Harun Yahya


Bilim ve Ütopya Dergisi Haziran 1999 Sayısındaki Yanılgılar



Evrimci ve materyalist yazarların mantık bozukluklarının diğer bazı örnekleri, Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 1999 tarihli sayısında ortaya çıktı. Kapağında "Biyoteknoloji: Dinin Sonu Mu?" başlığının yer aldığı dergide, dini ve özellikle de İslam'ı hedef alan sayfalarca yazı yayınlandı. Bu yazıların en dikkat çekeni, Doç. Dr. Alaeddin Şenel'in, kapağa ismini veren makalesiydi.

Alaeddin Şenel, yine aynı dergide geçtiğimiz aylarda da benzeri birtakım yazılar yazmış, ancak bu yazılarda sergilediği son derece bozuk mantıklar, çelişkili iddialar ve bilimsel cahillikler tarafımızdan ortaya konmuştu. Fakat Şenel, eski hatalarından hiç ders almamışcasına, ateizmi körü körüne savunan ve bunu yaparken de ateizmin insan zihninde ne büyük tahribatlar meydana getirdiğini gösteren yeni bir yazıyla bir kez daha ortaya çıktı.

A. Şenel'in "Biyoteknoloji: Dinin Sonu Mu?" başlıklı yazısının genel mantığı şudur: "Eskiden insanlar doğa olaylarının ya da canlıların sistemlerinin nasıl işlediğini bilmiyorlardı. Bilmedikleri için de bunlara doğaüstü açıklamalar arıyorlardı. Ancak bilim ilerledikçe bu olay ve sistemlerin nasıl işlediği çözüldü. Hatta bugün insan, genlere müdahale etme imkanına kavuştu. Öyleyse artık Allah inancı ve dolayısıyla din, terk edilecektir."

A. Şenel'in bu mantığı yeni bir şey değildir; sadece 19. yüzyılda yaşamış birtakım ateist düşünürlerin fikirlerinin tekrarıdır. Başta Şenel'in fikirlerine sıkça başvurduğu Karl Marx olmak üzere, Durkheim, Spencer, Freud gibi 19. yüzyıl materyalistlerinin heyecanla savundukları hikayenin bir devamıdır. Ama önemli olan, bu hikayenin, çok büyük mantık bozukluklarına dayanmasıdır. Bunları şöyle inceleyebiliriz:

1. Doğanın Detaylarının Öğrenilmesi, Yaratılışı Destekler

A. Şenel'in yargı bozukluklarından biri, yaratılışa delil olarak gösterilen konuları anlayamamasıdır. Gerek Bilim Araştırma Vakfı'nın çalışmalarında, gerekse diğer benzeri kaynaklarda, canlıların yaratılışa delil olarak gösterilen özelliği, bu canlılardaki "tasarım"dır. Canlılarda o denli karmaşık ve basite indirgenemez tasarımlar vardır ki, bunların tesadüflerle ve doğal etkenlerle (ya da Darwin'in öne sürdüğü doğal seleksiyon mekanizmasıyla) açıklanması imkansızdır. Nasıl bir kitabın oluşumu, doğal etkenlerle (örneğin kalemin rüzgarla tesadüfen kağıtların üzerine düşüp tesadüfi şekiller çizmesiyle) açıklanamaz ve kendisini var eden bilinçli bir zihnin varlığını ispatlarsa, canlılığın detaylarındaki olağanüstü tasarımlar da Yaratıcı bir Aklın varlığını ispatlar.
Ama A. Şenel ve diğer materyalistler bu konuyu bir türlü anlayamamaktadırlar. Onlar, yaratılışa delil olarak gösterilen konunun, canlıların açıklanamayan özellikleri olduğunu sanmaktadırlar. Örneğin A. Şenel'e göre canlı hücresinin nasıl bir sistemle çalıştığı bilinemediği zamanlarda, hücre yaratılışa delil sayılmıştır. Ama, A. Şenel sanmaktadır ki, bu yüzyılda hücrenin detayları keşfedilince, delil ortadan kalkmıştır. Bu düşüncesini aşağıdaki satırlarında ifade etmektedir:

"Geriye ne kaldı bilinmedik, Bu (kalıtımla, yaşamla ilgili) moleküllerin laboratuvarda yapay olarak sentezlenmesi kaldı. O zaman Pandora'nın kutusunun kapağı ardına kadar açılmış olacak. Artık aklı başında hiçbir bilim adamı, hücrede tasarım (design), yaradan, erek (amaç), Tanrı arayamaz olacak."

Oysa bir sistemin nasıl çalıştığına dair detayların anlaşılması, "bu sistem nasıl ortaya çıktı" sorusunu ortadan kaldırmaz. Aksine, bu soruyu daha da önemli hale getirir. Canlı hücresinin Darwin zamanında bilinmeyen detaylarının ortaya çıkması da, "hücre nasıl ortaya çıktı" sorusunu daha önemli hale getirmiştir. Daha da önemlisi, bu soru, kaçınılmaz olarak hücrenin yaratıldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Çünkü hücrede öylesine olağanüstü bir tasarım vardır ki, asla rastlantılarla, doğal etkenlerle açıklanamaz ve bir Yaratıcının varlığını ispatlar.

A. Şenel'in bu açık mantığı kavrayamaması gerçekten de ilginçtir. O denli çelişkili bir düşünce içindedir ki, "hücre eskiden içi bilinmeyen bir kara kutuydu, şimdi kara kutu açıldı ve yaratılış kavramı yıkıldı" gibi mantıklar kurmaktadır. Oysa hücre yapısı hakkında dünyanın en önemli uzmanlarından biri olan Amerikalı biyokimya profesörü Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu adlı kitabında tam da bu konuyu ele almış ve bu kara kutunun açılmasının hücredeki olağanüstü tasarımı ortaya çıkardığını anlatmıştır. Behe, söz konusu kitabında şöyle yazmaktadır:

Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. On binlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: "Tasarım!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Ama aksine, hücrede keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu... Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Çünkü, bilinçli bir tasarımı kabul etmek, ister istemez Allah'ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara.88

Behe, Darwin'in kara kutusunun, yani hücrenin açılmasıyla birlikte ortaya çıkan tasarımın, materyalist bilim adamlarında meydana getirdiği şok etkisini de şöyle anlatmaktadır:

Bir zamanlar hayatın kökeni olduğu düşünülen basitliğin bir hayal olduğu ispatlandı. Bunun yerine hücrede indirgenemez bir komplekslik var. Sonuç olarak hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmıştır. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok. İnsanlık uzayın merkezinin dünyadan kalkıp güneşin ötesine ilerlemesine, hayatın tarihinin çoktan ölmüş sürüngenleri içerecek kadar genişlemesine ve sonsuz kainat fikrinin çökmesine dayanabilmiştir. Darwin'in kara kutusunun açılmasına da dayanacaktır.89

Hücre denen "kara kutu" açıldığında içinden olağanüstü bir tasarım, yani açık bir yaratılış delili çıkmıştır. Bunu Behe gibi ön yargısız bilim adamları kabul etmektedir. Bu gerçeği gören ama kabul etmek istemeyen evrimciler ise, Behe'nin tarif ettiği gibi, "utangaç bir sessizlik" içindedirler. Ama en garibi A. Şenel gibi bazı kişilerin, kendi savundukları teze ölümcül bir darbe indiren bu "kara kutu"yu, kendi lehlerinde bir gelişme sanarak ortaya çıkmasıdır.

Karşı taraf bu denli büyük bir muhakeme bozukluğu içinde olunca, savundukları şeyin neden yanlış olduğunu onlara anlatmak da zorlaşmaktadır. Biz yine de A. Şenel gibi materyalistlerin diğer mantık bozukluklarını açıklamaya devam edelim.

2. Din, Doğanın Karanlıkta Kalmasını Değil, Araştırılmasını Emreder

Bilim ve Ütopya yazarı A. Şenel, üstte sözünü ettiğimiz mantık bozukluğu nedeniyle, bilimin her yeni keşfini, yaratılış kavramına ve dolayısıyla dine karşı itirazlar oluşturan birer gelişme sanmaktadır. Belki İslam ile Ortaçağ Hıristiyanlığını birbirine karıştırdığı için, bilim ile dini birbirine zıt iki gerçek gibi görmektedir.

Oysa bilimin ilerlemesi ve doğanın sırlarını en derin detaylarına kadar çözmesi, dinin öğrettiği gerçekleri geçersiz kılacak bir gelişme değil, aksine dinin verdiği bilgileri teyid edecek bir gelişmedir. Din, bizlere yaratılış gerçeğini öğretmektedir ve bilim doğayı inceledikçe bunun detaylarını bulmaktadır. Din bizlere evrende büyük bir denge ve tasarım olduğunu bildirmekte, bilim de bunu gözlemlemektedir.

Zaten dinin kendisi, insanları doğayı araştırmaya teşvik eder. Allah, bizlere evrenin nasıl yaratıldığını incelemeyi emretmektedir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah ahiret yaratmasını (veya son yaratmayı) da inşa edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir." (Ankebut Suresi, 20)

Yüzlerce Kuran ayetinde, Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yarattığı, canlıları nasıl var ettiği anlatılmakta ve insanlar, bu gerçekleri gözlemleyip üzerinde düşünmeye davet edilmektedir. Çünkü doğadaki her detay Allah'ın bir ayetidir ve bu ayetlerin incelenmesi, Allah'ın yaratışındaki mükemmelliğin kavranmasını sağlar.

3. Genetik Mühendisliği, Biyoteknoloji Gibi
Bilimsel Gelişmeler Yaratılışla Çelişmez




Evrim teorisini geçersiz kılan gerçeklerden bir tanesi, canlılığın son derece kompleks bir yapıya sahip olmasıdır. Canlı hücrelerinin çekirdeğinde yer alan DNA molekülü, bunun bir örneğidir. DNA, dört ayrı molekülün farklı diziliminden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. Bu bilgi bankasında canlıyla ilgili bütün fiziksel özelliklerin şifreleri yer alır. İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Elbette böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.


A. Şenel'in ve diğer pek çok materyalistin anlayamadıkları bir başka nokta, genetik mühendisliği gibi canlıların biyolojik yapılarını geliştirmeye yönelik bilim dallarının yaratılışla herhangi bir çelişki içinde olmadığıdır.

Evrimciler, yaratılışa itiraz getirebilmek için öncelikle, cansız maddenin tesadüfen canlı organizmalar oluşturabildiğini, kompleks organlar tasarlayabildiğini ispatlamaya çalışmalıdırlar. Ama bunu asla ispatlayamayacaklarını bildiklerinden, insanoğlunun bilinçli olarak canlılığa müdahale etmesini yaratılışa karşı evrim lehinde bir delil saymak gibi bir mantık bozukluğu içine girmektedirler. Oysa mühendislerin DNA üzerinde oynamalar yapmalarının evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine, bunlar yaratılışa delildir, çünkü DNA gibi kompleks bir yapının ancak çok bilinçli müdahalelerle geliştirilebileceğini, yani evrimin iddia ettiği "tesadüfen gelişim" iddiasının boş bir hayal olduğunu göstermektedir.

Aynı şekilde canlıların kopyalanmasının da evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine bu konu, yaratılışın temel delillerinden birisi olan "hayat hayattan gelir" tezinin bir teyididir. Kopyalama konusu göstermektedir ki, insanoğlu tüm akıl ve bilgi birikimine, teknolojisine rağmen sadece var olan canlı bir organizmayı kopyalayabilmektedir. Cansız maddelerden canlı üretmeyi ise asla başaramamaktadır. İnsanın tüm akıl, bilgi ve teknolojisi ile başaramadığı bu işin, "evrim" yoluyla, yani rastlantılarla gerçekleştiğini iddia etmek ise akıl dışıdır.

Kaldı ki, insanoğlunun bilim düzeyini çok ileriye taşıdığını ve -bilim dünyası böyle bir umut taşımamasına rağmen- cansız maddelerden canlı bir hücre yapabildiğini varsayalım. Bu da asla materyalistler adına bir delil oluşturmaz, aksine yaratılışa delil oluşturur. Çünkü böyle bir işin yapılabilmesi için, çok büyük bir bilgi, akıl ve teknoloji devreye sokulacaktır. Bu, belki de insanlık tarihinin en masraflı ve en zor işi olacaktır. Bu ise, yine canlılığın ancak çok bilinçli bir tasarımla, büyük bir akıl ve güçle ortaya çıkabileceği gerçeğini doğrulamış olur. Böyle bir gelişme, evrimcilerin savunduğu "hücre tesadüfen ortaya çıktı" masalına da yeni ve büyük bir darbe indirmiş olacaktır.

4. Cansız Maddeden Canlılığın Kendiliğinden
Doğabileceği İnancı, Bilim Dışı Bir Safsatadır

Üstte sözünü ettiğimiz konu, yani cansız maddenin kendiliğinden canlılık oluşturması konusu, 19. yüzyılın ortasında terk edilmiş bir Ortaçağ inancıdır. Ama işin ilginç tarafı, A. Şenel gibi materyalistlerin hala bu efsaneye inanmalarıdır. Stanley Miller'in geçersiz deneyini hala bu efsaneye delil sanmaları ise, artık açık bir bilgisizliktir.

A. Şenel'in bu konuyla ilgili satırları şöyledir:

Cansız yaşamdan canlı yaşama "kendiliğinden" geçiş kuramı laboratuvarda kanıtlanma yolunda... Stanley Miller'ın 1952'de başlattığı (cansız molekülleri sentezleyerek aminoasit yani protein oluşturma yolundaki) deneyler dizisi sürmektedir. Bu tür deneylere, eskilerin yapısı değiştirilerek yeni bir canlı türü üretilmesi ötesinde, cansız maddelerden bir canlının sentezlenmesine dek devam edilecektir.

A. Şenel, "cansız yaşamdan canlı yaşama 'kendiliğinden' geçiş kuramı laboratuvarda kanıtlanma yolunda" derken, yaşanan gerçek bir süreci değil, evrimcilerin 100 yıldır kurdukları bir hayali anlatmaktadır. Dahası, gerçekleri bilerek çarpıtmaktadır. Bugün hiçbir ciddi evrimci, "canlılığın kendiliğinden oluştuğunu gösterme yolunda emin adımlarla ilerliyoruz" demez. Çünkü bırakın canlılığın kendiliğinden oluşması, canlı maddenin en basit yapı taşı olan aminoasitlerin ilkel dünya atmosferinde kendiliğinden oluşması konusu bile büyük bir çıkmaz içindedir.

A. Şenel'in sözünü ettiği Miller Deneyi, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında, ilkel dünya atmosferinde aminoasitlerin tesadüfen oluşabileceklerini ispatlamak için düzenlenmiştir. Miller, ilkel dünya atmosferinin metan, amonyak ve hidrojen içerdiğini var saymış ve bu gazları bir deney düzeneğinde birleştirip bu karışıma elektrik vermiştir. Oysa ilerleyen yıllarda bu gazların ilkel atmosferde yer almadığı, ilkel atmosferin ise aminoasit oluşumuna izin vermeyen bir yapıda olduğu anlaşılmıştır. Diğer çalışmalarımızda detaylarıyla incelediğimiz daha pek çok nedenden dolayı, Miller Deneyi'nin geçersizliği kabul edilmiştir. Bugün Miller'in kendisi dahi bunu kabul etmektedir.

Miller Deneyi hikayesinin bu şekilde tarihe karışmasının ardından da, evrimcilerin hayatın kökenini açıklayabilme adına sözünü edebilecekleri hiçbir bilimsel veri kalmamıştır. Hayatın, cansız maddenin içinden rastgele bazı kimyasal reaksiyonlarla doğduğu inancının, bilime aykırı boş bir hayal olduğu ortaya çıkmıştır. Moleküler evrim düşüncesinin en önde gelen savunucularından biri olan, San Diego California Üniversitesi profesörü ve Stanley Miller'in çalışma arkadaşı Leslie Orgel, bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:

Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.90

A. Şenel ya bunları bilmemekte ya da görmezden gelmektedir. (Aslında "cansız molekülleri sentezleyerek aminoasit yani protein oluşturma yolundaki deneyler" şeklindeki ifadesine bakılırsa, aminoasitler ile proteinleri aynı şey sanacak kadar büyük bir bilgisizlik içinde olması mümkündür.) Ama A. Şenel her ne kadar "cansız yaşamdan canlı yaşama 'kendiliğinden' geçiş kuramı laboratuvarda kanıtlanma yolunda" dese de, biraz daha bilinçli evrimciler, gerçekte bu konuda çok büyük bir açmaz içinde olduklarının bilincindedirler. Bundan dolayı da en azından susmayı tercih ederler.

5. Doğada Amaç Olduğunu Kabul Eden Bilim Yöntemi (Teleoloji),
Modern Bilimin Ulaştığı Son Noktadır

A. Şenel yazısında sık sık doğada amaç (kendi ifadesiyle "erek") gözetmenin bilim dışı bir bakış açısı olduğunu iddia etmektedir. "Teleoloji" olarak bilinen ve doğal olay ya da mekanizmaların belirli bir amaca göre tasarlandığını kabul eden bilimsel yaklaşımın, tarihin eski dönemlerinde kaldığını ve yanlış olduğunu öne sürmektedir.

Oysa A. Şenel bu konuda da ciddi bir yanılgı içindedir. Çünkü doğal olay ya da mekanizmalarda tasarım olduğunu kabul eden "teleolojik yöntem", son 20-30 yıldır bilim, özellikle de fizik ve astronomi alanında büyük bir "geri dönüş" yapmıştır. 19. yüzyılda yaygınlaşan ve "evrende herşey tesadüfidir, hiçbir tasarım yoktur" şeklinde özetlenen materyalist görüş, yerini hızla, evrende insan yaşamını gözeten özel bir amaç olduğunu kabul eden bir görüşe bırakmaktadır. "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adı verilen bu yeni bilimsel yaklaşıma göre, evrenin tüm fiziksel dengeleri insan yaşamı için özel olarak ayarlanmıştır.

Pek çok bilim adamı, bazıları materyalist de olsalar, bu gerçeği kabul etmek durumunda kalmıştır. Örneğin Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe adlı kitabında, İnsani İlke kavramına nasıl ulaştığını şöyle anlatır:

İnsani İlke'ye ilk kez ilgi duyduğumda, bunu sadece akademik bir ilgi konusu olarak görmüştüm. Evrende yaşam oluşabilmesi için gereken şartları bilmenin ilginç olacağını düşündüm... Bunları bir liste olarak alt alta yazmaya başladım. Liste ilk başta tek bir not defteri sayfasını dolduruyordu, sonra bir dosya kağıdını kapladı, sonra çok sayıda dosya kağıdını doldurdu. Ve büyümeye devam etti... Ama asıl önemli nokta bu değildi. Asıl önemli nokta, listenin garipliğiydi. O kadar çok uyum vardı ki! Okudukça, bu kadar uyumun birer şans eseri ortaya çıkmasının imkansız olduğuna ikna oldum.

 

Bu, (fizik kanunlarının yaşam için özel olarak tasarlanmış oluşu) nasıl mümkün olabildi?... Kanıtları inceledikçe, ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliyoruz; bir doğa üstü Akıl devreye girmiş olmalıdır. Yoksa acaba bir anda, hiç de o niyeti taşımamamıza rağmen, bir İlahi Varlık'ın var olduğuna dair bilimsel delillerle mi yüz yüze geliyoruz? 91


Astrofizikçi W. Press ise Nature dergisindeki bir makalesinde, "evrende, akıllı yaşamın gelişmesini destekleyen büyük bir tasarım bulunmaktadır" demektedir.92 Ünlü İngiliz astronom Fred Hoyle da, yıldızların merkezinde gerçekleşen nükleer reaksiyonların inanılmaz dengelerini keşfettiğinde şu yorumu yapmıştır:

Kanıtları inceleyen herhangi bir bilim adamının kendisini şu sonucu çıkarmaktan alıkoyabileceğini sanmıyorum: Fizik kanunları, yıldızların içinde gerçekleştirdikleri sonuçlara bakılırsa, bilinçli olarak düzenlenmişlerdir.93

Kısacası A. Şenel'in tarihe gömüldüğünü sandığı "teleoloji", bugün bilim dünyasının gündemindedir ve Şenel gibi materyalistlerin birkaç asırdır bilim dünyasının gündemine soktukları "evrende amaç yoktur" iddiasını tarihe gömmektedir.

Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu konuda şu yorumu yapar:

20. yüzyıl astronomisi içinde ortaya çıkan yeni tablo, geçtiğimiz dört asır içinde bilimsel çevrelerde yaygın kabul gören bir var sayıma karşı ciddi bir başkaldırı oluşturmaktadır. Bu var sayım, yaşamın evren içinde ortaya çıkmış tesadüfi ve önemsiz bir kavram olduğu düşüncesidir.94

Bilim ve Ütopya yazarları, eğer gerçekten tüm bu gelişmelerden habersiz iseler, biraz araştırmalı, bilimsel literatürü takip etmelidirler.

6. Dinler Evrim Geçirmemiştir

A. Şenel'in yazısında sözü edilen ve Bilim ve Ütopya dergisinin diğer yazarları tarafından da sık sık gündeme getirilen bir diğer materyalist iddia, "dinlerin evrimi" iddiasıdır. Bu iddiaya göre, dünya üzerinde önce çok ilahlı ilkel dinler ortaya çıkmış, sonra bunlar kültürel bir evrimle tek ilahlı dinlere dönüşmüştür. Dinin kökeninin vahiy değil, insani düşünceler olduğunu ileri süren materyalistler, bu iddiaya dayanarak İslam'ın da İlahi bir din olmadığını savunurlar. Oysa bu da 19. yüzyılın ilkel bilim anlayışının sonucu olan bir iddiadır ve kesinlikle gerçek dışıdır. 20. yüzyılda Mezopotamya, Hindistan, Mısır gibi kültürler hakkında yapılan antropolojik çalışmalar, "dinlerin evrimi" iddiasını yıkmıştır. Materyalizmin Sonu adlı kitapçığımızda açıklandığı gibi, gerçekte tarih içinde ilk ortaya çıkan dinler, tek bir Yaratıcı ilahın kabul edildiği tek tanrılı dinlerdir. Çok tanrılı dinler ise, bu İlahi dinin zamanla bozulması sonucunda ortaya çıkmıştır. Tek İlahın farklı sıfatları zamanla insanlar tarafından ayrı ayrı ilahlar olarak düşünülmüş ve böylece din dejenerasyona uğramıştır. Ünlü antropolog Sir Flinders Petrie, bu yüzyılın başlarında Mısır dini üzerine yaptığı araştırmalardan vardığı sonucu şöyle özetlemiştir:

Eğer ruhlara tapmak tek bir tanrıya tapmaya uzanan bir evrim sürecinin ilk basamağı olsaydı, bu durumda çok tanrılılığın gittikçe tek tanrılığa evrimleşmesinin kanıtlarını görmemiz gerekirdi... Bunun tam aksine tek görebildiğimiz, din sistemleri içinde tek tanrı inancının her zaman ilk basamak olduğudur... Çok tanrı inancını ilk oluşumuna kadar izleyebildiğimiz heryerde, bunun tek tanrı inancının bir çeşitlemesi olduğunu görüyoruz.95

Eski Yunan'ın dini inançları üzerine araştırmalar yapmış olan Axel W. Persson da, Tarih Öncesi Yunan isimli eserinde şöyle demiştir:

İlk baştan beri var olan Tek Tanrı, daha sonra Yunan dinsel mitlerinde gördüğümüz sayısız önemli önemsiz tanrısal kişiliklere dönüşmüştür. Benim görüşüme göre bu birçok ilahın varlığı, tek ve bir olan bir tanrıyı tanımlayan değişik isimlerin zamanla değişik yorumlanmasına bağlıdır.96

Kısacası ateistlerin diğer iddiaları gibi, dinlerin evrimi iddiası da gerçeklere aykırı bir safsatadan başka bir şey değildir.

Sonuç

İncelediğimiz tüm bilgiler bize göstermektedir ki, Allah'ın varlığını inkar eden ve bu inkarlarını sözde "akılcı" bir zemine oturtmak isteyen ateistler, her zaman çok fahiş mantık bozuklukları ve muhakeme zaafları sergilemektedirler. Burada yazısını incelediğimiz A. Şenel, diğer tüm Bilim ve Ütopya yazarları ve genel olarak ateistlerin hepsi, aynı mantık bozukluğuyla malüldürler. Gerçekte kendilerini çürüten bilimsel gelişmeleri lehlerinde sanmakta, ham hayallere kapılarak din aleyhinde ateşli yazılar yazmaktadırlar. Bu muhakeme bozukluğunun üzerine bir de koyu bir cehalet eklenince, "skandal" olarak nitelenebilecek anlatımlar ortaya çıkmaktadır.

Çalışmalarımızda, gerek Bilim ve Ütopya çevresinin gerekse diğer ateistlerin bu gibi yazılarına bilimsel cevaplar veriyoruz. Ancak isterdik ki, karşımıza çıkan kişiler de en azından ne dediklerini, ne savunduklarını bilen "mantıklı" kişiler olsalardı.

Ama tüm bu mantık bozukluklarının bizlere gösterdiği önemli bir gerçek var. Bu, Allah'ı inkar eden insanların, karşılaştıkları gerçekleri akılcı bir biçimde değerlendiremiyor oluşlarıdır. Nitekim Kuran'da da bu gerçeğin üzerinde ısrarla durulmakta, inkarcıların "... akıl erdirmeyen bir topluluk..." (Maide Suresi, 58) oldukları haber verilmektedir.

Ateistlerin yaptıkları en büyük hizmet ise, Kuran'da inkarcılar için verilen "akıl erdirmeyen bir topluluk" hükmünü en güzel biçimde kendi üzerlerinde tecelli ettirmeleridir. Bu halleriyle, iman eden akıl sahibi insanlar için, Allah'ın dilediğine akıl verdiğini ve dileğini akıldan mahrum bıraktığını gösteren birer ibret vesilesi olmaktadırlar.

Tüm bu yaptıkları ise, bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, gerçekte Allah'ın kendilerine belirlemiş olduğu bir kaderdir. Ne yaparlarsa yapsınlar, Allah'ın yarattığı kadere boyun eğmekten kaçamazlar. Yazdıkları her satırı, onlar bunu yazmadan çok önce, zamanın başlangıcından evvel Allah belirlemiştir. Allah Alaettin Şenel'e "Dinin Alası (Yücesi)" anlamına gelen bir isim koydurtmuş ve onu da, tüm Bilim ve Ütopya yazarlarını da ve diğer tüm ateistleri de, Kendi dinine istemeden de olsa hizmet edecek kişiler olarak yaratmıştır. Allah'ın kaderi işleyecek ve "Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile" ayetinde (Saf Suresi, 8) haber verildiği gibi, Allah'ı inkar eden materyalist felsefe çok yakında tarih olacaktır.


Sonsöz



Buraya kadar görüldüğü gibi, Türkiye'de yaratılış gerçeğinin gündeme getirilmesinden rahatsız olan materyalist çevreler, bir süredir umutsuz bir çırpınış içindeler. Bu çırpınışlarını kimi zaman ideolojik dergilerindeki sözde bilimsel makalelerle, kimi zaman "boyalı" gazetelerindeki propaganda manşetleriyle, kimi zaman 20-30 kişiye düzenledikleri cılız konferanslarıyla göstermekteler. Ancak çoktan kaybedilmiş bir davanın peşinde olduklarını hala anlayamamışlardır.

Bu dava çoktan kaybedilmiştir, çünkü gerçeği değil yalanı savunmaktadırlar. Ve gerçek, asla örtemeyecekleri kadar açıktır. Dahası, bu gerçeği savunan insanlar da, asla başedemeyecekleri kadar kararlı ve etkilidirler. Bilim ve Ütopya dergisi bunun farkına varmaya başlamış olacak ki, Ekim 1998 tarihli sayısında, "karşı taraf çok güçlü, ne yapabiliriz ki" diyen "yoldaş"larından söz etmekte ve onlara moral vermeye çalışmaktadır.

Aslında "ne yapabiliriz ki" diyen materyalistler haklıdırlar. Gerçekten de hiçbir şey yapamazlar. Çünkü bu, Allah'ın bir kanunudur. Tarihin her döneminde de varlığını reddettikleri, Kendisine isyan ettikleri Allah'ın bu kanunu tarafından saf dışı edilirler. Bu kanun, Kuran'ın bir ayetinde şöyle haber verilmektedir:
Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yokolucudur. (İsra Suresi, 81)

Evet batıl, yani yalan her zaman yok olmaya mahkumdur, yok olması için, "hak"kın, yani gerçeğin gelmesi, ortaya çıkması yeterlidir. Gerçek ise gelmiştir.


DİPNOTLAR



88. Michael J. Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, ss. 232-233

89. Michael J. Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, ss. 252-253

90. Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78

91. George Greenstein, The Symbiotic Universe: Life and Cosmos in Unity, William Morrow: New York, 1988, s. 25-27

92. W. Press, "A Place for Teleology?", Nature, vol. 320, 1986, s. 315

93. Fred Hoyle, Religion and the Scientists, London: SCM, 1959; M. A. Corey, The Natural History of Creation, Maryland: University Press of America, 1995, s. 341

94. Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press, 1998, s. 14-15

95. Flinders Petrie, The Religion of Ancient Egypt, Constable, London, 1908, ss. 3-4.

96. Axel Persson , The Religion of Greece in Prehistoric Times, University of California Press, 1942, s. 124.

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü