Harun Yahya


3. Bölüm
İslam Alimlerinin İman Hakikatlerinin Önemi Hakkındaki Düşünceleri



Bize iman hakikatlerinin önemini gösteren, dahası bu hakikatlerin nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bizi aydınlatan önemli bir kaynak da, geçmişteki ya da çağımızdaki İslam büyüklerinin eserleridir. Kuran'a ve sünnete tam bir itaat içinde yaşayan ve düşünen bu veli insanlar, iman hakikatlerinin araştırılmasına ve bunlar üzerinde tefekkür edilmesine büyük önem vermişler, eserlerinde de iman hakikatlerini her zaman ön plana çıkarmışlardır. Bu bölümde bazı İslam alimlerinin eserlerinde yer alan iman hakikati örneklerine ve bu konunun önemi hakkındaki düşüncelerine yer verilmiştir.


İmam Gazali



İmam Gazali on birinci asrın son yarısı ile on ikinci asrın başlarında yaşamış Horasanlı bir İslam alimidir. Yaşadığı dönemin en keskin zekalarından biri olduğu kabul edilmektedir. Devrinin müceddidi (Peygamberimizin hadislerinde bildirilen, her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük alim) olarak kabul edilir. Geniş ilmi, üstün zekası ve güçlü muhakemesi ile ünü yalnızca İslam alemine değil bütün Batı dünyasına yayılmıştır. İmam Gazali, o dönemde özellikle Yunan felsefesinden etkilenerek Kuran dışı inanç ve düşünceler öne süren bazı düşünürleri çok etkili bir biçimde çürütmüş, bu gibi yanılgılara karşı imanı ayakta tutmuştur.



Bu ünlü alim derslerinde ve sohbetlerinde iman hakikatlerine geniş ve ayrıntılı olarak yer vermiştir. Eserlerinde de her konuda iman hakikatine rastlamak mümkündür. Eserlerinde yer alan iman hakikatlerinden bazı örnekler ve iman hakikatlerinin önemi konusundaki bazı sözleri şu şekildedir:

Hiçbir hükümdarın memleketini idaresi, göklerin ve yerin melekûtunu ve bu âlemin düzenini sağlayan Allah-u Teâlâ'nın tedbiri gibi düzenli değildir. Allah-u Teâlâ'dan daha güzel, daha kâmil hiç kimse yoktur. O halde O'nu görmekten, O'na bakmaktan daha lezzetli bir bakış olabilir mi? Bundan anlaşılmış oldu ki,  Allah-u Teâlâ'yı ve Kendisine ait sırları bilmek, bütün bilgilerden daha lezzetlidir.

Kalbin Lezzeti Marifetullah'tır: Her âzânın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir. Kalbin lezzeti ise her şeyin hakikatını bilmektir, bu da Marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır. Kâinatın Hâlik'ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ'nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O'na yakın olmak, O'nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir?1

Nutfeden yaratılmış olan insan Allah'ın ayetlerindendir... Önceden halinin ne idiğini sonra ne olduğunu düşün! Acaba ins ve cin biraraya gelseler nutfeden bir göz, yahut kulak, yahut akıl, yahut kudret, yahut ilim veya ruh yaratabilirler miydi? Ondan kemik, damar, sinir, deri, kıl vesaire yapmaya muktedir olurlar mıydı? Bunlar bir tarafa Allah yarattıktan sonra insanın keyfiyyet ve mahiyetini, varlığının künhünü (bir şeyin aslı, cevheri, özü) anlamak isteselerdi bundan da aciz kalırlardı...



Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)


Allah'ın lütuf ve keremine, o muazzam kudrete ve hikmete bakınız, insanı nasıl kucaklıyor. Ne derece hayreti mucibtir ki, duvarda bir resim veya güzel bir hat yahut nakış gören kimse durur, hayranlıkla onlara bakar, sanatkarın onları nasıl yaptığını düşünür, yaptığı işin ne kadar büyük bir sanat ve maharet olduğunu ifade eder de şu muazzam kainata ve Allah'ın mahlukatına baktığı halde, onları ve Allah'ın sanat ve hikmetini düşünmekte gaflet eder.2

Güneş, Ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgar ve tabiattaki bütün kuvvetler, hep Allah-u Teala'nın iradesinde, emrindedir. Katibin elindeki kalem gibidir.3

Gökte nice yıldızlar vardır ki, yerden yüzlerce defa büyüktürler. Uzak olduklarından nokta gibi görünüyorlar. Yıldızlar böyle olunca, feleğin yani göklerin büyüklüğü buradan anlaşılır. Bütün bu yıldızlar, bu büyüklükleri ile senin gözünde gayet ufak görünüyor. İşte bu sebeple bunları yaratanın azamet ve hakimiyetini anlayabilirsin.4

Yıldızların çokluğuna dikkat edin... Hareket ve dönmeleri, dönerken olan hızları ayrı ayrıdır. Kimi bir ayda, kimi bir senede, kimi on iki senede, kimi otuz senede dönüp çoğu da bu gruptandır. Oradaki hayret edilecek bilgilerin sonu gelmez... Allah-u   Teala'nın, bu kısa dünya hayatında, bu hususta verdiği ilimleri anlatmaya kalkarsak günlerce devam eder.5

Yüzünü göğe çevir, gökyüzünün yıldızlarına, onların doğuş ve batışlarına, Güneş ve Ay'ına, onların sürekli olarak hiç şaşırmadan doğuş ve batışlarındaki farklı durumlara, kıyamete kadar devam edecek olan muntazam hareketlerine, bir saniye bile oynamayan seyirlerine ibretle bak! Yıldızların çokluğunu, şekil ve renklerini düşün. Güneş'in bir sene zarfındaki hareketine nazar et. Eğer onun doğuş ve batışı olmasaydı, gece ve gündüz olmayacaktı. Doğuş ve batışındaki farklılık olmasaydı mevsimler gelmeyecekti... Bunlar saymakla bitmez. Kainattaki her zerrenin nice hikmetleri vardır. Alem bir ev ise, sema onun tavanıdır.6


İmam-ı Azam Ebu Hanife



Ebu Hanife Hazretleri, Hanefi Mezhebi'nin kurucusudur. Yaşadığı dönemde Müslümanlar arasında "İmam-ı Azam" yani "En Büyük İmam" lakabıyla tanınmıştır. Müslümanlara imamlık etmiş, İslam'ı tebliğ etmek ve Allah'ın hükümlerini insanlara açıklamak için hayatı boyunca mücadele etmiştir. İmam-ı Azam'ın, Allah'ın varlığını ispat ve tebliğde kullandığı en önemli yöntem ise iman hakikatleri olmuştur. Bu büyük imamın iman hakikatlerine verdiği öneme bir örnek olarak kendisinin aşağıda aktardığımız, ateist (dehri-tabiatçı, materyalist) bir kimseyle olan diyaloğu ibret vericidir: ... Bağdat'ın karşı sahilinde oturan Ebu Hanife'nin tartışma saatinde yerini almamış olması, "dehri"nin ve kalabalığın zihninde değişik soruların şekillenmesine neden olur. Herkes merak içindedir... "Neden gelmedi?" "Gelmeyecek mi?" "Korktu mu?" "Delil mi bulamadı?" vb. sorular.! İmam Azam, belirlenen saatten bir müddet sonra gelir. Dehri, son derece moral kazanmış, küfür ve gururu daha da artmıştır...

Ebu Hanife, özür dileyerek gecikmesinin sebebini anlatmaya başlar: Karşı sahilden bu tarafa gelebilmek için bir vasıta bulamadım. Beklemeye başladım. Belki bir kayık veya sal gelir de, onunla giderim diye düşünüyordum. O esnada ağaçların birdenbire devrildiğini gördüm. Devrilen ağaçların kendiliğinden kereste, kerestelerin kendiliğinden kayık olduğuna şahit oldum. Yine kendiliğinden bir kürek ve yelkenin vücud bulduğunu gördüm. Sizlere karşı daha fazla mahcub düşmeyeceğimden sevinerek, kayığa atladım. Kayık kendiliğinden beni buraya getirdi...

Dehri (Allah'a inanmayan tartışmacı) ve dinleyenler bu sözlere bir mana veremezler. Tabiatçılığı savunan, her şeyi tabiatın var ettiğini iddia eden tartışmacı, böyle bir olayın, anlatıldığı tarzda gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söyler.

Büyük İmam'ın beklediği de sanki budur...

Tebbessüm ederek şöyle der: "Bir küçük kayığın bile kendiliğinden, yapıcısı ve sanatkarı olmadan meydana gelebileceğini kabul etmediğiniz halde, nasıl oluyor da, bu muazzam kainatın bir yapıcısı, bir yaratıcısı olmadan kendiliğinden vücud bulduğuna inanıyorsunuz? Kainat kainatın değil, Allah'ın eseridir. Bütün bunca belgeler ortada iken, Allah'ın varlığı ile ilgili bir tartışma ve münazara başlatmak gereksizdir.7


Abdülkadir Geylani



11. yüzyılda yaşamış olan Abdülkadir Geylani de diğer İslam alimleri gibi iman hakikatlerine büyük önem vermiştir. Eserlerinde insanları Allah'ın delilleri üzerinde düşünmeye çağırmıştır. "İlahi Armağan" adlı eserinde iman hakikatlerine verdiği önemi gösteren bazı ifadeleri şöyledir:

Ey Evlad! Kainatın her zerresinde Allah'ın güzel sanatı vardır. Bu güzel sanatların her biri Hakk'a vardıran delillerdir. Bu delillere yapışan herkes Hakk'a varabilir. Derin düşüncelere dal. Düşüncen derinlere kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin..8

ördek Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. (Nahl Suresi, 14)


Bediüzzaman Said Nursi



Geçtiğimiz Hicri yüzyılın müceddidi sayılan büyük alim Bediüzzaman Said Nursi de, bir Kuran tefsiri sayılan Risale-i Nur külliyatında iman hakikatlerinin öneminden pek çok yerde bahsetmektedir:

Bir saray, yüzler kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte, hakaik-i imaniye (iman hakikatleri) o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba (sebeplere) binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor (siliyor). "İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur" der, kandırır.9

... Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik.
(Lokman Suresi, 10)

Bediüzzaman Mektubat isimli eserinde ise özellikle günümüzde iman hakikatlerine sarılmanın önemi üzerinde durmuş, geçmişte yaşamış pek çok İslam aliminin, eğer bu dönemde yaşasalar, en çok üzerinde duracakları konunun da iman hakikatlerini öğretmek yoluyla insanların imanını kurtarmak olacağını söylemiştir:

Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî (R.A) Mektubât'ında demiş ki: "Hakaik-i îmaniyeden (iman hakikatlerinden) bir mes'elenin inkişafını (meydana çıkmasını), binler ezvak (zevkler) ve mevacid (vecd halleri) ve keramata (kerametlere) tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin (yolların) nokta-i müntehası (son noktası), hakaik-i îmaniyenin vuzuh (açılması) ve inkişafıdır (meydana çıkmasıdır)."... Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i îmaniyeye (iman hakikatlerine) hizmettir ki, İmâm-ı Rabbânî de (R.A.) âhir zamanında (son döneminde) ona sülûk etmiştir (o yolu takip etmiştir)...

Mâdem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbânî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i îmaniyenin (iman hakikatlerinin) ve akaid-i İslâmiye'nin (İslam esaslarının) takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye (ebedi sıkıntıya, belaya) sebebiyet verir...10

Diğer yazılarında da Üstad Bediüzzaman, iman hakikatlerinin öneminden şöyle bahsetmektedir:

Bu zamanda iman hakikatlerinin birinci maksat, birinci vazife, asıl amaç olması gerekir. Bunun dışındaki şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalır. Risale-i Nur'la onlara hizmet etmek en birinci görev, merak konusu ve asıl amaç olmalıdır... Risale-i Nur çerçevesi dışında bulunan alimler belki de veliler bu siyasi ve toplumsal hayatın bağları sebebiyle iman hakikatlerinin önemini ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o akımların etkisine maruz kalarak, kendi ile aynı fikri paylaşan münafıkları bile sever hale geldi... Hem Risale-i Nur'un gerçek talebeleri ölümsüz elmaslar seviyesinde olan iman hakikatlerini anlatma vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına benzer konularla ilgilenecek onların kutsal vazifelerini sekteye uğratmamak ve anlayışlarını karıştırmamak gerekir diye düşünüyorum. (Orjinalinden Türkçeleştirilerek alınmıştır.)11

Ayrıca Bediüzzaman'ın hayatıyla ilgili bir yazıda onun iman hakikatlerine verdiği önem şöyle ifade edilmektedir:

Bediüzzaman'a göre temel mesele; insanın kendisini, diğer varlıkları, kainatı ve hemcinslerini iman ekseninde algılamasıdır. En önemli görev bunu sağlamaktır... Teşhisini bu şekilde koyan Bediüzzaman, tedavi metodunu da geliştirdi: "Tahkiki iman" geliştirdiği metodun özü ve özetiydi. Sıra "tahkiki iman" ekseninde gelişip çağın teknolojisiyle zenginleşecek insanlar yetiştirmeye gelmişti. Bunun da yolu eğitimden geçerdi.12

balıklar, okyanus
İki deniz bir değildir. Şu, tatlı, susuzluğu keser ve içimi kolay;
şu da, tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz...
(Fatır Suresi, 12)

Bediüzzaman Tabiat Risalesi isimli eserinde de iman hakikatleri konusuna çok yoğun bir biçimde yer vermiştir. Barla Lahikası'nda ise, Risale-i Nur'un en önemli özelliklerinden birinin iman hakikatlerini tefekkür ettirerek, "maddiyyun ve tabiyyun" (maddeci ve tabiatçı) fikir akımlarını susturmak olduğunu açıklamıştır:

Risale-i Nur, Kur'an-ı Hakîm'in bir mu'cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferda (fert fert)  iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı, okuyucuların kalblerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur'anımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı mes'elelerde tevhid nurunu gösteriyor; iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı mes'elelerinde iman hakikatlerinin isbatını güneş zuhurunda gösteriyor. Bu gibi çok cihetlerle Risale-i Nur, bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön plânda ele alınması îcab eden, ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne (farkına varmak), anlayışına hitab eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyz ve ilham tarîkıyla (yoluyla) âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur'anî'dir, küllî Marifetullah bürhanlarıdır (delilleridir).13



Üstad, diğer bazı eserlerinde de, kainatın ve canlıların yaratılışındaki iman delillerine dikkat çekmiş, var olan her şeyin Allah'ın üstün kudretini sergileyen birer delil olduğunu söylemiştir. Bediüzzaman'ın iman hakikatleriyle ilgili diğer bazı ifadeleri şöyledir:

Ey zevk ve lezzete mübtela insan! Ben yetmiş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle (delillerle) ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var.14

Her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, katipsiz vücudu (ortaya çıkması) mümkün değildir. Kainat kitabı da Nakkaş-ı Ezelinin vücub-u vücuduna (var olmasına) bağlıdır.15

Kainatta hiçbir zişuur (şuur sahibi), kainatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halık-ı Zülcelali inkar edemez... Etse, bütün kainat onu tekzip edeceği için susar, lakayd kalır.16

Adi bir muntazam makine, intizam ve mizanlı heyetiyle şeksiz, bir mahir ve dikkatli ustayı gösterdiği gibi; kainatı dolduran hadsiz zihayat (canlı) makineler de, her birisi binbir mücizat-ı ilmiyeyi (ilmi mucizeleri) gösteriyorlar. Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin ziyası (ışığı) derecesinde ilmin cilveleri ile o zihayatlar, usta ve sermedi (ebedi) sanatkarlarının vücub-u vücuduna (var olmasına) ve mabudiyetine pek parlak şehadet ederler.17

Madem muntazam bir fiil failsiz olmaz. Manidar bir kitap katipsiz olmaz. Sanatlı bir nakış nakkaşsız olmaz... Elbette şu kainatı dolduran ef'al-i hakimanenin (hükmeden işlerin) bir faili ve yeryüzünün mevsim bemevsim tazelenen hayret-feza nukuşlarının (hayret veren nakışlar), manidar mektubatının bir katibi, bir nakkaşı vardır.18

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif (tercüman) var. Birisi: şu kitab-ı kainattır. Birisi: şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemü'l-Enbiya Aleyhissalatü vesselamdır. Birisi de Kuran-ı Azimüşşan'dır.19

Başını kaldır, gözünü aç! Şu kainat kitab-ı kebirine bir bak; göreceksin ki; o kainat hey'et-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh (netlik)ile hatem-i vahdeti (Tekliğin mührünü) gösteriyor.20

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; hikmet-i Rabbaniyetin birer mucizesi, sanat-ı İlahiyenin birer harikası, rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlahiyenin birer bürhan-ı maddisi (maddeye ait delili), ahirette eltaf-ı İlahiyenin (İlahi lütufların) birer müjdecisi, kudretinin ihatasına (tam kavranmasına) ve ilminin şümulüne (kaplamasına) birer şahid-i sadık (doğru, dürüst) oldukları gibi; şunlar, alem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş (çoğalmış) bir nevi alemin etrafında, vahdet ayineleridirler. Enzarı kesretten vahdete (bakışları çokluktan tekliğe) çeviriyorlar.21

Eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki; bir kelime-i kudreti, mesela balarısını, ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak; ve bir sahifede, mesela insanda, şu kitab-ı kainatın ekser (daha çok) meselelerini yazmak; hem bir noktada, mesela küçücük incir çekirdeğinde, koca incir ağacının programını derc etmek (içine almak) ve bir harfte mesela kalb-i beşerde, şu alem-i kebirin safahatında (safhalarında) tecelli ve ihata eden (içine alan, kuşatan) bütün esmasının asarını (eserlerini, izlerini) göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan kuvve-i hafıza-i insaniyede bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hadisat-ı kevniyenin (varlıkla ilgili olayların) mufassal fihristesini (izahlı, geniş malumatlı fihristini) derc etmek (içine almak), elbette ve elbette Halık-ı Küll-i Şey'e has ve bu kainatın Rabb-i Zülcelali'ne mahsus bir hatemdir (mühürdür).22


Mehmed Zahid Kotku





Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden
ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir.
şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için
gerçekten ayetler vardır.
(Ra'd Suresi, 3)


Mehmed Zahid Kotku, 1897-1980 yılları arasında yaşamıştır. Yaşadığı süre zarfında hikmetli sözleri, dersleri ve Kurani hizmetiyle insanlara mürşid olmuştur. Kuran'ı kendine rehber edinerek, insanlara açıklamaya çalışmıştır. İnsanlara Allah'ın varlığının kesin delilleri olan iman hakikatlerini anlatmıştır. Eserlerindeki iman hakikati örnekleri ve iman hakikatlerinin önemi hakkındaki sözlerinden bazıları şöyledir:

Düşünen bir kavim için Hak Teala'nın varlığı ve birliği hakkında, yerlerin ve göklerin tefekküründe sayısız ibretler ve alametler vardır. Binaenaleyh, tekrar tekrar yerlere ve göklere bakmak ve onlardan ibret ve hisse almanın, Cenab-ı Hakk'a dönmeye vesile olacağında hiç şüphe yoktur.23

Hakk'ın mahlukatlarını yerde, gökte, denizde, havada olanlarının cins ve miktarını bilebilir miyiz? Bunun miktarını ancak yaratanımız yüce Allah'tan başka kimse bilemez. Hele o mikrop diye bizleri çok korkutan ve gözle görülemeyecek kadar ufacık ve lakin insanların hatta hayvanların ve hatta meyvalarımızın canına okuyan ve bir türlü de hakkından gelemediğimiz yaratıklar, Allah-u Teala'nın varlık ve birliğini ispata yetmez mi? O ufacık mahluk, nasıl oluyor da koskocaman adamı bir anda yerlere serip, nihayet ölüme kadar sürüklüyor. Elbette düşünen insan için bunda çok ibret vardır.24

Görüldüğü gibi İslam alimleri her devirde iman hakikatlerini, tebliğlerinde en ön planda kullanmışlardır. Eserlerindeki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi İslam alimleri iman hakikatleri üzerinde ciddi ve derin tefekkür sahibidirler. Bu tefekkürlerini diğer insanlara da anlatarak, onları, Allah'ın varlığının delillerini kavramaya, Allah'ın sıfatları üzerinde düşünmeye çağırmışlardır.

Onların bu tefekkür yöntemi bize örnek olmalı ve modern çağın bize sunduğu tüm bilimsel ve teknolojik imkanları kullanarak iman hakikatlerini daha iyi öğrenmeli, araştırmalı ve yorumlamalıyız.

 


NOTES



1- http://www.haki kat.com/nur/ tsvf/ tsvf16.html

2- İmam Gazali, Zübdet-ül-ihya, Huccet-ül-İslam, Muhammed Cemaleddin el-Kasımi, Salah Bilici, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1973, s. 579

3- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Tercüme: A. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, s. 712

4- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Tercüme: A. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, s. 707

5- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Tercüme: A. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi,İstanbul, s.706-707

6- İmam Gazali, Zübdet-ül-ihya, Huccet-ül-İslam, Muhammed Cemaleddin el-Kasımi, Salah Bilici, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1973, s.584

7- Emin Arık, Ateizm'den İnanca, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998, 4. baskı, s. 68

8- Abdülkadir Geylani, İlahi Armağan, çev. Abdülkadir Çiçek, Bahar Yayınevi, İstanbul 1968, 3. Baskı, s. 39

9- Lem'alar, s. 92 (Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınları, cilt 1, s. 628)

10- Mektubat, 5. Mektup, s. 26-27. (Sait Nursi, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 22-23)

11- Kastamonu Lahikası, s. 84-85 (http://www.yeniasya.org.tr/rslhtm/ KAST_78.HTM)

12- Bediüzzaman'ın Hayatı,  www.nesil.com.tr/wwwroot/turkish/nursi-tr/ nursi.html

13- Barla Lahikası, Takdim 7-8; Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2. cilt, s. 412

14- Şualar, s. 481

15- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 161. (Mesnevi-i Nuriye, s.33)

16- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 162. (Emirdağ Lahikası, 1: 200)

17- Şaban  Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 162. (El-Huccetü'z-Zehra, s. 79-80)

18- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 162. (Sözler, s. 601)

19- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 163. (Sözler, s. 243, Mesnevi-i Nuriye, s.17, Nur'un İlk Kapısı, s. 108)

20- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 166. (Sözler, s. 315)

21- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 183. (Sözler, s. 651)

22- Şaban Döğen, Risale-i Nur'dan Vecizeler, Gençlik Yayınları, 2. baskı, s. 188. (Sözler, s. 308, Nur'un İlk Kapısı, s. 96)

23- Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Seha Neşriyat, İstanbul, 1991, 4.baskı, s. 228

24- Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Seha Neşriyat, İstanbul, 1991, 4. baskı, s. 229


 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü