Harun Yahya


Basında Yer Alan Diğer Yanılgılar

Sabah Gazetesinden Sn. Zülfü Livaneli'nin
"İlkel Çorba" Yanılgısı



Sabah gazetesi köşe yazarı Sn. Zülfü Livaneli, 13 Mayıs 2000 Cumartesi tarihli "İnanç ve Bilim" başlıklı yazısında, evrim teorisinden söz ederken, "aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayat oluşuyor, canlılık başlıyor" şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Ancak bu açıklama bilimsel verilerle taban tabana zıttır.

Darwinist teorinin "organik maddeler ilkel çorba içinde ilk canlı hücreyi oluşturdu" yönünde bir iddiası olduğu doğrudur. Ama bu iddia, Livaneli'nin yazısındaki anlatımın aksine, bugüne kadar hiç ispatlanamamıştır. Bu iddianın ispatlandığını iddia eden bir evrimci biyolog da yoktur. Livaneli'nin sözünü ettiği gibi bir deney veya gözlem (yani aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayatın başlaması) hiç olmamıştır. Bu sonuca varmak için sayısız deney yapılmış, ama hiçbirinde istenen sonuca varılamamıştır.

Evrimci literatürde hala sözü edilen tek öne sürülen deney, Stanley Miller'in 1953 yılında yaptığı ve bazı gazları karıştırıp ısıtarak bir kaç amino asit oluşturmasından ibaret olan bir deneydir. Ancak aminoasit oluşması, canlılık oluşması demek değildir. Canlı hücresini dev bir fabrikaya benzetirsek, amino asitler bu fabrikanın birer tuğlası olabilir. Önemli olan bu tuğlaların nasıl dizilip tasarlanacağıdır. Bugüne kadar hiçbir deney, aminoasitlerin tesadüfen veya kendi kendilerine organize olup fonksiyonel bir protein oluşturduklarını göstermemiştir. Canlılığın oluşması içinse yüzlerce farklı proteinin, DNA kodlarının, bunları yorumlayan enzimlerin, seçici geçirgen bir hücre zarının vs., yani çok kompleks bir mekanizmalar bütününün oluşması gerekir.



Evrimcilerin iddia ettikleri gibi aminoasitler ve benzeri organik maddelerin karıştırılıp kaynatılması ile hayatın başlaması mümkün değildir. (yanda) "İlkel çorba" evrimcilerin hayal güçlerinin bir yansımasıdır.


Kaldı ki, Miller'in amino asit oluştururken kullandığı gazların (metan ve amonyak) ilkel dünya atmosferini yansıtmadığı, ilkel dünya atmosferinin aminoasit oluşumu için çok daha elverişsiz olduğu 1970'lerden bu yana genel bir kabul görmektedir.

Eğer Sayın Livaneli'nin sözünü ettiği gibi bir bilimsel veri olsaydı, (yani aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayatın başlaması), bugün hayatın kökeni konusunda hiçbir tartışma olmazdı. Oysa bu konu evrimci biyologlar tarafından "çözülememiş bir muamma" olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, bu alandaki en önemli isimlerden biri olan San Diego Scripps Enstitüsü'nden jeokimyacı Jeffrey Bada, Şubat 1998 tarihli Earth dergisinde şöyle yazmaktadır:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?134

Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose ise, aynı yılın Interdisciplinary Science Reviews dergisinde şu ifadede bulunmuştur:

Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyor ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyor.135

Sorun, evrim teorisinin canlılığın kendi kendine, tesadüflerle, doğal olaylarla oluştuğunu iddia etmesidir. Oysa bu, Nobel ödüllü İngiliz bilim adamı Fred Hoyle'un ifadesiyle "bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması" kadar imkansızdır. Yine Hoyle, bu bilimsel gerçeğin ortaya koyduğu sonucu şöyle izah eder:

Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.136

Nitekim bugün pek çok bilim adamı, hayatın bilinçli bir biçimde planlandığını, yani yaratıldığını kabul etmektedir. Darwinizm'in ortaya attığı ve aslında 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyinin bir sonucu olan "organik maddeleri karıştırın, kendi kendilerine hücre oluştururlar" şeklindeki iddia ise, bilim dışı bir batıl inanış durumundadır. Bilim, tüm canlılarıYüce Allah'ın kusursuzca yarattığı gerçeğini bir kez daha tasdik etmektedir.


Sabah Gazetesinin "Seçime Darwin
Damgası" Başlıklı Haberindeki Yanılgılar



31 Ağustos 1999 tarihli Sabah'ta, "Seçime Darwin Damgası" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, ABD'de yapılacak olan Başkanlık seçimlerinde, Demokrat Parti ve Muhafazakar Parti adaylarının canlıların kökeni hakkında farklı görüşler savunduğu bildiriliyordu. Bu haberiyle Sabah, ABD'de süregiden güncel bir tartışmayı okuyucularına aktarıyor görüntüsü çizdi.

Ancak haberde, gerçeklerle uyuşmayan bir kaç önemli hata vardı. Bu yanılgıları şöyle sıralayabiliriz:


Evrim Teorisini Bilimle Özdeş Sanma Yanılgısı



Sabah'ın haberinde "bilim adamları şokta" altbaşlığı ile şu satırlar yer alıyordu:

Darwin tartışmasının raflardan yeniden indirilip alevlendirilmesi, bilim adamlarını şoka soktu. Bilim adamları 21. yüzyıla girerken Amerika'nın komik duruma sokulduğunu belirtiyorlar. California Üniversitesi genetik uzmanlarından Francisco Ayala, 'Çocuklarımıza bilimi öğretemezsek, bilim ve teknoloji üzerine kurulu bu dünyada engellerle karşılaşırlar' şeklinde konuştu.

Bu satırlarda ve Sabah'ın haberinin genelinde verilen çok yanlış bir mesaj vardır: Evrimin "bilim adamları", yani tüm bilim dünyası tarafından kabul edildiği mesajı. Sabah, "bir kısım muhafazakarlar yaratılışı savunuyor, bilim adamları ise şok olmuş durumda" derken, evrimin bilimsel bir gerçek olduğu ve dolayısıyla tüm bilim adamları tarafından kabul edildiği gibi gerçeklerle uyuşmayan bir mesaj vermektedir.

Oysa bu açık bir yanılgıdır. Evrimi savunanlar bilim dünyasının geneli değil, bazı bilim adamlarıdır. Diğer pek çok bilim adamı ise yaratılış gerçeğini savunmaktadır.

Yani evrim ve yaratılış konusundaki tartışma, sadece, "muhafazakarlar" ile "bilim adamları" arasında değil, bilim dünyasının kendi içinde de sürmektedir. Dahası, son 20-30 yıldır bu tartışmada somut deliller getiren, karşı tarafın iddialarını çürüten taraf, yaratılışı savunan taraftır.

Sabah gazetesinin haberinde kendisinden alıntı yapılan Francisco Ayala, zaten evrim teorisinin en koyu savunucularından biridir. Ama ne yazık ki Sabah'ın haberinde Ayala'nın görüşü tüm bilim dünyasının ortak kanaatinin ifadesi gibi yansıtılmıştır. Eğer sadece evrimcilerin görüşlerini almak yerine; Michael J. Behe, Philip Johnson, Michael Denton, Dean Kenyon, Charles Taxton, Siegfried Scherer gibi dünyaca üne sahip ve evrim teorisine karşı çıkan bilim adamlarından da görüş alınmış olsaydı, ortaya çok daha farklı bir tablo çıkacaktı.


Doğal Seleksiyonun Yeni Türler Oluşturduğunu
Sanma Yanılgısı



Sabah'ın haberinde aynı zamanda Darwinizm'in teorik iddialarından da söz ediliyor ve özellikle doğal seleksiyon iddiası vurgulanıyordu. Sabah gazetesinin bu konudaki yorumu şöyleydi:

Darwin'in evrim teorisini destekleyen en önemli buluşu, doğal seleksiyondu. Yani doğa, bir tür içerisindeki fertlerden dayanıklı, güçlü ve üremeye elverişli olanların yaşamasına izin veriyor, diğerlerini ise ölüme terk ediyordu. Değişik hayvan türleri hep böyle oluşmuştu.

Bu satırlarda ifade edilen görüş "doğal seleksiyon yeni türler oluşturur" iddiasıdır. Ancak bu iddia hiçbir zaman bilimsel gözlemler tarafından doğrulanmamıştır. Bu gerçeği bugün evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı da itiraf eder.

Önce doğal seleksiyon mekanizmasının neden yeni tür oluşturamayacağını mantıksal bir değerlendirmeyle bulalım. Doğal seleksiyon, Sabah'ın haberinde de yazıldığı gibi, güçlü ve içinde bulunduğu doğal şartlara uygun olan canlıların hayatta kalması demektir. Örneğin aslanlar tarafından tehdit edilen bir zebra sürüsünde, daha hızlı koşabilen zebralar hayatta kalacaktır. Ama hızlı koşan zebraların hayatta kalması demek, bu zebraların bir süre sonra bir başka türe dönüşecekleri, örneğin at haline gelecekleri anlamına gelmez. Doğal seleksiyon sadece bir canlı türü içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireylerin ayıklanmasına vesile olur. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar meydana getiremez.

Nitekim doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir gözlemlenmiş delil yoktur. Bir evrimci olan İngiliz paleontolog Colin Patterson, bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.137

Dolayısıyla Sabah'ın haberinde yer alan "değişik hayvan türleri hep böyle (doğal seleksiyonla) oluşmuştu" cümlesi de gerçeklere aykırıdır.


Darwinizm'in Fosiller Tarafından Doğrulandığını
Sanma Yanılgısı



Sabah'ın haberinde dile getirilen bir diğer iddia ise aşağıdaki cümlede ifade edildi:

Darwin'in teorisi insanın da maymundan geldiği tezlerini ortaya atıyor ve bunu fosil kayıtlarıyla doğruluyordu.

Bu iddianın gerçeklere aykırı olduğunu görmek için, çok basit bir araştırma dahi yeterlidir. Öncelikle evrim teorisinin Darwin'in zamanında fosiller yoluyla kanıtlandığını düşünmek komiktir; çünkü Darwin'in kendisi bunun aksini kabul etmiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabında, "fosiller sorunu"na özel bir bölüm ayırmış, "Teorinin Sorunları" (Difficulties on Theory) adlı kısımda ise şu itirafta bulunmuştur:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.138

Darwin'in "teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz" dediği fosil kayıtları, o zamandan bu yana giderek daha da büyük bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır. Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar:

Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Tanrı tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır.139

Fosil kayıtlarının evrime karşı oluşturduğu bu meydan okuyuş, "insanın evrimi" iddiası için de geçerlidir. Evrimciler farklı maymun türleri ile insan ırklarının kafataslarını ardarda dizerek çelişkili ve gerçek dışı "soyağaçları" oluştururlar. Ancak bu soyağaçları sadece varsayımlara dayalıdır ve evrime somut bir delil oluşturmamaktadır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki önde gelen savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e (günümüz insanına) uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bu gerçeği kabul eder.140

Paleoantropoloji hakkındaki önemli bir kitabın yazarı olan William Fix ise, şu yorumu yapar:

İnsanın kökeni hakkında hiçbir şüphe duymamamız gerektiğini söyleyen hala sayısız bilim adamı vardır, ancak tek eksiklikleri bir delillerinin olmamasıdır...141

Sabah gazetesi de sürekli olarak evrimden şüphe duyulmaması gerektiği yönünde telkinlerde bulunmaktadır. Ama tek eksiği, hiçbir delilinin olmayışıdır.

 


Star Gazetesinin Neandertaller'le İlgili
"Yamyamlık" Yanılgısı



30 Eylül 1999 tarihli Star gazetesinde "İnsanoğlunun atası sayılan Neandertaller'in yamyam olduğu ispatlandı" diye yazılıyordu. Oysa Star'ın haber kaynağı olan Science dergisi, sadece bu konuda bilimsel bir tartışma sürdüğünü ve çoğu bilim adamının "yamyam Neandertaller" tezini reddettiğini bildirmişti.



Tim White (sağda) ve birkaç fosil bilimcinin ortaya attıkları "yamyam Neandertaller" tezine pek çok bilim adamı karşı çıkmıştır. Nitekim Tim White'ın iddialarının delilsiz birer varsayım olduğu zaman içinde anlaşılmıştır.


Star gazetesinin 30 Eylül 1999 tarihli sayısında "ATALARIMIZ YAMYAMMIŞ" başlıklı bir haber yayınlandı. Star Gazetesi, Science dergisinden aldığını iddia ettiği bilgilere dayanarak, şöyle yazıyordu:

Science dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre, Neandertaller yamyamdı. İnsanların atası Neandertaller'in insan yedikleri bilim çevrelerinde uzun süredir tartışılan bir konu. Fransa'nın Ardeche bölgesinde bir mağarada bilim adamlarının çalışmaları sonucunda bulunan kalıntılar bu tartışmaları sona erdirdi.

Yani Star'ın haberine göre, Fransa'nın Ardeche bölgesindeki bulgularla birlikte, tüm bilim dünyası Neandertal insanlarının yamyam olduklarını kabul etmişti. Star gazetesindeki bu haberin "insanın evrimi" masalını topluma empoze etmek için düzenlendiği açıkça belli oluyordu. Nitekim bu gerçeklerle uyuşmayan imaji pekiştirebilmek için, Neandertal insanlarıyla hiçbir ilgisi olmayan yarı maymun-yarı insan hayali bir varlığın çizimi de habere eklenmişti.

Oysa haberin gerçek kaynağına baktığımızda, durumun hiç de Star gazetesinde anlatıldığı gibi olmadığı görülmektedir. Neandertaller'in "yamyam" oldukları tezi, sadece bir kaç evrimci paleontolog tarafından savunulmakta, buna karşılık yine evrimci olan çok sayıda uzman ise bu teze şiddetle karşı çıkmaktadır.

Bu konudaki detaylı bilgiler, Star gazetesinin haber kaynağı olarak gösterdiği Science dergisinin 1 Ağustos 1997 tarihli sayısındaki bir makalede yer almaktadır. Makalede, Tim White ve Christy G. Turner II adlı fosil bilimcilerin "yamyam Neandertaller" teorisini savundukları, ancak çok sayıda bilim adamının da bu teze karşı çıktığı belirtilmektedir.

Örneğin Cambridge Encyclopedia'nın "yamyamlık" maddesinin yazarı olan arkeolog Paul Bahn; The Man-Eating Myth: Anthropology and Anthropophagy adlı kitabın yazarı ve New York Universitesi antropoloğu William Arens; Case Western Reserve Üniversitesi'nden fiziksel antropolog Mary Russell gibi uzmanlar "yamyam" Neandertaller tezini bilimsel dayanaklardan yoksun bulduklarını söylemişlerdir. Mary Russell, yamyamlık delili olarak gösterilen Neandertal kemiklerindeki darbe izlerinin, aslında bir ölü gömme rituelinin kalıntıları olabileceğini belirtmiştir. Aynı şekilde New Mexico Müzesi arkeoloğu Peter Bullock da yamyamlık iddilarına karşı çıkmış ve bunun sadece bir varsayım olduğunu vurgulamıştır.








a, b- Etiyopya Omo Basin'deki Kibish oluşumundan iki kafatası parçası. İkisi de muhtemelen 125,000 yıl öncesine ait. OmoI' in tamamen günümüz insanına benzer bir görüntüsü var.

c- İsrail'de Nazareth'in hemen dışındaki Jebel Qafzeh mağarası.

d- İsrail - Jebel Qafzeh mağarasında bulunan ve günümüz insanından farksız bir görünümü olan Qafzeh insanı yaklaşık olarak 92,000 yaşındadır.







Fransa'daki Ardeche bölgesindeki bulgular da Star gazetesinin yazdıklarının aksine, yamyamlık tezini ispatlamamaktadır.

Paul Bahn, Tim White'in "yamyamlık delili" saydığı izlerin, gerçekte farklı bir ölü gömme rituelinin, bir savaşın ya da benzeri bir silahlı arbedenin izleri olabileceğini açıklamaktadır.



Evrim yanlısı gazete ve dergilerde çıkan haberlerde yandakine benzer hayali "ilkel" insanların resimleri sıklıkla kullanılır. Bu hayali resimlere dayanarak oluşturulan haberlerdeki tek kaynak, yazan kişilerin hayal gücüdür. Ancak evrim bilim karşısında o kadar çok yenilgi almıştır ki artık bilimsel dergilerde evrimle ilgili haberlere daha az rastlanır olmuştur.


New Mexico Universitesi arkeoloğu Peter Y. Bullock ise, Science dergisinin 1 Ağustos 1997 tarihli sayısında yayınlanan okuyucu mektubunda, Turner ve White tarafından ortaya atılan "yamyam Neandertaller" tezi hakkında şunları söylemiştir:

Turner ve White tarafından ortaya atılan tarih öncesi yamyamlık teorileri sadece bir teori olarak kalmaya devam etmektedir. Bu araştırmacılar eldeki bulguları gerçek içeriklerinden farklı olarak yorumlamaktadırlar. Kullandıkları analiz yöntemleri taraflıdır. İnsanlarla havyanların kemikler üzerinde bırakabilecekleri izleri ayırdederken kullandıkları kriterlerde kuşkuludur. Bazı insan kemiklerinin diğer insanlar tarafından değişime uğratıldıkları doğrudur, ama bunlar savaş, idam ve ölü gömme törenleri gibi yamyamlıktan çok daha farklı nedenlerle açıklanabilir. Bu araştırmacıların kemiklerde bulduklarını söyledikleri "kazanda kaynatma izleri"nin önemli bir bölümü ise, yırtıcı hayvanlar tarafından yapılmış tahribatlardır.

Tüm bunlar, "yamyam Neandertaller" teorisinin sadece bir kaç evrimci araştırmacı tarafından savunulan, ama somut bir delili bulunmayan bir varsayım olduğunu göstermektedir. Science dergisi bu konudaki tartışmaları gündeme getirmiştir.

Ama ne yazık ki Star gazetesi, "atalarımızın yamyam oldukları ispatlandı" gibi son derece gerçek dışı bir haberle okuyucularını yanlış yönlendirmektedir. Öte yandan Star gazetesinin Neandertaller'i "günümüz insanının atası" olarak göstermesi de büyük bir yanılgıdır.

Neandertaller'in sadece kaybolmuş bir insan ırkı olduğunu bugün evrimciler dahi kabul etmektedirler. Bulgular, Neandertaller'in ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri yaptıklarını ve gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını açıkça göstermektedir. (Detaylı bilgi için bakınız; Evrim Aldatmacası, Harun Yahya)

Aslında evrimci medya kuruluşlarının, Darwinizm'i savunmak adına bu gibi asparagas haberlere rağbet etmeleri, evrim teorisinin ne denli dayanaksız bir iddia olduğunun da açık bir göstergesidir.


Sn. Türker Alkan'ın Evrim Teorisiyle
İlgili Yanılgıları



28 Mayıs 2000 tarihli Radikal Gazetesi'nde, Sayın Türker Alkan'ın "Konuşan Hayvanlar" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Sayın Alkan yazısında, evrim teorisini savunanlar ve evrim teorisine karşı çıkarak Yaratılış Gerçeğini savunanlar arasındaki tartışmaları konu edinmiş ve bu konudaki kişisel görüşlerine yer vermişti. Yazıda, katıldığımız, ılımlı ve sağduyulu bir yaklaşım olarak gördüğümüz noktaların bulunmasının yanısıra, Sayın Alkan'ın bazı konularda yanılgı içinde olduğunu ve bu yanılgılarının açıklanması gerektiğini düşünüyoruz.


Yaratılış, Bilimsel Araştırma ve Bulgularla İspatlanmış Açık Bir Gerçektir



Sayın Alkan yazısında, evrimcilerle yaratılışı savunanlar arasındaki tartışmaların gereksiz olduğunu, çünkü evrim teorisini savunmanınAllah'ın varlığını inkar etmeyi gerektirmediğini söylemiştir. Burada açıklanması gereken çok önemli nokta şudur:

Evrimi savunanlar ile yaratılışı savunanlar arasındaki temel farklılık, "canlılar ayrı ayrı mı ortaya çıktılar, yoksa birbirlerinden gelişerek mi ortaya çıktılar" sorusu değildir. Bu soru, asıl konunun sonucu olarak ortaya çıkan bir yan konudur. Asıl konu, "canlılar tesadüflerle ve doğa olaylarıyla mı oluştular, yoksa bilinçli bir şekilde mi yaratıldılar" sorusudur. Bu konuda ise bilimsel bulgular "canlılık tesadüflerle ve doğal etkenlerle oluştu" şeklindeki cevabı kesin olarak reddetmektedir. Çünkü canlılıkta olağanüstü derece kompleks düzen ve plan örnekleri bulunmaktadır. Tek bir canlı hücresi dahi, "tesadüfle oluşmak" kavramını tamamen geçersiz kılan büyük bir yaratılış harikasıdır. Evrimcilerin canlılığın ve canlı sistemlerin kökenini tesadüflerle açıklama çabası da tamamen hayalkırıklığı ve yenilgiyle sonuçlanmıştır.

Canlılıktaki söz konusu üstün düzen ve plan, elbette ki tüm canlıları üstün bir akıl ve bilgiyle Yüce Allah'ın yarattığı gerçeğini göstermektedir ki, "yaratılış"ın manası da budur.

Yaratılışın, varlığı açık olduğuna göre, geriye, canlıların nasıl bir süreç içinde yaratıldıkları sorusu kalmaktadır. Sayın Alkan'ın bahsettiği ve "canlılar birbirlerinden evrimleşmiş olsalar bile bu yaratılış olamaz mı" şeklindeki mantık, bu soruyla ilgilidir.

Eğer Allah dileseydi canlıları evrimsel bir süreçle de yoktan var etmiş olabilirdi. Eğer bilim, canlıların evrimleşerek birbirlerinden türediklerini ispatlamış olsaydı, biz de o zaman "Allah canlılığı evrimi kullanarak yaratmıştır" diyebilirdik.

Örneğin, kuşların sürüngenlerden evrimleşerek oluştuklarına dair bir delil bulunsaydı, "Allah, 'OL' emriyle, sürüngenleri bir kuşa dönüştürmüştür" derdik. Çünkü sonuçta her iki canlı da rastlantılarla açıklanamayacak kadar kusursuz düzenle dolu bedenlere sahiptir. Bu düzenlerin birbirine dönüşmesi de -eğer böyle bir şey olsaydı- ancak bir başka yaratılış delili olurdu.

Ancak, bilimsel veriler (özellikle fosil kayıtları ve karşılaştırmalı anatomi) bunun aksini göstermektedir; çünkü dünya üzerinde evrimsel bir sürecin yaşandığına dair hiçbir delil yoktur. Fosil kayıtları, farklı canlı sınıflarının küçük kademelerle birbirlerinden evrimleşerek ortaya çıktıklarını değil, aksine çok farklı canlı sınıflarının kendilerine benzer hiçbir ataları olmadan bir anda ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Ne sürüngenler kuşlara dönüşmüş, ne de balıklar kara canlısı haline gelmiştir. Her canlı sınıflaması kendi özellikleriyle ayrı ayrı yaratılmıştır.


Türler Arasındaki Genetik Benzerlikler Evrime
Delil Oluşturmaz



Sayın Türker Alkan, yazısında ayrıca, şempanzelerin genlerinin insan genleri ile % 99 benzerlik gösterdiğini ve bunun şempanzenin bir gorilden çok insana daha yakın olduğunun ve dolayısıyla evrim teorisinin bir delili olduğunu savunmuştur. Bu da evrimcilerin, halkın bu konulardaki bilgisizliğinden faydalanarak ortaya attıkları "sahte" bir delildir. Ve sanırız Sayın Alkan da konuyla ilgili pek fazla araştırma imkanı olmadığı için bu benzerlikten dolayı önemli bir yanılgıya düşmüştür.

Yeryüzünde yaşayan canlıların genetik benzerlikler göstermeleri son derece olağandır, çünkü canlıların yapıtaşları birbiriyle aynıdır. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili olamaz. Bu konu ile ilgili detaylı açıklamalar "Sayın Yalçın Doğan'ın Darwinizm Hakkındaki Yanılgıları" başlıklı bölümde verilmiştir. Bu nedenle burada tekrar edilmeyecektir.


Sonuç



Kısacası, Sayın Türker Alkan'ın evrim teorisine kendince delil olarak belirttiği hususların hiçbiri teoriye delil oluşturmamaktadır. Sayın Alkan'ın önerdiği "hem evrimi hem de yaratılışı kabul etmek" şeklindeki yaklaşım ise, evrimin bilimsel bir değeri olmaması nedeniyle yanlıştır. Zaten kendisinin gösterdiği bu ılımlı yaklaşım evrim teorisini savunan çoğu kimse tarafından da kabul gören bir yaklaşım değildir. Aksine Darwinistlerin ezici bir çoğunluğu, Darwinizm'in aynı zamanda ateizm anlamına geldiğinin bilincindedirler ve zaten ateist oldukları için Darwinizm'i körü körüne savunmaktadırlar.

Bu kişiler, söz konusu ideolojileri uğruna, bilimsel olarak geçersizliği ispatlanmış olmasına rağmen evrim teorisini savunmakta ve çeşitli kelime oyunları ve hilelerle evrim teorisini doğruluğu kesinleşmiş bir teori olarak halka sunmaktadırlar. Ancak, insanların evrimcilerin bu aldatmacalarına kanmamaları, en azından doğru ve ön yargısız bilgiye ulaşabilmeleri için, aydın, ılımlı ve sağduyulu kişilerin, her türlü bilgiyi araştırıp vicdanları ve sağduyuları doğrultusunda karar vererek, bu bilgileri halka ulaştırmaları kuşkusuz 21. yüzyılın en büyük ve en önemli hizmetlerinden biri olacaktır.


Evrensel Gazetesinin Kulağın Evrimi
İle İlgili Yanılgıları



Bugün insanoğlu tüm akıl, bilgi ve teknoloji birikimiyle tek bir canlı hücre dahi üretmeyi başaramıyor. Böyleyken doğadaki milyonlarca farklı canlı türünün sadece tesadüflere dayalı bir süreç sonucunda ortaya çıktıklarını iddia etmek, yani evrim teorisini savunmak, moleküler biyolog Michael Denton'ın ifadesiyle "insan aklına yönelik bir saldırıdır".

Bu nedenle evrim yanılgısını savunanlar, sürekli olarak ya ciddi bilimsel hatalar ya da yargı bozuklukları sergiliyorlar. Bu yazıda, söz konusu evrimci yanılgıların ulusal medyadaki bazı güncel örneklerini inceleyeceğiz.


"Kulağın Evrimi" Yanılgısı



Evrimcilerin, özellikle de konu hakında yeterli bilgileri olmadığı halde teoriye körü körüne inananların ilginç bir özelliği, evrim teorisiyle hiçbir ilgisi olmayan konuları kendi lehlerinde sözde bir delil saymalarıdır. Bunun bir örneği, Veysel Atayman adlı evrimci yazarın, Evrensel gazetesinin 13 Haziran 1999 tarihli Pazar ekinde yayınlanan "Maddeci 'Madde', Evrimci Madde" başlıklı yazısında sergilendi. Atayman evrimin kendince "delilleri"nden söz ederken şöyle yazıyordu:

İşitme organımız kulağımız da, derimiz dediğimiz, endoderm ve egzoderm tabakalarının evrimi sonucunda oluştu. (Hala bas sesleri karnımızın derisinde hissetmemiz bir kanıt!)

Ses dediğimiz kavram, gerçekte havada yayılan birtakım titreşimlerdir. Kulağımız, olağanüstü derecede kompleks sistemi sayesinde, bu ses titreşimlerini frekanslarına göre elektrik sinyallerine çevirir. Bu elektrik sinyallerinin beynimizde yorumlanmasıyla da ses oluşur.

Titreşim fiziksel bir etki olduğuna göre, dokunma duyumuz tarafından da algılanabilir. Dolayısıyla yüksek ve bas bir sesi, elbette fiziksel olarak da hissedebiliriz. Dahası, bu sesler cisimleri de fiziksel olarak etkiler. Çok güçlü kolonların kullanıldığı bir odada pencere camlarının kırılması bunun bir örneğidir.








İnsan kulağı başlıbaşına bir mucizedir. Sesleri bizi rahatsız etmeyecek oranda, ihtiyacımız olduğu kadarıyla duyabilmemiz için tasarlanmıştır. Kulak, iç organlarımızın çalışırken ya da böceklerin yürürken çıkardıkları sesleri algılamaz. Bu da bizim için bir konfordur. Aksi son derece rahatsızlık verici olan bu durum, Allah'ın insanlar üzerindeki sınırsız şefkatinin ve korumasının tecellilerinden yalnızca bir örnektir.







İlginç olan, evrimci yazar Atayman'ın bunları "kulağın evrimi"ne bir delil sanmasıdır. Atayman, "kulak ses titreşimini algılar, derimiz de bu titreşimden etkilenir, demek ki kulak deriden evrimleşmiştir" diye çarpık bir mantık yürütmektedir. Eğer Veysel Atayman'ın bu çelişkili mantığı ile düşünürsek "kulak ses titreşimini algılar, pencere camı da bu titreşimden etkilenir, demek ki kulak pencere camından evrimleşmiştir" diye de düşünebiliriz. Yanlış mantık örgüleri kurmaya başladıktan sonra, akıl dışı teoriler üretmenin bir sınırı yoktur.

Eğer Atayman ya da bir başka evrimci gerçekten kulağın evrimle oluştuğuna inanıyor ve buna delil göstermek istiyorsa, bu tür ilgisiz benzetmeler değil, gerçek bilimsel deliller sunmalıdır. Kulak kepçesinin ses yükseltme özelliğinin, kulak zarı hassasiyetinin, orta kulaktaki üç hassas kemikçiğin, iç kulaktaki "salyangoz" adlı içi özel bir sıvıyla dolu organın, bu organın yüzeyinde bulunan ve sıvı içindeki titreşimleri algılayarak bu titreşimlere göre elektrik sinyali üreten onbinlerce alıcı hücrenin ve kulak içindeki daha yüzlerce hassas dengenin nasıl olup da "tesadüfen" oluştuğunu açıklamalıdır. Ama bir açıklama yapamazlar, çünkü böyle bir açıklama yoktur. Bu konuda biraz daha bilgi sahibi olan evrimciler, kendilerini komik duruma düşürecek örnekler vermektense, susmayı tercih etmektedir.

...Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.
(Bakara Suresi, 164)


Evrimi Bir "Tercih Meselesi" Sanma Yanılgısı



Evrimci yazar Veysel Atayman'ın bir diğer yanılgısı ise, yaratılış ve evrimi, insanların genel dünya görüşlerine göre tercih edebilecekleri iki farklı bakış açısı olarak göstermeye çalışmasıdır.

Veysel Atayman Evrensel gazetesinin 13 Haziran 1999 tarihli Pazar ekindeki yazısında bir balığın çevreye uyumu konusu örnek vermektedir.Oysa bir balığın rengi ve biçiminin nasıl oluştuğu sorusu, doğrudan bilimsel verilere bakarak değerlendirilecek ve cevabı bulunabilecek bir sorudur. Bir balığı ya da başka bir canlı türünü incelediğimizde, bu varlıklarda hiçbir doğa olayıyla ya da kendi iradeleriyle açıklanamayacak düzen ve plan bulunduğunu görürüz. Her düzen, bu düzeni meydana getiren bilinçli bir iradenin varlığını gösterir. Bu da canlılığı Yüce Allah'ın yarattığının bir ispatıdır.

Atayman, yaratılışa inanmayı kendince bir "tercih meselesi" gibi göstermeye çalışmakla, bu gerçeği gizlemek istemektedir. Eğer aynı mantığı kullanırsak, "bir insan bir kitaba baktığında, 'bu kitap ne kadar güzel yazılmış' der, bir diğeri ise 'kitap kendi kendini ne güzel yazmış' diye düşünür" gibi bir cümle de yazabiliriz. Ancak açıktır ki, bu iki açıklamanın sadece birincisi doğrudur, ikincisi ise akıl dışı bir safsatadır. İşte Atayman'ın verdiği balık örneğindeki evrimci mantık da aynı derecede saçmadır. Çünkü hiçbir balık kendi renklerini ve biçimini belirlemez, yani kendisini yaratamaz. Kendi biçim ve renginin farkında bile değildir ki, onları düzenlesin. Açıktır ki bunu üstün güç sahibi olan Allah yaratmıştır. Bu bir "tercih meselesi" değil, akıl ve bilimin ortaya koyduğu apaçık bir gerçektir.


Ayyıldız Gazetesindeki "Neandertaller
Aramızda" Yazısındaki Yanılgılar



Yayın hayatı kısa süren Ayyıldız gazetesinin 1 Ekim 1999 tarihli sayısında, Sayın İskender Öksüz'ün köşesinde, "Neandertaller Aramızda" başlıklı bir yazı yayınlandı. Sayın Öksüz, yazısının genelinde Neandertal insanlarını evrimci bir bakış açısıyla yorumlamıştı. Neandertal ırkının, günümüz insanına göre ilkel olduğunu, soyut kavramları içermeyen sadece 100-200 kelimelik ilkel bir dil konuşabildiğini, hiçbir sanat ve kültüre sahip olmadığını öne sürmüştü.

Sayın Öksüz saydığı tüm bu iddialara bir kaynak belirtmemişti, ancak anlaşılan "insanın evrimi" iddiasını savunan ve bu iddiaya dayalı senaryolar üreten bir kitap okumuş ve bu kitabın etkisi altında kalarak Neandertaller'i "ilkel insan" olarak tasavvur etmişti.

Sayın Öksüz'ün Neandertaller hakkındaki iddiaları gerçekten de uzun bir zaman evrimci çevreler tarafından savunulmuştur. Oysa son yılların bilimsel bulguları, bu iddiaları çürütmüş ve Neandertaller'in zeka ve kültür yönünden bizlerden farklı olmadığını göstermiş bulunmaktadır.



Neandertaller'le ilgili bilimsel bulgular onların da bizler gibi insanlar olduklarını ortaya koymaktadır.


Neandertaller'in Dili



Öncelikle Neandertaller'in anatomik yönden hiçbir "ilkel" yapıları yoktur. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi'nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:

Neandertal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller'in anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.142

Neandertaller'in anatomik yapıları, gerek beyin bölümleri gerekse boğaz-yutak-çene gibi organları, bu insanların konuşma yeteneği açısından bizden hiçbir eksiklikleri olmadığını göstermektedir. Sayın İskender Öksüz'ün yararlandığı kaynak da bunu kabul etmek durumunda kalmakta, ama sonra "Neandertaller'in dilleri çok basitti, sadece 100-200 kelime konuşabiliyorlardı" demektedir. Oysa bu iddia, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan hayali bir yorumdan ibarettir.

Çünkü Neandertaller hakkındaki bilgi kaynağımız fosil kayıtlarıdır ve bir fosile bakılarak onun "kelime haznesi" tespit edilemez! "100-200 kelimelik ilkel dil" iddiası, Neandertaller'in konuşabildiklerini gösteren fosil bulguları karşısında köşeye sıkışan evrimcilerin, "ilkel Neandertaller" efsanesini koruyabilmek için ortaya attıkları boş bir masaldır.



Kemikten yapılmış Neandertal flütü.


Neandertaller'in Müzik Zevki



Sayın Öksüz Neandertaller'in sanattan yoksun olduklarını da yazmıştır. Oysa bu iddiayı geçersiz kılan çok açık deliller vardır. Bunun çok çarpıcı bir örneği, Neandertal insanlarına ait olan kemikten yapılmış bir flüttür.

Bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan söz konusu flüt, arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuz'unda Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada bulunmuştur. Daha sonra da bir müzikolog olan Bob Fink, flütü analiz etmiştir. Fink, karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin, 4 nota çıkardığını ve flütte yarım ve tam tonların da olduğunu tespit etmiştir. Bu keşif, Neandertaller'in Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır" diyen Fink, Neandertaller'in müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu ortaya koymuştur.143


Neandertal Kültüründen Örnekler



Diğer bazı fosil bulguları, Neandertaller'in ölülerini gömdüklerini, hastalarına baktıklarını, kolye ve benzeri takı eşyaları kullandıklarını göstermektedir.144

Öte yandan fosil kazıları sırasında Neandertal insanları tarafından kullanıldığı tespit edilen 30 bin yıllık bir dikiş iğnesi de bulunmuştur. Kemikten yapılmış olan bu iğne son derece düzgündür ve iplik geçirilmesi için açılmış bir deliğe sahiptir.145 Elbette dikiş iğnesine ihtiyaç duyacak bir giyim-kuşam kültürüne sahip olan insanlar "'ilkel" sayılamaz.


Neandertallerin Aletleri



Neandertaller'in alet yapma yetenekleri hakkında yapılan en kapsamlı araştırma New Mexico Üniversitesi'nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Steven L. Kuhn ve Mary C. Stiner'a aittir. İki bilim adamı da evrim teorisini savunmalarına rağmen, yaptıkları arkeolojik araştırmalar ve analizler sonucu, İtalya'nın güneybatı sahilindeki mağaralarda binlerce yıl yaşamış olan Neandertaller'in, günümüz insanı gibi kompleks bir düşünce yapısı gerektiren faaliyetlerde bulunduklarını ortaya koymuşlardır.146



30 bin yıllık Neandertal insanının dikiş iğnesi.


Kuhn ve Stiner bu mağaralarda çeşitli aletler bulmuşlardır. Buluntular, mızrak uçları da dahil olmak üzere kesici türden sivri uçludur ve dikkatli bir şekilde çakmaktaşının kenarlarındaki katmanların yontulmasıyla yapılmıştır. Böyle sivri uçlar meydana getirecek şekilde katmanları yontmak, kuşkusuz zeka ve beceri gerektiren bir işlemdir. Bu işlemdeki en önemli problemlerden biri kayaların ucundaki baskılar sonucu meydana gelen kırılmalardır. Bu yüzden işlemi yapan kişi, bir dahaki sefere uçları doğru muhafaza edebilmek için "ne kadar vurmalıyım" ya da eğri bir alet yapıyorsa "ne kadar eğriltmem gerekir" diye karar vermek ve kendi kendine ince bir hesap yapmak durumundadır.

California Üniversitesi'nden Margaret Conkey Neandertaller'den önceki dönemlere ait olan aletlerin dahi ne yaptığının bilincinde olan zeki topluluklar tarafından yapıldığını şöyle anlatmaktadır:

Arkaik insanların elleriyle yaptıkları nesnelere bakacak olursanız, hiç de acemi işi şeyler olmadıklarını görürsünüz. Arkaik insanlar kullandıkları malzemenin nasıl bir şey olduğunun ve nasıl bir dünyada yaşadıklarının bilincindedirler.147








Mağaralarda gördüğümüz benzer resimler o dönemde yaşamış insanların zeka ve becerilerini yansıtan delillerdendir. Cisimleri ya da canlıları resmetmek yetenek gerektiren zor bir iştir. Mağara duvarını oyarak resim yapmak ise çok daha beceri ister. Bunlar düşünüldüğünde Neandertal insanının ilkel olarak nitelendirilmeye çalışılmasının ne kadar anlamsız olduğu anlaşılmaktadıır.







Sonuç



Kısacası, bilimsel bulgular, Neandertaller'in zeka ve kültür düzeyi yönünden bizlerden farkı olmayan bir insan ırkı olduğunu göstermektedir. Bu ırk, diğer ırklarla karışıp asimile olarak ya da bilinmeyen bir şekilde tükenerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Ama hiçbir şekilde "ilkel", "yarı maymun" vs. değildir. Çünkü Neandertaller de, aynen bizler gibi, insan olarak yaratılmıştır.

 


Show Dergisinin Evrimci Bakış Açısı ve
Homo Erectus Yanılgısı



A



Java adasında bulunan 27 bin yıllık Homo erectus kafatası çok büyük ilgi uyandırmıştı. Çünkü bu kafatası günümüz insanından tamamen farksızdı. Yanda Time Dergisi Kasım 1996 sayısının konu ile ilgili habere yer verdiği sayfa görülüyor.


ylık SHOW dergisinin Aralık 1999 sayısında, "İnsanoğlu Yeryüzüne Nasıl Yayıldı" başlıklı bir yazı yer alıyordu. Yazıda eski bir insan ırkı olan Homo erectus'tan söz ediliyordu. Ancak Homo erectus hakkındaki bilgiler tamamen evrimci bir bakış açısı ve üslupla yorumlanıyor, dahası konu hakkında pek çok önemli bilgi hatası sergileniyordu. Aslında bu yazıyı kaleme alan SHOW dergisi muhabirinin konuyu ciddi bir biçimde araştırmadığı, sadece evrimci bir imaj oluşturmak istediği açıktı. Öncelikle haberde kullanılan resimlerin büyük bölümünün konuyla ilgisi yoktu. Sadece Homo erectus'u konu alan yazının etrafına; uzayda gezinen biyonik bir insan çizimi, insan beyninin yapısıyla ilgili bir şema, "düşünen bilim adamı" fotoğrafları, önlerine yerleştirilmiş bilgisayarlarla oynayan şempanzeler, büyükçe bir memeli hayvanın fosilini inceleyen bir paleontolog ve insan vücudundaki farklı ısı bölgelerini gösteren bir şema gibi konuyla hiçbir ilgisi olmayan resimler serpiştirilmişti. Homo erectus'u temsil ettiği sanılarak yazıya eklenmiş bir kafatası rekonstrüksiyonu resmi ise, Homo erectus'u değil Neandertal insanını konu alan ve geçtiğimiz yıllarda National Geographic dergisinde yayınlanmış bir resimdi.

Yazının içinde de önemli bilgi hataları vardı. Homo erectus'un ilk olarak 3.5 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıktığı yazılmıştı. Oysa gerçekte bilinen en eski Homo erectus kalıntıları 2 milyon yıldan daha geriye gitmemektedir. Evrimciler tarafından 3.5 milyon yıl öncesinde Afrika'da yaşadığı kabul edilen canlılar, Australopithecus sınıflamasına ait farklı türlerde maymunlardır. Kısacası SHOW dergisindeki "İnsanoğlu Yeryüzüne Nasıl Yayıldı" başlıklı yazı, medyadaki diğer benzeri evrimci propaganda örnekleri gibi, ciddi yanlışlara ve yüzeysel bir yaklaşıma dayanıyordu. Zaten yazıda, Homo erectus hakkındaki farklı ve çelişkili evrimci görüşlerin dile getirilmesinden başka bir şey yapılmamıştı.

Homo erectus'un gerçek bir insan olduğu, günümüz insanı ile farklılıkların sadece ırksal farklılıklardan kaynaklandığı ile ilgili bilgiler, "8 Eylül 1999 Tarihli Hürriyet Gazetesindeki Yanılgı" başlığı altında detaylı olarak anlatıldığı için burada tekrar edilmeyecektir.


TIG Dergisinde Görüldüğü Gibi Evrimcilerin
Kambriyen Çıkmazı Büyüyor



Ünlü bilim dergisi TIG, Şubat 1999 tarihli sayısında evrim teorisinin büyük açmazlarından biri olan Kambriyen devri fosillerini ele aldı. Kanada'daki British Columbia eyaletinde yer alan Burgess Shale adlı fosil yatağındaki fosillerin konu edildiği yazıda, bu bölgedeki fosil bulgularının evrimciler tarafından asla açıklanamadığı kabul ediliyordu.

Burgess Shale'deki söz konusu fosil yatağı, çağımızın önemli paleontolojik bulgularından biri sayılıyor. Bu bölgedeki fosil canlıların özelliği, çok farklı türlere ait olmaları ve önceki tabakalarda hiçbir ataları olmadan, bir anda ortaya çıkmaları.

Oysa bilindiği gibi evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, daha önce yaşamış başka türlerden kademeli olarak evrimleştiklerini iddia ediyor. Burgess Shale fosilleri ve benzeri paleontolojik bulgular ise, farklı canlı türlerinin bu iddianın tam aksine, yeryüzünde hiçbir ataları olmadan bir anda ve kusursuz biçimde ortaya çıktıklarını gösteriyor.

TIG dergisi, Darwinizm'in önündeki bu büyük paleontolojik sorunu şöyle ifade ediyor:

Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili kızgın tartışmanın tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu hararetli tartışmalara neden olan şey, Kambriyen Devrinde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.

"Hiçbiri ikna edici olmayan" bu fikirler, elbette evrimcilere ait. TIG dergisi bu konuda iki evrimci otoriteden sözediyor: Stephen J. Gould ve Simon Conway Morris. Her ikisi de Burgess Shale'deki "aniden ortaya çıkışı", evrime göre kendilerince açıklayabilmek için birer kitap yazmışlar. Gould'un kitabı Wonderful Life, Morris'inki ise The Burgess Shale and the Rise of Animals adını taşıyor. Ancak bu iki otorite de, TIG dergisinin vurguladığı gibi, ne Burgess Shale fosillerini ne de genel olarak Kambriyen Devre ait diğer fosil kayıtlarını bir türlü açıklayamıyorlar.

Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu gerçek sonuç ise, evrime körü körüne bağlananlar dışında, herkes tarafından görülecek kadar açık: Fosiller canlıların yeryüzünde hep bir anda ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösteriyor. Bu ise, tüm canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yaratmış olduğunun açık bir kanıtıdır.








Yukarıda sağda fosili görülen trilobit bundan yaklaşık 530 milyon yıl önce yani Kambriyen Devirde ortaya çıkmış ve soyu tükenmiş bir canlıdır. Her biri çift mercek içeren yüzlerce küçük petek gözden oluşan trilobit gözleri bu canlının tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğunu kanıtlayan açık bir delildir.







Bazı Gazetelerde Yer Alan
"Mitokondriyel Havva" Tezindeki Yanılgılar



Son günlerde bazı gazetelerde "Adem ve Havva Hiç Buluşmamış" gibi başlıklarla bazı haberler yayınlanmıştır. Bu haberlerde -tam da ne olduğu anlaşılamadan- sözü edilen iddia, evrimciler tarafından ortaya atılan ve "Mitokondriyel Havva" tezi olarak bilinen bir varsayımdır.


"Mitokondriyel Havva" Tezi Nedir?



Günümüzün popüler bilimsel terimleri, evrime sözde bilimsel kılıf uydurmada sık kullanılır. Bunlardan DNA da evrimcilere bu yönde malzeme olmaktadır.

DNA çekirdekte bulunmasının yanında, enerji üretim merkezleri olan mitokondrilerde de bulunur. Çekirdekteki DNA, anne ile babadan gelen DNA'ların birleşmesi sonucu oluşurken, mitokondrideki DNA'nın kaynağı ise yalnızca annedir. Bu noktadan hareketle, sizin mitokondriyel DNA'nız annenizinkiyle aynı, annenizinki de anneannenizinkiyle aynıdır. Bu yöntemle iz sürerek kökenimiz araştırılabilir.

"Mitokondriyel Havva" tezi ise, söz konusu bilimsel gerçeği evrim teorisinin dogmalarına göre yorumlayarak ortaya atılmış bir varsayımdır. Birkaç evrimci bilim adamı, kökenimizin şempanze olduğu iddiasını sanki tartışmasız kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi sunarak, ilk insansı canlının mitokondriyel DNA'sının şempanze DNA'sı olduğunu iddia etmiştir. İddialarına göre yüzbinlerce yıl içinde rastgele mutasyonlar, şempanze DNA'sını bizim şu anki mitokondriyel DNA'mıza dönüştürmüştür. Bu önyargıdan hareketle mevcut evrim soyağacının hangi tarihte nerede başladığını belirlemeye çalışmışlardır.

Oysa söz konusu çalışmada kullanılan metodun tarafsız bir bilimsel gözle incelendiğinde, ilk insanlara ait tarih ya da coğrafi yer belirlemede kullanılamayacağı kolayca görülür.


Tezin Yükselişi ve Çöküşü





Mark Stoneking


İlk olarak 1987 yılında ortaya atılan bu tez, daha sonra 1992 yılında da doğrulanmaya çalışıldı. Bu teoriyi ilk olarak ileri süren Berkeleyli biyokimyacılar Wilson, Rebecca Cann ve Mark Stoneking, üç temel ön yargı ve kanıtlanması imkansız tahminlerden yola çıktılar:


Mitokondriyel DNA'nın kökeni, "hominid"lere, yani maymunsu canlılara dayanıyordu.

Mitokondriyel-DNA'da mutasyonlarla düzenli değişiklikler olmalıydı.

Bu mutasyonlar sabit bir hızda, yani hep meydana gelmeliydi.


Bu tahminleri temel alan araştırmacılar, sözde evrim sürecinde türlerin hangi hızda değiştiğini gösterecek olan, "moleküler saat"e ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Aslında bu programı yazanların yaptıkları, daha en baştan varılmak istenen sonuca göre çalışmalarını yönlendirmekti.

Dayandıkları varsayımlar, varlığı kanıtlanamayan, deney ve gözlemle bile örneklendirilememiş olan iddialardı. (Gerçekte mutasyon, bir canlı yapıda sadece düzensizliğe ve ölüme neden olduğu gözlemlenmiş DNA bozulmasıdır. Mutasyonlar canlıyı daha üst bir düzeye taşıyan herhangi bir ilerlemeye asla sebep olmaz.)



Genetikçi Alan Templeton


Evrimci araştırmacılar ön yargılarını kamufle edeceğini umdukları bir bilgisayar programı geliştirdiler. Program hayali evrim sürecinin en direkt ve verimli yolu takip ettiği yargısı temel alınarak yapılmıştı. Oysa bu, evrim teorisinin temel varsayımlarına bile aykırı olan hayali bir tablodur.

Nitekim bu tezin bilimsel bir değer taşımadığı, evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı tarafından dahi kabul edildi. Ünlü Nature dergisinin editör kurulundan Henry Gee, "Afrika Cenneti Üzerindeki İstatistiksel Bulut" adlı yazısında mtDNA çalışması sonuçlarını "süprüntü" olarak değerlendirdi.148 Gee'nin yazısında mevcut 136 mtDNA serisi ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının sayısının 1 milyarı geçtiği bildiriliyordu. Yani yapılan bu çalışmada bu 1 milyar kadar tesadüfi soy ağacı görmezlikten gelinmiş ancak şempanze-insan arasında sözde evrim olduğu varsayımına uygun olan tek soyağacı seçilmişti.

Washington Üniversitesi'nden genetikçi Alan Templeton da DNA serilerinden yola çıkarak günümüz insanının kökeni için bir tarih belirlemenin imkansız olduğunu bildirdi. Çünkü DNA'lar insan toplulukları arasında bile oldukça fazla harmanlanmıştır.149 Bu, matematiksel olarak bakıldığında soyağacında tek bir insana ait mtDNA'yı ayırd etmenin imkansız olduğu anlamına gelir.

En önemli itiraf ise, tezin sahiplerinden geldi. 1992 yılında çalışmayı tekrarlayan ekipten Mark Stoneking (Pennsylvania Eyalet Üniversitesi) Science dergisine yazdığı bir mektupta "Afrikalı Havva" iddiasının geçersiz olduğunu kabul etti.150 Çünkü çalışmanın her yönü ile sonuca yönelik ayarlandığı ortadaydı.


Tezin Mantıksal Çelişkileri



Mitokondriyel DNA tezi, başta da belirttiğimiz gibi DNA'daki mutasyonlardan yola çıkılarak geliştirilmiştir. Ama şu soruyu sormak gerekir: "Bir evrimci, insan DNA'sına baktığında hangi DNA basamaklarının mutasyonların sonucu oluştuğuna, hangilerinin de orijinal-değişmemiş olduğuna nasıl karar verebilmektedir?" Elbette ki, bu soruya cevap verebilmesi için orijinal, insanın atası olduğunu iddia ettikleri canlıya ait DNA serilerini biliyor olması gerekir. Çalışmayabaşlarken varlığını iddia ettikleri orijinal insan DNA'sından yola çıkmak zorundadırlar. Ama evrimcilerin burada yaptığı hile ortadadır; kendilerine baz olarak şempanze DNA'sını almaktadırlar.151

Başka bir deyişle, insan DNA'sının şempanze DNA'sından evrimleştiğine kanıt arandığı bir çalışmada, tarih öncesi orijinal insan diye şempanze başlangıç noktası olarak alınmaktadır. Daha çalışmanın başında evrim gerçekleşmiş varsayımı ile hareket edilmekte, sonra da elde edilen sonuç "evrim kanıtı" gibi gösterilmektedir. Bu yüzden çalışma bilimsellikten son derece uzakta, magazinsel bir niteliktedir.








DNA çekirdekte bulunmasının yanında, enerji üretim merkezleri olan mitokondrilerde de bulunur. Çekirdekteki DNA anne ile babadan gelen DNA'ların birleşmesi sonucu oluşurken, mitokondrideki DNA'nın kaynağı yalnızca annedir. Evrimciler bundan yola çıkarak bir tez ortaya atmışlardır. Ancak bu tez incelendiğinde bilimsel gerçeklerin çarpıtıldığı ve taraflı bir yorum yapıldığı görülmektedir.







Evrimci araştırmacı eğer DNA'da meydana geldiğini iddia ettiği düzenli yararlı mutasyonları "moleküler saat"i hesaplamada temel olarak kullanacaksa sözde mutasyonların hızını da hesaplamak zorundadır. Ama çekirdekteki ya da mitokondrideki DNA'da ne sıklıkta mutasyona uğradıklarını gösterir herhangi bir gösterge bulunmaz.

İçindeki mantıkları değerlendirdiğimizde bu tez şunu göstermektedir: Bir kez daha evrim, evrimden yola çıkılarak kanıtlanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. DNA ile evrime kanıt aramak, tarafsız olarak yapılan bir çalışma değil, fakat "evrim zaten olmuş" önyargısı hareket noktası alınarak yapılmış bir göz boyamadır.

Evrimcilerin neden göz boyama ihtiyacı duydukları sorusunun cevabı ise, evrimi destekleyen hiçbir gerçek bilimsel kanıt olmayışıdır.

... Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)


DİPNOTLAR



134- Jeffrey Bada, "Life's Crucible", Earth, Şubat 1998, s. 40

135- Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no. 4, 1988, s. 348

136- Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon & Schuster, 1984, s. 130

137- Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC

138- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 172, 280

139- Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, 19 Ocak 1981, s. 56

140- Scientific American, Aralık 1992

141- William R Fix, The Bone Peddlers, Macmillan Publishing Company: New York, 1984, sf.150-153

142- Erik Trinkaus, "Hard Times Among the Neanderthals", Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive", American Journal of Physical Anthropology Supplement, Cilt 12, 1991, s. 94

143- The AAAS Science News Service, Neandertals Lived Harmoniously, 3 April 1997

144- Ralph Solecki, Shanidar: The First Flower People, Knopf: New York, 1971,sf.196; Paul G. Bahn and Jean Vertut, Images in the Ice, Leichester: Windward, 1988, sf.72

145- D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, s. 99, 107

146- S. L. Kuhn, `Subsistence, Technology, and Adaptive Variation in Middle Paleolithic Italy, American Anthropologist, cilt 94, no 2, 1992, s. 309-310

147- Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları: Ankara, 1997, s. 169

148- Henry Gee, "Statistical Cloud over African Eden," Nature, 355 (13 February 1992): 583.

149- Marcia Barinaga, "'African Eve' Backers Beat a Retreat," Science, 255 (7 February 1992): 687.

150- S. Blair Hedges, Sudhir Kumar, Koichiro Tamura, and Mark Stoneking, "Human Origins and Analysis of Mitochondrial DNA Sequences," Science, 255 (7 February 1992): 737-739.

151- Barinaga, "Choosing a Human Family Tree," Science, 255 (7 February 1992): 687.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü