Harun Yahya

Cahiliye Toplumunun Çarpık Sadakat Anlayışı



Sözlerine ve Yeminlerine Sadık Değildirler



Cahiliye toplumundaki insanların sadakat anlayışlarını şekillendiren temel düşünce genellikle menfaattir. Bu yanlış düşünceyi benimseyen insanlar, menfaatleri uğruna, kime veya neye sadakat gösterilmesi gerekiyorsa bunu seve seve yerine getirirler. Oysa bu, bütünüyle sahte ve samimiyetsiz bir sadakat türüdür. Gösterecekleri sadakatin derecesi, elde edecekleri menfaatin değerine ve büyüklüğüne bağlıdır. Eğer çıkarlarına ulaşabilmenin tek yolu, sadakatli ve itaatli bir şekilde davranmaksa, bunu hiçbir sıkıntı duymadan büyük bir zevkle yaparlar.

Bunun yanı sıra, insanlar arasında yaşanan anlaşmazlık ve uyuşmazlıkların büyük bölümü, birbirlerine verdikleri sözlerde durmamalarından kaynaklanır. Bunun temel nedeni de yukarıda anlatıldığı gibi, bu kimselerin çıkarcı bir bakış açısına sahip olmalarıdır. İman etmeyen bir insan, içinde bulunduğu her durumdan kendine bir çıkar sağlamak istediği için, karşısındaki kişiyi de bu yönde kullanmaya ve gerçek niyetini olabildiğince saklamaya çalışır. Bu çıkarı elde etmenin en güzel yolunun ise, karşısındaki insanın 'güvenini' kazanmakla mümkün olduğunu zanneder. Karşısındakinin güvenini kazanarak, hem o kişinin kendisi hakkında olumlu düşünmesini sağlayacak, hem de bu şekilde ona fark ettirmeden amacına rahatlıkla ulaşabileceği bir ortam oluşturacaktır. İşte bu yanlış bakış açısına sahip olan insanlar, söz konusu 'güven ortamını' sağlamak ve böylece çıkarlarına ulaşabilmek için, çevrelerindekilere sürekli olarak yalan yere yemin eder ve tutmayacakları sözler verirler. Allah'ın Kuran'da, şeytanın Hz. Adem'i kandırmak için yemin ettiğini bildirmesi de, kötü niyetli kimselerin, güven kazanmak ve insanları aldatmak için bu yola başvurduklarını gösteren önemli bir örnektir. Allah bu olayı Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Şeytan, kendilerinden 'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti. (Araf Suresi, 20-21)

Şeytan, Hz. Adem'i söylediği bu yalanın doğruluğuna inandırabilmek, bu sayede onun güvenini kazanıp kandırabilmek için konuşmasının ardından yemin etmiştir. Allah Kuran'ın birçok ayetinde, bazı insanların kendilerine çeşitli çıkarlar sağlamak için, bu şekilde hareket ettiklerini bildirmektedir.

Allah Kuran'da ayrıca, 'münafık' olarak adlandırılan, kalplerinde hastalık bulunan kimselerin de, imanlarının zayıflığını gizleyebilmek ve müminleri, onlar gibi samimi kimseler olduklarına inandırabilmek için, yemin etme yöntemini kullandıklarına dikkat çekmiştir. Allah yolunda dosdoğru bir istikamet tutturmak, Kuran ahlakına en güzel şekilde uymak ve insanları hak dine davet ederken karşılaşılan zorluklara sabredebilmek ancak Allah'a güçlü bir iman ve sadakat duygusuyla mümkün olur. Bu nedenle samimi bir imandan yoksun olan münafık karakterli kimselerin, Allah'ın rızasını kazanabilmek için ciddi bir çaba göstermeleri ve peygamberlerin yolunu izleyebilmeleri mümkün değildir. Bunun bilincinde olan bu samimiyetsiz insanlar da, peygamberleri ve salih müminleri aldatabilmek için, 'Allah' adına yemin etme yoluna giderler. Ancak karşılaştıkları herhangi bir zorlukta da, ettikleri bu yeminleri ve Allah'a karşı verdikleri sözleri bozmaktan çekinmezler. Allah Kuran'da, iman edenlerle birlikte hareket edeceklerine dair söz verip yemin eden, ancak Peygamberimiz (sav) ile birlikte savaşmaları söz konusu olduğunda verdikleri bu sözden geri dönen insanların durumunu şöyle bildirmektedir:

Yeminlerinin olanca güçleriyle, Allah'a and içtiler; eğer sen onlara emredersen çıkacaklar diye. De ki: "And içmeyin, bu bilinen (örf üzere) bir itaattir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (Nur Suresi, 53)

Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)

Bu insanlar kötü niyetlerini örtebilmek ve Peygamberimiz (sav)'in güvenini kazanabilmek için Allah adına 'yemin' etmektedirler. Bu şekilde kendilerince sadakatsizliklerini ve kalplerindeki gerçek niyeti saklayabileceklerini ve çıkar sağlayabilecek ortamlar oluşturabileceklerini zannederler. Oysa göstermiş oldukları tavır, bu kimselerin gerçek niyetlerini çok açık bir şekilde ortaya koymakta ve deşifre olmalarını sağlamaktadır. Çünkü bir insanın Allah'a karşı duyduğu güçlü sadakat ve bağlılığın en açık delillerinden biri, gerektiğinde Allah'ın rızasını kazanabilmek için seve seve fedakarlık yapabilmesidir. Bu bağlılığı ve sadakati hissetmeyen kişiler ise, fedakarlıktan kaçınmak için asılsız bahaneler uydurmakta ve insanları bu bahanelerin doğru olduğuna inandırmak için de 'Allah adına' yemin etmektedirler.

Bu insanların yalan yere yemin etmelerinin bir nedeni de, iman edenlerin samimiyetlerini kullanarak onlardan çıkar sağlamak istemeleridir. Bu şekilde davranarak, fedakar, yardımsever ve merhametli bir ahlaka sahip olan müminlerin yaşadığı huzurlu hayatı kendilerinin de yaşayabileceklerini ve hiçbir çaba harcamadan onların sahip oldukları nimetleri elde edebileceklerini sanırlar. Allah'ın gerçek niyetlerini ortaya çıkardığı anda ise, dışlanacaklarından korkarak müminlerden ayrılmamak için yalan yemin ederler. Allah bu samimiyetsiz insanların karakterlerini, Kuran'ın Tevbe Suresi'nde bizlere şöyle tanıtmaktadır:

Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile şüphesiz Allah, fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz. (Tevbe Suresi, 96)

Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler. Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur. (Tevbe Suresi, 56)

Ancak bu insanların yemin etmelerinin tek nedeni, gerçek niyetlerini gizleyerek kendilerine çıkar sağlamak değildir. Bir diğer hedefleri de, iman edenleri Allah'ın yolundan alıkoyup saptırmaya çalışmaktır. Tıpkı şeytanın Hz. Adem'i ve eşini yemin ederek kandırmaya ve Allah'ın emrine uymalarını engellemeye çalışması gibi, bu insanlar da şeytanın mantığıyla hareket etmektedirler. Beraberlerindeki müminleri doğru yoldan saptırmak ya da en azından onlara zarar verebilmek için şeytanın izlediği 'yemin etme' yöntemini kullanırlar. Allah bir ayette, bu insanların yeminlerini ‘siper' olarak kullandıklarını haber verir:

Onlar, yeminlerini bir siper edindiler, böylece Allah'ın yolundan alıkoydular. Artık onlar için alçaltıcı bir azap vardır. (Mücadele Suresi, 16)

Ancak Allah'ın ayette belirttiği gibi, kalplerinde hastalık bulunan bu kimselerin müminlere yönelik bu kötü niyetli girişimleri -Allah'ın izniyle- her seferinde boşa çıkmakta ve onlar için alçaltıcı bir azaba dönüşmektedir.

Yeminlerini bozarak ve sözlerinde durmayarak müminlerin arasında bozgunculuk ve fesat çıkarmaya çalışmaları, bu insanların içlerinde gizledikleri sadakatsizliğin açık bir göstergesidir. Bu ahlakı benimseyen kişiler verdikleri sözlerle, ettikleri büyük yeminlerle çevrelerindeki insanlarda oldukça sadık olduklarına dair bir izlenim bıraktıklarını zannetseler bile, sadakatlerini kanıtlamalarını gerektiren bir durumla karşılaştıklarında gerçek niyetlerini hemen ortaya koymaktadırlar. Allah bu insanların ahlaklarını Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelecek olsa, ümmetlerinin herhangi birinden mutlaka daha doğru olacaklarına dair, Allah'a and içtiler. Ancak onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde (bu,) nefretlerinden başkasını artırmadı. (Fatır Suresi, 42)

Allah'ın Kuran'da dikkat çekmiş olduğu bu kimseler, çok kuvvetli bir yemin etmiş ve Allah'ın göndereceği elçiye uyacaklarına dair Allah'a and içmişlerdir. Ancak kendilerine bir elçi gönderildiğinde duydukları nefret, bu kimselerin verdikleri söze sadık kalmaktan çok uzak insanlar olduklarını açıkça ortaya koymuştur.

Bu kimseler, "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar... İşte onlar; onlar için ahirette hiçbir pay yoktur, kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları gözetmez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır" (Al-i İmran Suresi, 77) ayetiyle Allah'ın bildirdiği gibi, yeminlerini 'az bir değer' karşılığında satmışlardır. Bu nedenle Allah, ahiret günü onları rahmetinden ve merhametinden yoksun bırakacaktır. Allah, bu insanların kıyamet günü Allah'ın huzuruna çıktıklarında, Allah'ın azabından da, yine yemin ederek kurtulabileceklerini sandıklarını Kuran'da şöyle haber vermektedir:

Onların tümünü Allah'ın dirilteceği gün, sizlere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. Dikkat edin; gerçekten onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir. (Mücadele Suresi, 18)

Bu şekilde yaşamayı kendilerine prensip edinmiş olan bu kimseler, aynı tavrı kendi aralarında yaptıkları antlaşma ve sözleşmelerde de gösterirler. İnsanların birbirlerinin haklarını tanımamaları ve söz verdikleri şekilde hareket etmemeleri, genellikle gösterecekleri sadakatin çıkarlarına ters düşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bu anlayışa sahip olan kimselerle yapılan antlaşmalar genellikle sadakatsizlikle sonuçlanır. Allah'ın, "Onların çoğunda 'verdikleri söze bağlılık' görmedik, ama onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük." (Araf Suresi, 102) ayetiyle bildirdiği gibi, bu kimselerin verdikleri sözlere hiçbir bağlılıkları olmadığı için, yaptıkları antlaşmaları ilk fırsatta bozmaya çalışırlar. Allah bu insanların durumunu Kuran'da şöyle tarif etmiştir:

Bunlar, içlerinden antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar. (Enfal Suresi, 56)

Ayrıca Allah münafık karakterli bu samimiyetsiz kişilerin, öncesinde Allah'ın rızasını kazanabilmek için fedakarlıktan kaçınmayacaklarına dair Allah'a söz verdiklerini, ancak bu sözlerini de tutmadıklarını bildirmiştir:

Oysa andolsun, daha önce 'arkalarını dönüp kaçmayacaklarına' dair Allah'a söz vermişlerdi; Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır) bir sorumluluktur. (Ahzab Suresi, 15)

Bu ahlaka sahip olan insanlar hayatları boyunca sürekli olarak, Allah'a, elçilere ve çevrelerindeki diğer insanlara karşı 'ihanet' içinde yaşamaktadırlar. Şeytanın ikiyüzlü tavrı, bu yapıdaki insanların ahlakını ortaya koyan önemli örneklerden biridir. Şeytan insanlara sahte vaatlerde bulunmuş, ancak daha sonra bu vaatlerinin sadece birer yalandan ibaret olduğunu açıklamıştır. Allah Kuran'da şeytanın bu ikiyüzlü ahlakını bizlere şöyle bildirmektedir:

O zaman şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara: "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti. Ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu (karşılaştı) o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: "Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan da korkuyorum" dedi. Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Enfal Suresi, 48)

Bu kötü ahlakı benimseyen insanların, Allah'a ve elçilere karşı samimi bir bağlılık duyabilmeleri ve kendilerine isabet eden zorluk ve sıkıntılara sabredebilmeleri mümkün olmaz. İçlerindeki art niyeti ve sadakatsizliği gizleyebilmek, iman edenlerle birarada olup, onların her türlü imkan ve olanaklarından faydalanabilmek için, her fırsatta yemin edip söz vermektedirler. Ancak içlerindeki samimiyetsizlik o denli büyüktür ki, her defasında ettikleri yeminlerini bozmalarına ve içlerinde gizledikleri düşmanlığı dışa vurmalarına sebep olur. Bu yüzden, ettikleri yeminlerle, verdikleri sözlerle, müminleri ne kadar kandırmaya çabalasalar da, Allah bu insanların çabasını sürekli boşa çıkarmakta ve onların gerçek niyetlerini samimi insanlara göstermektedir.

Bu kimselerin böylesine akılsızca ve bilinçsizce davranmalarının bir sebebi de, Allah'ın kalplerini kaskatı kılmış olmasıdır. Allah Kuran'da, verdikleri sözleri bozmaları nedeniyle bu ahlakı benimseyen kimseleri lanetlediğini bildirmiş ve iman edenleri bu kimselerin niyetleri konusunda uyarmıştır:

Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)

Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu çarpık bakış açısına sahip olan insanların sadakatten ne kadar habersiz oldukları açıkça anlaşılmaktadır. Ettikleri yeminleri sürekli bozmaları, verdikleri sözleri tutmamaları, yaptıkları antlaşmalara uymamaları bu kimselerin sadakat anlayışlarındaki çarpıklığı açıkça gözler önüne sermektedir.

Atalarının Dinine Sadıktırlar



İnsanlar hayatlarını çevrelerinden öğrendikleri bilgilere ve yaşadıkları toplumlarda uygulanan örf ve adetlere göre şekillendirmektedirler. Yaptıklarının yanlışlığı kendilerine gösterildiği ve bunların doğruları anlatıldığı halde, kimi insanlar, hayatlarını, fikirlerini ve davranışlarını yine de bu prensiplerine göre şekillendirmeyi tercih etmektedirler. Sahip oldukları bu yanlış bakış açısı ise, bu insanları, yeniliklere kapalı, hatta bunlara şiddetle karşı çıkan kimseler haline dönüştürür. Geçmişten kalan bazı uygulamaların, süregelen kuralların, fikir ve düşüncelerin, söylenen sözlerin, uygulanan çeşitli örf ve adetlerin yanlış ve anlamsız olduğunu bilmelerine rağmen, bunları savunup, bunlara bağlı kalma konusunda ısrar ederler. Kendilerini, geçmişten gelen tüm kuralları n daha makbul ve güvenilir olduğuna inandırmışlardır. Yaşadıkları ortam, uymak zorunda oldukları kurallar ve süregelen değer yargıları ne kadar değişse de, kimi insanlar tüm bu değişiklikleri birer 'kötülük' gözüyle değerlendirirler. Bu nedenle, sürekli olarak bunların, ve bunlara bağlı olarak da olumlu olan her hareketin karşısında olurlar. Hep atalarını örnek alır, karşılaştıkları herşeyi atalarının uygulamalarına göre değerlendirir ve onlara göre hareket ederler. Bu nedenle, eskiden kalan kültür ve inançlarına ters düşen her düşünceyi büyük bir tehlike olarak görürler. Kendilerine, inandıklarından daha doğrusu getirilse bile, bunu hiç anlamadan veya anlamaya çalışmadan, hatta dinlemeden bile reddedebilirler. Kendilerine anlatılanları büyük bir öfke ile karşılamaları ve dinlemeyi şiddetle reddetmeleri, bu insanların batıl dinlerine körü körüne bağlandıklarını açıkça göstermektedir. Allah'ın, Kuran'ın Şuara Suresi'nde bildirdiği, toplumun önde gelenlerinin, kendilerini Allah'a iman etmeye çağıran Hz. İbrahim'e vermiş oldukları cevap, bu insanların atalarına körü körüne bağlandıklarını gösteren örneklerdendir. Allah bu konuyu Kuran'da şöyle bildirir:

Onlara İbrahim'in haberini de aktar-oku: Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz" demişti. Demişlerdi ki: "Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz." Dedi ki: "Peki, dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?" "Ya da size bir yararları veya zararları dokunuyor mu?" "Hayır" dediler. "Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk." (İbrahim) Dedi ki: "Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?" "Hem siz, hem de eski atalarınız" (Şuara Suresi, 69-76)

Kuran'da yer alan bu kıssa, bu kimselerin atalarına, hiçbir bilgiye dayanmadan, sadece bilinçsizce bir bağlılık ve sadakat ile inandıklarını göstermektedir. Kendilerine taptıkları şeylerin gerçek mahiyeti anlatıldığında itiraz etmeleri ve bu şekilde hareket etmelerinin tek nedeninin de ataları olduğunu ileri sürmeleri, bu kimselerin putlarına olan sadakatlerinin, tamamen boş bir inanıştan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.

Görüldüğü gibi, batıl bir sadakat duygusu, bu kimselerin Allah'ın hükümlerine karşı çıkmalarına, bunları inkar etmelerine, hatta din ahlakını benimseyip yaymaya çalışan insanlara bir düşman gözüyle bakmalarına neden olmaktadır. Allah, atalarının batıl dinine karşı duydukları sadakat nedeniyle bu bakış açısına sahip olan kimselerin, Peygamberimiz (sav)'den Kuran'ın değiştirilmesi talebinde dahi bulunduklarını bildirmektedir:

Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: "Bundan başka bir Kuran getir veya onu değiştir." De ki: "Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben, büyük günün azabından korkarım." (Yunus Suresi, 15)

Bu kimseler kendi batıl dinlerini yıkması dolayısıyla, Peygamberimiz (sav)'den Kuran'ı 'yenilemesini' veya 'değiştirmesini' talep etmişlerdir. Kendi batıl dinlerine karşı duydukları sadakat, onları Allah'ın ayetlerine uymaktan alıkoymuştur. Bu yüzden, çağlar boyunca Allah'ın, din ahlakını tebliğ edip yayması için göndermiş olduğu elçiler, kavimlerinin bu batıl inançlarına olan sadakatleriyle ve öfkeli tepkileriyle karşılaşmışlardır. Sadece doğru ve güzel olana çağırdıkları için, onların düşmanlığını kazanmış, çeşitli tehdit ve iftiralara maruz kalmışlardır. Elçilere verdikleri olumsuz tepkiler, bu insanların 'batıl' olan dinlerine çok ciddi bir şekilde bağlandıklarını ve bu bağlılıkta da ısrarlı olduklarını ortaya çıkarmaktadır. Allah bu kimselerin kendilerini hak dine uymaya çağıran elçiler için "... Bu, sizi babalarınızın taptıkların(ilahlar)dan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir..." (Sebe Suresi 43) diyerek, onların yolundan yüz çevirdiklerini bildirmiştir:

Ne zaman onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Cahiliye inançlarını uygulamakta kararlılık gösteren bu insanların bir başka sapkın tavırları da, atalarının dinine uymalarını kendilerine Allah'ın emrettiğini öne sürmeleridir. (Allah'ı tenzih ederiz) Doğru olmadığını bile bile, yaptıkları çirkin davranışların 'Allah'ın bir emri' olduğunu söyleyerek, atalarının sapkın dinine uymalarını kendilerince makul hale getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak elbette bu konudaki samimiyetsizliklerine kendileri de şahittirler. Asıl amaçları Allah'ın rızasını kazanabilmek değil, nefislerinin isteklerine ve çıkarlarına uygun bir hayat yaşayabilmektir. Bu samimiyetsizliklerini gizleyebilmek ve kendi cahiliye sistemlerini devam ettirebilmek için de, böylesine sapkın bir mazeret öne sürerler. Yoksa elbette kendileri de Allah'ın emrettiği ahlaktan çok uzak bir yaşam sürdüklerini ve yaptıklarını Allah'ın emri olduğu için değil, sadece atalarının dini emrettiği için uyguladıklarını bilmektedirler.

Bu kişilerin düşünceleri, din ahlakını gerçek kaynağından öğrenmedikleri, dillerini eğip büktükleri ve atalarının uygulamalarından kopmadıkları için karmakarışıktır. Bu yüzden, Allah'ın yasakladığı ve çirkin karşıladığı bir davranışın 'uygun' olduğunu iddia edebilmektedirler. Allah bu kimselerin bu samimiyetsiz tavırlarını Kuran'da şöyle haber vermektedir:

Onlar 'çirkin bir hayasızlık' işlediklerinde: "Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah bunu bize emretti" derler. De ki: "fiüphesiz Allah, 'çirkin hayasızlıkları' emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" (Araf Suresi, 28)

Bu yapıdaki insanlar başlarına gelen her olayı atalarını örnek alarak çözmeye çalıştıkları için, Allah'tan ve hak dinden sürekli olarak uzaklaşırlar. Allah Kuran'da, insanların bu yanılgısını şöyle açıklamaktadır:

Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen de) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, Biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak yakaladık. (Araf Suresi, 95)

Allah, kendilerini denemek amacıyla bu insanların üzerinden kötülüğü ve sıkıntıyı kaldırmış ve onlara rahmetini ulaştırmıştır. Ancak bunun karşılığında, hatalarını anlayıp Allah'a yönelecekleri ve şükredecekleri yerde, nankör bir tutum içerisine girerek, başlarına gelenleri, geçmişteki atalarının durumlarıyla kıyaslamışlardır. Sıkıntıyı üzerlerinden kaldırıp, kendilerine nimet verenin Allah olduğunu takdir edememiş, bunun atalarından bu yana süregelen bir düzenin devamı olduğunu öne sürerek sapkın bir tavır göstermişlerdir.

Bu kimselerin böylesine çarpık bir anlayışa sahip olmalarının ve bunun sonucunda da gerçek bir sadakat anlayışıyla hareket edememelerinin nedeni, Allah'ın "Onlar, yine de o sözü (Kuran'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" (Müminun Suresi, 68) ayetiyle açıkladığı gibi, Kuran ayetleri ile düşünmemeleri ve bu yüzden de Kuran'ın kendilerine kazandıracağı gerçek akıldan mahrum kalmalarıdır.

Sadakat Göstermek İçin Mutlaka Bir Üstünlük Görmek İsterler



Kuran ahlakından uzak yaşayan topluluklarda, insanların çok önem verdikleri, hayatları boyunca elde etmek için büyük bir çaba gösterdikleri bazı toplumsal değerler ve ölçüler vardır. Bunlardan en önemlileri, kariyer sahibi olup toplumda saygın bir mevkiye ulaşmak, tüm insanların tanıdığı, peşinden koştuğu örnek bir kişi olmak ve zengin olup lüks bir hayat yaşayabilmektir. Bunlara sahip olan kişiler genellikle toplum tarafından takdir edildiği için, herkes bunlara sahip olmak ve insanlar arasında iyi bir yer edinmek amacındadır. Çünkü bu yanlış anlayışa göre, en makbul insan en zengin insandır, en akıllı insan kariyer yapmış insandır, en özenilecek insan herkes tarafından tanınan ve beğenilen insandır. Bu yanlış bakış açısının sonucunda da, birçok insan ilişkilerini, birbirlerine olan bakış açılarını, saygı ve bağlılık anlayışlarını, tamamen saydığımız bu ölçüler üzerine kurmuştur. Bundan dolayı, bir kimseyi değerlendirirken, genelde ilk bakılan şeyler, o kimsenin ne kadar parası ya da malı olduğu veya itibar sahibi bir kişi olup olmadığıdır. Bu nedenle, toplum içinde en çok kim bunlara sahip ise, en fazla saygı duyulan, takdir edilen, her konuda söz sahibi olan ve en çok korunup-kollanan da o kimse olmaktadır. Tüm bu saydıklarımıza sahip olan biri, diğer insanlar tarafından yakından takip edilir; gittiği her yerde saygı ve ilgi görür, sözleri ya da düşünceleri yanlış da olsa doğru kabul edilir. Dolayısıyla, bu insanlara karşı garip bir saygı, sevgi ve bağlılık hissi duyulur. Bu kişi bir fikir adamı ise, herkes onun eserlerini okur, söyledikleri ve yazdıkları araştırılmadan, sorgulanmadan hemen kabul edilir. Büyük bir saygı görür, güçlü bir bağlılıkla savunulur ve izlenir. Bu kişiye hiçbir bilgiye dayanmadan anlamsız bir bağlılık ve sadakat duyulur. Tanınmış ve şöhretli insanlar için de aynı şey geçerlidir. Büyük bir hayran kitlesine sahiptirler. Nereye giderlerse gitsinler, hiç yalnız bırakılmaz ve her zaman desteklenirler.

Tüm bu anlatılanları biraraya getirdiğimizde ise, karşımıza şöyle bir tablo çıkar; toplumda önde giden, insanların çok önem verdikleri, mal-mülk, şöhret ve mevki sahibi kişiler ve bunların arkasında da onları sürekli takip eden, destekleyip savunan ve hiçbir zaman yalnız bırakmayan birçok insan. Bunun sebebi ise, insanların sadakat duyup bağlanmaları için, karşılarındaki insanlarda mutlaka kendilerine göre bir üstünlük unsuru görmek istemeleridir. Çağlar boyunca insanların sahip oldukları bu yanlış düşünce yapısı hiç değişmeden kalmıştır. Sözde soylu olan ve maddi gücü sayesinde saygı duyulan insanlar, zorba ve zalim bir karaktere sahip olsalar dahi, toplumlarını yönetmeyi başarmışlardır. Sadakat ve bağlılık anlayışları geçici birkaç dünyevi değere göre şekillenmiş olan kimi insanlar için önemli olan doğruyu ve güzeli bulmak değil, sadece bu maddi değerleri elde edebilmektir. Dolayısıyla bu değerlere sahip olanlar herkes tarafından en bilgili, en akıllı, en yetenekli kısacası en ideal insanlar olarak kabul edilirler.

İşte Allah'ın insanlara bir yol gösterici ve rahmet olarak gönderdiği peygamberler de, yaşadıkları toplumları Allah'ın yoluna uymaya davet edip, onları Allah'a ve elçilerine sadakat göstermeye çağırdıklarında, inkar edenlerin çirkin ve isyankar tavırlarıyla karşılaşmışlardır. Bu durum, cahiliye bakış açısına sahip olan bu insanların, elçilerde, bu büyük görevin onlara verildiğine dair, zenginlik, mal, itibar ya da makam sahibi olmak gibi cahili anlamda delil olacak bir üstünlük unsuru aramış olmalarından kaynaklanmaktadır. Onların sözlerine inanmak ve kendilerini çağırdıkları hak dine uymak için, bir üstünlük unsuru olarak, onlardan mucizeler göstermelerini istemişlerdir. Allah inkar edenlerin bu beklentilerini Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Dediler ki: "Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?" (İsra Suresi, 90-93)

Allah, Peygamberimiz (sav)'in, iman etmemek için bahaneler arayan bu samimiyetsiz insanların kendilerinden istedikleri mucizeler karşısında şöyle cevap verdiğini bildirmektedir:

..."Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam..." (Enam Suresi, 50)

Görüldüğü gibi bu insanlar, sözlerini doğrulamaları için, peygamberlerden bir insanın güç yetiremeyeceği mucizeleri beklemişlerdir. Kendi bozuk mantıklarına göre, bu kimselerin bir başkasına tabi olabilmeleri ve onun sözünü dinleyebilmeleri için, bu kişinin cahiliye ölçüleri açısından kendilerinden mutlaka daha üstün olması gerekmektedir. Bu nedenle, Allah'ın "Ve dediler ki: 'Bu Kuran, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 31) ayetiyle belirttiği gibi, kendilerine gönderilen elçilere, böylesine büyük bir sorumluluk verilmesini 'şaşkınlık'la karşılamışlardır. Sadece bu yüzden, Allah'ın peygamberlerini inkar etmişler ve onlara zorluk çıkararak, onların insanları doğru yola ulaştırmalarına engel olmaya çalışmışlardır. Allah Kuran'da insanların bu tavırlarıyla ilgili olarak şöyle bir örnek vermiştir:

Onlara peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u (melik olarak) gönderdi." Onlar: "Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?" dediler. O (şöyle) demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedeni gücünü artırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 247)

Bu kimseler, kendilerini yönetip idare edecek peygamberlerde, cahiliye kıstaslarına göre bir 'üstünlük' unsuru görmek istemektedirler. Bu da onların, Allah'ın peygamberlere verdiği 'bilgi ve beden üstünlüğünü' görüp anlamalarına engel olmuştur. Kendilerine gönderilmiş olan peygamberlerin ne kadar değerli ve üstün insanlar olduklarını kavrayamadıkları için, onların çağrılarından hep yüz çevirmişlerdir. Allah aşağıdaki ayette bu kimselerin peygamberlere sadece bu sebeple inanmadıklarını şöyle haber vermektedir:

Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: "Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?" demelerinden başkası değildir. (İsra Suresi, 94)

Bu insanlar peygamberlere inanmayıp, onların yolundan gitmedikleri gibi, onları menfaat peşinde koşmakla da suçlamışlardır. Kendilerince hiçbir üstünlüğe sahip olmadığını düşündükleri bir kimsenin, kendisine sadık kalınmasını ve uyulmasını istemesini, kendi çarpık bakış açılarıyla, bu kişinin ancak bir üstünlük elde etme peşinde olmasından kaynaklanabileceğine yormuşlardır. Bu nedenle de, inkar eden kavmin zengin ve tanınmış olan 'önde gelenleri', peygamberleri üstünlük ve çıkar elde etmeye çalışmakla suçlamışlar ve her fırsatta onları haksız yere kötüleme yoluna gitmişlerdir. Firavunun, kendisini Allah'a kulluk etmeye davet eden Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'a verdiği tepki, bu çarpık bakış açısına sahip olan insanların tavrını ortaya koyan örneklerdendir. Allah, Firavunun Hz. Musa'ya yönelik bu yöndeki konuşmalarını Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Onlara Katımız'dan hak geldiği zaman, dediler ki: "Bu, kuşkusuz apaçık bir büyüdür." Musa: "Size hak geldiğinde böyle mi söylersiniz? Bu bir büyü müdür? Oysa büyücüler, kurtuluşa ermezler dedi" dedi. Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler. (Yunus Suresi, 76-78)

İnkar edenlerin, kendilerini doğru ve güzel olana çağıran peygamberlere verdikleri tepki de Firavununkinden farklı değildir. Sadakat duymaları için mutlaka bir üstünlük görme arayışları, bu kimselerin akıllarını örterek, kendilerini dünyada ve ahirette kurtuluşa yöneltecek olan peygamberlerin çağrısını kavramalarını ve doğru yolu görmelerini engellemektedir.

Gerçek üstünlük ise, ancak Allah'a aittir. İnsanların çevrelerinde gördükleri herşeyin gerçek sahibi Allah'tır. Gerçek anlamda sadakat duyulacak ve içten bir sevgi ile bağlanılacak tek varlık Allah'tır. Allah dilediği zaman, dilediği şekilde, gönderdiği elçilerine Kendi fazlından ve rahmetinden bolca vermiş ve onları zengin ve varlıklı kılarak, onları insanların birçoğundan üstün kılmıştır. Allah, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı diğer insanlardan üstün kıldığını şöyle bildirmektedir:

Andolsun, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik: "Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. (Neml Suresi, 15)

İnkar edenlerin bu çarpık düşünceleri, çağlar boyunca onları hep Allah'ın yolundan alıkoymuştur. Halbuki gerçek sadakat, yalnız Allah'a ve O'nun elçilerine karşı duyulacak olandır. Bu çarpık düşünceye sahip olan insanlar, bu anlayışı bir an evvel terk etmeli, Allah'ın gücünü ve yüceliğini takdir etmeye çabalamalı ve gerçek sadakatin ancak Allah'a duyulması gerektiğini kavramalıdırlar.

Sadakat Gösterebilmeleri Belirli Şartlara Bağlıdır



Geçmişe dönüp baktığında, pek çok insan yaşam süreci içerisinde çeşitli zorluk ve sıkıntılarla karşılaştığını hatırlayacaktır. Allah dünya hayatını, kimin daha güzel davranışlarda bulunacağını denemek için, zorluk ve kolaylıklarla birarada yaratmıştır. Bundan dolayı, insanın hayatı boyunca hiçbir engel veya sıkıntıyla karşılaşmaması söz konusu değildir. Ancak Allah'ın yaratışındaki bu hikmetlerden habersiz olan kimseler, kendilerince hayatın bu zorluklarını 'yaşam kavgası ya da mücadelesi' olarak adlandırırlar. Oysa tüm bunlar, Allah'ın insanların Kendisi'nden başka sığınılacak ve yardım dilenecek bir güç olmadığını görerek doğru yolu bulmaları için hikmetle yarattığı olaylardır.

İnsanların duyguları, düşünceleri, niyetleri ve bunlara bağlı olarak davranışları, karşılaştıkları bu birbirine tümüyle zıt olan iki durumda, yani zorluk ve kolaylık anlarında farklılıklar gösterir. İnsanların zorluk anlarında, kalplerinde sakladıklarını gizleyebilmeleri ise genellikle pek mümkün olmaz. Bir insanın kendisine isabet eden sıkıntılar karşısında gösterdiği sabır, bu kişinin Allah'a olan bağlılığını, samimiyetini ve içtenliğini ortaya koyar. Dolayısıyla bir insanın iç yüzünü en iyi ve en doğru şekilde ortaya çıkaran anlar, genellikle kişinin içine düştüğü zorluk ve sıkıntı zamanlarıdır. Bu açıdan, bir insanın amacına ulaşmaktaki istek ve çabasının ne kadar ciddi, kendi inancına olan sadakatinin ise ne denli güçlü olduğu, büyük ölçüde bu gibi olumsuz zamanlarda göstereceği tavırlardan anlaşılır.

Cahiliye toplumunda bu konuya verilebilecek en belirgin örneklerden biri 'evliliktir'. Evlilik çok kutsal bir kurum olmasına rağmen, kimi insanlar tarafından bir çıkar elde etme aracı haline dönüştürülebilmektedir. Bu hatalı bakış açısına sahip olan insanlar için evlilikteki sadakat ve bağlılık belirli koşullara bağlıdır. Bu nedenle de bu kimseler arasında zaman içerisinde ortaya çıkan zorluklar ve problemler yavaş yavaş büyük tartışmalara ve huzursuzluklara dönüşebilmektedir. Belirli bir süre sonra da, artık tarafların birbirlerinden alabilecekleri bir şey kalmamakta ve ayrılık zorunlu hale gelmektedir.

Bu durum, cahiliye ahlakını yaşayan insanların çeşitli olaylar karşısında yaşayabildikleri bir psikolojidir. Kimi insanlar başlarına sabretmeleri gereken bir olay geldiğinde, kolay olanı tercih edip hemen bundan kaçmayı bir prensip haline getirmişlerdir. Allah'a içten bağlı kalan ve O'na güçlü bir sadakat duyan müminlerle inkar edenler arasındaki fark, işte bu durumlarda açıkça ortaya çıkmaktadır. İnkar edenler, Allah'a ve ahiret gününe iman etmedikleri için, karşılaştıkları zorluklarla mücadele edecek gücü ve sabrı kendilerinde bulamazlar. Yaşadıkları en ufak bir sorunda veya karşılarına çıkan bir engelde hemen geri çekilir, gerçekleştirmek istedikleri işten vazgeçerek, kolay olanı tercih ederler. Allah Kuran'da, Hz. Lokman'ın sabretme konusunda oğluna vermiş olduğu öğütü bizlere şöyle bildirmektedir:

Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, marufu emret, münkerden sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir. (Lokman Suresi, 17)

İnkar edenlerin böylesine güçsüz bir karaktere sahip olmalarının nedeni, gerçek anlamda bir sadakat duygusundan ve bunun kendilerine getireceği güç ve azimden yoksun olmalarıdır. İnkarcılar hayatları boyunca şirk içinde yaşar ve kendilerine Allah'tan başka pek çok sahte ilah edinirler. Hayatları boyunca sadece bunlara bağlanır ve bu bağlılığın gerektirdiği gibi bir yaşam sürerler. Ancak ilah edindikleri bu varlıklar, onlara zorluk anlarında sabredebilecek ve mücadele edebilecek gücü ve yardımı veremediğinden, sahte ilahlarına karşı duydukları bu batıl sadakat ve bağlılık duygusu da hemen yok olur. Bu nedenle, sıkıntı ve zorluk ortamları bu yapıdaki insanların gerçek kişiliklerini tanımak açısından çok büyük bir önem taşımaktadır.

İnsanların zor durumlar karşısındaki psikolojileri, kalplerinde hastalık bulunan münafık karakterli insanların Allah'a olan bağlılıklarının ve samimiyetlerinin sahteliğini de ortaya çıkarmaktadır. Bu kimseler, Allah'a karşı gerçek anlamda bir sadakat ve bağlılık hissi duymazlar ve Allah'ın rızası için herhangi bir zorluğa ya da sıkıntıya karşı sabır gösteremezler. Bu sebeple de, nefislerine zor gelecek ortamlardan kaçabilmek için sürekli olarak bahaneler öne sürerler. Allah Kuran'da, bu gibi zorluk ortamlarıyla karşılaştıklarında Peygamberimiz (sav)'den izin isteyerek kaçmaya çalışan kişilerin samimiyetsizliklerini haber vermiştir. Allah bu karakterdeki insanların sözlerini ve gerçek niyetlerini bir ayette şöyle bildirmiştir:

Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)

Bu kimseler Allah'a kesin bir bilgiyle iman etmedikleri için, fedakarlıkta bulunmaları gerektiğinde Allah'a ve elçisine karşı sadakat ve bağlılık gösterememişlerdir. Allah'a ve O'nun Resulüne sadık kalmanın ve Allah'ın rızasına yönelik hareket etmenin, dünyada ve ahirette getireceği büyük kazancı ve kurtuluşu görememişlerdir. Dünya hayatının geçiciliğine aldanmış, Allah'ın rızası için sabretmekten kaçmışlardır. Allah Nisa Suresi'nde, imanı gereği gibi yaşamayan insanların zorluk ve sıkıntılara sabır gösteremedikleri için müminlerden uzak durmayı tercih ettiklerini bildirmiştir:

Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: "Doğrusu Allah bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım" der. (Nisa Suresi, 72)

Allah bu ayet ile, söz konusu insanların, içinde bulundukları durumun önemini ve ciddiyetini hiçbir şekilde kavrayamadıklarını haber vermektedir. Kendilerine Allah'ın rızasını kazandıracak olan fedakarlıklardan kaçınmayı bir 'nimet olarak' görmeleri, bu insanların nasıl bir kavrayış eksikliği içerisinde olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu tür insanların bir diğer samimiyetsiz tavırları da, menfaat elde ettikleri ve hoşlandıkları koşullar kendilerine sağlandığında, oldukça sadık ve uyumlu bir yapıya bürünmeleridir. İstediklerine kavuştuklarında rahat ve huzurlu bir hayat yaşadıkları için, böyle durumlarda Allah'a ve elçisine sadakat göstermekte tereddüte kapılmaz ve bundan bir sıkıntı duymazlar. Ancak hoşlarına gitmeyen veya çıkarlarıyla ters düşen bir şey yapmaları gerektiğinde, hemen içlerinde gizledikleri samimiyetsizliği dışa vururlar. Allah Kuran'da bu kimselerin tavırlarına şöyle dikkat çekmektedir:

Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. (Nur Suresi, 48-49)

İkiyüzlü bir karaktere sahip olan bu insanların ahlakı, salih müminlerin Allah'ın rızası için gösterdikleri sabır ve fedakarlıktan çok uzaktır. Bu kimselerin, -samimi bir kalple iman etmedikleri sürece- hayatlarının her anında sadece Allah'ın rızasını aramaları, Allah'ın emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız uymaları ve peygamberlere inanıp-güvenmeleri söz konusu olmaz. Tüm bunlar ancak Allah'a sadakatle bağlanan gerçek iman sahiplerinin gösterebilecekleri tavırlardır. Samimiyetsiz kimseler ise, içlerinde sakladıkları sahte sadakatlerini sonsuza kadar gizleyemezler. Allah, bu ikiyüzlü insanları, sadık ve teslimiyetli olan müminlerden daima ayıracak ve müminlere onların gerçek yüzlerini görüp tanıyabilecekleri ortamları oluşturacaktır.

 

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü