Harun Yahya

"İkiz Yasalar" ve New Age Emperyalizm




Tarih boyunca büyük ve güçlü ülkelerin, kendi refah ve zenginliklerini üst düzeylere taşımak için daha zayıf ülkeler üzerinde hakimiyet kurma hırs ve arzuları "sömürgecilik" hareketini ortaya çıkardı. Sömürgeci ülkeler işgal ettikleri ülkelerin insan kaynaklarına, iş gücüne, doğal zenginliklerine ve pazarlarına el koydular. Kurdukları sömürge düzenine direnmemeleri ve çıkar sistemlerine zarar vermemeleri için de, yerli halkları ve onların her türlü sosyal, kültürel ve dini dayanışmalarını ağır baskı altında tuttular.

16. yüzyılda başlayan sömürgecilik akımı süresince Fransa, İngiltere, Hollanda gibi ülkeler, asker çıkardıkları çeşitli Afrika, Asya ve Pasifik ülkelerinde kolonyal devletler oluşturdular. Ardından, buralara kendi yöneticilerini ve kurumlarını taşıyarak yerli halkları kendi çıkarlarına hizmet ettirecek düzenler kurdular.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa'da başlayarak tüm dünyaya yayılan ulus devlet kavramının etkisiyle sömürgecilik hareketi kademeli olarak son buldu. Ancak I. ve II. Dünya Savaşları döneminde küresel güç dengelerinin yeniden şekillenmesi, isim olarak artık var olmayan, ancak kavram olarak hiç kaybolmamış olan sömürgeciliğin farklı uygulama türlerini gündeme getirdi.

Başta iletişim olmak üzere, modern bilim ve teknolojilerin gelişmesi, insanların haber ve bilgi kaynaklarına kolaylıkla ulaşabilmesi, uluslararası kamuoyunu önceki yüzyıllara göre çok daha bilinçli ve olaylardan haberdar hale getirdi. Dolayısıyla, artık eski stildeki doğrudan fetih, işgal, köleleştirme, sömürgeleştirme gibi yöntemlerin büyük sosyal tepkilere yol açması kaçınılmaz hale geldi. Bu nedenle son derece ince hesaplanmış, zekice kurgulanmış, uzun zaman dilimlerine yayılmış ve mutlaka yasal zeminlerle desteklenen yöntemlere ihtiyaç vardı.

II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda dünya devleri bu prensipler çerçevesinde hızla yeni sömürü projeleri üretmeye ve uygulamaya koydular. Bunların en büyük ve kapsamlısı olan BOP projesinin hedefi Ortadoğu ve İslam dünyasıydı. Sykes-Picot artık miadını doldurmuştu, bu yüzden Fas'tan Endonezya'ya kadar İslam coğrafyası haritasının yeniden çizilmesi gerekiyordu. Proje kapsamındaki Arap Baharı ayaklanmaları, Afganistan, Irak, Libya, Mısır, Suriye, Yemen gibi Müslüman ülkelerde kışkırtılan savaş, karışıklık ve felaketler, Türkiye ve güney sınırlarında körüklenen bölücü terör, mezhep çatışmaları hep bu yeni haritanın son şeklini almasına yönelikti.

Sömürge dönemi belki kapandı ama yine de örnekleri görülüyor. Bu nedenle artık, ‘sömürgecilik’, ya da ‘emperyalizm’ gibi irrite edici kavramlar yerine, insanlara çok daha legal bir izlenim veren ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘halkların kendi kaderin tayin etmesi’, ‘ezilen halkların bağımsızlığına kavuşturulması’ gibi kavramlar kullanılıyor.

İşte bahsettiğimiz bu sözde "ulvi değerler" doğrultusunda ‘new age emperyalizm’ yani ‘yeni çağ emperyalizmi’ adı verilen bir başka gizli sömürü şekli ortaya çıktı. Emperyalizm, ülkelerin yönetimini ele geçirerek, kaynaklarından faydalanmayı amaçlarken; New Age emperyalizm, ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ gibi ülküleri destekleme adı altında, ülkelerin anayasa ve politikalarının, çeşitli yöntemlerle gizli sömürüye uygun hale getirilmesini amaçlıyordu. Ve böylece küresel güçlerin ilgi alanındaki ülkelerin parçalanma süreci, üstü kapalı bir şekilde de olsa tetiklenmiş oluyordu.

Bilindiği gibi BM, 1966 yılında “İkiz Sözleşme” adı altında bir dizi sözleşmeler hazırladı ve üye devletlerin imzasına açtı. Bu sözleşmelerin temel maddeleri şöyleydi:

"1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

2. Bütün halklar, ........, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

3. ...... bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir."

Bir süre sonra bu strateji Avrupa Birliği tarafından da yürürlüğe konuldu. Avrupa Konseyi, 1981-1984 yılları arasında "özerkliklerin savunulması, demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa'nın kurulmasının temel koşuludur" görüşünden hareketle "Yerel Yönetimler Özerklik Şartı" isimli tasarıyı kabul etti ve tasarı 1988'de yürürlüğe girdi.

Kağıt üstünde demokratik bir yaklaşım gibi görünen bu yasalar, gerçek hayatta halkların iradesini yansıtmaktan çok, o halkların topraklarında ekonomik, siyasi ve stratejik hesapları olan küresel güçlerin müdahale ve entrikalarına yasal zemin sağlıyor. Her türlü iç karışıklık ve kalkışmaya da zemin hazırlıyor. Nihai olarak ulusların yüzlerce parçaya ayrılmasının önünü açan özerklik yasaları, Asya ve Afrika’nın parçalar halinde paylaşılmasına yol açan 19.yy emperyalizminin adeta 21. yy’a uyarlanmış bir versiyonu gibi.

Nitekim, Avrupa ülkeleri de bu yasaları kendi ulusal bütünlüklerine potansiyel bir tehdit olarak gördükleri için, hemen hepsi bunların pratikte uygulanmasını kısıtlayan şerhler koydu. BM yasaları da sırf bu nedenle şerhsiz kabul edilmemişti. Bu şerhler olmasa, İspanya’da Katalonya ve Bask bölgesi, İngiltere’de İskoçya ve Galler, İtalya’da Veneto bölgesi, Belçika’da zenginliği paylaşmak istemeyen Flaman bölgesi, Fransa’da Korsika adası bölünmeye doğru sürüklenecek ve parçalanmış Balkanların izinden gidecekti.

İlginç olan ise, kendileri söz konusu olduğunda özerklikten, bölünmeden şiddetle kaçınan ülkelerin, söz konusu Ortadoğu, İslam dünyası, Türkiye gibi ülkeler olunca, özerklik şartlarının uygulanmasını sonuna kadar savunmakta, bu yönde her türlü kulis, propaganda, siyasi baskı ve algı operasyonunu kararlı ve sistemli biçimde sürdürmeleridir. Binlerce yıldır bir arada kardeşçe yaşayan toplumların, etnik kimlik ve mezhep ayrıştırmaları ile birbirlerine düşman olup parçalanıp yeni sömürgeci düzen tarafından kolay yutulur lokmalar haline getirilmesi için var güçleriyle çalışılmakta.

Hakim güçler, "demokratik özerklik", "halkların özgürlüğü" gibi suni gerekçelerle PKK gibi on binlerce masum insanın katili, komünist terör çetelerine, faşist mafyavari gruplara bağımsız devlet kurma vaatleri vererek onlara her türlü maddi ve askeri desteği sağlıyor. Ancak diğer yandan Rohingya, Doğu Türkistan, Keşmir halkları gibi gerçekten ezilen, yıllardır zulüm gören, hiçbir insani hakları tanınmayan toplumların kurtuluşu ve özgürlüğü konusunda son derece ilgisiz ve tepkisizler .

Dünya tarihinin belki de en sinsi planı, yine görülmemiş bir çifte standart, art niyet ve samimiyetsizlik içinde, yaldızlı sloganlar altında tüm insanların gözleri önünde adım adım gerçekleşiyor. Kuşkusuz ki sinsice ilerleyen böyle tehlikeli bir planı doğal görüp kabullenmek çok yanlıştır. Bu nedenle bu gerçekler önemle dile getirilerek toplumların, üzerlerinde oynanan sinsi plan hakkında bilinçlendirilmeleri ve buna karşı kendilerini savunacak stratejiler geliştirecekleri bir yol izlemelerinin sağlanması son derece önemlidir.

Adnan Oktar'ın Gulf Times'da yayınlanan makalesi:

http://www.gulf-times.com/story/473808/Twin-covenants-and-new-imperialism

 


Masaüstü Görünümü