Harun Yahya

Evrim dini

Teoriyi din haline getiren bilim adamlarının hikayesi

Bugün Batı medyasına dikkatli bir gözle bakıldığında, sık sık Darwin'in Evrim Teorisini konu edinen haberlere rastlamak mümkündür. Büyük medya kuruluşları, ünlü ve "saygın" dergiler, periyodik bir biçimde bu teoriyi gündeme getirirler. Kullandıkları üsluba bakıldığında ise, bu teorinin, tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde ispatlanmış mutlak bir gerçek olduğu izlenimi uyanır. En çok kullanıkları haber şablonu ise; evrim zincirindeki "kayıp halka"nın bulunan yeni bir fosil ile tamamlandığı şeklindedir. Özellikle de dünyanın herhangi bir ucunda bulunan bir kafatası, bu haberlere göre, insanın "maymunsu atalarının" en çarpıcı delilidir.

Bu haberleri okuyan sıradan insanlar ise, doğal olarak, Evrim Teorisinin bilinen herhangi bir matematik kanunu kadar kesin bir gerçek olduğunu düşünürler. Zihinlerinde, canlılığın bir tesadüfler zinciri sonucunda oluştuğunu öne süren bu teorinin bilime inanan herkes tarafından kabul edilmiş bir kanun olduğu imajı uyanır.Bu tür medya devlerinin yaptıkları sözkonusu haberler, hemen ülkemizdeki büyük gazeteler tarafından da topluma aktarılır. Kullanılan üslup klasiktir: "Time'ın haberine göre, Evrim zincirindeki boşluğu tamamlayan çok önemli bir fosil bulundu", ya da "Newsweek'in haberine göre, bilim adamları Evrim'in açıkta kalan son noktalarını da aydınlattılar" gibi cümleler büyük puntolarla basılır. Yine ilginç bir nokta vardır: Bu yayın kuruluşları da Evrim'i mutlak bir gerçek olarak kabul ettirme amacındadırlar. Oysa ortada ispatlanmış olan hiçbir şey yoktur ki, "Evrim zincirinin son eksik halkası" bulunmuş olsun.

Ancak medyanın yanısıra, bilimsel kaynaklara, ansiklopedilere, biyoloji kitaplarına bakıldığında da aynı tabloyla karşılaşmak mümkündür. Bu tür kaynakların tamamına yakını, Evrim'i mutlak bir gerçek olarak anlatırlar.

Kısacası, medyanın ve akademik kaynakların büyük bölümü tamamen Evrimci bir bakış açısını korumakta ve bunu topluma telkin etmektedir. Bu telkin öyle etkilidir ki, zamanla Evrim Teorisi bir tabuya dönüşmüştür: Evrim'i inkar etmek, bilimle çelişmek, somut gerçekleri gözardı etmek olarak sunulur. Bu nedenle de, özellikle 1950'lerden bu yana Evrim'in onca açığının ortaya çıkması ve bunların Evrimci bilim adamları tarafından itiraf edilmesine rağmen, bugün dahi-yerli veya yabancı-bilim çevreleri ile basın organlarında Evrim'i eleştiren herhangi bir düşünce bulmak neredeyse imkansızdır.

Eski bir evrimci olan, ancak Hindistan kuşları üzerinde yaptığı detaylı araştırmalar sonucunda türlerin değişemeyeceklerine inanan Douglas Dewar, Evrim ile medya arasındaki bu önemli ilişkiyi şöyle vurgular:
 

Evrimcilerin basını ele geçirmelerinin önemini pek az insan kavramıştır. Bugün pek az dergide Evrim teorisini reddeden makale çıkar. Hatta dini dergilerin bile birçokları, insanın hayvan soyundan geldiğini kabul eden modernistlerin elindedir... Genel konuşursak bütün gazetelerin yazı işleri müdürleri, evrimi ispat edilmiş bir olgu olarak bilmekte ve teoriye karşı çıkan herkesi de cehalet ve delilikle suçlamaktadırlar. Hemen hepsi evrimciler tarafından çıkarılan dergiler ise evrim kavramına en küçük bir gölge düşürecek bir yazıyı bile yayınlamak istememektedirler...

 

Yayınevleri, yürürlükte olan bir teoriye karşı çıkıp da üzerine hücumlar toplayacak veya rağbet görmeyecek bir kitabı basmazlar. Hatta basım masrafları yazara bile ait olsa, kitabevinin itibar kaybedeceğini düşünürler. Böylece halk, meseleyi tek yönlü olarak öğrenir. Normal bir insan, evrim teorisini, yer çekimi kanunu gibi ispat edilmiş bir gerçek olarak bilmektedir.

Gerçekten de Batı'da biyoloji ve doğa konusunda en "saygın" yayın organları kabul edilen Scientific American, Nature, Focus, National Geographic gibi dergiler evrim teorisini resmi ideoloji olarak kabul etmekte ve bu teoriyi sanki ispatlanmış bir gerçek gibi kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Bu propaganda da yerel medya organları tarafından da dünyanın dört bir tarafına yayılmaktadır.Peki evrim gerçekten de ispatlanmış bir gerçek midir?

Evrimin Çöküşünün Hikayesi

Darwin 19. yüzyılın ortasında evrim teorisini ortaya attığında biyoloji bilmi bugünle kıyaslanamayacak kadar geriydi. Öncelikle genetik hakkında hiç bir şey bilinmiyordu. Canlıların hücrelerinin içindeki çekirdekte, o canlıların vücutları hakkındaki her türlü bilgiyi içeren DNA'nın var olduğu bilinmiyordu. Canlı hücresi, hücrenin yapısı, işlevleri hakkında da pek bir bilgi yoktu. Dolayısıyla Darwin aslında oldukça ilkel bir bilim anlayışına dayanan ilkel bir teori ortaya attı.

Darwin'in Hayal Gücü

Öyle ki, Origin of Species'in ilk baskısında, türlerin arasındaki kesin genetik ayrımlardan habersiz olan Darwin şöyle yazmıştı: "Ayı neslinin bir kısmının giderek daha fazla suda yaşayan hayvanlarla beslendiğini, böylece giderek daha büyük ağızlara sahip olduğunu ve sonunda bazı ayıların balinalara dönüştüğüne inanıyorum ve bunda da hiç bir güçlük görmüyorum". Darwin'in bugünkü bilimsel verilere göre tam bir safsata olan bu "inci"si, zekice bir manevra ile kitabın sonraki baskılarından çıkarıldı.Darwin ortaya son derece yetersiz, hatta çürük bir teori atmıştı, ama bu onun kısa sürede popüler olmasını engellemedi. Çünkü Darwin'in teorisinin özelliği, bilimsel bir değeri olmasından çok, ideolojik yönüydü.

Darwin, o zamana kadar biyolojik yönü hep havada kalmış olan materyalist felsefeye ilk kez biyolojik bir zemin kazandırmıştı. Evrim teorisinden önce, Allah'ın varlığını reddedenler hep canlıların nasıl var olduğu sorusu karşısında bocalarlardı. Evrim ise onlara bu konuda bir koz verdi. Ama bu koz bilimsel bir gerçeğe değil, bilimsellik maskesi altında gizlenmiş ve tamamen hayalgücünün ürünü olan bir masala dayanıyordu.

Nitekim Darwin'den sonra yürütülen tüm çabalara rağmen teori hiç bir zaman ispatlanamadı. Aksine, bilimin vardığı her yeni aşama, evrimin ne kadar çürük bir teori olduğunu gösterdi. Bir taraftan biyoloji bilimi gelişiyor ve canlıların özellikle moleküler düzeyde son derece karmaşık yapılar oldukları anlaşılıyordu. Hücrenin sırlarının çözülmesi ve özellikle de DNA'nın keşfi ile birlikte, insan vücudunun içinde modern bilgisayarlardan çok daha karmaşık ve gelişmiş ancak gözle görülemeyecek kadar ufak sistemler olduğu anlaşıldı. Ve nasıl bir bilgisayar kendisini üreten mühendis ve tasarımcıların varlığını ispatlarsa, insan vücudundaki sözkonusu kompleks mekanizmalar da bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlıyorlardı.

Ara Geçit Formları Çıkmazı

Öte yandan paleantoloji, yani fosil bilimi alanında da evrim büyük bir fiyasko yaşadı. Çünkü Darwin'in iddiası, canlıların en ilkel tek hücrelilerden başlayan ve gittikçe daha karmaşık canlılara doğru ilerleyen bir evrim süreci yaşadıkları yönündeydi. Buna göre ilk kez suda oluşan ilk hücreliler, nasıl oldularsa, balıklara dönüşmüşler, bu balıklar bir gün karaya çıkıp sürüngen haline gelmişler, bu sürüngenlerin bazıları memeli, bazıları da kuş haline gelmişlerdi. Bu ise, tarihte milyonlarca "yarı sürüngen-yarı kuş" ya da "yarı balık-yarı sürüngen" gibi ucube yaratıkların yaşamış olmasını gerektiriyordu. Evrimciler sözkonusu hayali canlılara "ara geçit formu" dediler ve bunların resimlerini hayalgücü yardımıyla çizip kitaplara koydular.

Ama gelgelelim bu tür canlıların yaşadığına dair tek bir somut delil bile hiç bir zaman bulunamadı. Darwin, bu canlıların kalıntılarının dünya yüzeyinde fosilleşmiş olarak var olduklarını, fosiller araştırıldığında yüzbinlercesinin bulunacağını söylemişti. Bundan dolayı da Darwin'den bugüne onbinlerce evrimci bilim adamı dünyanın dört bir yanının altını üstüne getirdiler ve gerçekten yüzbinlerce fosil buldular. Ama bu fosillerin teki bile sözkonusu hayali "ara geçit formları"na ait değildi.

Dolayısıyla 20. yüzyılın sonunda bugün evrim teorisi hiç bir iddiası ispatlanamamış, aksine iddialarının çoğunun teknik olarak imkansız olduğu ortaya çıkmış durumdadır. Bugün "sokaktaki adam" çoğu zaman bunu bilmez ve evrimi bilimsel bir gerçek sanır, oysa teori çoktan bilimsel açıdan çökmüştür.Ama buna rağmen bilim adamlarının önemli bir bölümü halen evrimi savunmaya devam etmektedirler. Bunun tek nedeni ise, öteki alternatifi, yani yaratılışı kabul etmeye bir türlü razı olamamalarıdır. Bu nedenle de "evrim sürecinin aşamaları imkansızdır, ama daha iyi bir teori buluncaya kadar bunu kabul etmek zorundayız" gibisinden itiraflarda bulunmaktadırlar.

Şimdi evrimci bilim adamlarının yaptıkları sözkonusu itiraflara bakalım.

Evrim'in Moleküler Düzeydeki Çöküşü

Evrimin ilk çöktüğü aşama, canlılığın henüz ilk basamağıdır. Teori, ilk canlı organizmaların tesadüfen oluştuklarını söylerken, aslında kendisini de yıkmış olur. Çünkü böyle bir tesadüfi oluşum kesinlikle ve kesinlikle imkansızdır.Canlı organizmaların en küçük parçası aminoasitlerdir. Aminoasitler biraraya gelerek proteinleri oluştururlar. Proteinler ise bilindiği gibi vücudun yapıtaşlarıdırlar. Eğer vücudu dev bir gökdelene benzetirsek, proteinler bu gökdelenin ufacık tuğlalarıdır. Amino asitler ise bu tuğlaları oluşturan "mini-tuğlalar" olarak tanımlanabilirler.Ancak aminoasitlerin protein oluşturmaları son derece karmaşık bir iştir. Canlılarda kullanılan 20 tür aminoasit vardır. Buna karşılık bir proteinde ortalama 500-600 aminoasit yer alır. İşin püf noktası ise şudur: Sözkonusu yüzlerce farklı aminoasit, bir proteini oluşturmak için mutlaka belirli bir sıra ile birbirilerine eklemlenmelidirler. Eğer sırada tek bir yanlışlık olursa, o protein işe yaramaz.

Bunu açıklamak için aminoasitleri harflere, proteinleri de bir kısa yazıya, örneğin 500-600 harften oluşan bir paragrafa benzetebiliriz. Bu paragrafı yazmak için, daktilonun tuşuna 500-600 kez basarsınız ve tuşlara basarken de alfabenin 29 harfini kullanırsınız. Ancak dikkat edilirse, her harfi yazarken, sözkonusu 29 harften bir tanesini, yani doğru olanı seçmeniz gerekir. Eğer tuşlara rastgele basarsanız, kuşkusuz hiç bir zaman ortaya anlamlı bir paragraf, hatta anlamlı bir kelime bile çıkmaz.

Aminoasitlerin proteinleri oluşturması da böyledir. Amino asitler, hiç bir hata yapmadan tam gereken şekilde birbirleri ardına dizilmek zorundadırlar.

İşte evrimin çöktüğü nokta burasıdır. Çünkü evrim teorisi canlılığın tesadüfen, yani bilinçli bir yaratılış olmadan ortaya çıktığını iddia etmektedir. Dolayısıyla sözkonusu aminoasit diziliminin de yine tesadüfen gerçekleştiğini öne sürmek zorundadır. Bu ise, aslında elbette gerçekleşmesi imkansız bir şeydir.Evrimin önde gelen savunucularından Rus bilgini A. I. Oparin, "Origin of Life-Hayatın Kökeni" isimli kitabında proteinlerin tesadüfen oluşmasının mümkün olamayacağını şöyle itiraf eder:
 

 

"Her biri belirli şekillerde ve kendisine has bir tazda dizilmiş bulunan binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu içeren bu maddelerin en basiti bile son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü "Aeneid" şiirinin etrafa saçılmış harflerden rasgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir."

 

Sıfır İhtimal!...
 

-       Tek bir proteinin oluşması için DNA gerekir
-       Protein olmadan DNA oluşamaz
-       DNA olmadan protein oluşamaz
-       Protein olmadan protein oluşamaz
-       Tek bir proteinin oluşması için 60 ayrı protein gerekir
-       Bu proteinlerin bir tanesi bile eksik olsa protein var olamaz
-       Ribozom olmadan protein oluşmaz
-       RNA olmadan da protein oluşmaz
-       ATP olmadan protein oluşmaz
-       ATP’yi üretecek mitokondri olmadan da protein oluşmaz.
-       Hücre çekirdeği olmadan protein oluşmaz
-       Sitoplazma olmadan da protein oluşmaz
-       Hücredeki organellerden bir tanesi eksik olsa protein oluşamaz
-       Hücredeki bütün organellerin var olması ve çalışması için de proteinler gereklidir
-       Bu organeller olmadan da hiçbir şekilde protein olmaz. 

Bu sistem, bir arada çalışmak zorunda olan iç içe bir sistemdir. Biri olmadan diğeri olamaz. Tek bir parçası var olsa bile, sistemin diğer parçaları olmadan bu parça hiçbir işe yaramaz.
Kısacası,  
BİR PROTEİNİN VAR OLMASI İÇİN HÜCRENİN TAMAMI GEREKİR.Hücre, bugün incelediğimiz ve çok az bir kısmını anlayabildiğimiz mükemmel kompleks yapısı ile var olmadığı sürece, TEK BİR TANE BİLE PROTEİN MEYDANA GELEMEZ.

Bu hücrelerden 100 trilyonunun tesadüfen oluşup, insanın iç ve dış organlarını kusursuz olarak meydana getirecek bir biçimde ve düzende birleşmesinin ne denli imkansız bir şey olduğunu anlatmak içinse, ne yazık ki uygun bir kelime bulmak mümkün değil.
 

 

Belirli amino asitlerin belirli yerlerde bulunması kesinlikle rastlantıyla bağdaşamaz. Bu ancak bilinçli bir yaratılışla açıklanabilir. Ama evrimci bilim adamları, " doğaüstü güçler"in, yani Allah'ın varlığını kabul etmemek için imkansızı kabul etmeyi tercih etmektedirler.

Bu düşünce, sadece üstteki satırlarda değil, evrimi savunan tüm bilim adamlarının yazılarında görülen ortak bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım şöyle de özetlenebilir: Bu insanlar, varlığının delillerini görmelerine rağmen Allah'a inanmayı reddetmektedirler. Buna karşılık hiç bir delili olmamasına karşın evrime inanmaktadırlar. Bir başka deyişle evrim, onların dinidir, hiç bir delil görmeden inandıkları bir din.

Evrimcilerden İtiraflar

Evrimin aslında "ispatlanmış bir gerçek" değil, ispatlanmaya çalışılan bir inanç olduğunun önemli bir göstergesi, önde gelen evrimci bilim adamlarının yaptıkları itiraflardır. Hücre içindeki benzersiz enzim sistemleri, protein ve DNA'nın üstün yapısı, bu itirafların odaklandığı noktalardan birkaçıdır.Evrim alanındaki en geçerli kaynaklardan biri olarak kabul edilen "Im Anfang War der Wasserstoff" (Başlangıçta Hidrojen Vardı) adlı-ve Türkçe'ye "Dinozorların Sessiz Gecesi" adıyla çevrilen-kitabın yazarı Hoimar Von Dithfurt, bu itirafçılardan biridir. Dithfurt, solunum sistemini oluşturan enzimlerin varlığını açıklamada evrimin nasıl çaresiz kaldığını itiraf eder. Ancak bununla birlikte evrimci bir bilim adamının salt "evrime inandığı için" böyle bir problemi göz ardı etmek zorunda olduğunu da belirtir:
 

 

"Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur. Bu soruya verilen yanıtlara göre düşünürler de öbeklere ayrılırlar. Bu soruya "evet mümkündür" yanıtı vermek, modern doğa bilimine olan inancı doğrulamak gibi bir şeydir. Biraz kötü bir niyetle ifade etmek istersek şöyle de diyebiliriz: Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya "evet" yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır. Ama işin burasında, olup biteni doğa yasalarıyla, dolayısıyla "rastlantı" ile açıklaması, söz konusu kimsenin köşeye sıkışmışlığının bir belirtisidir. Çünkü bu durumda zaten rastlantıya inanmasın da ne yapsın?"

 

Von Ditfurth'un satırları arasında, "ideolojik gereklilik"i ele veren daha başka bölümler bulmak mümkündür. Bir yerde şöyle der:
 

 

"... Bu karmaşık kimyasal tepkimelerin yeryüzündeki hayatın devamı bakımından vazgeçilmez oluşunu, bilimsel bir yoldan açıklamak istiyorsak, rastlantı kategorisine başvurmaktan başka bir çaremiz var mı ki?" Bir başka paragrafında, "... doğabilimsel anlayışa bağlı kalarak olayı açıklamak zorunda kalan biyolog..." ifadesini kullanır.

 

Yani tesadüf imkansızdır, ama bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmektense, yine de tesadüfe inanmak gerekir!...

İmkansızı Kabul Etmek

İmkansızı kabul etmenin bir yaratıcıyı kabul etmeye tercih edildiği ortadadır. Evrimciler bu mantıkla, akıl ve mantığın sınırlarını zorlayacak başka kabuller de yaparlar. Yerli evrimci Ali Demirsoy şöyle yazar:
 

 

"... Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların bir araya toplanmasını gerektirir... Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız. Ancak bu enzim dizisinin tümüne rastlantı sonucu sahip olan bir hücre, serbest oksijenli atmosfere uyum yapabilecektir."

 

Satırlarda ortaya konan mantık yine aynı noktaya işaret eder: Evrimcilerin amacı, "dogmatik bir açıklama ve spekülasyon" diye ifade ettikleri şeyi yapmamak, yani bir Yaratıcı'nın varlığını ne olursa olsun kabul etmemektir. Buna şartlanmış durumdadırlar ve bu yüzden, kesinlikle imkansız olan varsayımları kolaylıkla kabul edebilirler. Bu imkansız varsayımları mümkün gibi gösterebilmek için de, çeşitli mantık oyunlarına başvururlar. Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden Profesör George Wald'ın, canlılığı yaratan iradenin "zaman" olduğu yönündeki açıklaması buna iyi bir örnektir:
 

 

"Önemli nokta şudur; hayatın orijini, en azından bir defa vuku bulan olaylar kategorisine girdiğinden, zaman ondan yanadır. Ancak, biz bu hadiseyi ne kadar ihtimal dışı saysak da, yeterli zaman içinde mutlak manada en azından bir defa meydana gelecektir. Planın kahramanı gerçekte zamandır. Yeterli zaman verilmesiyle "mümkün olmayan" mümkün olur. Mümkün, "muhtemel" olur ve muhtemel de "hemen hemen kesin bir hal" alır. Sadece beklemek yeterlidir. Zamanın bizzat kendisi mucizeleri meydana getirir."

 

Görüldüğü gibi evrimci bilim adamları, gerçekte teorilerini mucizelerin ellerine teslim etmişlerdir. Açıklanamayan binlerce nokta, bu "evrimsel mucize" kelimesinin altında örtbas edilerek, teorinin yaşatılmasına çalışılır.Ancak mucize, sözlüklerdeki tanımıyla, "insan aklının ölçülerini aşan, tabiat yasalarının dışına çıkan, düşünce değil de dini inanca dayanan oluştur." Evrimcilerin, evrim sürecinin kendisine "mucizeler" atfetmeleri ise, bu evrim sürecine bilimsel değil, bir tür inançla bağlı olduklarını gösterir. Bir başka deyişle, bir "evrim dini"ne inanmaktadırlar ve bu dine sadık kalabilmek için de her türlü imkansızı onaylamak durumundadırlar.

Bilinçli Dizayn Teorisi

Modern bilimin ortaya çıkardığı tüm bilgiler, canlı hayatın moleküler düzeydeki yapısının hiçbir şekilde tesadüfle açıklanamayacağını göstermektedir. Bu da hayatın bilinçli bir Yaratıcı tarafından varedilmiş olduğu anlamına gelir. Nitekim bugün mikrobiyolojinin önemli isimleri evrimi savunamaz hale gelmişlerdir. Bunun yerine, bir başka teori sözkonusu bilim adamları arasında yaygınlaşmaktadır: "Bilinçli dizayn" teorisi.

Bu teoriyi savunan bilim adamları, canlılığın bilinçli bir "dizayn edici" tarafından varedildiğinin çok açık olduğunu vurgulamaktadırlar. Ortada çok somut bir gerçek ve çok basit bir mantık vardır: Karmaşık bir sistem ya da çok detaylı bir biçimde şekillendirilmiş bir yapı, ancak bilinçli bir dizayn sonucunda ortaya çıkabilir. Örneğin ABD'deki ünlü Rushmore dağını gören hiç kimse, bu dağın üzerindeki yüzlerin dizayn edildiğinden kuşku duymaz. Çünkü dağın yüzüne kazınan dört Amerikan Başkanının yüzleri, çok belirgin bir heykeltraşlık eseridir. Bu yüzlerin "tesadüfen", yani rüzgar, deprem, yıldırım gibi faktörlerle oluştuğunu öne sürmek ise hiçbir mantığa sığmaz.Ancak yine de çoğu bilim adamı bu gerçeği kabul etmekte zorlanmakta ve hala evrim teorisine sadık kalmaya çalışmaktadır. Bilinçli dizayn teorisinin önde gelen savunucularından biri olan Amerikalı mikrobiyolog Michael J. Behe, mikrobiyolojik bulguların evrimciler açısından ortaya koyduğu bu büyük açmazı şöyle anlatır:
 

 

"Son kırk yıl içinde, modern biokimya hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Bunun için harcanan emek ise gerçekten çok büyüktü. Onbinlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar...Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: "Dizayn!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilimin tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, onbinlerce insanın "Eureka" çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı...Ama hiçbir kutlama yaşanmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen büyük karmaşıklığın karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu.

 

Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyorlar. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor, ama sonra yere bakıp başlarını sallıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar.

Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Neden ortaya çıkan açık dizayn entellektüel eldivenlerle kenarından tutuluyor. Çünkü, bilinçli bir dizaynı kabul etmek, ister istemez bir Tanrı'nın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara."

Evet, bilim dünyasının bilinçli dizayn kavramına elden geldiğince uzak durmaya çalışmasının tek nedeni budur. Bu dünyanın önde gelen isimlerinin önemli bir bölümü ateisttirler ve ne olursa olsun bu "dünya görüşü"nü korumaya çalışmaktadırlar. Bilim, onların gözünde, bu dünya görüşünü desteklemek için kullanılacak bir araçtır; gerçekleri ortaya çıkarmak için kullanılacak bir araç değil...

"Bilim İçin Gereken Önyargı"

1981 yılında, Londra'nın South Kensington semtindeki ünlü British Museum'da Dawinizm'i konu edinen özel bir bölüm açılmıştı. Darwin'den bugüne kadar uzanan tüm evrimsel argüman ve "delilleri" sergileyen bölümün girişinde de şöyle bir yazı yer alıyordu:

Neden dünya üzerinde bu denli farklı türde canlının yaşamakta olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu soruya verilen bir cevap, tüm canlıların ortak bir atadan kademeli değişim yöntemiyle evrimleştikleri şeklindedir.Bu evrim nasıl gerçekleşmiş olabilir? Nasıl bir tür bir başka türe dönüşmüş olabilir? Bu bölümdeki sergi, bu sorulara verilen mümkün açıklamalardan birini ele almaktadır; Charles Darwin'in açıklamasını.

Bu mesajın hemen yanına asılmış olan bir başka notta ise şöyle deniyordu: "Bir başka görüş ise, tüm yaşayan canlıların kusursuz ve değişmez bir biçimde Tanrı tarafından yaratıldığıdır." Buna benzer ifadeler, sergiyi tanıtmak için hazırlanan broşürde de yer alıyordu. Kısacası, serginin genel yaklaşımı, Philip E. Johnson'ın ifadesiyle, "Darwinizmin çok önemli teori olduğu, ama yine de kendisinden kuşku duyulamayacak kesin bir gerçek olmadığı" şeklindeydi.Bir başka deyişle, British Museum'daki sergi, "demokratik" ve tarafsız bir üslup kullanmaya çalışmış ve ne Darwinistleri ne de anti-Darwinistleri haklı ya da haksız çıkaracak bir tutum sergilemişti.

Doğal olarak, bunun pek kimseyi rahatsız etmemesi beklenirdi. Ama öyle olmadı. Önce İngiltere'deki sonra da diğer bazı Batılı ülkelerdeki Evrimci bilim adamları, British Museum'daki bu "tarafsız" sergiye karşı büyük bir propaganda kampanyası başlattılar. Özellikle Evrimci İngiliz bilim dergisi Nature'ın sayfalarında, "British Museum'daki gericiliğe" karşı çok sayıda "açık mektup" yayınlandı.Nature'da yayınlanan açık mektup ve makaleler arasında "Darwin'in South Kensington'taki Ölümü" başlıklı bir tanesi oldukça ilginçti. Makalenin yazarı, sergiyi düzenleyen kişilerin "herhalde British Museum'da çalışan biyologlara danışmadan böyle bir işe giriştiklerini" söylüyordu.

Çünkü ona göre, "bu saygın bilim adamları, 'eğer Evrim teorisi doğruysa' diye başlayan bir cümle yazmaktansa sağ ellerini kesmeyi tercih ederler"di. Çünkü Evrim teorisinin doğruluğundan kuşku duymak, asla "gerçek bir bilim adamı"nın yapabileceği bir şey değildi.Peki neden, diye sormak gerekiyordu kuşkusuz bu durumda.

Çünkü modern bilim, kendisini her şeyden kuşku duyan ve dolayısıyla ancak elde ettiği somut verilere dayanarak bir şeyin doğruluğuna karar verebilecek bir araştırma yöntemi olarak tarif ediyordu. Ama Nature'daki makalenin yazarına-ve ona benzer makaleler yazan diğer tüm Darwinizm savunucularına-göre, Evrim teorisi bu "agnostisizmin" (sistematik kuşkuculuğun) dışında tutulmalıydı. Makale şu cümlelerle sona eriyordu:
 

 

Agnostisizm, bilim adamlarını demoralize edecek kadar ileri bir noktaya götürülmemelidir. Kuşkusuz bilimin ve bilim adamlarının önyargılara bağlı olmaktan kaçınmaları gerekir. Ancak tek bir önyargı, mazur görülebilir ve hatta gereklidir. Bu önyargı, gözlemlenen fenomenlerin tümünü açıklayacak teorilerin kurulabileceğini öngören önkabuldür.

 

Bu psikolojik bağlılığın gösterdiği doğal sonuç ise şuydu: Evrimi kabul eden ve onu "her şeyi açıklayan bir teori" olarak benimseyen bilim adamları, bu teoriyi elde ettikleri somut verilere dayanarak benimsememişlerdi. Aksine, bu teoriyi önce benimsemişler, onu "yegane gerekli önyargı" haline getirmişlerdi ve elde ettikleri somut verileri de bu önyargıyı destekleyecek şekilde yorumlamak istiyorlardı. Eğer bu önyargılarına saygı gösterilmezse, "demoralize" olurlardı. Çünkü psikolojik bir bağlılıkla bağlandıkları temel ilkelerini yitirmeye başlarlardı.

Kısacası Evrim teorisi neredeyse bu bilim adamlarının diniydi. Ve eğer "bilimsellik" adı altında kendisine iman ettikleri bu dini, kendi yaptıkları bilim tarifine göre sorgulamaya kalkarsanız, bunu kabullenemezlerdi. "Eğer evrim doğruysa" diye bir cümle yazmaktansa sağ ellerini kesmeyi tercih edecek olmaları, bu dinlerine olan bağlılıklarının bir sonucuydu.Dahası, kendisine iman ettikleri bu dini inancın tüm topluma benimsetilmesi konusunda da çok ısrarlıydılar. Bu nedenle, British Museum'daki sergiyi şiddetle eleştiren ünlü Darwinist filozof Anthony Flew, bu olayı "halkı kabul edilmiş doğrularla eğitmekle yükümlü olan memurların (müzedeki bilim adamlarının), halkın zihnini olağandışı fikirlerle bulandırarak bilime ihanet etmeleri" olarak yorumluyordu.Evrim'in, onu savunan bilim adamları için bir din haline geldiğinin en iyi ifadelerinden biri ise, ünlü Evrimci bilim adamı ve filozof Pierre Teilhard de Chardin'in aşağıdaki sözleriydi:
 

 

"Evrim bir teori, bir sistem ya da bir hipotez midir? Hayır o bunların hepsinde öte bir şeydir. Evrim, kendisinden kuşku duyulmayan yegane ilkedir ki, tüm teoriler, tüm sistemler, tüm hipotezler, ciddiye alınabilir ve doğru olabilmek için ona dayanmak zorundadırlar. Evrim, tüm gerçekleri aydınlatan bir ışık, tüm çizgilerin kendisinden çıkması gereken bir ana çizgidir. İşte, evrim budur."

 

"Evrimsel Hümanizm" Dini

Evrim teorisinin, onu benimseyen bilim adamları tarafından bir din gibi algılandığını, sorgulanacak bir tez gibi değil, asla terk edilmemesi gereken bir inanç gibi görüldüğünü inceledik. Ancak kuşkusuz sözkonusu bilim adamlarının çoğu bu tanımı kabul etmez, yani bir "evrim dini"ne inandıklarını itiraf etmezler. Oysa bu genel kuralın dışına çıkan ve Evrimin bir din olduğunu açıkça ilan edenler de vardır. Bu gerçeği açık bir biçimde duyuran ve insanlığı Evrim dinine iman etmeye çağıranlar arasında iki ünlü isim öncelikle dikkat çeker; Julian Huxley ve Theodosius Dobzhansky.Julian Huxley, Darwin'in en önde gelen savunucularından biri olarak, onun geliştirdiği biyolojik argümanı felsefi bir zemine oturtmak için çalışmıştı. Ulaştığı nokta ise, "Evrimsel Hümanizm" adı altında yeni bir din kurmak oldu. Bu dinin "kutsal amacı" ve "muzaffer fırsatı", "yeryüzündeki evrimsel sürecin maksimum sonuca varmasını sağlamak" olacaktı. Bu, yalnızca güçlü organizmaların daha çok yaşamasına ve daha çok üremelerine çalışmakla sınırlı değildi. Ayrıca, insanoğlunun "kalıtsal yeteneklerini"nin "en üst düzeyde gerçekleştirilmesi" öngörülüyordu. Bir başka deyişle, insanoğlunun bugün içinde bulunduğu fiziksel ve zihinsel aşamadan "daha ileri aşamalara" sıçraması için çaba gösterilecekti. "Hümanizm" teriminin tam tarifi ise, Huxley tarafından şöyle yapılıyordu:
 

 

Ben "hümanist" kelimesini kullanırken, insanın, aynı bir bitki ya da hayvan gibi, doğal bir varlık olduğunu kastediyorum. Yani insanın bedeni, zihni ve ruhu, doğa üstü bir güç tarafından yaratılmamış, aksine evrim süreci sonunda oluşmuştur. Dolayısıyla insan, her hangi bir doğa üstü gücün kontrolü ya da yol göstericiliğine değil, sadece kendi varlığına ve kendi gücüne inanmalıdır.

 

Huxley'in ortaya attığı ve insanoğlunun "kutsal" amacının kendi evrimini hızlandırmak olduğunu öne süren bu düşünceler, John Dewey adlı Amerikalı filozofu derinden etkiledi. Ve Dewey bu çizgiyi geliştirerek 1933 yılında "Dini Hümanizm" akımını başlattı ve ünlü Hümanist Manifesto'yu yayınladı. Manifesto'da vurgulanan temel düşünce, geleneksel "Theistik" (İlahi) dinlerin ortadan kaldırılmasının zamanının artık geldiği ve bunlar yerine, insanoğlunun bilimsel ilerleme ve sosyal işbirliğine dayalı yeni bir çağa girmek üzere olduğuydu.

İnsanı Kim Kurtarabilir?

II. Dünya Savaşı'nda "bilimsel ilerleme" sonucunda öldürülen 50 milyon insan, Hümanist Manifesto'da öngörülen iyimserliği derinden sarstı. Benzeri darbelerin ardından, Dewey'in yolunu izleyenler onun görüşlerini bir parça revize etmek zorunda kaldılar ve 1973 yılında II. Hümanist Manifesto'yu yayınladılar. Bu mesajda "bilimin bazen insanlığa zarar da verebileceği" kabul ediliyor, ama yine de temel düşünceden vazgeçilmiyordu: İnsan artık kendi evrimini yönetebilirdi ve bunu da bilimle yapacaktı. Şöyle deniyordu:
 

 

Bilimi akıllıca kullanarak, içinde yaşadığımız çevreyi kontrol edebiliriz, fakirliği yenebilir, hastalıkları ortadan kaldırabilir, yaşam süremizi uzatabilir, davranışlarımızı belirgin bir biçimde değiştirebiliriz. Böylece insanoğlunun evrim sürecini yönlendirebilir, yeni güç kaynakları oluşturabilir ve insanlığın daha özgür ve anlamlı bir yaşama kavuşması için gerekli fırsatları yaratabiliriz.Bu satırlarda ifade edilen mantıkların ardından, II. Hümanist Manifesto'nun en önemli mesajı şöyle özetleniyordu: "Bizi kurtaracak bir Tanrı yoktur, kendimizi biz kurtarmalıyız."

 

Aslında her Evrimci tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak benimsenen bu fikirler, "Evrim dini"nin temel inanışlarını ortaya koymaktadır. Bu insanlar, kendi zihinlerinde oluşturdukları Evrim kavramını doğaya uydurmaya çalışmakta, taraflı yorumlar ve çarpıtmalarla tüm doğayı bu teori içinde açıklamakta ve bu noktadan yola çıkarak insan neslinin yegane amacının da kendi evrim sürecini hızlandırmak ve yönlendirmek olduğunu ileri sürmektedirler. İnsan neslini kurtaracak olan çözüm onlara göre budur.

Burada, insanın kendi ürettiği bir fikri, hayatın kutsal amacı ve anlamı olarak benimsemesi sözkonusudur. Önce hayali bir Evrim süreci kurgulanmakta ve bu sürecin her şeyi var eden "yaratıcı" olduğu varsayılmakta, sonra bu sürecin insanı kurtuluşa ulaştıracağı düşünülmekte ve en sonunda insanoğlunun "kutsal" amacının da bu sürece hizmet etmek olduğuna inanılmaktadır.

Kısacası, Evrim, hem Yaratıcı, hem kurtarıcı, hem de kutsal bir amaçtır. Bir başka deyişle kendisine tapınılan bir ilahtır...Dikkat edilirse, bu Evrim dini, geleneksel putperest dinlerdeki temel saçmalığı aynen muhafaza eder: Kendisine tapınılan ilah, önce insan tarafından oluşturulmakta, ancak sonra da bu ilahın insanın yaratıcısı olduğu düşünülmektedir. Kendi elleriyle bir totem yapıp, sonra da bu totemin doğayı kontrol ettiğine inanan antik putperestlerden hiç bir fark yoktur: Evrim dininin bağlıları da masa başında ürettikleri bir kavram olan Evrim'i, tüm evreni ve kendilerini yaratan üstün bir güç olarak tasarlamakta ve kendilerinin "kutsal" amaçlarının da Evrim'e hizmet etmek olduğunu söylemektedirler.

Bu dinsel inanç, Evrim hakkındaki somut verilerin sorgulanması gündeme geldiğinde ise doğal olarak buna büyük tepki göstermektedir. Çünkü kendisine inanılan dinin korunması, başka herşeyden daha önemlidir. Evrimci biyologların, bilimde önyargısızlığın önemini sürekli vurgularken, "ancak tek bir önyargı gereklidir, o da Evrim'dir" demelerinin nedeni budur.

Evrim Dini ve İlahi Din

Evrim dininin en kıdemli ideologları, Darwinizm'in İlahi dinlere karşı bir "pan-zehir" olduğu düşüncesindedirler. Amerikalı sosyal teorisyen Irving Kristol bu noktaya dikkat çeker ve "öğretilmekte olan neo-Darwinizm'in dini inançlara karşı ideolojik bir kalkan görevi gördüğünü" vurgular. Amerikalı hukuk profesörü Philip E. Johnson ise, bu kitabın başında da aktardığımız aşağıdaki yorumuyla konuyu en iyi biçimde özetler:
 

 

"Modern bilimin liderleri, kendilerini "dini fundamentalistlere" -yani bir Yaratıcı'nın varolduğunu ve bu dünyadaki olaylarda rol oynadığını kabul edenlere- karşı girişilen bir savaşın öncüleri olarak görmekteler... Darwinizm ise, "fundamentalizme" karşı girişilen bu savaşta yeri doldurulamaz bir ideolojik rol oynamaktadır. İşte bu nedenle, bugün bilim çevreleri, Darwinizm'i test etmeyi değil, ne olursa olsun korumayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Bilimsel araştırmaların kuralları da, bu ideolojiyi doğrulayacak şekilde belirlenmektedir."

 

Evrimden çıkarsanan en önemli sonuç, her zaman için, insanın İlahi bir irade tarafından yaratılmadığı ve dolayısıyla hiçbir İlahi kurala karşı sorumluluk duymaması gerektiğidir. Evrimci bir "bilim adamı", evrim dininin insanoğluna verdiği başıboşluk ve sorumsuzluk hissini şöyle tarif eder:
 

 

"İnsan, evrende anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Ama bilinçsiz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Böylece dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur. İnsan evrende yaratıcı, kontrol edici bir güce sahip değildir. Fakat kendisinin ustası ve amiridir. Bu bakımından insan, kendi kaderini kendisi tayin ve idare etmelidir."

 

Dikkat edilirse evrimin kendi bağlılarına verdiği üstteki satırlardaki tüm bu psikoloji, İlahi dinin aşağıdaki ayetlerde insanlara verdiği bilincin tam tersidir:
 

 

İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?

Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (İnsan Suresi, 36)

 

Evrim dininin negatif telkinleri ile iyice beyni yıkanmış kimseler, İlahi dinin mesajlarını kabul etmemek için gerekli olan her türlü "ideolojik kalkana" sahip hale gelirler. Onlara evrimin bir yalan olduğunu ispatlayan ne denli çok delil gösterirseniz gösterin, bu inançlarını asla bırakmazlar. Evrenin ve canlıların yaratılmış olduklarını ispatlayan ne denli çok delil gösterirseniz gösterin, yine de bu gerçeği kabul etmezler. Kuran'ın ".... onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu da görseler, yol olarak benimsemezler..." (Araf, 146) ayetinde tanımladığı türden birer "yobaz"dırlar çünkü.

Kendisini bu tür bir şartlanmayla bağlamayan, özgür vicdanıyla düşünen herkes ise canlılığın kökeninin yaratılış olduğunu görebilir. Tüm canlılar o denli kusursuz, o denli karmaşık ve o denli mükemmeldirler ki, ancak çok üstün bir Yaratıcı'nın eseri olabilirler. Tek bir harf bile bir yazar olmaksızın, tesadüfen oluşmadığına göre, tüm evren ve bu evrendeki tüm canlılık da kuşkusuz çok üstün ve güçlü bir Yaratıcı olmaksızın var olamaz.
 

 

Masaüstü Görünümü