Harun Yahya


Evrimci Yayınlardaki İddiaların Geçersizliği



Giriş





1998 yılı içinde Türk halkını "evrim teorisi sahtekarlığı"nın iç yüzü hakkında bilgilendirme amacı taşıyan ve bu amacına da fazlasıyla ulaşan bilimsel düzeyde pek çok faaliyet gerçekleşitirilmiştir. Milli ve manevi değerlerine bağlı, sağduyu sahibi çevrelerin bu faaliyetlerine karşılık olarak 1998 ve 1999 yılı içerisinde materyalist çizgiye sahip bazı yayın organlarında, hakaret ve saldırı üslubu taşıyan çeşitli yazılar yayınlanmıştır. Yazıları hazırlayanlara, bunların yayınlanma tarihlerine ve genel üsluplarına bakıldığında, aynı ideolojik doğrultuya sahip çevrelerin organize bir kampanyasıyla karşı karşıya olunduğu hemen dikkat çekmektedir.

Cumhuriyet gazetesinin 23 Temmuz 1998 tarihli nüshasındaki, Şevket Ruacan'ın görüşlerinin aktarıldığı "Evrim Karşıtı Toplantılar Bilim Dışı" başlıklı bir yazıyla başlayan bu kampanya, daha sonra Milliyet gazetesinin 30 Temmuz 1998 tarihli nüshasında, yine Şevket Ruacan imzasıyla "Evrimin Neresindeyiz?" başlıklı bir makale, ardından Cumhuriyet gazetesinin Bilim ve Teknik isimli ekinde "Evrim Kuramı ve Bağnazlık" başlıklı bir yazı, Bilim ve Ütopya isimli aylık derginin Ağustos 1998 tarihli nüshasında Ender Helvacıoğlu imzasıyla yayınlanan "Evrim Kuramı ve Aydınlanma Mücadelesi" başlıklı yazı, Doğu Perinçek'in başını çektiği Aydınlık dergisinin 16 Ağustos 1998 tarihli sayısında Nezahat Güventürk imzalı "Evrim Teorisinin Çöküşü" başlıklı bir makale ile devam etmiştir.

Kampanyanın bir uzantısı olarak ise, Bilim ve Teknik dergisinin Ekim 1998 sayısindaki, sayısız göz boyama, aldatmaca ve propaganda metodları içeren, evrimci spekülasyonların klasik örneklerinin sergilendiği dokuz ayrı evrimci yazı, Evrensel Kültür dergisinin Ekim 1998 sayısında İrfan Unutmaz imzasıyla yayınlanan "Evrim Teorisi ve Yaratılış Paradoksu" başlıklı yazı, Bilim ve Ütopya dergisinin Ekim 1998 sayısında yer alan Ümit Sayın'ın "Yaratılmayış: Yaşam Nasıl Başladı" başlıklı yazısı, aynı derginin Kasım 1998 sayısında yine Ümit Sayın'ın "Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu" yazısı ile aynı derginin Aralık 1998 sayısında Alaeddin Şenel'in "Evrim Aldatmacası mı? Devrin Aldatmacası mı?"ve Rennan Pekünlü'nün "Aldatmacanın Evrimsizliği" başlıklı yazılarıyla devam etmektedir.

Yazıları hazırlayanlar, bilim dünyasını temsil eden, modern bilimin sözcülüğünü yapan ve bu konuda otorite olan birer kişilik edasıyla bunları kaleme almışlardır. Makalelerin tümünde evrim teorisinin bilimsel olduğu sayısız kereler tekrar edilmiştir.

Söz konusu yazıları hazırlayan yazarlar, bu makalelerde okuyucuya evrim teorisini tüm dünyaca kabul edilmiş bilimsel bir gerçek olarak empoze etmeye çalışırlarken her fırsatta, dine ve yaratılışa olan kin ve öfkelerini -kimi zaman Peygamber Efendimize hakaret etmeye çalışacak cürette bir üslupla- dışarı vurmuşlardır.

Yazıları hazırlayanların, milli ve manevi değerlerimize yönelik olarak yapmış oldukları bu tür iftira ve saygısızlıkların temelinde hiç kuşkusuz inançsızlıkları yatmaktadır. Bu inançsızlıklarını ise evrim teorisine dayandırmaktadırlar. Evrimle ilgili bilimsel gerçeklerin topluma anlatılması karşısında hep bir ağızdan ve panik içinde cevap vermeye çalışmalarının tek nedeni budur.

Kalıplaşmış evrimci demagojileri içeren söz konusu yazılar, ön yargılı, şartlanmış ve kapalı bir okuyucu kitlesini hareketlendirmeye yönelik telkin niteliğindedir. Yaptığı bilimsel faaliyetlerle, tarihin bu en büyük bilimsel sahtekarlığını gözler önüne seren Bilim Araştırma Vakfı da söz konusu yazılarda birtakım ideolojik çevrelere hedef olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Saldırgan bir üslubun hakim olduğu ve Bilim Araştırma Vakfı'nın evrim teorisi hakkındaki uluslararası konferanslarının da konu edildiği bu yazılarda, çaresizlikten kaynaklandığı anlaşılan saygısız, seviyesiz ve saldırgan ifadeler de göze çarpmaktadır.

Bu kitapta evrim teorisini kanıtlamaya yönelik öne sürülen sözde delilleri ele alarak, bunların modern bilim tarafından nasıl geçersiz kılındığını ve evrimcilerin hala ne kadar büyük yanılgılar içinde bulunduklarını gözler önüne sereceğiz. Bu arada evrimcilerin küçük ideolojik çıkar ve beklentiler doğrultusunda nasıl körü körüne, akıl ve bilim dışı bağnaz bir anlayışı savunduklarını, taraflı, ön yargılı ve şartlanmış psikolojilerinden ötürü en basit konularda bile nasıl çarpık ve tutarsız mantıklar öne sürdüklerini göreceğiz. Körü körüne inandıkları materyalist felsefeyi savunabilmek için ne tür aldatmaca, göz boyama tekniklerine başvurduklarını, bilimsel kaynakları nasıl çarpıttıklarını, kullandıkları psikolojik telkin ve etkileme metodlarını, propaganda yöntemlerini de birlikte inceleme imkanı bulacağız.

İlerleyen sayfalarda, yukarıda bahsettiğimiz yayınlarda yer alan evrimci iddiaların cevaplarını bulacaksınız. Birden fazla yazıda yer alan benzer iddialara, tekrar olmaması açısından, tek bir yazının cevabında değinilecektir.


Bilim ve Ütopya Dergisi Ekim 1998 Sayısındaki Yanılgılar





Bilim ve Ütopya dergisinin bağlı olduğu Aydınlık grubunun lideri Doğu Perinçek, sahip olduğu ideolojinin kurucuları Marx, Lenin ve Mao'nun resimlerinin altında poz verirken.


Bilim ve Ütopya dergisinin Ekim 1998 sayısında "Yaratılmayış: Yaşam Nasıl Başladı?" başlıklı bir yazı yayınladı. Yazıda, yer alan temel yanılgıları şu maddeler halinde inceleyebiliriz.

Evrim Teorisini Çarpıtma ve Göz Boyama Teknikleriyle Her Açıdan Sorunsuz ve Kanıtlanmış Gösterme Yanılgısı

Ümit Sayın yazısında, sanki evrim teorisi çok makul ve mantıklıymış ve hiçbir aşamasında hiçbir sorun yokmuş gibi bir hava oluşturmaya çalışmıştır. Yazısının başından sonuna kadar, evrimcilerin bugüne kadar hiçbir şekilde kanıtlayamadıkları ve halen de kendi aralarında sürekli ihtilaf halinde bulundukları sayısız varsayım, spekülasyon ve senaryo arasından beğendiği birkaçını kurgulayıp kendi "özgün" evrim teorisini yazmıştır.

Ümit Sayın öncelikle bilmelidir ki, bu yöntemle ancak bilimsel birikimi zayıf bir okuyucu kitlesine karşı inandırıcı olabilir. Öte yandan, en ateşli evrimciler bile artık bu derece pürüzsüz bir senaryoyla ortaya çıkamamaktadır. Ümit Sayın'ın kaleme aldığı evrim senaryosunun her cümlesi, gerçekte evrimciler arasında bile yıllardır birer ihtilaf konusudur. Bu durum, batılı evrim literatürünü düzenli izleyen kimselerin yakından bildikleri bir gerçektir.



Bilim ve Ütopya'nın Ümit Sayın imzalı, evrime destek kampanyasının başlığı bile dergi grubunun yaratılış gerçeğinden duyduğu rahatsızlığı göstermeye yeterli...


Örneğin, evrimci Earth dergisinin Şubat 1998 sayısında yer alan "Life's Crucible" (Hayatın Potası) başlıklı makalede beş evrimci bilim adamının, hayatın başlangıcı hakkında birbirleriyle bütünüyle çelişen farklı varsayımları ve senaryoları konu edilmiştir. Bu makalede, San Diego Scripps Enstitüsü'nden jeokimyacı Jeffrey Bada'nın şu sözleri, Ümit Sayın'ın sorunsuz, toz pembe evrim senaryosuna güzel bir cevap teşkil etmektedir:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı.1

Aynı makalede, Ümit Sayın'ın kaynak gösterdiği San Diego Scripps Araştırma Enstitüsü'nden biyokimyacı Gerald Joyce da, hayatın ortaya çıkışı hakkında birbirinden çok farklı yorumlar olmasının eldeki kanıt ve bilgi yokluğundan kaynaklandığını şöyle itiraf etmekteydi:

Niçin herkes bu kadar şiddetli haykırıp feryat ediyor. Eldeki bilgilerin kıtlığı yüzünden.2

Ancak bütün bu gerçeklere rağmen, Ümit Sayın'ın hayal mahsulü hikayesini okuyan ve bu gerçeklerden habersiz olan bir kimse evrimin adeta her aşamasında aydınlığa kavuşmuş bilimsel bir süreç olduğu izlenimine kapılabilirdi. Bu nedenle, söz konusu makaledeki temel bilimsel yanılgıları da belirtmekte yarar vardır.

Miller Deneyini Hayatın Başlangıcının Sözde
Evrimci Kanıtı Olarak Gösterme Yanılgısı

Ümit Sayın, Harold Urey ve Stanley Miller tarafından 1953 yılında yapılan deneyin, aminoasitlerin ilkel atmosfer şartlarında kendi kendine oluşabileceklerini, dolayısıyla canlılığın yeryüzünde tesadüfler sonucu ortaya çıkabileceğini ispatladığını iddia etmiştir.

Burada çok önemli bir noktayı belirtmekte yarar var: İlkel dünyadaki tüm göllerin ve denizlerin aminoasitlerle dolu olduğunu farz etsek bile, daha ileriki bölümlerde de detaylı olarak göreceğimiz gibi, bu aminoasitlerin uygun sayı, çeşit ve sıralamada dizilerek tek bir faydalı protein molekülü dahi oluşturabilmelerinin mümkün olmadığı, olasılık hesaplarıyla, fizik ve kimya kanunlarıyla ortaya konmuştur. Dolayısıyla, ilkel dünyada aminoasitlerin bulunduğu varsayılsa bile, bunun canlılığın oluşabilmesi açısından hiçbir anlamı ve etkisi yoktur. Çünkü, aminoasitlerin proteinleri oluşturması, proteinlerin hücrenin organellerini meydana getirmesi, organellerin hücre sıvısı içinde biraraya gelip son derece kompleks bir zarla çevrilerek canlı bir hücre oluşturmaları, moleküllerin kendi kendilerine yapabilecekleri rastgele kimyasal reaksiyonların sınırlarının çok ötesinde, akıl almaz karmaşıklıktaki olaylardır. Bizzat evrimci otoriteler bile evrimin daha işin başındaki bu büyük açmazını, "bir hurdalıktaki demir yığınlarının çıkan bir kasırga sonucunda bir Boeing 747 oluşturmasının imkansızlığı"na benzeterek dile getirmişlerdir.3 Ünlü Rus evrimcisi A. I. Oparin de göz ardı edilemeyen bu gerçeği söyle ifade eder:
Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir.4

Kaldı ki ilkel dünyada aminoasitlerin bile oluşabilmeleri mümkün değildir. Miller, aminoasitlerin kendi kendilerine ilkel dünya şartlarında tesadüflerle oluşabileceğini kanıtlayabilmek amacıyla yaptığı deneyiyle, gerçekte böyle bir olayın kesinlikle mümkün olamayacağını bizzat kendi elleriyle ortaya koymuştur.

Miller deneyinin bilimsel açıdan geçersizliğine ve bizzat Miller'in bunu itiraf ettiğine kitabın birinci bölümünde detaylı olarak değinmiştik. Bu nedenle burada tekrar etmeyeceğiz.



Miller Deneyinin Hiçbir Bilimsel Geçerliliği Yoktur

İlkel dünya atmosferinin metan ve amonyak ağırlıklı olduğu varsayımı, Miller'in ünlü deneyinin de temelini oluşturmuştur. Ancak bugün bu atmosfer modelinin tümüyle yanlış olduğu ve Miller deneyi ve benzeri çalışmaların geçersiz sayılması gerektiği evrimciler tarafından da kabul edilmektedir.


Burada önemli olan nokta Miller deneyinin bugün zaten tüm evrimcilerin terk ettiği bir deney olmasıdır. Ümit Sayın eğer, birtakım iddialarına kaynak gösterdiği National Geographic dergisinin Mart 1998 sayısındaki "The Rise of Life on Earth" makalesini daha dikkatli okusaydı, yazısında canlılığın tesadüflerle ortaya çıkışı iddiasına en büyük delil olarak sunduğu Miller deneyini Batılı evrimcilerin nasıl çoktan terk ettiklerini görecekti. Söz konusu dergide şu ifadeler yer alır:

Pek çok bilim adamının bugün, ilkel atmosferin Miller'in öne sürdüğünden farklı olduğuna dair kuşkuları var. İlkel atmosferin hidrojen, metan ve amonyak yerine karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber. Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı yoğunlukta. Bilim adamları bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.5

Yine Ümit Sayın, eğer evrimci literatürün popüler yayınlarından Earth dergisinin Şubat 1998 sayısındaki "Life's Crucible" başlıklı makaleyi görmüş olsaydı, aylardır zar zor toparladığı yazısının temel direği olan Miller deneyinin evrimciler arasında bile geçerliliğini yitirdiğine şahit olacaktı:

Bugün Miller'in senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların şu an ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'in farzettiği atmosfer varolsaydı bile, aminoasitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi ki? Miller'in kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini hızla ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç geçirmekte, "Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil." demektedir.6

Görüldüğü gibi içinde bulunduğumuz 1998 yılının evrimci kaynakları Miller deneyini tarihin tozlu raflarına kaldırmış durumdadırlar. Miller deneyi'nin yanı sıra, (Ümit Sayın'ın yazısını bütünüyle dayandırdığı) Cyril Ponnamperuma ve benzerlerinin 70'li yıllardan kalma metan-amonyak modelleri de aynı şekilde hiçbir anlam taşımamaktadır. Çünkü bu gazların ilkel atmosfer şartlarını yansıtmadığı, yukarıdaki kaynaklarda da belirtildiği gibi, anlaşılmıştır.

Ümit Sayın'ın, metan-amonyak dışındaki gazlarla yapılan deneylerde aminoasit elde edildiği gibi bir iddiayı da laf kalabalığı arasına sıkıştırması, evrimci aldatmaca ve göz boyama tekniğine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Zira ilkel atmosferde metan ve amonyak bulunmadığının anlaşılmasıyla Miller'den sonra, daha önce bahsettiğimiz iki bilim adamı Ferris ve Chen, ilkel dünyada bulunduğu tespit edilen karbondioksit, hidrojen ve su buharından oluşan bir karışımla deney yapmışlar, ancak tek bir aminoasit bile elde edememişlerdir.

Aminoasitlerin yanı sıra, diğer organik maddeler ve nükleik asitler için de Ümit Sayın tüm yazısında uzun uzun metan-amonyak ve bunların (amonyum siyanit, hidrojen siyanit, siyanoasetilen gibi) türevleriyle yapılmış geçersiz ve anlamsız deneyleri anlatmıştır. Metan-amonyak içeren ilkel atmosfer modeli bugün evrim literatüründen bile çıkarılmışken, ne yazık ki Ümit Sayın hala sayfalarca metan ve amonyakla yapılan deneyleri evrimin delili olarak göstermeye çalışmaktadır.

Bu durum Ümit Sayın'ın, hala 30-40 yıl öncesinin terk edilmiş izahlarıyla evrimi savunmaya çalıştığını açıkça ortaya koymaktadır.

Evrimin Çelişkilerini Çifte Standart
Yöntemiyle Örtbas Etme Yanılgısı

Evrimcilerin iddialarını kanıtlamak için kullandıkları klasik bir çifte standart yöntemi vardır. Hayat için gerekli olan aminoasitler oksijenli bir atmosferde okside olup bozulacaklardır. Bu durumda oksijen bulunan ilkel atmosferde evrim diye bir şey gerçekleşemez. Fakat ilkel atmosferde oksijen olmadığı varsayılsa bu sefer de ozon tabakası oluşamayacağından yeryüzüne yüksek şiddette ulaşan ultraviyole ışınları aminoasitleri parçalayacaktır. Bu olasılıkların her ikisi de evrimciler için bir problemdir. Ümit Sayın bütün bunları çok iyi bildiğinden, her iki durumun da evrimi çıkmaza sokacağı bu problemi, ilginç bir çifte standartla çözülmüş gibi göstermeye çalışmıştır.

Başta, ilkel dünyada yaşamın kendi kendine oluşabilmesi için mutlaka "oksijen" bulunması gerektiğini, aksi takdirde ozon tabakası oluşamayacağı için, serbestçe yeryüzüne ulaşan ultraviyole ışınlarının yaşama izin vermeyeceğini şöyle ifade etmektedir:

Oksijen varsa, uzaydan gelen ultraviyole ışınları ve kozmik ışınlar sayesinde ozon (O3) oluşup, atmosferde bu kozmik ışınlara karşı yaşamın başlaması için bir kalkan görevi yapacaktır. Kozmik, radyoaktif ışınların, ultraviyole ışınlarının girdiği yerde yaşam oluşamaz, çünkü bu ışınlar taşıdıkları moleküler enerji sayesinde, hem organik moleküllerde kararsızlık, parçalanma oluştururlar, hem de primordial RNA'ya (veya daha sonra DNA'ya) zarar verirler.7

Kısacası Ümit Sayın oksijen olmadığı takdirde ultraviyole ışınlarının yaşam için gerekli bütün molekülleri tahrip edeceğini, dolayısıyla oksijenin ilkel dünyada mutlaka bulunması gerektiğini belirtmiştir. Ozonu oluşturacak oksijen yoğunluğunun oldukça yüksek miktarlarda olması gerektiği de bilinen bir gerçektir. Bu gerçekten de çok doğrudur. Çünkü bugün bütün bilim adamları ilkel dünyanın "okside edici", yani oksijen bakımından çok zengin bir atmosfere sahip olduğunu tespit etmişlerdir. Bugün genel kabul gören tespit budur:

3.5 milyar yıldan daha yaşlı olduğu tahmin edilen kayalarda bulunan okside olmuş demir cevheri miktarları, o zamanki oksijen seviyesinin kabul edilenden en az 110 en fazla 1 milyar kere daha fazla olması gerektiğini göstermiştir.8

 

Dünyanın, 3.7 milyar yıl yaşındaki kayaların döneminden bu yana oksijenli bir atmosfere sahip olduğu belirtilmektedir.9


Ancak Ümit Sayın bu gerçeği gündeme getirirken farkında olmadan evrimin çok büyük bir yarasına dokunmuştur. Çünkü oksijen bulunan bir atmosfer evrimin daha doğmadan ölmesi anlamına gelir. Zira oksijenli ortamda aminoasitler daha oluşur oluşmaz okside olup bozulacaklardır. Aminoasitler olmazsa proteinler, proteinler olmazsa da canlılık hiçbir şekilde olamaz. Zaten evrimciler de, eski dünyada oksijen bulunduğu anlaşıldıktan sonra hiçbir anlamı kalmayan ilkel atmosfer deneyleriyle uğraşmayı bırakmışlardır. Az önce bahsettiğimiz evrimci Stanley Miller bunların başında gelir. Ümit Sayın'ın yazısı boyunca anlattığı ve kaynak gösterdiği 1960 ya da 70 model metanlı, amonyaklı, oksijensiz, aminoasit, organik madde ve nükleik asit deneyleri işte bu türden, yani yıllar önce terk edilmiş deneylerdir. Bugün, Ümit Sayın gibi, bilgisi ve birikimi 1970'lerde donmuş kimseler dışında, hiçbir evrimci çıkıp da bu uydurma deneyleri savunmaya kalkmaz.

Ümit Sayın, oksijenle ilgili söz konusu açıklamalarından birkaç sütun ileride bu sefer de, "İlk dünya atmosferinin çok az oksijen içerdiği... böylece ilk yaşam koşullarında oksitlenmenin minimumda olduğu" ifadesini kullanmaktadır.

Başta, yaşamın var olması için ultraviyoleye kalkan görevi görecek ozonu oluşturacak yüklü miktarlardaki oksijeni zorunlu gösteren (düşük oksijen yoğunluğu ultraviyoleye kalkan görevi görecek ozonu oluşturamaz) Ümit Sayın, az sonra sanki az önceki satırları yazan kendisi değilmiş gibi bu sefer de oksijenin ilkel dünyada çok az olduğunu söylemektedir. Yazısının başında kabul ettiği bir şeyi yazısının devamında işine gelmediği için reddetme gibi bir çarpıtma yöntemi, en koyu evrim taraftarlarında bile görülmemiş bir tavırdır.

Özetle, ilkel atmosferde oksijenin olmaması durumunda ultraviyolenin tahribi, oksijen olması durumunda da oksidasyon sorunu evrimcilerin asla içinden çıkamadıkları bir paradokstur. Ancak Ümit Sayın zaten paradokslarla dolu bir yazı kaleme aldığı ve kendi yazdığını birkaç sütun sonra reddettiği için bu sorunu da kolaylıkla aşmıştır (!).

Son Derece Kompleks Moleküller Olan Proteinlerin
Kendi Kendine Oluşabileceklerini Öne Sürme Yanılgısı

Ümit Sayın yazısında, "aminoasitler ve bunların bileşimi olan proteinler kendi kendine okyanuslarda, göllerde oluşmuştur" şeklinde bir hezeyanı bilim adına öne sürmüştür.

Aminoasitlerin, ilkel atmosfer koşullarında sentezlenemeyeceğini yukarıda açıklamıştık. Ümit Sayın bu asılsız iddiasına bir de proteinlerin kendi kendine oluştukları safsatasını eklemiştir.

Ümit Sayın biyokimyadan uzaktır, çünkü yeryüzündeki en kompleks moleküllerden biri olan proteinlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini rahatlıkla söyleyebilmektedir. Proteinlerin oluşumunu Miller gibi evrimciler dahi çözümsüz bir problem olarak görürken Ümit Sayın bir çırpıda "proteinler bir şekilde oluştu" deyip konuyu geçiştirebilmektedir. Biraz biyoloji bilgisi olan bir kimse;


proteinlerin en küçüklerinin dahi yüzlerce aminoasitin belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelerinden meydana geldiğini,

tek bir aminoasitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olmasının o proteini işlevsiz hale getireceğini,

bir proteinde bulunan aminoasitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerektiğini, tek bir sağ-elli aminoasitin araya karışmasının bile o proteini işe yaramaz hale getireceğini,

aminoasitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerektiğini, diğer kimyasal bağların proteinin yapısını bozacağını,

proteine işlevini kazandıran unsurun onun üç boyutlu yapısı olduğunu, bu üç boyutlu yapının çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleştiğini, bu yapının birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamayacağını bilir.




Üç boyutlu amino asit zinciri


Lise düzeyinde matematik bilgisine sahip olan bir kimse, yukarıda saydığımız koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesine olasılık hesaplarının izin vermediğini bilir. Kaldı ki tüm bu koşulların aynı anda ve birlikte gerçekleşmesi ihtimali aklın kavrama sınırlarının çok ötesinde astronomik rakamlara ulaşmaktadır. Kontrollü bir deneme-yanılma mekanizmasının -yani aminoasitleri bir şekilde biraraya getirip rastgele birleştiren, bu dizilim işe yaramadığında hatalı zinciri bozup yeni bir rastgele ihtimali deneyen bilinçli bir mekanizmanın- bulunduğunu varsaydığımız bir ortamda, 500 aminoasitlik ortalama bir protein molekülünün doğru dizilimi yakalama ihtimali, 10950'de bir ihtimal olarak hesaplanmıştır. Bu, teorik şartlar için hesaplanmış ihtimaldir. Gerçek şartlarda ise bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali "0"dır.

10950, 1 rakamının yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşacak astronomik bir sayıdır. Bu sayının büyüklüğünü kıyaslamak için örnek verirsek, evrendeki tüm atomların etrafında dönen elektronların sayısı yaklaşık 1075 olarak hesaplanmıştır.

Lise düzeyinde kimya bilgisi olan bir kimse, proteinlerin birer polipeptid olduğunu, polipeptidlerin peptid bağlarından oluştuğunu, peptid bağı oluşurken su açığa çıktığını, açığa su çıkaran reaksiyonların su içinde gerçekleşebilmelerinin kimyanın "Le Chatelier" yasasına aykırı olduğunu, hatta var olan peptid bağlarının dahi su içinde tersinir reaksiyona gireceğini yani bağların bozulacağını, dolayısıyla denizlerde, göllerde protein sentezinin mümkün olamayacağını anlar.

Son olarak eğer Ümit Sayın, yeterli bir evrim bilgisine sahip olsaydı, evrimcilerin bile proteinlerin suda oluştuğunu iddia etmediklerini, suda oluştuğu iddia edilen aminoasitlerin nerede nasıl olup da kuru bir ortam bularak protein oluşturduklarının evrimin önemli bir açmazı olduğunu bilirdi.
Kısacası eğer Ümit Sayın;


(a) aminoasitlerin azot ve karbondioksit içeren bir atmosferde oluşamayacaklarını,

(b) oluşsalar bile oksijen tarafından oksitleneceklerini,

(c) denizlere girip oksijenden kaçsalar bile suda peptid bağları yapamayacaklarını,

(d) bir an için peptid bağları yaptıklarını kabul etsek bile suyun bu bağları hemen parçalayacağını,

(e) denizden tekrar karaya kaçarak suyun parçalayıcı etkisinden kaçsalar bile bu defa karada ultraviyole ışınları tarafından parçalanacaklarını,

(f) bir an için parçalanmaktan kurtulduklarını varsaysak bile proteinler için gerekli olan uygun sıralamayı tutturamayacaklarını,

(g) sıralamayı tuttursalar bile sadece sol-elli aminoasitleri biraraya getirerek sağ-elli olanları bir kenara ayırabilmelerinin imkansız olduğunu,

(h) bir şekilde bu sağlansa bile oluşan proteinleri çoğaltacak (protein sentezi benzeri) bir mekanizma olmadıkça bunların hiçbir işe yaramayacağını ya bilmemekte ya da bilmezden gelmektedir.


Bu yazara ve onunla aynı anlayışta olan evrimcilere bakacak olursak, atmosferdeki azot, karbondioksit, hidrojen ve su molekülleri zaman içinde tesadüfen değişerek; kusursuz biçimde renkli ve üç boyutlu görebilen, ses, tat, koku, sıcaklık algılayabilen, örneğin yediği yemeğin tadını, kokusunu, kıvamını anlayabilen, hatıraları olan ve bunları hatırlayıp sevinen ve üzülen, müzik eserleri besteleyebilen, dinlediği müzikle dans eden sanatçıları, bilim adamlarını, mühendisleri, profesörleri oluşturmuştur! Yani, evrimci anlayışa göre, bilinçsiz atom bileşikleri düşünebilmekte, görebilmekte, algılayabilmekte, sanat eserleri üretebilmekte, kendilerini oluşturan atomların yapısını, molar ağırlıklarını inceleyebilmektedirler!

Bunun; Güneş'i, Ay'ı ya da yıldızları yaratıcı olarak kabul eden ilkel putperest anlayıştan bile çok daha ilkel ve mantık dışı bir iddia olduğu ortadadır. Bu sebeple, Bilim ve Ütopya çevresini, biraz olsun akılcı davranmaya ve ancak ilkel kabilelerde rastlanabilecek zırvalara inanmamaya davet etmek gerekmektedir.

Yabancı Kaynakları Çarpıtarak
Okuyucuyu Yanıltma Yanılgısı

Ümit Sayın'ın yazısındaki çarpıtmalardan biri de Mart 1998 National Geographic'ten aktardığı, "Gerald Joyce'un primordial RNA'nın kendi kendine oluşabileceğini gösterme konusunda kesin sonuca çok yaklaştığı"dır. Oysa derginin orijinalini okuyanlar ortada hiçbir kesin sonuç bulunmadığını, aksine Gerald Joyce'un hiçbir sonuca varmamış kişisel bir deneyinden bahsedildiğini göreceklerdir. National Geographic'in söz konusu sayısındaki şu ifadeler Joyce'un deneyinin ne derece kesin (!) sonuca yaklaştığını herhalde gösterecektir:

Bu RNA molekülleri gerçek manada canlı değil, çünkü kendi kopyalanmalarını kendileri kontrol edemiyorlar. Yine de yakında bir gün Joyce ve arkadaşları hiçbir yardım görmeden kendini kopyalayan bir RNA parçası bulabilmeyi umut etmekteler.10

İşte söz konusu makaledeki en kesin ifadeler bunlardır. Ümit Sayın'ın laf arasında geçirdiği kesin sonuç, birkaç heyecanlı evrimcinin umut, hayal ve beklentilerinden öte bir şey değildir. Ümit Sayın yabancı kaynakları çarpıtarak okuyucularını yanlış bilgilendirmek ve evrim teorisine dayanak sağlamaya çalışmaktadır.

Gerçekleri Safsata, Safsatayı Gerçek
Olarak Algılama Yanılgısı

Ümit Sayın, "Yaratılışçı Safsatalara Bilimin Yanıtları" başlığı altında sıraladığı maddelerde "safsata" ve "yanıt" başlıklarını yanlış yerlere koymuştur. Örneğin, termodinamiğin ikinci kanunu olan entropinin, düzenli yapıların sürekli biçimde düzensiz düşük enerjili yapılara doğru bir akışı gerektirdiği bunun da evrimin tüm iddialarını temelinden çürüttüğü gerçeğini herhalde dizgi hatasıyla safsata başlığı altında vermiştir.

Ayrıca 100 parçası olan bir bisiklete, bilinçsiz ve kontrolsüz enerji verildiği takdirde, ustaya ya da bilinçli bir mekanizmaya ihtiyaç kalmadan ortaya çıkacak yaklaşık 100-200 farklı kombinasyondan birinin bisikletin bütünüyle montajlanmış doğru şeklini ortaya çıkaracağını savunduğu bölümü de aynı yanlış yorumun bir ürüdür.

Aksi takdirde bu mantığa göre, bisiklet fabrikalarına büyük kazanlar yerleştirilse, her bisikletin bütün parçaları bu kazanlara atılıp belli bir enerjiyle çalkalanmaya bırakılsa, Ümit Sayın'a göre kısa bir süre içinde doğru montajlanmış bisikletler hazır hale gelecektir. Gülünç fantezilerden ibaret olan bu iddialar, Bilim ve Ütopya ekibinin savunduğu evrimin bilimselliği hakkında belli bir fikir vermek için yeterlidir.



DNA, Protein Gibi Kompleks ve Planlı Yapıların
Proteinoid Denen Yararsız ve Anlamsız
Maddelerden Oluştukları Yanılgısı

Ümit Sayın, DNA gibi dev ve son derece kompleks bir yapının oluşma ihtimalinin 10600'de bir olduğunu "safsata" başlığı altında vermiştir. Gerçekten de bu safsata olarak değerlendirilebilir. Çünkü bir DNA molekülünün tesadüfen oluşması ihtimali diye bir şey söz konusu bile değildir. 10600'de bir ihtimal, yalnızca 300 aminoasitlik bir proteinin kodlu olduğu yaklaşık 1000 nükleotidlik çok küçük bir DNA parçasının tesadüfen oluşabilme ihtimalidir. Bir DNA'da ise milyarlarca şifre bulunmaktadır.

Ümit Sayın'ın buna yanıtı ise çok daha büyük bir safsatadır: DNA ve proteinlerin, Sidney Fox adlı bir evrimcinin laboratuvarda ürettiği ve proteinoid adı verilen molekül yığınlarından meydana geldiğini iddia etmektedir. Oysaki proteinoidler, gerçek proteinlerle hiçbir ilgisi olmayan, işe yaramaz ve anlamsız molekül yığınlarından ibarettir. Bu inanılmaz iddia evrimcileri bile hayrete düşürecek niteliktedir. Çünkü proteinoidlerin proteinleri oluşturduğu bugün hiçbir profesyonel evrimci tarafından savunulmaz. Proteinoid denen moleküller, anlamsız bir deneyin hiçbir işe yaramayan ürünleridir. Proteinler ise yüzlerce parçasından her birinin yerli yerinde olması gereken birer tasarım ve mühendislik harikası moleküllerdir. Tek bir hataya dahi tolerans göstermeyen proteinlerin proteinoidler gibi anlamsız lekelerden meydana gelmesi herşeyden önce proteinin yapısına aykırıdır.

Bu noktada Ümit Sayın'ın, evrimi kanıtlamaya çalışırken evrimin çok önemli bir açmazını farkında olmadan gündeme getirdiğine de dikkat etmek gerekir: Proteinler olmadan, hem de son derece özelleşmiş "DNA polimeraz" gibi proteinler olmadan, DNA ortaya çıkamaz. Fakat ne ilginçtir ki, DNA olmadan bu proteinlerin sentezlenmesi de mümkün değildir. Çünkü proteinin şifresi DNA'da kodludur. Şifre olmadan uygun dizilime sahip ilgili proteinin kendi kendine meydana gelmesi ise az önce bahsettiğimiz gibi imkansızdır. O halde ikisinin birlikte var olması gerekmektedir. Her ikisinin de tesadüfen meydana gelmesi, dahası bunların hiçbir bozulmaya uğramadan aynı anda ve aynı yerde tesadüfen biraraya gelmeleri imkansız kavramını bile geride bırakan bir çıkmazdır.

Görüldüğü gibi tesadüflerin çok ötesindeki bu durum açık bir yaratılışı gerektirmektedir. Yine bu durum Ümit Sayın'ın yazısına başlık yaptığı "Yaratılmayış" tezini çürütmekte, Bilim ve Ütopya çevresi her ne kadar tersini iddia etse de, evrim inancıyla bilimin çatıştığını, yaratılışın ise çok açık bir biçimde bilim tarafından kanıtlandığını göstermektedir.



Evrimciler yaşamın denizlerde tesadüfler sonucunda başladığını iddia ederler. Ancak bütün bilimsel bulgular bu iddianın ne derece asılsız ve bilim dışı olduğunu kanıtlar niteliktedir.


Varsayımları, Önyargıları Gerçek Gibi Sunma Yanılgısı

Ümit Sayın evrimin kesin bilimsel sonuçlarını söyle açıklamaktadır:

"Yaşam, Dünya'da denizlerde veya göllerde başlamış ya da yaşamı oluşturabilecek moleküler bilgi uzaydan düşen meteoritlerden, kuyruklu yıldızlardan gelmiştir."

Ümit Sayın'ın hayatın başlangıcını ne kadar kesin (!), net (!) ve bilimsel(!) bir biçimde açıkladığına dikkat etmek gerekir. Evrimin dünyada gerçekleşememe ihtimaline karşılık uzaya bir açık kapı bırakılmıştır. Bu açıklama aslında daha hiçbir şeyin açıklanamamış olduğunun çok güzel bir göstergesidir.

Ümit Sayın konunun derinliklerine girdikçe karşısına çıkan açmazlardan, karmaşıklıktan kaynaklanan karamsarlığını evrime olan sadakatini tazeleyerek gidermeye çalışmaktadır:

Evet yaşam bu koşullarda bir mucize gibi görünmektedir; ama kendinize, etrafınıza bakınız, bu olgu gerçekleşmiştir.

Yani, "ne kadar imkansız gözükse de, canlılar ve insanlar varsa o halde evrim de olmuştur" denilmek istenmektedir. Bu, evrimin bilim değil, ön yargıya dayalı, körü körüne bağlanılan bir ideoloji olduğunu gösteren güzel bir itiraftır.

100 Yıllık Foyası Meydana Çıkmış Evrimci Sahtekarlıkları
Hala Evrimin Delili Gibi Sunma Yanılgısı

Ümit Sayın, yazısında, değişik canlıların embriyolarının geçirdiği safhaların o canlıların evrim sürecinin tekrarı niteliğinde olduğunu iddia etmiş ve buna dair bir şemaya yer vermiştir.

Ümit Sayın'ın yazısında evrimin delili olarak yer verdiği embriyoloji şeması, bundan yaklaşık 130 yıl önce, 1866 yılında Alman evrimci Ernst Haeckel tarafından ortaya atılan, ama sonradan bizzat Haeckel'in bu şemada tahrifat yaptığını itiraf etmesi üzerine literatürden çıkarılan düzmece bir çizimdir. Gerçekte birbirinden çok farklı olan embriyolar Haeckel'in şemasında sanki benzer yapılarmış gibi çizilmiştir. Haeckel yaptığı sahtekarlığı şöyle itiraf etmiştir:

Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki, suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunmaktadır.11

Söz konusu çizimlerin sahtekarlık ürünü olduğu bu derece açık olmasına rağmen evrimciler ellerindeki malzeme ve delil yokluğunu kapatmak maksadıyla Haeckel'in bu uydurma çizimlerini yayınlarında sık sık kullanmaktadırlar. Amaç her zamanki gibi konuya yabancı olanların gözlerini boyamak, sahtekarlığı bilim kisvesi altında empoze etmektir.



100 yıl önceki bir sahtekarlığın ürünü olan ve bugün hiçbir ciddi evrimcinin savunmadığı, ders kitaplarından bile çıkarılmış düzmece embriyo şemalarını Ümit Sayın yazısının baş köşesine evrimin en büyük kanıtı olarak yerleştirmiştir.


Evrimcilerin "Rekapitülasyon Teorisi" ya da "Biyogenetik Yasası" adını verdikleri bu sahtekarlık evrim teorisine uzunca bir süre hizmet etmiştir. Ancak yakın bir geçmişte, bu uydurma teorinin evrim literatüründen hatta Amerika'daki biyoloji kitaplarından çıkartılmasına karar verilmiştir. Önde gelen neo-Darwinistler bile rekapitülasyon teorisinin artık geçersiz sayıldığını şöyle ifade etmektedirler:

Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor.12

Günümüze daha yakın bir tarihte ise, Yale Üniversitesi'nde biyoloji profesörü olan evrimci Dr. Keith Thompson evrimci literatürün önde gelen yayınlarından American Scientist dergisinin Mayıs-Haziran 1988 sayısında şu açıklamayı yapmıştır:

Biyogenetik yasası (rekapitülasyon teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda tüm ders kitaplarından çıkartıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti.13

Durum böyleyken, Ümit Sayın, "Yaratılmayış, Yaşam Nasıl Başladı" başlıklı yazısının en başında, evrimin en büyük delili olduğunu sandığı Haeckel'in sahtekarlık ürünü embriyoloji şemasına yarım sayfalık geniş bir yer ayırarak, daha en başından davasını kaybettiğini ilan etmiştir.

Evrimin Açmazını Evrimin Delili Olarak
Gösterme Yanılgısı

Ümit Sayın yazısının sonuna doğru kendince evrim tarihini özetlemeye kalkışınca evrimin çok önemli bir sorununu da fark etmeden ortaya koymuştur: "Bütün türlerin birdenbire ortaya çıktıkları ve aralarında evrimi göstermesi gereken ara formların olmayışı." Ümit Sayın'ın sıralaması aynen şöyledir: Tek hücreli canlılar, trilobitler, balıklar, amfibiyenler, dinozorlar, kuşlar, memeliler. Bunların her biri müstakil, kendilerine has, özgün canlı sınıflarıdır.

Bunların hiçbir zaman birinden ötekine doğru yavaş yavaş evrimleştiğini gösteren fosil kaydı bulunmamıştır. Tek hücrenin nasıl trilobit olduğu, trilobitin nasıl balık olduğu, balığın nasıl kurbağa olduğu, kurbağanın nasıl dinozor olduğu, dinozorun nasıl kuş olduğu, birinden kademe kademe ötekine geçerken arada ne tip yaratıklar oluştuğu, oluştuysa bu garip canlıların fosillerinin nerede olduğu soruları, evrimin hiçbir zaman açıklayamadığı ve açıklayamayacağı sorulardır. Böyle bir süreç hiç yaşanmamıştır ki, cevabı ya da delili olsun. Her bir tür eksiksiz ve kusursuz biçimde, bugün olduğu şekliyle yaratılmıştır.

Fosil kayıtları bize türlerin yeryüzünde eksiksiz, kusursuz ve başka türlerle bağlantısız bir biçimde, birdenbire belirdiklerini göstermektedir. Bunların büyük bir kısmının soyları tükenmiş, bir kısmı ise günümüze kadar ulaşmıştır. Örneğin köpek balığı 400 milyon yıl önce birdenbire denizlerde belirmiş ve günümüze kadar değişmeden gelmiştir. Aynı şey karınca, deniz anası, akrep, timsah ve diğer tüm canlılar için de böyledir. Eğer bilimsel verileri kriter alıyorsak, bu gerçekleri kabul etmemiz gerekir. Bu gerçekler ise evrimin değil, tam tersine yaratılışın doğru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.



Evrime artık hiçbir şekilde delil teşkil etmediği anlaşılan kafatasları Ümit Sayın'ın Bilim ve Ütopya dergisinin Ekim 1998 sayısında yayınlanan yazısında insanın sözde evriminin kanıtları olarak verilmiştir. Evrimcilerin bu fosillere dayanarak yaptıkları şema ve sıralamaların geçersizlikleri ilerleyen sayfalarda birer birer ayrıntılarıyla ele alınacaktır.


Ara Formlar Yanılgısı

Ümit Sayın yaratılışın delillerini kendince cevaplarken, "evrimin delili olan türler arası geçiş formları"ndan söz etmeye çalışmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu ara formlar 150 yıldır bulunamamıştır. Ümit Sayın ise kendini ve okurlarını aldatmayı seçmiştir. Bu nedenle de "blöf" yöntemi kullanmıştır: Üç tane hayali ara form saymış ve sonra da "daha yüzlerce ara form örneği vardır" demiştir. Oysa kendisi de bilmektedir ki, başka ara form örneği yoktur, ayrıca saydıkları da ara form değildir. Zaten evrim teorisini çökerten en büyük gerçek de budur.

Söz konusu yazarın ara form örneği olarak saydığı üç örnek kesinlikle ara form değildirler. Bu örneklerin ilki Australopithecus olarak bilinen maymun türüdür. (Yazar bu terimin "insan maymun" anlamına geldiğini sanmaktadır ve terimi öyle çevirmiştir, oysa terim sadece "güney maymunu" anlamına gelir.) Uzun yıllar bir ara form gibi gösterilmeye çalışılan bu canlının sadece bir maymun türü olduğu, İngiltere'nin en ünlü paleoantropologlarından Lord Solly Zuckerman liderliğinde bir ekibin yıllar süren çalışmaları sonucunda tescillenmiştir. (Bu kitabın ilerleyen sayfalarında Australopithecus'ları ve diğer sözde "insanımsı" maymunları daha detaylı olarak inceleyeceğiz.)

İkinci sözde ara form olan Archaeopteryx'in bütünüyle bir kuş türü olduğu, sürüngenlerle hiçbir ilgisi bulunmadığı ise iskeleti (özellikle göğüs kemiği) ve tüyleri üzerinde yapılan son incelemelerle anlaşılmıştır ve bu canlının bir ara form sayılamayacağı, artık Alan Feduccia, Stephen Jay Gould, Niles Eldredge gibi en ünlü evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir. Archaeopteryx'in bir ara form olmadığı, özgün bir kuş türü olduğu kitabın ilk bölümünde detaylı olarak incelenmişti.

Bir balık türü olan ve balıklar ile amfibiyenler arasında ara geçiş formu gibi gösterilen Eusthenopteronlar ise hiçbir ara form özelliği göstermezler. Evrimci paleontolog Robert Carroll bu nedenle "erken amfibiyenlerle balıklar arasında ne yazık ki ara form fosiline sahip değiliz" demek zorunda kalmaktadır.14

Ucuz Propaganda Yöntemlerine Başvurma Yanılgısı

Ümit Sayın yazısının ardına kendince etkileyici bir görünüm yaratmak maksadıyla son bir göz boyama daha eklemiştir. Evrimi eleştiren eski tarihlerde basılmış birkaç kitabın kısa bir listesini verdikten sonra, "Bilim insanlarının Yaratılışçılar'a yanıt olarak yazdıkları kitaplardan bazıları" başlığı altında 20 civarında kitap içeren daha uzun bir liste yerleştirmiştir. Kendince, "evrimcilerin çok daha fazla yayını var, demek ki evrim daha doğru" gibi basit bir mantığa gitmiştir. Halbuki yalnızca son birkaç yılda bile, evrim teorisinin bilimin tüm dalları tarafından geçersizliği ortaya konmuş bir safsata olduğunu, yine bilimsel veri ve yöntemlerle açıklayan Amerikalı, Alman, İsrailli, Avustralyalı bilim adamlarının pek çok değerli eseri ve çalışması mevcuttur. Bu kitaplarda evrimin cevap verilmedik, çürütülmedik tek bir senaryosu kalmamıştır. Kaldı ki, evrim teorisinin bütünüyle uydurma bir senaryo olduğunu anlamak için binlerce kitaba, araştırmaya da ihtiyaç yoktur. Zira, daha tek bir proteinin tesadüfler sonucu oluşamaması gerçeği bile evrimi kökünden iptal etmektedir.


Bilim Ve Ütopya Dergisi Kasım 1998 Sayısındaki Yanılgılar



 

Söz konusu derginin Kasım 1998 tarihli sayısında yine Ümit Sayın imzasıyla "Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu" başlıklı yeni bir yazı yayınlanmıştır.

Evrim teorisinin en büyük açmazlarından biri olan fosiller konusunun ele alındığı bu yazıda, Ümit Sayın, Kambriyen patlaması, omurgasızların kökeni, balıkların kökeni gibi evrim teorisini çaresiz bırakan temel konulara dokunmayarak doğrudan doğruya "Archaeopteryx" isimli fosili konu edinmiştir.

Yazıda, gerek Archaeopteryx, gerekse diğer sözde ara formlar hakkında öne sürülen tezler, bugün bile evrimcilerin kendi aralarında büyük fikir ayrılığı ve tartışma içinde oldukları, birçoğunu ise çoktan terk ettikleri tezlerdir. Bu tezlerin hiçbiri hakkında ortak bir görüş, genel bir kabul bulunmamaktadır. Her evrimci bir diğerinin önerisini çürütmekte, ortada elle tutulur hiçbir açıklama bulunmamaktadır.







Ümit Sayın'ın yazısının sonuna eklediği evrimci ve evrim karşıtı yazarların karşılaştırmalı kitap listesi, evrimcilerin en büyük dayanaklarının göz boyama ve çarpıtma yöntemleri olduğuna güzel bir örnek teşkil etmektedir.







Ümit Sayın ise bu spekülatif tezlerden belirli birkaç tanesini biraraya toplayıp, kendinden emin ve kesin bir üslupla aktararak moral bekleyen taraftarlarına ümit verici bir tablo çizmeye çalışmaktadır. Yazısının başlığından da açıkça anlaşılacağı gibi, Ümit Sayın'ın anlattıkları gerçeklerle ilgisi bulunmayan masallardır.

Ümit Sayın, bir önceki sayıdaki demagojik ve çifte standart üslubunu koruduğu bu yazısında da, evrimcilerin kendi aralarında ihtilaflı oldukları konuları kesin ispatlanmış gerçekler gibi sunmaya, her biri varsayım, senaryo, tartışma ve spekülasyondan ibaret olan konuları temel deliller şeklinde göstermeye devam etmektedir.

Miller, Fox, Ponnamperuma gibi evrimcilerin demode deneylerini evrimin temel delilleriymiş gibi sayfalarca anlattığı, bir bilim ve mantık fiyaskosu olan bir önceki yazısından sonra bu yazısında bunların sözünü dahi etmeden gündemi değiştirmeye çalışmaktadır.

Ümit Sayın, evrimci yazılardan topladığı şemalarla sanki Archaeopteryx konusunu uzun uzun araştırmış ve bu konuyu çok iyi biliyormuş gibi bir izlenim vermeye çalışmıştır. Ama ne yazık ki Ümit Sayın'ın, kendisinin tüm iddialarını bundan yıllar önce çürütmüş olan son fosilden (7. Archaeopteryx fosili) hiç haberi bulunmamaktadır. Bununla ilgili daha ayrıntılı açıklamalara girmeden önce "ara form" konusunu ele alacağız.

Ara Formlar Hakkındaki Yanılgılar

Evrim teorisine göre, bir canlı türünden diğerine geçiş milyonlarca yıl sürmüştür. Eğer evrim teorisinin bu iddiası doğru olsaydı, bir tür diğerine evrimleşirken çok sayıda "ara form" yaşamış olurdu.

Örneğin eğer bir balık türü gerçekten sudan karaya doğru evrimleştiyse, yavaş yavaş akciğer sahibi olmalıdır. Önce hiçbir işe yaramayan bir akciğer boşluğu, sonra bu boşluğun içinde belli belirsiz bir doku, sonra bu dokunun içinde oluşmaya yüz tutacak kesecikler, bu dokuya atmosferle bağlantı sağlayacak bir nefes borusu gelişmelidir.

Evrim teorisi, tüm bu organların balıkta yavaş yavaş oluştuğunu, canlının milyonlarca yıl garip bir yaratık olarak yaşadığını ve en son aşamada gerçek bir akciğer ortaya çıktığını iddia etmektedir. Aynı şekilde solungaçlar da yine böyle bir kademeli süreçle kaybolmalıdır. (Kaldı ki bir su canlısının karadan suya geçişi için gerekli değişiklikler, solungaç-akciğer dönüşümünden çok daha fazladır.)

Eğer evrim yaşanmışsa, milyonlarca yıl yaşamış olan bu ara formların sayısız fosil örneği bulunmalıdır. Görünümü ve vücut fonksiyonları itibariyle yarı balık-yarı sürüngen, yarı kuş-yarı sürüngen gibi garip yaratıkların her paleontolojik kazıda mutlaka ele geçmesi lazımdır. Ayrıca, evrimciler evrimin bugün de devam ettiğini söylediklerine göre, ara form özelliği taşıyan bu garip yaratıkların bugün de her yerde yaşamaları ve bunların sayısının normal canlılardan kat kat fazla olması gereklidir.



Evrim Teorisinin Öngördüğü Ara Formlar Yoktur

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin ortak bir atadan küçük değişikliklerle geliştiğini öne sürer. Ancak bu türleri birbirine bağlaması gereken "ara form"ların hiçbir zaman yaşamamış oluşu, teoriyi geçersiz kılmaktadır.


Oysa, teorinin eskiden yaşadığını iddia ettiği ara formlara ait hiçbir iz, hiçbir fosil bulunmadığı gibi, bugün yaşayan canlılar içinde de ara form özelliği taşıyan tek bir tür canlı bile mevcut değildir. Evrimcilerin iddia ettiği yarı sürüngen-yarı kuş benzeri garip yaratıklar hiçbir zaman yaşamamıştır. Daha önce yaşamış ve bugün yaşayan tüm türler her yönleriyle eksiksiz ve mükemmeldirler ve fosil kayıtlarında bir anda belirmişlerdir.

Ünlü İngiliz paleontolog Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf etmektedir:

Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.15

Paleontolojinin en önde gelen isimlerinden olan Ager'in bu sözleri evrimcilerin "ara form" hayallerini yıkmıştır. Evrimcilerin kimi çareyi mevcut yaşayan türlerden birbirine benzeyenleri bulup birini diğerinin atası ilan etmekte, kimi de Ümit Sayın gibi laf kalabalığı yapmakta ve Latince deyimlerle göz boyamaya çalışmakta bulmuştur.

Ümit Sayın, fosil kayıtlarında ara form bulunmadığı şeklindeki açıklamalarımıza kendince cevap vermiş olmak için, çeşitli canlı türlerinin Latince isimlerini arka arkaya sıralayarak "İşte ara formlar bunlardır" iddiasında bulunmuştur. Oysaki ara form diye saydığı türlerin hiçbiri ara form değildir. Bunlar, Ümit Sayın gibi evrimciler tarafından isimleri zaman zaman gündeme getirilen, ama ortaya çıkan yeni bulgularla ara form olmadıkları anlaşılan türlerdir.

Modern ve Uçucu Bir Kuş Olan
Archæopteryx Hakkındaki Yanılgılar

Ümit Sayın, Archæopteryx isimli canlının, bir dinozor olduğunu ve sürüngenlerden kuşlara bir geçiş formu teşkil ettiğini iddia etmektedir:

"Archæopteryx tam olarak uçamayan, bir planör gibi havada süzülebilen, pençeli ayakları olan, tüylü güvercin büyüklüğünde bir sürüngen, bir dinozordur ve sürüngenlerden kuşlara geçişin iyi bir örneğini teşkil eder."

Ümit Sayın bu iddiasına delil olarak da kuşlarda rastlanan sternum (gögüs kemiği) isimli kemiğe Archæopteryx fosillerinde rastlanmamasını göstermektedir.
Ümit Sayın şunu demek istemektedir: kuşların uçmaları için sternum isimli kemiğin varlığı şarttır. Bu kemik bütün kuşlarda vardır. Ama Archæopteryx fosillerinde sternum kemiği yoktur. Demek ki Archæopteryx kuş değildir. Kanatları vardır ama uçamamaktadır.

Oysaki Ümit Sayın yanılmaktadır. Archæopteryx'in sternum kemiği vardır. Bu gerçek, 1992 yılında bulunan son (7.) Archæopteryx fosiliyle ispatlanmıştır. Söz konusu Archæopteryx fosilinin güçlü kanat çırpmayı sağlayan kemikleşmiş bir sternuma sahip olduğu, dolayısıyla mükemmel bir biçimde uçabildiği kesinleşmiştir.16

Bu Archæopteryx fosili, evrimci çevreler arasında çok büyük şaşkınlık uyandırmış ve 1992 yılından itibaren Archæopteryx'le ilgili tüm değerlendirmeler yeniden ele alınmıştır. Örneğin, ünlü bilim dergisi Nature, 1996 yılında Archæopteryx'le ilgili şunları belirtmiştir:

Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığını gösteriyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.17



Ümit Sayın'ın habersiz olduğu son Archæopteryx fosili (7. fosil) ile ilgili Nature (üstte) ve Science et Vie (yanda) dergilerinde yayınlanan haberler, Archæopteryx'in modern uçucu bir kuş olduğunu ispatlamıştır. Nature dergisi "Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığını gösteriyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor" demektedir. Science et Vie dergisinde ise "Hayvan (7. Archæopteryx) kemikleşmiş bir sternuma sahip. Güçlü kanat çırpışlarını sağlayan kaslar bu kemiğe bağlanıyorlar" ifadeleri kullanılmıştır.


Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaları temelden yıkmıştır. Günümüzün en ünlü ornitoloji (kuşbilim) uzmanı olan North Carolina Üniversitesi'nden Prof. Dr. Alan Feduccia, Archæopteryx'in modern bir kuş olduğunu şöyle ifade etmiştir:

Şu sonuca varıyorum ki, Archæopteryx ağaçlarda yaşamaktaydı ve uçucuydu, aerodinamik açıdan belirgin bir biçimde gelişmişti... Archæopteryx modern anlamda bir kuştur.18

Bu ifadeler çok açıktır. Archæopteryx uçucu, modern bir kuştur. Ama son bulunan Archæopteryx fosilinden habersiz olan Ümit Sayın, yazısının tamamında "Archæopteryx kuş değildir çünkü uçamıyordu" iddiasını işlemiştir.

Ümit Sayın'ın Archæopteryx'le ilgili iddialarını çürütmek için sadece bu bile yeterlidir. Bununla birlikte Archæopteryx'in bir ara form değil normal bir kuş olduğunu gösteren diğer delilleri bir önceki bölümlerde açıklamıştık. Hatırlatmak amacıyla burada tekrar özetle sıralıyoruz:

1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosilinde hayvanın bir göğüs kemiği olduğu saptandı. Göğüs kemiği uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçabilen bir kuş olduğunu gösteriyordu.19

Archæopteryx'in bir sürüngen değil, tam bir kuş olduğunu ispatlayan diğer bir kanıt, bu canlının kanatları ve tüyleridir. Archæopteryx'in kanatları, tüyleri ve anatomik yapısı üzerinde yapılan araştırmalar bu canlının tüylerinin ve kanatlarının günümüz kuşlarınınki kadar mükemmel ve eksiksiz olduğunu, Archæopteryx'in tam bir uçucu kuş olduğunu göstermiştir. Cambridge Üniversitesi'nden Dr. Palmer Douglas, Archæopteryx'in kanat tüylerinin gelişmişliğini söyle belirtmektedir:

Çarpıcı bir biçimde, 150 milyon yıl yaşındaki meşhur, geç dönem Jurasik kuşu Archæopteryx'in kanat tüyleri, halihazırda oldukça gelişmiş düzeydedir ve aerodinamik asimetrisi ve yapısal inşası ile günümüz kuşlarıyla kıyaslanabilecek ölçüdedir.20

Archæopteryx'in kanatlarının modern kuşlarınkiyle aynı olduğu evrimci Alan Feduccia tarafından da dile getirilmiştir. Science dergisinde yer alan bir makalesinde Alan Feduccia şunları söylemektedir:

Archæopteryx modern kuşlarda bulunan ve 150 milyon yıllık bir evrim sürecinde yapısal ayrıntıları değişmemiş tüylere sahip. Buna tüylerin mikroskobik yapısı da dahil...21

Archæopteryx'in anatomik yapısı da onun uçabilen eksiksiz bir kuş olduğunu ispatlamaktadır. Bu konuda, Olson, Storrs ve Feduccia'nin yıllar süren araştırmaları Archæopteryx'in kas ve kemik yapısının onun kanat çırpmasına ve güçlü bir uçucu olmasına tamamen elverişli olduğunu göstermiştir.

Archæopteryx'in, karada koşarak avlanan yırtıcı bir hayvan olması gerekmemektedir. Archæopteryx'in göğüs kemeri yapısında, onun güçlü bir uçucu olmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur.22

Archæopteryx'in tam bir kuş olduğunu gösteren delilleri çoğaltmak mümkündür. Bu gerçek, 1994 yılında Çin'in Liaoning eyaletinde bulunan ve Archæopteryx'ten daha yaşlı olan gerçek kuş fosilinin bulunmasıyla tam olarak ortaya çıkmış ve Archæopteryx'in kuşların atası olduğu iddiası tamamen terk edilmiştir.

Confuciusornis Sanctus ismi verilen bu kuşla ilgili olarak Science et Vie isimli dergide şu yorum yer almıştır:

Confuciusornis Sanctus adı verilen fosili inceleyen Çinli ve Amerikalı paleontologlara göre ortada birinci dereceden bir keşif söz konusuydu. Bir tavuk büyüklüğündeki bu uçucu kuş 157 milyon yıl yaşındaydı. Her ne kadar, tarihlendirmede bazı tereddütler olsa da, yine de Archæopteryx'ten daha yaşlıydı.23

Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan Archæopteryx'den daha yaşlı olan bu kuş, Archæopteryx'in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri tamamen çürütmektedir.24

Balıklardan Amfibiyenlere Evrimleşme Olduğu Yanılgısı

Ümit Sayın, tüm klasik evrimciler gibi, balıkların zamanla amfibiyenlere (kurbağa gibi hem karada hem suda yaşayan canlılar) dönüştüğünü iddia etmektedir. Bu dönüşümün başlangıcına da Rhipidistian ve Cœlacanth sınıflarına ait balıkları koymaktadır.

Rhipidistian ve Cœlacanth; Crossopterygian takımına ait balıklardır. Normal balıklardan hiçbir farkları bulunmayan bu canlıların evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre daha etli oluşudur. Evrimciler, bu etli yüzgeçlerin daha sonra sürüngenlerin ayaklarına dönüştüğüne inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bir dönem inanıyorlardı.

Rhipidistian ve Cœlacanth'ın ara form zannedildiği dönemde, evrimciler, Cœlacanth'ın akciğerinin bulunduğunu dahi iddia etmişlerdir. Bu iddia pek çok evrimci kaynakta anlatılmış, hatta Cœlacanth'ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler bile yayınlanmıştır. Cœlacanth'ların soyunun tükendiğini, ürettikleri iddiaların hiçbir zaman yalanlanamayacağını zanneden evrimciler, Cœlacanth'la ilgili sayısız senaryo üretmişlerdir.

Evrimcilerin tüm bu iddialarının yalan olduğu 1938 senesinde ortaya çıkmıştır. 70 milyon yıl önce soyu tükendiği sanılan Cœlacanth sınıfına ait Latimeria türünün canlı bir örneği 1938 yılında Hint Okyanusu'nda yakalanmıştır.

Yakalanan canlının anatomisi incelendiğinde varılan sonuçlar evrimciler için hayal kırıklığı olmuştur. İncelemelerde Cœlacanth'ın, kara canlılarıyla hiçbir ilgisi olmayan gerçek bir balık olduğu, hatta derin sularda yaşadığı anlaşılmıştır. Evrimcilerin ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapının ise balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır.25

Bu tarihten sonra çeşitli yıllarda Cœlacanth'ların 40'tan fazla örneği daha yakalanmıştır. Sonuçta, evrimcilerin büyük bel bağladıkları Cœlacanth literatürden çıkarılmıştır. Ne var ki Ümit Sayın, Bilim ve Ütopya dergisindeki yazısında 1938'de terk edilen akciğer masallarını anlatmıştır. Üstelik, Cœlacanth balıkları için "sudan çıktığı zaman kısa süre yaşayabilir, oksijen soluyabilir" gibi son derece mantık dışı bir ifadede bulunmuştur. Oysaki oksijen soluma, Rhipidistian sınıfı balıklar hakkında iddia edilen bir özelliktir. Cœlacanth'ların bu özelliği yoktur. Cœlacanth'ların oksijen soluduğu gibi gülünç bir iddia, Cœlacanth'larla ilgili türlü masalların yazıldığı 1920'lerde bile ortaya atılmamıştır.

Cœlacanth'ların ara form olmadığı anlaşılınca, evrimciler, Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteron'ları sudan karaya geçişe delil olan ara form olarak öne sürmüşlerdir. Bu konu birinci kitapta ayrıntılı olarak incelenmiştir.

Sonuç olarak, Rhipidistian'lar da Cœlacanth'lar da tam birer balıktır. Bunlara yarı-amfibiyen demeyi gerektirecek tek bir özellikleri dahi mevcut değildir. Dolayısıyla balıklar ile amfibiyenleri birbirine bağlayacak hiçbir ara form bulunmamaktadır.

Nitekim evrimci Barbara J. Stahl, Vertebrate History adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur.26

Rhipidistian'la Cœlacanth'ı birbirine karıştıran, Cœlacanth'ı oksijen soluyan akciğerli bir balık sanan Ümit Sayın gibi evrimciler dışında, hiç kimse balıkların evrimleşerek amfibiyenlere dönüştüğüne dair bir delil olduğunu iddia etmemektedir.

Amfibiyenlerden Sürüngenlere Geçiş Olduğu Yanılgısı

Ümit Sayın, Seymouria isimli canlı türünün sürüngenlerin atası olduğunu iddia etmiştir.

Seymouria, ilk olarak 1939 yılında Teksas'ın Seymour bölgesinde bulunan ve son olarak da 1993 yılında Almanya'da iki örneği bulunan bir amfibiyendir.

Ümit Sayın'ın bu canlının sürüngenlerin atası olduğu yönündeki iddiası mesnetsizdir. Herşeyden önce, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 50 milyon yıl önce yaşamış gerçek sürüngenler bulunmaktadır.

En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani günümüzden 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa Hylonomus ve Paleothyris isimli sürüngen türleri, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.27

Seymouria'dan 50 milyon yıl önce gerçek sürüngenler bulunduğuna göre Seymouria sürüngenlerin atası olamaz. Nitekim Britannica Ansiklopedisi'nin "Seymouria" maddesinde Seymouria'nın sürüngenlerden çok sonra ortaya çıktığı açıkça ifade edilmektedir.

Ayrıca, Seymouria'nın pulları bulunmamaktadır. Oysaki tüm sürüngenlerin ortak karakteristik özellikleri derilerinin tamamını kaplayan pullardır. Seymouria'nın pullarının bulunmaması, derisinin diğer bütün amfibiyenler gibi düz olması, bu canlının tam bir amfibiyen olduğunun kesin delilidir.

Bu tartışılmaz gerçek karşısında evrimciler, amfibiyenler ile sürüngenler arasında hiçbir ara form olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim paleontolog Lewis L. Carroll, "Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı bir makalesinde şöyle yazmaktadır:

Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.28

Elbette, Ümit Sayın'ın amacı gerçekleri ortaya çıkarmak değil de, evrim teorisini propagandalarla ayakta tutmaya çalışmak olduğu için, bu çözümsüzlüklerden hiç bahsetmemekte, elindeki birkaç makalede yer alan terk edilmiş iddiaları sanki hala geçerliymiş gibi ortaya atmaktadır. Böyle olunca da "gerçek dışı iddialarla okuyucusunu aldatan kişi" durumuna düşmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Sürüngenlerden Memelilere Geçiş Olduğu Yanılgısı

Evrimciler, sürüngenlerin, kuşlara ve memelilere dönüştüğünü iddia etmektedirler. Kuşlara geçişe delil olarak gösterdikleri Archaeopteryx'i daha önce ele almıştık. Sürüngen-memeli bağlantısı da, hem anatomik açıdan hem de fosiller yönünden bir masaldan başka bir şey değildir.

Sürüngenlerle memeliler arasındaki uçurumun örneklerinden biri, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve tüm dişler bu kemiğin üzerine oturmaktadır. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunmaktadır.

Bir başka temel farklılık da kulaklarda bulunmaktadır. Tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasına karşılık, tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer almaktadır.



 

 

Evrimcilerin sinek avlarken kanatlanan ve kuş olan sürüngen iddiaları sadece hayal ürünüdür. Bugüne kadar bu bilim dışı iddiayı kanıtlayacak tek bir delil bile bulunamamıştır. Örneğin yandaki hayali çizimdekine benzer yarı sürüngen yarı kuş canlıların fosillerine hiçbir zaman rastlanmamıştır.

 

 


Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesi ve memeli kulağına dönüştüğünü iddia etmektedirler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu ise her zaman olduğu gibi cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu dönüşüm sırasında nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur. Yumurtlayarak üreyen, vücutları pullarla kaplı ve soğukkanlı canlılar olan sürüngenlerin, doğurarak üreyen, vücutları tüyle kaplı ve sıcakkanlı canlılar olan memelilere nasıl "tesadüflerle" dönüştüğü sorularının hiçbir cevabı yoktur.

Bilim ve Ütopya'da "ara form" olarak sözü edilen Cynognatus ise tam bir sürüngendir ve sürüngen-memeli uçurumunu kapatacak hiçbir fosil de yoktur.
Memeliler, hiçbir "yarı sürüngen" ataları olmadan, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmışlardır. Evrimci paleontolog Roger Lewin, evrimin bu açmazını "ilk memeliye nasıl bir evrimsel geçiş olduğu, hala büyük bir sırdır"29 sözleriyle ifade etmektedir.

20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise şunları söylemektedir:

Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik zamanın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devre ait izleri ise yok gibidir.30

Kısacası fosil kayıtları evrim teorisini hiçbir şekilde desteklememekte, aksine yalanlamaktadır. Bu nedenledir ki evrimci biyolog Mark Ridley, ünlü evrimci bilim dergisi New Scientist'teki bir makalesinde, "Hiçbir gerçek evrimci, ister kademeli ister sıçramalı evrim modelini savunsun, fosil kayıtlarını yaratılış fikrine karşı evrimi destekleyen bir delil olarak kullanmaz."31 diye yazmaktadır.

Evrim Teorisine Körü Körüne İnanma Yanılgısı

Evrimcilerin ortak özelliği, teorilerine dogmatik biçimde körü körüne bağlı olmalarıdır. Bunlar, evrim teorisini doğrudan doğruya ideolojik sebeplerle benimsemekte, sonra da buna delil aramaya başlamaktadırlar.

Evrimcilerin teoriye olan inançları bilimsel gerekçelere dayanmadığı için, evrim teorisini çürüten bilimsel kanıtların ortaya konması da teoriye olan dogmatik bağlılıklarını hiç etkilememektedir. Getirilen deliller ne derece güçlü olursa olsun, evrimciler bunları mutlaka görmezlikten gelmektedirler.

Ümit Sayın da bu modelin tipik bir örneğidir. Evrim teorisine olan bağlılığı, mensubu olduğu derginin ideolojisine olan bağlılığından kaynaklanmaktadır. Bunu da yazısının her satırında, kurduğu her mantıkta, yaptığı her yorumda ortaya koymaktadır.

Örneğin yazısında, "Archaeopteryx'in uçan bir dinozor olmasının evrim kuramının doğruluğu ve geçerliliği açısından fazla bir önemi yoktur. Hiçbir geçiş fosili bulunmasa bile bu evrim kuramını çökertmez" ifadesini kullanmaktadır.

Benzeri mantıkta cümleleri yazısının çeşitli yerlerinde defalarca tekrarlamaktadır:

"Varsayalım ki, henüz hiçbir fosil bulamadık; bu tüm ara canlıların kaybolduğunu, doğaya karıştığını gösterir."

"Diyelim ki tüm fosiller fos çıktı! Bu bile evrim kuramını çökertmez, çünkü fosiller, Archaeopteryx ve diğer geçiş hayvanları sadece mekanizmaların izahı için gereklidir."

Yani Ümit Sayın'a göre, evrime inanmamız için bu sürecin gerçekten yaşanmış olduğunu gösterecek fosillere ve diğer delillere gerek bulunmamaktadır, kanıt bulunmasa bile evrime mutlaka inanmak gerekmektedir!

Oysaki, eğer bir evrim yaşanmışsa ara formlara ilişkin kanıtların fosil kayıtlarında mutlaka bulunması gerekmektedir. Bu ara formların fosilleri bulunamadığı sürece evrim teorisi hayali bir varsayımdan öteye geçemez ve bugüne kadar da geçememiştir.

Fransa'nın en ünlü evrimci biyologlarından biri olan, Sorbonne Üniversitesi'nde uzun yıllar evrim konusunda dersler veren ve 28 ciltlik "Traité de Zoologie"nin editörlüğünü yapan Pierre Paul Grassé, evrim teorisinin delil-lerinin fosil kayıtlarında aranması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:

Doğabilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar... Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.32

Evrimciler de bu gerçeğin çok iyi farkında oldukları için yaklaşık 150 yıldan bu yana, büyük bir hırsla yeryüzünün dört bir tarafını kazmışlar, hatta aradıkları fosilleri bulamayınca sahte fosiller üretmekten de çekinmemişlerdir.

Fosiller evrim teorisi için bu derece önemliyken Ümit Sayın, nereden kaynaklandığı belirsiz bir cesaretle, "Diyelim ki tüm fosiller fos çıktı! Bu bile evrim kuramını çökertmez" demektedir. "Eğer, fosil kayıtları evrimi desteklemiyorsa, o zaman evrim teorisinin delili nedir?" sorusuna ise Ümit Sayın şu cevabı vermektedir: "Değişimin nedenlerinin ve mekanizmalarının belirlenmesi bugünkü bilgilerle mümkün değildir, ama 100 yıla kadar bu konuda dev adımlar atılacağına kesin gözüyle bakılmaktadır!"

Görüldüğü gibi, Ümit Sayın, evrim teorisine kanıt sunmak için 100 yıl sonraya randevu vermektedir. Bu mantıksal hezimet, gerek Bilim ve Ütopya çevresinin, gerekse diğer evrimcilerin nasıl bir bakış açışına sahip olduklarını çok güzel göstermektedir. Bu kişiler, evrim teorisine körü körüne inanmakta, sonra delil aramakta, bulunamayınca da kendilerine 100 sene sonrasına kadar bir avuntu mühleti vermektedirler.

Kaynakları Çarpıtma Yanılgısı

Ümit Sayın, Archæopteryx'in kuşların atası olmadığına delil olarak Evrim Aldatmacası isimli kitapta gösterilen kaynakta böyle bir ifadenin bulunmadığını iddia etmiştir.

Ümit Sayın doğru söylememektedir. Evrim Aldatmacası isimli kitapçıkta delil olarak gösterilen kaynakta, Archæopteryx'in kuşların atası olmadığı çok açık ve çok net biçimde ifade edilmektedir. Söz konusu kaynakta (Discover, "Old Bird", 21.3.1997) fotoğrafın üstünde büyük harflerle tam olarak şu ifadeler yer almaktadır:

KUŞLARIN KÖKENİ NEDiR? BU FOSIL (LIAONINGORNIS) BUNUN DİNOZORLAR OLMADIĞINI SÖYLÜYOR. ("Whence came the birds? This fossil suggests that it was not from dinosaur stock")33

Bu ifadeler çok açıktır. Discover dergisi, kuşların atasının dinozorlar olmadığını açıkça söylemektedir. Benzeri cümleler yazının içinde de yer almaktadır. Yazıda, Archæopteryx'in kuşların atası olamayacağı anlamına gelen çeşitli bilgiler sunulduktan sonra ünlü evrimci ornitolog (kuşbilimci) Alan Feduccia'nin su sözleri aktarılmaktadır:

Kuşların ortak ataları dinozorlardan on milyonlarca yıl önce yaşamışlardır ve dolayısıyla DİNOZORLARLA ALAKALARI BULUNMAMAKTADIR... Bunun manası şudur: kuşların tarihi Archæopteryx'ten çok daha öncesine dayanmaktadır. Ama bizim bu dönem hakkında herhangi bir bilgimiz mevcut değildir. ("... must have lived tens of millions of years earlier and was therefore not likely a dinosaur. That means there was a much earlier period of avian history that preceded Archæopteryx, which we know nothing about.")34

Görüldüğü gibi, Alan Feduccia açıkça "Archæopteryx kuşların atası değildir" demektedir.







Discover dergisi "OId Bird" başlıklı yazısında "Kuşların kökeni nedir? Bu fosil bunun dinozor olmadığını söylüyor" (Whence came birds? This fossil suggests that it wasn't from dinosaur stock) ifadesini fosil resminin üzerine büyük harflerle yazmıştır. Ne var ki Ümit Sayın, Discover dergisinde böyle bir ifadenin bulunmadığını iddia etmiştir. Evrimcilerin kaynak saptırma yöntemlerinin ne boyutlara vardığını göstermek açısından belgeyi yukarıda yayınlıyoruz.







Hal böyleyken, Ümit Sayın, zor durumda kalınca tüm evrimcilerin yaptığı gibi yalana başvurmakta, "Discover dergisinde, Archæopteryx kuşların atası değildir manasına gelen bir ifade yok" demek suretiyle kaynağı çarpıtmaya çalışmaktadır.

Ümit Sayın'ın -kendi deyimiyle- anti-bilimciliğini ortaya koyan Discover dergisinin ilgili kısımlarını ilişikte yayınlıyoruz. Ümit Sayın, İnternet'ten bulduğu ve isteyenlere göndermeyi vaat ettiği uydurma belge yerine burada sunduğumuz Discover dergisi'nin orijinalini çoğaltıp yollayabilir.

Ümit Sayın, işine gelmeyen belgeleri yokmuş gibi göstermeye çalıştığı gibi, pek çok bilimsel yayını da çarpıtarak kendi gerçek dışı iddialarının kaynağı varmış gibi göstermeye çalışmaktadır. Üstelik, bu kaynakların numaralarını yazısının çeşitli yerlerine serpiştirerek, sanki iddia ve yorumlarının bilimsel delili varmış havası vermeye çalışmaktadır.

Ümit Sayın'ın yaptığı göz boyamaktan ibarettir. Okuyucunun Nature, Science, Scientific American gibi kaynaklara ulaşma güçlüğünü fırsat bilerek isimlerini art arda sıraladığı bu kaynakların arkasına saklanmaktadır:

"Fosillerin evet dediği, evrimi desteklediği konusunda ABD'de ve Avrupa'da tonlarca makale ve kitap yazılmıştır. Discover, Scientific American, New Scientist, Science, Nature, National Geographic, vb. dergilerde her yıl evrimin geçerli bir kuram olduğunu savunan, mekanizmaları her gün biraz daha gün ışığına çıkaran binlerce makale yazıldığı halde..."

Ortada evrimle ilgili birçok yayın ve makale olduğu doğrudur. Fakat bunlar, evrim teorisini ayakta tutabilmek için başvurulan birtakım varsayımlar, senaryolar, tartışmalar ve spekülasyonlardan ibarettir.

Bu yayınların her sayısı evrim teorisinin binlerce çözümsüz, ihtilaflı ve çelişkili konusuna açıklama getirmeye çalışan makalelerle doludur.

Söz konusu makaleler evrimin mekanizmalarını gün ışığına çıkarmak şöyle dursun, bizzat evrimcilerin çaresiz ifadeleri, itirafları ve aralarındaki fikir ayrılıkları ile doludur. Pek çok evrimci yayında, daha önceki evrimci tezleri yalanlayan ve açmazlarını ortaya koyan makalelere sık sık rastlamak mümkündür.

Charles Dawson'larla, Ernest Haeckel'lerle aynı yolda olduğu anlaşılan Ümit Sayın'a hatırlatırız ki böyle ucuz yalanlarla ancak cahil Maocuları yanıltabilir, aklı başında kimselerin Ümit Sayın'ın sahtecilik yöntemlerine itibar etmeyecekleri açıktır.

Stanley Miller'in İtirafı Hakkındaki Yanılgı

Stanley Miller isimli biyokimyacı, 1953 yılında metan, amonyak, hidrojen ve su buharını bir kapta tepkimeye sokarak bazı aminoasitler elde etmiştir. Aminoasitlerin, hücrelerin temel taşlarından biri olması nedeniyle bu deney büyük ilgi çekmiştir.

Ne var ki, 1960'larda Preston Cloud, Philip Abelson, D. E. Nicodem gibi jeofizik ve jeokimyacıların yaptıkları araştırmalar, Miller'in deneyinde kullandığı metan ve amonyak gazlarının atmosferde hiçbir zaman var olmadığını ortaya koymuştur.



Ümit Sayın Stanley Miller'ın metan-amonyak modelinden vazgeçmediğini, böyle bir kaynağın bulunmadığını iddia etmiştir. Yukarıdaki belgeyi Ümit Sayın'a ithaf ediyoruz. Stanley Miller bu makalesinde "Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir" diyerek, ilk atmosferde amonyağın yok denecek kadar az miktarlarda bulunduğunu, dolayısı ile 1953'deki Miller Deneyi'nin gerçek şartları yansıtmadığını açıkça kabul etmektedir.


Bu bilim adamları, atmosferi meydana getiren volkanik gazlar içinde metan ve amonyağın bulunmadığını, ayrıca kaya katmanlarında metan ve amonyağa dair hiçbir bulgunun mevcut olmadığını, dolayısıyla metan ve amonyak gazlarının ilk atmosferde bulunmadıklarını belirtmişlerdir. Buna ilişkin sayısız açıklamadan üçünü aktarıyoruz:

Metan ve amonyak gazlarını içeren ilkel bir atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar başka bir alternatif görüş benimsediler: Hava ve okyanuslar volkanlardan çıkan gazlardan oluştular.35

Eğer ilkel atmosfer volkanik dağlardan çıkan gazlardan meydana gelmişse, o zaman metan ve amonyak gazları o atmosferde çok az bulunuyordu. Çünkü halihazırdaki yanardağlar bu gazlardan hiç çıkarmazlar.36

Dünyanın atmosferinde metan büyük miktarlarda bulunmuş olsaydı, bunun için jeolojik kanıtlar bulunması gerekirdi. Laboratuvar deneyleri gösterdiler ki bu gazı içeren yoğun bir atmosferden kalması gerekenlerden biri de tortul killer tarafından korunmuş olan hidrofobik organik molekül oluşumlarıdır. Bunun yanında en eski kayaların anormal miktarlarda karbon ve organik maddeler içermeleri de gerekirken böyle birşeyi göremeyiz.37

Bu bilim adamlarının atmosferde hiçbir zaman amonyak bulunmadığı yönündeki açıklamaları önce jeologlar arasında daha sonra da tüm biyokimyacılar tarafından da kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak 1970'lerden itibaren Stanley Miller'in metan-amonyaklı deneyi bilim dünyasında gitgide geçerliliğini yitirmiş ve tamamen terk edilmiştir.

İlk atmosferde amonyak bulunmadığı ve dolayısıyla Miller'in deneyinin geçersiz olduğu bizzat deneyi yapan Stanley Miller tarafından da kabul edilmiştir.

Ümit Sayın, Stanley Miller'in hiçbir zaman böyle bir açıklama yapmadığını iddia etmektedir.

Oysaki, Stanley Miller, 8-12 Eylül 1985 tarihleri arasında İsveç'in Stockholm şehrinde, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından düzenlenen "Molecular Evolution of Life" isimli sempozyumda sunduğu bildiride şu ifadeleri kullanmıştır:

Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Amonyak okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı.38

Stanley Miller'in "Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules" başlığını taşıyan bu bildirisi, sempozyumdaki tüm bildirilerin yayınlandığı Molecular Evolution of Life isimli kitapta tam metin olarak yayınlanmıştır. İşte Ümit Sayın'ın var olmadığını iddia ettiği kaynak, bu makaledir.

Şüphesiz ki, Stanley Miller'in "ilk atmosferdeki amonyak miktarı yok denecek kadar azdı" şeklindeki açıklaması Miller'in metan-amonyak modelinden vazgeçtiğini göstermektedir. Çünkü Miller Deneyi çok yüksek miktarda amonyakla gerçekleştirilmiş olan bir deneydir. Amonyak olmadan yapılan deneylerde hiçbir aminoasit elde edilemediğine göre39, ortada Miller Deneyi diye bir şey kalmamaktadır.

Stanley Miller, ilk atmosferde amonyak bulunmadığını sadece İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi'ndeki sempozyumda değil, çeşitli bilim dergilerindeki makalelerinde de ifade etmiştir. Örneğin Science dergisinde yer alan bir makalesinde, ilk atmosferde amonyağın bulunmaması gerektiğini şöyle belirtmiştir:
Şimdiye kadar kabul ettiğimiz şartlarda, azotun kararlı olduğu bileşik amonyak olmasına rağmen, bu amonyak gazının büyük kısmı okyanuslarda amonyum iyonu ve amonyak karışımı olarak çözünecektir.40

Ayrıca Stanley Miller, kitaplarında ve makalelerinde, metan ve amonyak gazlarını seçişinin belli bilimsel bir sebebi olmadığını, bunun tamamen kişisel önyargıya dayalı bir tercih olduğunu ısrarla ve defalarca vurgulamıştır. Bunlardan ikisi söyledir:

Jeolojik ve jeofizik kanıtlar ilkel dünyanın dış kabuğunda yer almış olan şartlar hakkında herhangi bir kesin yargıya varmamız hususunda yetersiz kalırlar. Özellikle ilkel atmosferin kompozisyonuna ilişkin yaklaşımlar tartışmalıdır. Bu nedenle, kendi önyargılarımız daha bir önem kazanır.41

İlkel atmosferin içeriği hususunda herhangi bir görüş birliği yoktur. Şu belirtilmelidir ki 3.8 milyar yıldan daha yaşlı kayalar bilinmediğinden 4.6 milyar ile 3.8 milyar yıl önceleri arasındaki dünya şartları hakkında bir jeolojik kanıtımız mevcut değildir.42

Tüm bu belgeler, 1953'teki Miller deneyi'nin gerçek şartları yansıtmadığının bizzat Stanley Miller tarafından kabul edildiğini göstermeye yeterlidir. O nedenle, Ümit Sayın'a "Stanley Miller görüşlerinden hiçbir zaman dönmedi" gibi iddialı açıklamalar yapmadan önce ortaya atacağı iddiayı etraflıca araştırmasını tavsiye ederiz. Aksi halde, burada olduğu gibi, mahçup olması kaçınılmazdır.

Zeka Düzeyi Tartışmalı Kimseleri
Akıl Hocası Edinme Yanılgısı



Bilim ve Ütopya dergisinin yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu


Burada Ümit Sayın'ın hayranlık beslediği ve kendisine akıl hocası kabul ettiği evrimcilerin zeka düzeyleri hakkında da bilgi vermek istiyoruz ki evrim teorisinin nasıl bir zihniyetin ürünü olduğu tam olarak anlaşılsın.

Ümit Sayın'ın temel kaynaklarının başında Tim M. Berra'nın Evolution and the Myth of Creationism43 adlı kitabı gelmektedir.

Ümit Sayın "Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu" başlıklı yazısındaki çizimlerin tamamına yakınını söz konusu kitaptan kopyalamıştır ve kaynakçasında bu kitabın ismini açıkça belirtmektedir.

Ümit Sayın'ın bu temel başvuru kaynağı baştan aşağı birbirinden gülünç zırvalarla doludur. Örneğin söz konusu kitabın 117. sayfasında yer alan "Herşey Evrimleşiyor" başlıklı bölümünde, evrim teorisinin en önemli delili olarak Corvette marka arabanın tasarımındaki değişiklikler gösterilmektedir.

Berra, kitabında, Corvette'lerin 1953, 1962, 1978, 1990 modellerinin resimlerini arka arkaya dizmiş, sonra da "İşte Corvette nasıl evrimleşiyorsa, canlılar da böyle evrimleşiyor" demektedir.

Bu örnekteki zeka düzeyinin hali ortadadır. Ümit Sayın'ın akıl hocası olan Berra, sanki söz konusu modeller, mühendislerin, tasarım uzmanlarının, bilgisayarların uzun ve koordineli bir çalışması sonucu değil de dağlarda rüzgarın, yıldırımların, yağmurun, güneş ışığının etkisiyle tesadüfen gelişmiş gibi, "Corvette'in evrimi"nden bahsetmektedir!

Şüphesiz ki, Corvette modelleri, tesadüflerle değil, bilinçli ve akıllı bir tasarımla gelişmiştir. Bu nedenle, Berra'nın verdiği örnek, evrim teorisine değil, yaratılışa delil oluşturmaktadır.

Evrimcilerin En Büyük Yanılgısı

Yukarıda anlatılan akılsızca yaklaşım biçimine sadece Tim Berra değil, evrimcilerin tümü sahiptir.

Çünkü bütün evrimciler; karbon, azot, hidrojen gibi cansız ve şuursuz atomların tesadüfler sonucu biraraya gelip jet motoru dizayn eden mühendisleri, elektron mikroskobunda hücrenin yapısını inceleyen profesörleri, müzik dinleyen, folklor oynayan, ızgaranın kokusunu alan insanları meydana getirdiklerini iddia etmektedirler.

Bu çok saçma bir iddiadır.

Şuursuz atomlar düşünemezler, dizayn yapamazlar, koku hissedemezler, kokular arasındaki farkları bilemezler, biraraya gelip folklor oynayamazlar. Ne müziğin ritmini, ne ızgaranın kokusunu, ne de yoğurdun tadını bilebilirler.

Dünyanın bütün atomları biraraya getirilse, bunlar izole edilmiş ortamlarda tutulup gerekli işlemlerden geçirilse ve milyarlarca yıl beklense, bu atomlar aralarında karar vererek birleşip bir üniversite profesörünü oluşturamazlar.

Ne var ki evrimciler tüm bunların mümkün olduğuna inanmaktadırlar. Şüphesiz ki, böylesine mantıksız ve akılsızca bir iddiaya inanabilmek için, aklı tamamen devreden çıkaran bir büyüye kapılmış olmaları gerekir. Düşünebilen, üretebilen, aklı başında, bilinçli, ülkesine ve milletine faydalı, sağlıklı nesiller yetiştirebilmemiz için bu büyüyü ortadan tamamen kaldırmamız şarttır.


DİPNOTLAR



1. Earth, "Life's Crucible", Şubat 1998, s. 40

2. Earth, "Life's Crucible", Şubat 1998, s. 40

3. Sir Fred Hoyle, Nature,12 Kasım 1981

4. A. I. Oparin, Origin of Life, s. 196.

5. National Geographic, "The Rise of Life on Earth", Mart 1998, s. 68

6. Earth, "Life's Crucible", Şubat 1998, s. 34-36

7. Ümit Sayın, Bilim ve Ütopya, "Yaratılmayış, Yaşam Nasıl Başladı?", Ekim 1998

8. Bulletin of American Meteorological Society, "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Kasım 1980, s. 1329

9. Clemmey, Harry, and Nick Badham, "Oxygen in the Precambrien Atmosphere: An Evaluation of the Geological Evidence", Geology, 10 Mart 1982, s. 141

10. National Geographic, "The Rise of Life on Earth", Mart 1998

11. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York, 1982, s. 204

12. G.G. Simpson and W. Beck, An Introduction to Biology (New York: Harcourt Brace and World, 1965), s. 241

13. Keith S. Thompson, "Ontogeny and Phylogeny Recapitulated," American Scientist (Vol. 76, Mayıs-Haziran 1988, s. 273

14. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution. New York, 1988, s. 138

15. Derek A. Ager, The Nature of the Fossil Record, Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, s. 133

16. Jean Philippe Noel, "Les Oiseaux de la Discorde", Science et Vie, Ekim 1997, no: 961, s. 82

17.Nature, vol. 382, 1 Ağustos 1996, s. 401

18. Feduccia Alan, "Evidence from Claw Geometry Indicating Arboreal Habits of Archæopteryx", Science, cilt 259, s. 792, 5 Şubat 1993

19. Nature, cilt 382, 1 Ağustos 1996, s.401

20. Palmer Douglas, "Learning to Fly", New Scientist, cilt 153, s. 44, 1 Mart 1997

21. Alan Feduccia, "Evidence from Claw Geometry Indicating Arboreal Habits of Archæopteryx", Science, cilt 259, s. 792, 5 Şubat 1993

22. Olson, Storrs, Feduccia, "Flight Capabilitiy and the Pectoral Girdle of Archæopteryx, Nature, vol. 278, Mart 15, 1979, s. 248

23. Jean Philippe Noel, "Les Oiseaux de la Discorde", Science et Vie, no: 961, s. 83, Ekim 1997

24. Pat Shipman, "Birds do it. Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31

25. Jacques Millot, "The Cœlacanth", The Scientific American, Aralık 1955, sayı 193, s. 39

26. Barbara J. Stahl, "Vertebrate History: Problems in Evolution", s. 148, 1985

27. Barbara J. Stahl, "Vertebrate History: Problems in Evolution", s. 148, 1985

28. Lewis L. Carroll, "Problems of the Origin of Reptiles", Biological Reveiws of the Cambridge Philosophical Society, cilt 44, s. 393

29. Roger Lewin, "Bones of Mammels", Science, cilt 212, s. 1492, 26 Haziran 1981

30. George Gaylord Simpson, "Life Before Man", s. 42, 1972

31. "Who Doubts Evolution?", New Scientist, cilt 90, s. 831, 25 Haziran 1981

32. Pierre Paul Grasse, Evolution of Living Organisms, New York Academic Press, 1977, s. 82

33. Discover, "Old Bird", 21.3.1997

34. Discover, "Old Bird", 21.3.1997

35. Philip Abelson, National Academy of Science Proceedings, cilt 55, s. 1365

36. J.P. Ferris - D.E. Nicodem, Nature, cilt 238, s. 269

37. Preston E. Cloud, Science, cilt 160, s. 730

38. Stanley Miller, "Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules", Molecular Evolution of Life, s. 7, 1986

39. J.P. Ferris - C. Chen, Journal of American Chemical Society, 97:11, s. 2966

40. Stanley Miller - Jeffrey L. Bada, Science, cilt 159, s. 423

41. Stanley Miller, "The Origins of Life on the Earth", s. 33, 1974

42. Stanley Miller, Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, Molecular Evolution of Life, s. 5, 1986

43. Stanford University Press, Stanford, California, 1990

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü