeklindeki iddia, bilim dışı batıl bir inanıştır. Bilim, tüm canlıları Allah'ın kusursuzca yarattığı gerçeğini tasdik etmektedir.


Kimyasal Evrim Aldatmacası



İlkel varsayılan atmosfer ortamında canlılığı oluşturan amino asitlerin nasıl sentezlendiklerine dair ortaya atılan iddiaların tümü, evrimciler tarafından "kimyasal evrim" olarak adlandırılır. (bkz. İlkel atmosfer) Evrimciler açısından canlıların evrimi senaryolarından evvel, kuşkusuz canlılığın yapıtaşları olan DNA nükleotidleri ve amino asitlerin oluşumu açıklanmalıdır. Evrimcilerin hiçbir delile dayanmayan iddialarına göre deniz suyunda erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşikler, ultraviyole ışınlar ve şimşeklerle sürekli bombardıman edilerek, değişik kombinasyonlar oluşturmuşlardır. Tesadüfen oluştuğu iddia edilen bu ufak moleküller daha sonra kimyasal olarak bağlanıp düzenlenerek denizdeki bu kombinasyonları giderek zenginleştirmişlerdir. Sonunda, denizin son derece bol ve bütün yeni molekül çeşitlerini içeren koyu bir çorbaya dönüştüğünü öne sürerek, "Yeterince uzun süre beklenirse en olanaksız reaksiyonlar gerçekleşebilir" denmiştir.28

Ancak bu varsayımlar hiçbir zaman bilimsel bulgularla desteklenemedi. Nitekim bunu "aslında, anlattıklarımız hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir hipotez"29 diyerek kendileri de kabul etmektedirler. Kaldı ki günümüz koşullarında, her türlü bilinçli müdahaleye rağmen ispatlanamayan bu iddiaların kendi kendilerine, tesadüf eseri gerçekleştiğini öne sürmenin mantık ve akıl ölçüleriyle bağdaşan bir yönü de yoktur. (bkz. Kimyasal çorba uydurması)


Klonlama (Cloning)



Genetik biliminin ilerlemesi ile canlıların ve dolayısıyla insanın da kopyalanabileceği konusu gündeme gelmiştir. Böyle bir kopyalama işlemi mümkündür ancak özellikle evrimci bilim adamları bu işlemi "insanın, insan veya canlı yaratması" olarak yorumlamakta ve böyle kabul etmektedirler. Bu, son derece çarpık ve gerçeklerden uzak bir mantıktır. Çünkü yaratmak, bir şeyi yoktan var etmektir ve bu fiil sadece Allah'a mahsustur.

klonlama, dolly

Kopyalama, zaten var olan bir genetik bilginin eklenmesinden ibarettir. Bu işlemde ne yeni bir mekanizma ne de yeni bir genetik bilgi üretilmiştir.


Genetik bilginin kopyalanmasıyla bir canlının aynısından oluşturulması, bu canlının baştan yaratılması manasına gelmez. Çünkü, insan veya başka bir canlı kopyalanırken, bir canlının hücreleri alınmakta ve kopyalanmaktadır. Ancak hiçbir zaman, yoktan bir tek canlı hücresi bile oluşturulamamıştır. Bu gerçek, yaratma vasfının yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gösteren önemli bir gerçektir. (bkz. Miller deneyi; Fox deneyi) (Ayrıca bkz. DNA)


klonlama

Klonlama konusu yakın bir zaman önce bilim çevrelerinde önemli bir gündem maddesi oldu. Klonlama, bilinen kanunlar çerçevesinde gerçekleşen biyolojik bir süreç olmasına rağmen evrimciler, her yeni bilimsel gelişme gibi bunu da teorilerini destekleyebilme hevesiyle sahiplenmeye çalıştılar. Evrimi, ideolojik olarak destekleyen bazı basın-yayın organları da evrim yanlısı sloganlarla konuyu manşetlere taşıdılar. Konu çeşitli polemiklerle evrimin kanıtı gibi sunulmaya çalışıldı. Fakat konunun evrimci safsatalarla uzaktan yakından ilgisinin olmadığı açıktı. Bilim dünyası evrimcilerin bu gülünç çabasını ciddiye bile almadı.
Yanda: Klonlama işleminin nasıl gerçekleştiğini açıklayan yabancı bir bilimsel yayın.



KNM-ER 1470 Sahtekarlığı



1972'de Doğu Rudolf'ta paleoantropoloji tarihinde tartışmalara yol açacak bir fosil bulundu. Bu, sadece alt çenesi eksik olan tam bir kafatasıydı. Kafatası yaklaşık 300 parçadan oluşmaktaydı. Bu parçalar Richard Leakey ve eşi Meave Leakey tarafından biraraya getirildi. Daha sonra da Kenya Ulusal Müzesi'ne KNM-ER 1470 (Kenya National Museum-East Rudolph 1470) ismiyle tescil ettirildi ve Homo habilis'e dahil edildi. (bkz. Homo habilis)

Homo habilis türü, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellik taşır. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahiptir. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumludur. Bu özellikleri, Homo habilis'in zamanının çoğunu ağaçlarda geçiren bir canlı olduğunu gösterir.

Homo habilis olarak nitelendirilen fosillerin bir çoğunun kafatası hacmi 650 cc'yi geçmez. Bu beyin hacmi ise, günümüz gorillerininkine oldukça yakındır. Öte yandan, günümüz maymunlarınınkine çok benzeyen çene yapısı da, bunun kesinlikle bir maymun olduğunu ispatlamaktadır.

Genel kafatası özellikleriyle daha çok Australopithecus africanus'a benzer. Aynı Australopithecus africanus gibi Homo habilis'in de kaş çıkıntıları yoktur ve bu özelliği, geçmişte onun yanlış yorumlanmasına ve insana benzeyen bir canlı olarak gösterilmesine yol açmıştır.

Oysa KNM-ER 1470'in geniş ve uzun yapılı alnının, az belirgin olan kaş çıkıntılarının, gorillerdeki "saggital crest" ismi verilen kafatasının üstündeki çıkıntıdan yoksun oluşunun ve 750 cc.'lik beyin hacminin, bunun insana benzediğini gösterdiği düşüncesi yanlıştır. J. E. Cronin, bu kafatasının neden insana benzer olamayacağını şöyle açıklar:


Bunun kaba olarak biçimlendirilmiş yüzü, düz naso-alveolar clivus (bu Australopithecus özelliğidir), düşük kafatası genişliği, kesici dişleri ve büyük azı dişleri gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470'in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir.

... KNM-ER 1470, diğer erken homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecuslar'la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, sonraki geç homo örneklerinde (yani Homo erectuslar'da) bulunmaz.30


Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace ise aynı konuda şunları söyler:

Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin büyüklüğü, ER 1470'in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir.31

fosil

Bir diğer ünlü paleontolog Bernard Wood ise şu yorumu yapar:

Bu kafatasının, Homo erectus veya Homo sapiens'e benzediğine dair hiçbir phenetic (genetik dizilim) veya cladistic (sınıflandırma) delil yoktur. Phenetic açıdan, KNM-ER 1470, Olduvai'den çıkarılan diğer Homo habilis fosilleriyle uyuşmaktadır.32

KNM-ER 1470 fosilinin bir süre için insan fosili olarak yorumlanmasının nedeni ise, fosili bulan Richard Leakey'nin yaptığı taraflı ve yönlendirici yorumdur. Leakey, fosilin maymunsu özelliklere sahip olduğu, ancak kafatasının maymun olamayacak kadar büyük olduğu izlenimini vermeye çalışmıştır. Amaç, canlıyı bir ara geçiş formu olarak tanımlayabilmektir. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:

KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.33

KNM-ER 1470'in 750 cc'lik kafası, zaten onu hiçbir şekilde maymun türünün dışına çıkarmaz ve hominid yapmaz; çünkü bu kafatası hacmine sahip maymunlar vardır. Evrimciler maymun kafataslarından söz ederken, genellikle daha az beyin hacmine sahip olan şempanzelere başvururlar ama gorillerden fazla söz etmezler. Şempanzelerin beyin hacimleri ortalama 400 cc'dir. Gorillerin ortalama beyin hacmi ise 500 cc'dir, ancak büyük bireyler 700 cc hatta 750 cc'lik bir beyin hacmine bile sahip olabilmektedirler.

Dolayısıyla, KNM-ER 1470'in büyük olan beyin hacmi, bunun bir hominid değil, iri yapılı bir maymun olduğunu göstermektedir. Nitekim bir erkek olduğu tahmin edilen KNM-ER 1470'in dişlerinin büyük ve kafatası hacminin geniş olması, bu faktörlere bağlı olarak vücudunun da iri olduğuna işaret eder.

Tüm bunlardan, KNM-ER 1470'in yapısal olarak Australopithecus benzeri bir maymun olduğu anlaşılmaktadır. Yüzün öne doğru uzamış yapısı, anormal büyüklükteki azı dişleri, bir insana ait olmayacak kadar küçük olan beyin hacmi gibi birçok özellik bunu açıkça gösterir. Ayrıca KNM-ER 1470'in dişleri, Australopithecus'un dişleriyle aynıdır.34

Bu durum Homo habilis sınıfındaki fosillerle Australopithecus sınıfındaki fosiller arasında hiçbir önemli fark olmadığının göstergesidir. Bunların hepsi, iki ayak üzerinde yürüyemeyen, insana göre çok küçük kafatası hacimlerine sahip olan farklı maymun türlerinden ibarettir. Evrimcilerin yaptıkları tek şey, bunların bazı özelliklerini kullanarak, "maymundan insana doğru evrim" efsanesine bir ilk halka, bir çıkış noktası oluşturabilmektir.


KNM-ER 1472 Yalanı



KNM-ER 1472 bir uyluk kemiği fosiline verilen addır. Bu uyluk kemiği günümüz insanınkinden farksızdır. Bu kemiğin Homo habilis fosilleriyle aynı tabakada, ancak birkaç kilometre ötede bulunmuş olması, Homo habilis'in iki ayaklı bir canlı olduğu gibi yanlış bir yoruma yol açmıştır. 1987 yılında bulunan OH 62 fosili, Homo habilis'in hiç de sanıldığı gibi iki ayaklı bir canlı olmadığını göstermiştir. Böylece sahipsiz kalan KNM-ER 1472, Homo erectuslar sınıfına dahil edilmiştir. (bkz. Homo erectus)


KNM-WT 15000 (En Eski İnsan Fosili)



KNM-WT 15000 ya da bir başka adıyla Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş belki de en eski ve en eksiksiz insan kalıntısıdır. (bkz. Turkana Çocuğu) 1.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 12 yaşında bir bireye ait olduğunu ve bu kişinin boyunun yetişkinliğe ulaşınca 1.80 cm civarında olacağını göstermiştir. Neanderthal ırkı insanına büyük benzerlik gösteren bu fosil, insanın evrimi hikayesini yalanlayan en çarpıcı delillerden birisidir. (bkz. Neanderthal Adamı:Bir insan ırkı)

Evrimci Donald Johanson bu fosili şöyle tarif eder:

Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalılarınınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarınkilerle tamamen uyuşuyordu.


Koaservat



Evrimin önde gelen savunucularından Alexander I. Oparin, koaservatı, "sıvı ile çevrili bir ortamda protein ya da proteine benzeyen moleküllerin biraraya gelerek oluşturdukları kümeler"35 olarak tanımlar. Evrimciler bir dönem koaservatların hücrenin atası olduklarını, proteinlerin de koaservatların evrimleşmeleri sonucunda ortaya çıktıklarını iddia ettiler. Ancak hiçbir tutarlılığı ve bilimsel dayanağı olmayan bu iddia bir müddet sonra evrimci bilim adamları tarafından dahi terk edildi.

En basit yapıda görünen bir canlı dahi kendi varlığını sürdürebilmek için, enerji üreten ve dönüştüren mekanizmalara, ayrıca neslini sürdürebilmek için de kompleks kalıtım mekanizmalarına sahiptir. Koaservatlar ise, tüm bu sistemlerden ve mekanizmalardan yoksun basit molekül topluluklarıdır. En küçük doğal etkenlerle parçalanıp dağılmaya uygun yapıları vardır. Bunların zaman içinde kendi kendilerine bu tür kompleks sistemler geliştirerek canlandıklarını iddia etmek son derece bilim dışı bir iddiadır.

turkana çocuğu fosili

Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar
bulunmuş en eksiksiz Homo erectus örneğidir. İlginç olan 1.6 milyon yıllık bu iskelet ile, günümüz insanı arasında hiçbir belirgin farklılığın olmayışıdır.



Koaservatların canlılığın temeli olamayacağı evrimci bir kaynakta şöyle yer almaktadır:

Koaservat gibi metabolizmalı damlacıklar elbette canlı sayılamaz. Çünkü kalıtım ve mutasyon gibi iki temel karakteristikten yoksundurlar. Üstelik ilkel hücre, yani Protobiyont öncesi bir oluşum basamağı da sayılamaz. Çünkü bu damlacıklarda kullanılan maddeler bugünün organizmalarından oluşuyor.36

Ne var ki, evrimi ideolojik bir slogan haline getiren çevreler, herhangi bir bilimsel kaygı taşımadan evrimin pek çok terkedilmiş tezi gibi koaservatları da yayınlarında evrimin önemli bir delili gibi sunmaya devam ederler. Amaç her zamanki gibi konu hakkında detaylı bilgi ve araştırma imkanına sahip olmayan kesimleri yanıltarak evrim teorisini zengin bilimsel delillere sahip bir teori gibi lanse edebilmektir.


Komünizm ve Evrim



Karl Marx ve Friedrich Engels adlı iki Alman filozofun 19. yüzyılda tarihi zirvesine ulaştırdığı komünizm, tüm dünyada Nazilerin ve emperyalist devletlerin soykırımlarını dahi geride bırakacak kadar çok kan dökülmesine sebep oldu. (bkz. Marx, Karl) Her ne kadar 1991 yılında komünizmin yıkıldığı kabul edilse de, bu ideolojinin karanlık yüzü, insanları dinden ve ahlaktan uzaklaştıran materyalist felsefesi ve insanların üzerindeki etkisi hala devam etmektedir.

20. yüzyılda dünyanın dört bir köşesinde terör estiren bu ideoloji, aslında antik çağdan beri varolan bir düşünceyi temsil ediyordu. Bu düşünce, materyalist yani maddeyi tek değer olarak gören felsefe idi. Komünizm bu felsefe üzerine bina edilerek 19. yüzyılda dünya gündemine getirildi.

Komünizmin fikir babaları Marx ve Engels, materyalist felsefeyi "diyalektik" adı verilen bir yöntemle açıklamaya çalıştılar. (bkz. Diyalektik) Marx, insanlık tarihinin bir çatışmadan ibaret olduğunu, mevcut çatışmanın işçiler ve kapitalistler arasında geçtiğini ve yakında işçilerin ayaklanıp komünist bir devrim yapacaklarını iddia ediyordu. Her ikisi de koyu birer ateist olan Marx ve Engels, dini inançların yok edilmesini komünizm açısından zorunlu görüyorlardı. Fakat yapacakları eylem ve çatışmaların meşru bir zemine oturtulması gerekiyordu. Darwin'in, Türlerin Kökeni adlı kitabıyla öne sürdüğü evrim teorisi ise bu ideoloji için beklenen bilimsel kılıf oldu. Çünkü Darwin, canlıların "yaşam mücadelesi" sonucunda, diğer bir deyişle "diyalektik bir çatışma"yla ortaya çıktıklarını ve geliştiklerini iddia ediyordu. Dahası, yaratılışı inkar ederek, dini inançları reddediyordu. Bu bakımdan Darwinizm, komünizmin faaliyetleri için sözde bilimsel bir destek oldu.

komünizm

Komünizmin amacı, Darwin'in biyoloji alanında uyguladığı evrim teorisinin insan toplumları içinde de uygulanması ve insanların doğadaki vahşi hayvanlar gibi bir çatışma ve savaş içinde olmasıdır.


Darwinizm-komünizm ittifakının temelini ise din düşmanlığı oluşturuyordu. Komünistlerin Darwinizm'e olan bağlılıklarının en önemli nedeni; Darwinizm'in ateizme sağladığı göstermelik dayanaktır. David Jorafsky, Sovyet Marksizm'i ve Doğa Bilimi isimli kitabında bu ilişkiyi şöyle açıklar:

Bilimsel yetersizliğine rağmen evrimin ileri sürdüğü bilimsel karakter her türlü Allah karşıtı sistemi ve uygulamaları haklı çıkarmak için kullanıldı. Şimdiye kadar bunlardan en başarılısı komünizm gibi gözüküyor ve bütün dünyadaki taraftarları komünizmin evrim bilimini temel aldığı söylenerek kandırılmışlardır.37

Komünizmin amacı, Darwin'in biyoloji alanında uyguladığı evrim teorisinin insan toplumları içinde de uygulanması ve insanların doğadaki vahşi hayvanlar gibi bir çatışma, savaş içinde olmasıdır.


Konjugasyon



Bakteri gibi canlıların, aralarında gen aktarımı yapma yollardan biridir. Konjugasyonda, aynı tür iki bakteri yan yana gelir, aralarında geçici bir sitoplazmik köprü kurulur, bu geçitten karşılıklı DNA değişimi gerçekleşir. Sonra sitoplazma köprüsü ortadan kalkar. Bakteriler birbirinden ayrılır, oluşan bakteriler yeni gen kombinasyonlarına sahip olurlar. Taşınan bu DNA kombinasyonları da yeni özelliklerin ortaya çıkmasına sebep olur.38

Konjugasyonla bakterilerde çeşitlilik artmış olur. Ancak yeni bir bakteri hücresi oluşmadığı için söz konusu mekanizma, eşeyli üreme olarak kabul edilemez.39

Fakat evrimciler ortaya çıkan bu yeni kalıtsal varyasyonları eşeyli üremenin evrimsel özelliği olarak kabul ederler. (Bakterilerin birbirleri ile kavuşma yaparak üremelerine konjugasyonla eşeyli üreme denir.) Başlangıçtaki bakteriler ile daha sonra oluşan bakterilerin kalıtsal özellikleri farklı olduğundan bunun evrime bir delil olduğunu zannederler. Halbuki burada bir varyasyon (çeşitlenme) söz konusudur. İki bakteriden gelen genler çeşitlilik meydana getirmekte, gen havuzuna yeni bir gen veya bilgi eklenmemektedir. Sonuçta, bakteri bakteri olarak kalmakta ve yeni bir tür oluşmamaktadır.


Kör Saatçi Saçmalığı (The Blind Watchmaker)



dawkins

Evrimin en büyük savunucularından olan Richard Dawkins de, canlılarda kompleks bir düzenin var olduğunu itiraf etmek zorunda kalmaktadır. Bu üstün düzen de çok açık bir gerçeği -canlıları Yüce Allah'ın yarattığını- göstermektedir.


1986'da yayınladığı The Blind Watchmaker adlı kitabıyla Darwinizm'in en büyük savunucusu sıfatını kazanan Richard Dawkins, söz konusu kitabında okuyucularına "Biyoloji, belli bir amaç için dizayn edilmiş görünümü veren karmaşık şeylerin incelemesidir." der.40 Richard Dawkins, bu itirafına rağmen yaşamın kendi kendine, tesadüfi etkilerle evrimleştiğini savunur ve bunu bir "kör saatçi" benzetmesiyle anlatır. Dawkins'e göre "kör saatçi" sadece kör değil, aynı zamanda bilinçsizdir. Dolayısıyla kör saatçinin canlılığın oluşumunda ileriyi görmesi, plan yapması, bir amaç gütmesi söz konusu değildir.41 Fakat Dawkins bir yandan karşı karşıya kaldığı canlılardaki kompleks düzenliliği ifade ederken, bir yandan da bunu kör tesadüf iddialarıyla açıklamaya çalışmaktadır.

Kitabın devamında ise "eğer bir Meryem Ana heykelinin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın" der. Çünkü Dawkins'e göre bu, "çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler".42

Evrimcilerin içinde bulundukları bu zor durum -yani imkansızı savunmanın ve açık bir gerçeği reddetmenin zorluğu- onları bazen bu denli mantık bozukluklarını öne sürmeye mecbur bırakır. Apaçık gözlemledikleri yaratılış gerçeğini kabul etmemek için çabalayan evrimciler bizlere önemli bir gerçeği göstermektedir: Evrim teorisi adına sürdürülen bütün çabaların yegane amacı Allah'ın apaçık varlığını inkar etmeye yöneliktir. Ve görüldüğü gibi tüm bu çabalar daima sonuçsuz kalmaktadır. Tüm bilimsel bulgular yaratılış gerçeğini ortaya koymakta, canlıları Allah'ın yaratmış olduğunu bir kere daha kanıtlamaktadır.

 


dawkins, kör saatçi

 

 

 

Richard Dawkins'in The Blind Watchmaker adlı kitabı

Evrimciler tarafından "körelmiş organ" olarak kabul ettirilmeye çalışılan bademciklerin -özellikle erişkin yaşlara kadar- boğazı, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi.

 

 


Körelmiş Organlar Çelişkisi



Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, "körelmiş organlar" kavramıdır. Ancak bir kısım evrimciler, "körelmiş organlar"ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve öyle göstermeye çalışmaktadırlar.

Körelmiş organlar iddiası bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.

körelmiş organlar yanılgısı

Evrimci biyologların "körelmiş organ" sandıkları apandisitin (altta) vücudun savunma sisteminde önemli rol oynadığı artık anlaşılmış bulunmaktadır. Kuyruk sokumu olarak bilinen omuriliğin en alt kemiği ise (solda) yine "körelmiş organ" değil, önemli kasların tutunma noktasıdır.


Evrimcilerin "işlevsiz" olarak tanımladıkları organlar aslında "işlevi tespit edilememiş" organlardı. Bunun en iyi göstergesi, evrimciler tarafından sayılan uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek küçülmesi oldu. Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesi, apandisit, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. Ancak bilim ilerledikçe, Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere sahip olduğu ortaya çıktı. Örneğin "körelmiş organ" sayılan apandisitin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:

Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apandisit, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler.43

Aynı "körelmiş organlar" listesinde yer alan bademciklerin ise boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun, leğen kemiği çevresindeki kemiklere destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu anlaşıldı. İlerleyen yıllarda yine "körelmiş organlar" olarak sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu; tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir büyümenin gerçekleşmesini sağladığı; pitüiter bezin de birçok hormon bezinin doğru çalışmasını kontrol ettiği ortaya çıktı. Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı.

Nitekim bugün pek çok evrimci "körelmiş organlar" hikayesinin cehaletten kaynaklanan bir argüman olduğunu kabul etmiş durumdadır. Evrimci biyolog S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle ifade eder:

(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum. (S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5, Mayıs 1981, s. 173)

apandisit, kuyruk sokumu

1.Kuyruk sokumu, 2. Apandisit

Evrimci biyologların "körelmiş organ" sandıkları apandisitin (2) vücudun savunma sisteminde önemli rol oynadığı artık anlaşılmış bulunmaktadır. Kuyruk sokumu olarak bilinen omuriliğin en alt kemiği ise (1) yine "körelmiş organ" değil, önemli kasların tutunma noktasıdır.


Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok önemli bir de mantık hatası vardı. Daha önce de belirtildiği gibi evrimciler tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların geçmişteki atalarından miras kaldığıydı. Oysa "körelmiş organ" olduğu söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda yoktur. Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı maymunlarda apandisit bulunmaz. Körelmiş organlar tezine karşı çıkan biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:

İnsanların apandisiti vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda apandisit bulunmaz. Sürpriz bir biçimde apandisit, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?44

Evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu kendi içinde hem mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır. İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış olan hiçbir körelmiş organ yoktur.Çünkü insanlar diğer canlılardan rastlantılarla türememiş, bugünkü formlarıyla eksiksiz ve mükemmel bir biçimde yaratılmışlardır.


KP 271 (Kanapoi Hominid 1 Veya Kanapoi Dirsek Kemiği Fosili)



(bkz. Kanapoi dirsek kemiği fosili sahtekarlığı)


Kromozom



Hücrenin çekirdeğindeki DNA molekülü kromozom adlı özel kılıflarda paketlenir. (bkz. DNA) Tek hücrede bulunan kromozomlarda paketlenen DNA molekülünün toplam uzunluğu 1 metreyi bulur. Kromozomun toplam kalınlığı ise 1 nanometre yani metrenin milyarda biri kadardır. Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki DNA molekülü bu küçücük alana paketlenmiş şekildedir.

Her insan hücresinin (üreme hücreleri hariç) çekirdeğinde 46 kromozom vardır. Her bir kromozomu, gen sayfalarından meydana gelmiş bir cilde benzetirsek, hücrede insanın tüm özelliklerini içeren 46 ciltlik bir "hücre ansiklopedisi" vardır diyebiliriz. Bu hücre ansiklopedisinin içerdiği bilgi, tam 920 ciltlik Britannica Ansiklopedisinin içerdiği bilgiye eşdeğerdir.

kromozom

Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki DNA molekülleri, metrenin milyarda biri kalınlığına sahip kromozomların içine sığdırılmıştır.


DNA molekülünü içeren kromozom paketleri aslında çok daha küçük özel ambalaj sistemlerinden oluşur. Bu molekül önce adeta bir ipin makaraya sarılması gibi sıkı sıkıya "histon" adlı özel proteinlere sarılır. Bu histon makaralara sarılmış DNA bölümleri, "nükleozom" olarak adlandırılır. Bu nükleozom bölümleri DNA'nın korunması ve zarar görmemesi için özel olarak dizayn edilmiştir. Nükleozomlar ucuca eklendiğinde kromatinleri oluştururlar. Kromatinler iyice birbirine sarılıp kıvrılarak yoğun yumaklar meydana getirirler. Ve böylece DNA molekülü kendi uzunluğunun milyarda biri kadar küçük olan bir yere muhteşem bir şekilde sığdırılmış olur.


Krossıng-Over (Crossing-Over) (Çapraz Çiftleşme)



Çapraz Çiftleşme

Çapraz çiftleştirme hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşir. Örneğin buğday her zaman buğdaydır.


Mayoz bölünme sırasında, anne ve babadan gelen benzer (homolog) kromozomların arasındaki gen alışverişine "krossing-over" (çapraz çiftleşme) denir. Homolog kromozomların kardeş olmayan kromatidleri sarmal yaparlar. Birbirlerine değdikleri noktalarda gen alışverişi olur. Çapraz çiftleşme canlılarda kromozomların gen dizilişinde bir değişime yol açar. Bu olay sayesinde genetik varyasyonlar meydana gelir ki bu da tür içi çeşitliliğe sebep olur. Fakat, bir türün bir başka türe dönüşmesi gibi bir durum söz konusu olmaz.

Canlılardaki çeşitliliği sağlayan etken "krossing-over"dir. Krossing-over'de benzer kromozomlar arasında tekli ya da çiftli parça değişimi söz konusudur. Değişen bu parçalar kromozomlara yeni gen kombinasyonları vereceği için yavrularda, ana ve babada olmayan özelliklerin ortaya çıkması da mümkündür. Bu durum tipik bir varyasyon örneğidir. Sonuçta, anne ve babada zaten mevcut olan genler bir araya gelmiş ve yeni kombinasyonlar meydana getirmişlerdir. Ancak evrimcilerin iddia ettiği gibi yeni bir tür ortaya çıkması, başka bir canlıya dönüşmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla öne sürülen varyasyon örnekleri evrimin bir kanıtı sayılamazlar. (bkz. Mikro evrimin geçersizliği; Makro evrim masalı)

Biyolog Edward Deevey de, çapraz çiftleştirmenin hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:

"Çapraz çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır ve örneğin üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız."45

Kısacası bitki ve hayvanlar üzerindeki bu tür çalışmalar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Farklı köpek, inek ya da at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır.


Kuşların Kökeni



Evrim teorisi, kuşların küçük yapılı ve etobur theropod dinozorlardan, yani sürüngenlerden türediği iddiasındadır. Oysa kuşlar ile sürüngenler arasında yapılacak bir karşılaştırma, bu canlı sınıflarının birbirlerinden çok farklı olduklarını ve aralarında bir evrim gerçekleşmiş olamayacağını gösterir.

Kuşlar ve sürüngenler arasında birçok yapısal farklılık bulunur. Bunlardan en önemlilerinden biri kemiklerin yapısıdır. Evrimciler tarafından kuşların atası olarak kabul edilen dinozorların kemikleri, büyük ve cüsseli yapıları nedeniyle kalındır ve içleri dolguludur. Buna karşın yaşayan ve soyu tükenmiş tüm kuşların kemiklerinin içleri boştur ve bu sayede çok hafiftir. Bu hafif kemik yapısı, kuşların uçabilmesinde büyük önem taşır.

Sürüngenler ve kuşlar arasındaki bir diğer farklılık da metabolik yapıdır. Sürüngenler canlılar dünyasında en yavaş metabolik yapıya sahipken, kuşlar bu alandaki en yüksek rekorları ellerinde tutarlar. Örneğin bir serçenin vücut ısısı, hızlı metabolizması nedeniyle zaman zaman 48°C'ye kadar çıkabilir. Diğer tarafta ise sürüngenler kendi vücut ısılarını bile kendileri üretmez, bunun yerine vücutlarını güneşten gelen ısıyla ısıtırlar. Sürüngenler doğadaki en az enerji tüketen canlılar iken, kuşlar en fazla enerji tüketen canlılardır.

Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan Feduccia, bir evrimci olmasına karşılık, bilimsel bulgulara dayanarak kuşların dinozorlarla akraba olduğu teorisine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia sürüngen-kuş evrimi tezi hakkında ise genel anlamda şöyle demektedir:

25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi, paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.46

Kansas Üniversitesi'nde eski kuşlar üzerinde uzman olan Larry Martin de kuşların dinozorlarla aynı soydan geldiği teorisine karşı çıkmaktadır. Martin, evrimin bu konuda içine düştüğü çelişkiden söz ederken, "doğrusunu söylemek gerekirse, eğer dinozorlarla kuşların aynı kökenden geldiklerini savunuyor olsaydım, bunun hakkında her kalkıp konuşmak zorunda oluşumda utanıyor olacaktım" demektedir.47

dinozor

Dinozorların kemikleri, büyük ve cüsseli yapıları nedeniyle kalındır ve içleri dolguludur. Buna karşın, yaşayan ve soyu tükenmiş tüm kuşların kemiklerinin içleri boştur ve bu sayede çok hafiftir.


Ancak tüm bilimsel bulgulara rağmen, hiçbir somut delile dayanmayan "dinozor-kuş evrimi" senaryosu ısrarla savunulmaktadır. Bu arada, bu senaryoya delil oluşturmayan bazı kavramlar da, yüzeysel bir üslup içinde "dinozor-kuş bağlantısının kanıtı" gibi sunulmaktadır.

Örneğin bazı evrimci yayınlarda, dinozorların kalça kemiklerindeki farklılıklardan yola çıkılarak, kuşların dinozorlardan evrimleştiği tezine bir dayanak sağlandığı sanılmaktadır. Söz konusu kalça kemiği farklılığı, Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) ve Ornithischian (kuş-benzeri kalça kemerliler) gruplarına bağlı dinozorlar arasındadır. İşte bu "kuş-benzeri kalça kemerli dinozorlar" kavramı, zaman zaman "dinozor-kuş evrimi" iddiasına bir delil olarak algılanmaktadır.

Oysa söz konusu kalça kemeri farklılığı, kuşların atalarının dinozorlar olduğu iddiasına hiçbir destek sağlamamaktadır. Çünkü Ornithischian (kuş-benzeri kalça kemerliler) gruplarına bağlı dinozorlar, diğer anatomik özellikleri açısından hiçbir şekilde kuşlara benzemez. Örneğin kısa bacaklara, dev bir gövdeye, zırha benzer dev pullu bir deriye sahip olan (hatta savaş tanklarına benzetilen) Ankylosaurus, Ornithischian grubuna bağlı bir kuş-benzeri kalça kemerli dinozordur. Buna karşılık, bazı anatomik özellikleri ile kuşlara benzetilebilecek olan uzun bacaklı, kısa ön ayaklara sahip ince yapılı Struthiomimus ise Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) grubuna dahildir.48

Görülmektedir ki, kalça kemeri yapısı hiçbir şekilde dinozorlar ile kuşlar arasında evrimsel bir ilişki olduğu iddiasına delil oluşturmamaktadır. "Kuş-benzeri kalça kemerli dinozorlar" tanımı, sadece benzerlikten kaynaklanan bir tanımdır ve iki canlı grubu arasındaki diğer büyük anatomik farklılıklar, bu benzerliği evrimci bir bakış açısıyla dahi yorumlamayı imkansız kılmaktadır.


Kuş Akciğerlerinin Kökeni



Sürüngen-kuş evrimi senaryosunu imkansız kılan nedenlerden biri, kuş akciğerinin evrimle açıklanamayan özgün yapısıdır.

Kara canlılarının akciğerleri "çift yönlü" bir yapıya sahiptir: Nefes alma sırasında hava, akciğerdeki dallanmış kanallar boyunca ilerler ve küçük hava keseciklerinde durur. Oksijen-karbondioksit alışverişi burada gerçekleştirilir. Ancak daha sonra, kullanılmış olan bu hava, tam ters yönde hareket eder ve geldiği yolu izleyerek akciğerden çıkar, ana bronş yoluyla da dışarı atılır.

kuş

Kuşlarda ise hava, akciğer kanalı boyunca "tek yönlü" hareket eder. Akciğerlerin giriş ve çıkış kanalları birbirlerinden farklıdır ve bu kanallar boyunca uzanan özel hava kesecikleri sayesinde hava daimi olarak akciğer içinde tek yönlü olarak akar. Bu sayede kuş, havadaki oksijeni kesintisiz olarak alabilir. Böylece kuşun yüksek enerji ihtiyacı karşılanmış olur. "Avien akciğer" olarak bilinen bu özel solunum sistemi, Avustralya'daki Otega Üniversitesi'nden moleküler biyolog Michael Denton, tarafından şöyle anlatılmaktadır:

Kuşlarda ana bronş, akciğer dokusunu oluşturan tüplere ayrılır. "Parabronş" olarak adlandırılan bu tüpler sonunda tekrar birleşerek, havanın akciğerler boyunca tek bir yönde devamlı akımını sağlayacak sistemi meydana getirirler... Kuşlardaki akciğerlerin yapısı ve genel solunum sisteminin çalışması tümüyle kendine özgüdür. Kuşlardaki bu "avien" sistemi başka hiçbir omurgalı akciğerinde bulunmaz. Bu sistem bütün kuş türlerinde aynıdır.49

kuşlar

Önemli olan, çift yönlü hava akışına sahip olan sürüngen akciğerinin, tek yönlü hava akışına sahip olan kuş akciğerine evrimleşmesinin imkansız oluşudur. Çünkü bu iki akciğer yapısının arasında kalacak bir "geçiş" modeli mümkün değildir. Bir canlı yaşamak için sürekli nefes almak zorundadır ve akciğer yapısının baştan aşağı değişmesi, ara aşamalarda mutlak ölümle sonuçlanacaktır. Kaldı ki bu değişiklik evrim teorisine göre milyonlarca yılda kademe kademe gerçekleşmelidir. Oysa çok iyi bilindiği gibi akciğeri çalışmayan bir canlı birkaç dakikadan fazla yaşayamaz.

Micheal Denton A Theory in Crisis (Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında, kuş akciğerinin kökenine evrimci bir açıklama getirmenin imkansızlığını şöyle belirtir:

Böyle tamamen değişik bir solunum sisteminin azar azar küçük değişiklerle standart omurgalı dizaynından evrimleşmiş olduğu iddiası, düşünülmeden ortaya atılmış bir tezdir. Solunum faaliyetinin bu evrim süresince hiç aksamadan korunması, organizmanın hayatını sürdürmesi için gereklidir. En küçük bir eksik fonksiyon ölümle sonuçlanacaktır. Kuş akciğeri de, içinde dallanmış olan parabronşlar ve bu parabronşlarda hava sağlanmasını garanti eden hava kesesi sistemi ile birlikte en üst düzeyde gelişmiş olana kadar ve beraberce, iç içe geçmiş mükemmel bir şekilde işlevini yapana kadar, bir solunum organı olarak görev yapamaz.50


sürüngen, kuş

SOL RESİM: SÜRÜNGEN AKCİĞERİ                                                             SAĞ RESİM: KUŞ AKCİĞERİ

1.hava giriş çıkışı, 2.alveol, 3.bronşlar                        1.hava giriş, 2.parabronşlar, 3.hava çıkış

Kuş akciğerleri, kara canlılarının akciğerlerine göre tamamen ters biçimde işler. Kara canlıları havayı aynı kanaldan alır ve verirler. Kuşlarda ise hava, akciğerlerde sürekli tek bir yönde hareket eder. Bu, akciğerlerin etrafında bulunan özel "hava kesecikleri" tarafından sağlanmaktadır. Bu kesecikler, uçuş sırasında yüksek miktarda oksijene ihtiyaç duyan kuşlar için özel olarak yaratılmışlardır. Böyle bir yapının sürüngen akciğerinden evrimleşerek ortaya çıkması ise imkansızdır, çünkü iki farklı akciğer yapısı arasındaki "ara" bir yapıyla nefes alınamaz.


Kısacası, kara tipi akciğerden hava tipi akciğere geçiş, ara geçiş safhasında bulunan bir akciğerin hiçbir işlevselliğinin olmaması nedeniyle mümkün değildir.

Bu konuda belirtilmesi gereken ikinci nokta, sürüngenlerin diyaframlı, kuşların ise diyaframsız bir solunum sistemine sahip olmasıdır. Bu farklı yapı da, yine iki akciğer tipi arasında gerçekleşecek bir evrimi imkansız kılar. Solunumsal fizyoloji alanında otorite sayılan John Ruben, bu konuda şu yorumu yapar:

dinozor, kuş

Theropod bir dinozorun kuşlara evrimleşmesi, diyaframında ciddi bir handikap oluşmasını gerektirecektir, ama bu durum canlının nefes alma yeteneğini çok kritik bir biçimde sınırlayacaktır... Buna neden olabilecek bir mutasyonun seçici bir avantaj sağlaması imkansız görünmektedir.51

Kuş akciğerinin evrime meydan okuyan bir diğer özelliği, hiçbir zaman havasız kalmayan ve kaldığında "çökme" tehlikesiyle karşılaşan ilginç yapısıdır. Michael Denton bu konuyu da şöyle açıklar:

Bu denli farklı bir solunum sisteminin, standart omurgalı dizaynından nasıl evrimleşmiş olabileceğini düşünmek neredeyse imkansızdır. Özellikle de solunum sisteminin çalışır halde korunmasının bir organizmanın yaşamı için ne kadar zorunlu olduğu düşünüldüğünde. Dahası, avien akciğerinin kendi özgü form ve fonksiyonu, daha bir çok özelleşmiş adaptasyonu gerektirecektir... Çünkü öncelikle, avien akciğeri vücut duvarlarına sıkıca tutturulmuştur ve hacim olarak genişlemesi mümkün değildir. Öte yandan, akciğerdeki hava tüplerinin çok dar yarıçapları ve bunların içindeki herhangi bir sıvının yüksek yüzey gerilimi nedeniyle, avien akciğeri, diğer omurgalıların aksine, kendi içinde çökmüş bir durumdan alınıp yeniden havayla doldurulamaz... (Bu yüzden) Kuşlarda, akciğerin içindeki hava kesecikleri, diğer omurgalıların aksine, hiçbir zaman boşaltılmaz. Aksine ciğerler ilk gelişmeye başladıkları andan itibaren (embriyo aşamasında) daima ya sıvıyla ya da havayla doludurlar.52


KUŞLARIN ÖZEL SOLUNUM SİSTEMİ

kuş akciğeri

 

NEFES ALIRKEN
Kuşun nefes borusundan içeri giren temiz hava, hem akciğere, hem de akciğerin arkasında bulunan arka hava keseciklerine girer. Akciğerde bulunan kirlenmiş hava ise ön hava keseciklerine aktarılır.


 

 

 

 

 

NEFES VERİRKEN
Kuş nefes verirken, arka hava keseciklerinde biriktirilmiş olan temiz hava, akciğerin içine dolar. Bu sistem sayesinde kuşun ciğerlerinde temiz hava akımı hiç kesilmeden devam eder.


 

 

Şemalarda çok basitleştirilmiş olarak gösterilen bu akciğer sisteminin daha pek çok detayı vardır. Örneğin ciğerlerle keseciklerin bağlantı noktalarında, havanın doğru yönde akmasını sağlayan özel tıkaçlar ve kapakçıklar bulunmaktadır. Tüm bunlar hem evrim iddiasına yönelik kesin bir darbe, hem de açık bir yaratılış delilidir. Allah kuşları mükemmel özelliklere sahip olarak yaratmıştır. Allah üstün güç sahibi bir Yaratıcı'dır.


Elbette ki, sürüngenlerin ve diğer omurgalıların akciğerlerinden tamamen farklı olan ve olağanüstü derecede hassas dengelere dayanan bu sistem, evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz mutasyonlarla kademe kademe gelişmiş olamaz. Denton, kuş akciğerinin bu yapısının Darwinizm'i geçersiz kıldığını şöyle ifade etmektedir:

Kuş akciğeri, bizleri, Darwin'in "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" şeklindeki meydan okuyuşuna cevap vermeye götürmektedir.53

kuş akciğeri

Kuş akciğeri içinde yer alan ve havanın tek yönlü olarak hareket etmesini sağlayan küçük "parabronş" tüpleri. Bu tüplerin her biri 0.5 mm çapındadır.


Kuş Tüylerinin Kökeni



Kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini iddia eden evrim teorisi, bu iki ayrı canlı sınıfı arasındaki dev farkları asla açıklayamamaktadır. Kuşlarla sürüngenlerin arasına aşılmaz bir uçurum koyan bir özellik ise, tamamen kuşlara has bir yapı olan tüylerdir.

Kuş tüylerindeki yaratılış hiçbir evrimsel süreçle açıklanamayacak kadar komplekstir. Ünlü kuş bilimci Alan Feduccia, "Tüylerin her özelliği aerodinamik fonksiyona sahiptir. Hafiftirler, kaldırma kuvvetleri vardır ve kolaylıkla eski biçimlerine dönebilirler" der. Feduccia, evrim teorisinin bu konudaki çaresizliğini ise şöyle kabul eder:

Uçmak için böylesine tasarlanmış bir organın, nasıl olup da ilk başta başka bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığını anlayamıyorum.54

Ayrıca tüylerin ortasında hepimizin bildiği uzun ve sert bir boru vardır. Bu borunun her iki tarafından yüzlerce tüy çıkar. Boyları ve yumuşaklıkları farklı olan bu tüyler kuşa aerodinamik özellik kazandırır. Ancak daha da ilginç olanı, bu tüylerin her birinin üzerinde de, "tüycük" denilen ve gözle görülemeyecek kadar küçük olan çok daha küçük tüylerin bulunmasıdır. Bu tüycüklerin üzerinde ise "çengel" adı verilen minik kancalar vardır. Bu kancalar sayesinde her tüycük birbirine sanki bir fermuar gibi tutunur.

Turna kuşunun tek bir tüyünün üzerinde, tüy borusunun her iki yanında uzanan 650 tane incecik tüy vardır. Bunların her birinde ise 600 adet karşılıklı tüycük bulunur. Bu tüycüklerin her biri ise, 390 tane çengelle birbirlerine bağlanır. Çengeller bir fermuarın iki tarafı gibi birbirine kenetlenmiştir. Çengeller herhangi bir şekilde birbirinden ayrılırsa, kuşun bir defa silkinmesi veya daha ağır hallerde gagasıyla tüylerini düzeltmesi tüylerin eski haline dönmesi için yeterlidir.

sürüngen pulları

 

SÜRÜNGEN PULLARI
Sürüngenlerin vücutlarını kaplayan pullar, her yönüyle kuş tüylerinden farklıdır. Pullar tüyler gibi deri altına uzanmaz, sadece canlının dış yüzeyinde sert bir tabaka oluştururlar. Genetik, biyokimyasal ve anatomik yönlerden kuş tüyleriyle hiçbir benzerlikleri yoktur. Pullar ile tüyler arasındaki bu büyük farklılık, sürüngen-kuş evrimi senaryosunu bir kez daha temelsiz bırakmaktadır.



Tüylerin bu kompleks yapısının rastlantısal mutasyonlar sonucunda sürüngen pulundan evrimleştiğini savunmak, hiçbir bilimsel temeli olmayan dogmatik bir inanıştan başka bir şey değildir. Nitekim neo-Darwinizm'in duayenlerinden biri olan Ernst Mayr, bu konuda yıllar önce şu itirafta bulunmuştur:

Duyu organları, örneğin bir omurgalı gözünün ya da bir kuşun tüyleri gibi kusursuzca dengelenmiş sistemlerin rastlantısal mutasyonlar sonucunda gelişebileceğini varsaymak, bir insanın inandırıcılığı üzerinde ciddi bir sınırlamadır.55

Tüylerdeki bu üstün yaratılış, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavuskuşu tüylerindeki mükemmel estetik, kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"tir. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım" dedikten sonra şöyle devam eder:

Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor.56


KUŞ TÜYLERİNİN KOMPLEKS YAPISI

kuş tüylerinin yapısı

Kuş tüyleri detaylı olarak incelendiğinde çok üstün bir yaratılışa sahip olduğu ortaya çıkar. Her tüycüğün üzerinde çok daha küçük tüycükler ve bu tüycükleri birbirine tutturmaya yarayan özel çengeller vardır. Resimlerde, kuş tüylerinin büyütülmüş yakın plan çekimleri yer alıyor.


Kültürel Evrim Yalanı



Evrimciler varsaydıkları biyolojik evrime paralel olarak, kültürel alanda da ilkelden gelişmişe doğru bir kültürel gelişim yaşandığını öne sürerler. Hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan ve hayali bir soy ağacı olmaktan öteye gidemeyen insanın evrimsel öyküsüne uygun olarak Kaba Taş, Yontma Taş, Cilalı Taş gibi çeşitli devirlerdeki yaşantılar hakkında pek çok hikaye anlatırlar.

İnsanın evrimi senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması için maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. Bugün evrimcilerin insanın ilkel ataları olarak öne sürdükleri maymun insan arası hayali araformların (Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus vs.) taraflı yorumlardan, çarpıtmalardan ve sahtekarlıklardan ibaret olduğu anlaşılmıştır. (bkz. Piltdown Adamı sahtekarlığı; Nebraska Adamı sahtekarlığı; Neandertal Adamı: Bir insan ırkı...)

Örneğin evrimcilerin maymun insan arası varlıklar olarak lanse ettikleri Neandertaller (Homo neanderthalensis) bundan 100 bin yıl önce Avrupa'da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha güçlü ve kafatası hacmi ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.

Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Bazı evrimci paleoantropologlar bu insanları çok uzun zaman "ilkel bir tür" olarak kabul etmiş, ama bulgular Neandertal insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir "yapılı" insandan daha farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi'nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:

Neandertal kalıntıları ve günümüz insanı kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller'in anatomisinde ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde günümüz insanlarından aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.57

Neandertal

Neandertaller'in yaptıkları takılar


Tüm bunlara rağmen evrimciler, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlarlar. Dolayısıyla ilkel bir kültür düzeyine sahip olduklarını öne sürerler.

Ancak fosil bulguları, evrimcilerin iddialarının tersine Neandertaller'in ileri bir kültüre de sahip olduklarını göstermektedir. Bunun en ilginç örneklerinden biri, Neandertal insanları tarafından yapılmış olan fosilleşmiş bir flüttür. Bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan söz konusu flüt, arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuzu'nda Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada bulunmuştur. Daha sonra da bir müzikolog olan Bob Fink, flütü analiz etmiştir. Fink, karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin, 4 nota çıkardığını ve flütte yarım tonların da, tam tonların da bulunduğunu tespit etmiştir.

Bu keşif, neandertaller'in Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır" diyen Fink, Neandertaller'in müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu belirtmektedir.58

Diğer bazı fosil bulguları Neandertaller'in ölülerini gömdüklerini, hastalarına baktıklarını, kolye ve benzeri takı eşyaları kullandıklarını göstermektedir.59

Öte yandan fosil kazıları sırasında Neandertal insanları tarafından kullanıldığı tespit edilen 25 bin yıllık bir dikiş iğnesi bulunmuştur. Kemikten yapılmış olan bu iğne son derece düzgündür ve iplik geçirilmesi için açılmış bir deliğe sahiptir.60 Elbette dikiş iğnesine ihtiyaç duyacak bir giyim-kuşam kültürüne sahip olan insanlar "'ilkel" sayılamazlar.

New Mexico Üniversitesi'nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Steven L. Kuhn ve Mary C. Stiner, evrim teorisini savunmalarına rağmen, yaptıkları arkeolojik araştırmalar ve analizler sonucu, İtalya'nın güneybatı sahilindeki mağaralarda binlerce yıl yaşamış olan Neandertaller'in, günümüz insanı gibi kompleks bir düşünce yapısı gerektiren faaliyetlerde bulunduklarını ortaya koymuşlardır.61

Neandertal

NEANDERTALLER'İN DİKİŞ İĞNESİ
Neandertal insanının günümüzden on binlerce yıl önce giyim-kuşam bilgisine sahip olduğunu gösteren ilginç bir fosil: 26 bin senelik iğne.
(D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, s.99)


 

 

 

NEANDERTALLER'İN FLÜTÜ
Neandertal insanına ait kemikten yapılmış flüt. Bu flüt üzerinde yapılan hesaplamalar, deliklerin doğru notalarda ses verecek biçimde açıldığını, yani bunun son derece ustaca tasarlanmış bir enstrüman olduğunu göstermiştir.
Üstte Bob Fink adlı araştırmacının flütle ilgili hesapları görülüyor.
Bu gibi bulgular, evrimci propagandanın aksine, Neandertal insanlarının ilkel mağara adamları değil, medeni bir insan ırkı olduğunu göstermektedir.
(The AAAS Science News Service, Neandertals Lived Harmoniously, 3 Nisan 1997)


 

 

 


California Üniversitesi'nden Margaret Conkey, neandertaller'den önceki dönemlere ait olan aletlerin de bilinçli ve zeki topluluklar tarafından yapıldığını şöyle anlatmaktadır:

Arkaik insanların elleriyle yaptıkları nesnelere bakacak olursanız, hiç de acemi işi şeyler olmadıklarını görürsünüz. Arkaik insanlar kullandıkları malzemenin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bir dünyada yaşadıklarının bilincindedirler.62

Tüm bunlar, evrimcilerin iddia ettikleri kültürel evrim senaryolarının asılsız olduğunu kanıtlamaktadır.

 


DİPNOTLAR



1. Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Abacus, Sphere Books, London, 1984, ss. 36, 41-42.

2. Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, January 19, 1981, s. 56.

3. Richard Monastersky, "Mysteries of the Orient", Discover, April 1993, s. 40.

4. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, W. W. Norton, London, 1986, s. 229.

5. Douglas J. Futuyma, Science on Trial, Pantheon Books, New York, 1983, s.197.

6. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 302.

7. Stefan Bengston, Nature, vol. 345, 1990, s. 765.

8. Bryan Patterson, Anna K. Behrensmeyer, William D. Sill, "Geology and Fauna of a New Pliocene Locality in Northwestern Kenya," Nature, vol. 226, June 6, 1970, ss. 918-921.

9. Bryan Patterson, W. W. Howells, "Hominid Humeral Fragment from Early Pleistocene of Northwestern Kenya", Science, vol. 156, April 7, 1967, s. 65.

10. Henry M. McHenry, "Fossils and the Mosaic Nature of Human Evolution", Science, vol. 190, October 31, 1975, s. 428.

11. Engin Korur, "Gözlerin ve Kanatların Sırrı", Bilim ve Teknik, sayı 203, Ekim 1984, s. 25.

12. Ilya Prigogine, Isabelle Stengers, Order Out of Chaos, Bantam Books, New York, 1984, s.129.

13. Ilya Prigogine, Isabelle Stengers, Order Out of Chaos, Bantam Books, New York, 1984, s.175.

14. Encyclopedia Britannica, "Turtle- Origin and Evolution", vol. 26, 1992, ss. 704-705.

15. Robert Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, s. 207

16. W. Dort, Antarctic Journal of the US, 1971, s. 210.

17. M. S. Kieth, G. M. Anderson, "Radiocarbon Dating: Fictitious Results with Mollusk Shells", Science, August 16, 1963, s. 634.

18. G. W. Barendsen, E. S. Deevey, L. J. Gralenski, "Yale Natural Radiocarbon Measurements", Science, vol. 126, s. 911, örnek Y-159, Y-159-1 ve Y-159-2.

19. H. R. Crane, "University of Michigan Radiocarbon Dates I", Science, vol. 124, s. 666, örnek M-19.

20. Charles Reed, "Animal Domestication in the Prehistoric Near East", Science, vol. 130, s. 1630.

21. Michael Denton, Nature's Destiny, The Free Press, 1998, s.106.

22. http://www.lewrockwell.com/orig/sardi3.html

23. Daniel E. Lieberman, "Another face in our family tree", Nature, March 22, 2001; http://www.netcevap.org/aksam010322.html.

24. http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm

25. http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm

26. Jeffrey Bada, "Life's Crucible", Earth, February 1998, s. 40.

27. Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, vol. 13, no. 4, 1988, s. 348.

28. Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, Tübitak, Ankara, 1998, ss. 39-40.

29. Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, Tübitak, Ankara, 1998, s. 40.

30. J. E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, "Tempo and Mode in Hominid Evolution", Nature, vol. 292, 1981, ss. 113-122.

31. C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2nd edition, Rinehart and Winston, New York, 1979.

32. B. A. Wood, "Koobi Fora Research Project", Hominid Cranial Remains, vol. 4, Clarendon Press, Oxford, 1991.

33. Tim Bromage, New Scientist, vol. 133, 1992, ss. 38-41.

34. R. G. Klein, The Human Career: Human Biological and Cultural Origins, University of Chicago Press, Chicago, 1989.

35. A. I. Oparin, Origin of Life; Canlılar ve Evrim, BAV, 1987, s. 36

36. M. Yılmaz Öner, Canlıların Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi, s.165

37. David Jorafsky, Soviet Marxism and Natural Science, 1961, s. 4

38. Özer Bulut, Davut Sağdıç, Elim Korkmaz, Biyoloji Lise 3, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s. 135.

39. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, 1998, İstanbul, s. 138.

40. http://www.apologetics.org/articles/founder2.html; Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, Longman, England, 1986, s. 1.

41. http://www.apologetics.org/articles/founder2.html

42. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, W.W. Norton, London, 1986, s.159.

43. The Merck Manual of Medical Information, Home edition, The Merck Publishing Group, New Jersey, Rahway, 1997.

44. H. Enoch, Creation and Evolution, New York, 1966, ss. 18-19.

45. Edward S., Jr. 1967, The Reply: Letter from Birnam Wood, Yale Review, 61:631-640

46. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, February 1, 1997, s. 28.

47. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, February 1, 1997, s. 28.

48. Duane T. Gish, Dinosaurs by Design, Master Books, AR, 1996, ss. 65-66.

49. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books Limited, London, 1985, ss. 210-211

50. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books Limited, London, 1985, ss. 211-212.

51. Ruben, J. A., T. D. Jones, N. R. Geist, and W. J. Hillenius, "Lung Structure And Ventilation in Theropod Dinosaurs and Early Birds", Science, vol. 278, s. 1267.

52. Michael J. Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361.

53. Michael J. Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, ss. 361-362.

54. Douglas Palmer, "Learning to Fly" (Review of The Origin of and Evolution of Birds by Alan Feduccia, Yale University Press, 1996), New Scientist, vol. 153, March 1997, s. 44.

55. Ernst Mayr, Systematics and The Origin Of Species, Dove, New York, 1964, s. 296.

56. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, 1971, s. 131.

57. Erik Trinkaus, "Hard Times Among the Neanderthals", Natural History, vol. 87, December 1978, s.10; R. L. Holloway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive", American Journal of Physical Anthropology Supplement, vol. 12, 1991, s. 94.

58. The AAAS Science News Service,"Neandertals Lived Harmoniously", 3 April 1997.

59. Ralph Solecki, Shanidar: The First Flower People, Knopf, New York, 1971, s. 196; Paul G. Bahn and Jean Vertut, Images in the Ice, Windward, Leichester, 1988, s. 72.

60. D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, ss. 99, 107.

61. S. L. Kuhn, 'Subsistence, Technology, and Adaptive Variation in Middle Paleolithic Italy, American Anthropologist, vol. 94, no. 2, 1992, ss. 309-310.

62. Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 1997, s.169.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü