Harun Yahya

Evrimcilerin Gizlemeye Çalıştığı Gerçekler



Masonluğun başını çektiği din-dışı güçlerin Evrim'i topluma telkin etmek için kullandığı yöntemlerin başında bir de "karşı delilleri gizleme" yöntemi gelir. Evrimci yayın organları ve akademik çalışmalar, ürettikleri sözde delilleri sürekli olarak ön palana çıkarırken, Evrim'in tutarsızlığını açık bir biçimde ispatlayan pek çok konuyu da ustaca gündem dışına iterler.

Medyanın Evrim'i kabul ettirmek için kullandığı yönteme dikkat edin: "İşte büyük delil" havası içinde sunulanlar, çoğu kez insanın evrimine delil olarak gösterilen kafataslarıdır. Çünkü Evrimciler, onyıllardır süren bir çaba sonucunda maymundan insana doğru uzanan bir "kafatası serisi" kavramı oluşturmayı başarmışlardır. Bunun için soyu tükenmiş bazı maymun fosilleri kullanılmış, bir takım zorlama ve çarpıtma hesaplar yapılmış, Java adamı gibi sahtekarlıklar devreye sokulmuştur. Evrimcilerin en sevdiği şey, hepsine "havalı" birer Latince isim taktıkları bu kafataslarını birbiri ardına dizip, "işte en eski atalarımızdan modern insana kadar insanoğlunun Evrim'i" demektir.

Oysa 1972'de Kenya'nın Turkana şehrinde bulunan ve Skull 1470 adı verilen bir kafatası, tüm bu "kafatası serileri"ni yerle bir etmiştir. Çünkü Evrimcilerin özene bezene hazırladıkları kafatası serilerinde "insanın en eski atası" olarak tanıtılan ve bildiğimiz maymunlardan hemen hiç farkı olmayan Australopithecus serisi, en fazla 2 milyon yıl öncesine aittir. Günümüz insanın ortalama 1450 cc'lik kafatası hacmine karşın, Australopithecuslar'ın kafatası hacmi 500 cc'dir. İşte Skull 1470'in kafatası sıralamasını alt-üst etmesinin nedeni de budur: Çünkü Skull 1470, 2.8 milyon yıllık olmasına, yani Australopithecuslar'dan en az 800 bin yıl eski olmasına karşın, görünüm ve kafatası hacmi olarak günümüz insanından farksızdır! İşte bu nedenle Skull 1470, "insanın Evrimi" safsatasını yerle bir etmiştir.

Kafatasını bulan ünlü Evrimci antropolog Richard Leakey, bu durumu "Ya bu kafatasını ya da ilkel insan hakkındaki teorilerimizi atmalıyız. O, insanın ilk modellerinden hiçbirine benzememektedir. Kafatasının büyük beyin hacmine sahip olması, ilk fosillerin gelişim değişikliklerinin belli bir sıraya göre düzenlenmesi kavramını yıkmıştır" diyerek açıklamıştı. (National Geographic, sayı 143, yıl 1973)

Ancak "bir kenara atılan" kuşkusuz Evrim safsataları değil, Skull 1470 olmuştur: Evrimle ilgili yayınların hemen hiçbirinde bu kafatasından söz edilmez ve 2.8 milyon yıllık bu bildiğimiz insana rağmen, 2 milyon yıl önce insanın Evriminin başladığı şeklindeki masal anlatılmaya devam edilmektedir. Nasıl olsa şimdiye dek yalandan kimse ölmemiştir... Etiyopya'nın Hadar bölgesinde bulunan ve 333 adı verilen ve aynı Skull 1470'in günümüz insanın kafatasından farklı olmayışı gibi, günümüz insanının elinden hiçbir farkı bulunmayan insan eli fosilleri de hasıraltı edilmektedir....

İnsanın Evrimi masalını kökten yıkan bu delillerin yanında, Evrimcilerin gözlerden uzak tutmaya çalıştıkları daha binlerce konu vardır. Bunların başında Organik Evrim gelir.

Evrimciler, nesli tükenmiş maymun türlerine ait olduğu apaçık belli olan birkaç kafatasını ard arda dizerek, hayali teorilerini ispatlanmış bir gerçekmiş gibi sunarlar. Oysa insanın Evrimi'ne gelinceye dek açıklanması mümkün olmayan milyonlarca aşama daha vardır. Çünkü Evrim, yalnızca "insanın maymundan evrimleştiği"ni değil, tüm canlı hayatın Evrim süreci içinde oluştuğunu öne sürmektedir. Buna göre ilk canlı hayat, aminoasitlerin "tesadüfen" oluşmasıyla başlamış, bunu proteinler izlemiş, ardından tek hücreli canlılar ve suda hayat oluşmuş, sudan karaya, karadan havaya geçiş yaşanmış ve bu şekilde tüm canlılar birbirlerinden türemişlerdir.

Oysa üstteki cümlede çok çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu süreç, oluşması ihtimal dışı olan milyonlarca tesadüfe dayanmaktadır.

İhtimallerden bahsetmeden önce "doğa, canlıların en küçük yapı taşı olarak kabul edilen aminoasitleri dahi oluşturamaz mı?" sorusunu cevaplandıralım.

Bu sorunun cevaplandırılması evrimciler için oldukça önemlidir. Çünkü eğer doğa tek bir aminoasit bile üretemiyorsa, ona 'tüm canlıların yaratıcısı' ünvanı yakıştırmanın pek inandırıcı olmayacağı ortadadır.

Evrimcilerin aminoasitlerin oluşumu için kullandıkları tek delil 1953'te yapılan Miller Deneyi'dir. Ancak deney, dünya atmosferinin hiç bir dönemde sahip olmadığı gazlar kullanılarak yapılması sebebiyle geçersizdir. Bu konuyu, deneyin sahibi Stanley Miller da 1985 yılında İsveç Kraliyet Akademisi'nde verdiği bir konferansda bizzat itiraf etmiştir. (Molecular Evolution of Life, sf. 50)

1975'de, ilkel atmoferin içerdiği gazlarla (karbondioksit, azot, hidrojen ve su buharı) deneyi tekrarlayan Ferris ve Chen adlı bilimadamları, ilkel şartlarda aminoasit oluşumunun olanaksız olduğunu ispatlamışlardır. (Journal of American Chemical Society, vol. 97:11)

Görüldüğü gibi, bir tek aminoasit bile doğal şartlarda 'tesadüfen' oluşamamaktadır. Diğer bir deyişle, Evrim Teorisi, tek bir aminoasitin oluşumunu dahi izah edememektedir.

Aminoasitlerin bir şekilde oluştuğu varsayımıyla yola çıkılsa bile, bunlardan bir proteinin tesadüfen oluşması, Ali Demirsoy'un önceki sayfalarda itiraf ettiği gibi, pratikte imkansızdır. Çünkü proteinler 20 farklı cinsteki 50-3000 adet amino asitin birleşmesinden oluşur. Ancak bu amino asitler, rastgele değil belirli bir sıraya göre dizilmek zorundadırlar ve tek bir hata proteinin oluşumunu engeller. 61 amino asitten oluşan basit bir proteinin, 5x1079 tane farklı dizilimi olur ve bunların ancak bir tanesi işe yarar. Diğer bir deyişle, 61 amino asitten oluşan basit bir proteinin (polipeptid) —ki ortalama bir protein, 400 amino asitten oluşur— "tesadüfen" oluşma ihtimali 5x1079'da birdir! Bu, pratikte sıfır demektir; yani böyle bir şey imkansızdır. (Protein Biyokimyası, Prof.Dr. Nevzat Baban, sf. 32)

Evrimci Rus biyolog A. I. Oparin, bu olasılığın "imkansız"lığa eş olduğunu itiraf ederken şöyle diyor:

"Her biri belirli şekilde ve kendisine özgü bir tarzda dizilmiş bulunan ve binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu içeren bu maddenin (protein) en basiti bile son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için, bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü 'Aeneid' şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir." (Origin of Life, A. I. Oparin, sf. 132-133)

Kısacası, aminoasitleri var kabul edilse de de, tek bir proteinin bile "tesadüfen" oluşma ihtimali sıfırdır.

Aslında sorun aminoasitlerin veya proteinlerin oluşup oluşamaması değil, bunların canlılığın temeli olup olamayacağıdır. Çünkü proteinler kompleks canlılığın en küçük temsilcisi olan hücrenin yanında oldukça basit bir yapıdadır.

Bilindiği gibi hücre, bir metobolizması olan, yani dışarıdan maddeler alan, bunları işleyip başka maddelere çevirebilen, bu yolla kendisi için gerekli olan enerji ve temel yapıları sağlayan başlıbaşına kompleks bir sistemdir. İçinde olağanüstü bir koordinasyon, binlerce kimyasal tepkime bunun da ötesinde proteinleri sentezleyen bir DNA'sı bulunur. Mitokondri, sentrozomlar, lizozomlar, golgi komleksi, hücre zarı gibi birçok organeli barındaran bu sistem her açıdan proteinlerle karşılaştırılamayacak kadar üstündür. Bu durumda, proteinlerin hücreye dönüşebileceğine inanmak, patlayan bir yanardağdan etrafa saçılan taş parçalarıyla kendiliğinden bir şehir oluşabileceğini söylemek kadar saçma bir yaklaşımdır.

Evrimciler, tüm bunların imkansızlığından haberdardırlar kuşkusuz. Ancak kullandıkları mantık şudur: "Madem biz ve etrafımızdaki canlılar bugün vardır, demek ki imkansız gözüken tüm bu şeyler milyonlarca tesadüfün eseri olmuştur. Yoksa var olmazdık". Örneğin Prof Ali Demirsoy, hücrenin oluşumunda aynı anda bir çok enzimin (protein molekülünün) bir arada olması gerektiğini yazdıktan sonra, bunun tesadüfen oluşmuş olmasının sıfır ihtimal olduğunun bilincinde olarak şöyle der: "Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber, daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içinde ve oksijenle temas etmeden önce eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız." (Kalıtım ve Evrim, sf. 94)

Demirsoy'un söylediği özetle şudur: Hayat, tesadüfen oluşması imkansız olaylar sonucunda oluşmuştur. Ama biz, bir Yaratıcı'nın varlığını —buna "dogmatik inanç" diyor— kabul edemeyiz. Bu nedenle tüm bunların tesadüfen olduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız...

Her akıl ve vicdan sahibi insan anlayabilir ki, üstteki mantık, tam bir akılsızlık, mantıksızlık ve saçmalık örneğidir. Aslında üstteki mantığı sergileyenler (yani tüm Evrimciler) de bunu bilmektedirler. Ancak Allah'ın varlığını tanımaktansa, akıl ve mantık dışı bir safsata üzerinde ısrar etmektedirler. Kuran'da "gerçek şu ki biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık—Allah'ın dilediği dışında—yine de onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar" (Enam, 111) ayetiyle tarif edilen inatçı, akılsız ve "cahil" insan modeli, tam da budur.

Evrimcilerin hiç bir şekilde açıklayamadıkları ve bu nedenle de hasıraltı ettikleri daha binlerce yaratılış mucizesi vardır. Örneğin göz son derece olağanüstü bir organdır ve "tesadüf" ile açıklanması kesinlikle imkansızdır. Çünkü göz, örneğin insan gözü, 20'nin üstünde ayrı organdan oluşmaktadır: retina tabakası, mercek, dış kaslar, gözyaşı bezleri, beyine giden sinirler gibi, Ve bir gözün çalışabilmesi için, bu farklı parçaların hepsinin aynı anda var ve çalışır olması gerekir.

Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün "tesadüfen" ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim: Göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak "gözsüz", yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı sizce nasıl bir "Evrim" sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, "görmek" diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? (Siz, şu anda altıncı bir duyu tasarlayıp, onu algılayacak bir organ düşünebiliyor musunuz?) Bu canlının böyle bir "talebi" olsa bile, kendi vücudunda bir göz oluşturamayacağı ortadadır.

Gözün oluşumuyla ilgili olarak bir de klasik "tesadüf" açıklamasını düşünelim. Sizce gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da "tesadüfen" bir göz oluşabilir? Önce "tesadüfen" kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi? Sonra yine "tesadüfen" bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine "tesadüfen" ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları "kendi kendine" oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, yine "tesadüfen" gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?

Düşünün, bunların hepsi tesadüfen oluşmuş olabilir mi? Hem de saydığımız organların hepsinin aynı canlıda oluşmuş olması gerekir. Evrimcilerin kabul ettikleri kurala göre, vücudun içinde çalışmayan organlar körelirler (Dallo kuralı). Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası "tesadüfen" oluşmuş olsa bile—ki bu bile pratikte imkansızdır—bu parça bir işe yaramadığı için körelirdi. Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması gerekir. Gözyaşı bezleri dahi çalışmasa, bir göz beş-on dakika içinde kurur ve işlevini yitirir.

Bu şu demektir: Göz, ilk kez hangi canlıda oluştuysa, tam ve eksiksiz olarak bir anda oluşmuş olmalıdır. Bu gözün "yaratılmış" olması demektir. Evet, açıktır ki, göz, Allah tarafından yaratılmıştır. Kuran, bu konuda insana şöyle seslenir: "O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz?" (Müminun Suresi, 78)

Gözün yaratılmış olduğu o denli açık bir gerçektir ki, Darwin, "canlıların sahip olduğu gözleri düşünmek, beni bu teoriden soğuttu" demişti. Ali Demirsoy da konu hakkında yine bir "inci" döktürmekte ve gözün oluşumunun—ne demekse—bir "Evrim mucizesi" olduğunu söylemektedir. (Kalıtım ve Evrim, sf. 161)

Göz için geçerli olan tüm bu anlatılanlar, kulak, karaciğer, kalp, böbrek ve benzeri tüm organlar, hatta tüm vücud için geçerlidir. İnsan vücudu, hepsi son derece karmaşık binlerce ayrı sistemin uyum içinde çalışması sayesinde ayakta durmaktadır. Böbreksiz, karaciğersiz, damarsız, kemiksiz ya da alyuvarsız bir insan olamaz. Bu organların hepsi aynı anda var ve çalışır durumda olmalıdır. İnsanın önce "tesadüfen" bir böbreğe, sonra yine "tesadüfen" bir karaciğere sahip olması gibi bir saçmalık düşünülemez. Dolayısıyla, insan vücudu tam bir bütün olarak ortaya çıkmış, yani yaratılmıştır.

 

Kitap bölümleri

Masaüstü Görünümü